Artures etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Artures etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Arslan & Nietzsche


Arslan & Nietzsche


Yüksel için, resmin, tek başına resmin, yani plastik değerlerin araştırıldığı ya da eski değerlerin yadsınıp yeni plastik değerlerin ya da karşı-plastik değerlerin yaratıldığı resmin hiçbir anlamı yoktur. O bir düşünceyi resmetmek ister. (...)

Yüksel’in resmi, hiç değilse 1968’lere değin, bir değişimler sanatıdır. Atları çizerken ınsanları çizdi. Çiftleşmeleri çizerken mutsuzlukları, tekleşmeleri çizdi. Mezar taşlarını insanlaştırdı. İnsanları mezar taşı durumuna getirdi. (...) Yüksel, hiçbir zaman bir çıplak, bir nature-morte, bir görünüm resmi yapmadı... Bir takım düşünceleri resimledi. ‘Öyleyse bir illüstratör' denecek. Evet ama bir ayrımla: Yüksel, Sade'ı Nietszche’yi, Jarryyi yorumlamıyordu resminde. Onların çizgisindeki kendi düşüncesini resme aktarıyordu. Bu düşünceyi resmediyordu.

Resimlemek/Resmetmek. İki ayrı kavram. Yukarıda sözünü ettiğim ayrım burda beliriyor: Yüksel Arslan bir düşünceyi resimleyen değil onu resmedendir. İllüstratör’lüğünü bu anlamda yorumlamak gerekir.

(...) Yüksel'in resimlerindeki insan figürlerinin değişimi. Bu değişimi takip edecek olursak, Yüksel'in geçtiği yollarda bıraktıkları izlerdir bunlar.

Bunları izleyecek olursak, sanatçının değişimini, dünya görüşünü, dünyaya bakışını da izleriz."

Ferit Edgü

Arture 367


Lorca'ya adadığım ve Granada'da onu öldürdükleri kızıl toprağı betimlediğim Arture... Onu satın almak isteyenler şöyle diyorlardı: 'Ah ne kadar hoş bir manzara!' Arka planı göremiyorlardı. Söz konusu olanın aslında ne olduğunu bilmelerini istemiyorum onlardan! Bana sormazlarsa bilemezler zaten... Ama anlatmak gelmiyor içimden.

ETKİLER


ETKİLER dizisini yapma kararını, 1980 Ocak-Şubat aylarında Paul Eluard'ın Donner â voir kitabını okuduktan sonra verdim. “Yeni bir dizi: Tarihöncesinden günümüze, insanlığa, bütün uygarlıklara..., insanın emeğiyle, aletlerinin yardımıyla yarattığı her şeye evrensel bir saygı... Kısaca yeni bir dizi: Etkiler. Burada ikincil etkiler, aşamalar da var. Müzisyenlerle öteki sanatçıları, sinemacıları, bilim adamlarını da unutmamalı..!"

Doğrusunu söylemek gerekirse bu fikir yeni değildi. Çünkü daha 1965, 1968 ve 1976 yıllarında böyle bir dizi gerçekleştirmeyi hayal etmiştim, hem zaten 1968’de gerçekleştirdiğim “Arture’ün Kaynak ve Kökenleri" gibi bazı eserler bunu öncelemekteydi. İşe başladığımdan beri genellikle diziler oluşturarak çalıştım ve hatta 1955'teki ilk kişisel sergim, bir dizinin eserlerini biraraya getiriyordu: "İlişki, Davranış Sıkıntılara Övgü". Aynı yıl bir başka diziyi bitirdim: "İnsanlı Günler". Ardından başkaları geldi: “Phallisme" (1958), “Portreler" (1959), "Tatalogie" (1960), "Nous Artslandrons” (1962), “Homunculus-cucus-palus, planus-phallus-micrococcus” (1962), “Arture’ler" (1962-1968), “Yabancılaşmalar" (1969), "Karl Marx'ın Kapital'i” (1969-1975), “Kapital’i Güncelleştirme Denemesi" (1975-1980) ve son olarak, 1980 Şubatıyla 1984 Nisanı arasında gerçekleştirilen bu “Etkiler" dizisi.

Bu yönelimin kökeninin, her zaman diziler halinde ilerleyen bu Çalışmaların nedenlerinin ne olduğu sorulabilir. Kısaca, sanatçı mesleğimi bir RESSAM olarak değil, tam anlamıyla bir TUIS olarak başlattığımı ve sürdürdüğümü düşünüyorum (B. Brecht entelektüellerle tuis’ler, ya da yumurta kafalılar, beyazlatıcılar, formül mucitleri, özür-arayanlar diye eğleniyordu)! İyi bir resmi kötüsünden, iyi bir ressamı kötü bir ressamdan sağlam çizgilerle ayırdetmeyi biliyordum: Buna rağmen yirminci yüzyılın tam göbeğinde kendine ressam demek, kendini ressam olarak sınıflandırmak bana gülünç geliyordu. Maceramın en başında, resmin benim için bir amaç değil ancak bir araç olabileceğini hemen anlamıştım. Başka bir şey, başka bir ifade aracı, resim ile yazı, resim ile şiir arasında bir şey bulmak gerekiyordu. Başka bir sanat bile demeye cesaret ediyorum!

Bu kaygılar ve bu entelektüel araştırmalar beni önce yeni bir teknik bulmaya itti. Bütün sanatçılar gibi yağlıboya, guaş, pastel, suluboya, vb., resmi denedim. Ama kullanılan boyaların yapay bir tarafları vardı (bu sözcüğü iğrenç dememek için kullanıyorum)! Boyalarımı benim imal etmem gerekiyordu! Eski minyatür ustaları ve tarihöncesi sanatçılar gibi doğal boyalar bulmaya ve kullanmaya çalışıyordum. Başlangıçta kağıt üzerine bitkiler, çiçekler, taş ve tuğla parçaları, çürümüş tahta parçaları, vb. sürterek çalıştım. Nihayet 1955 yılında, tarihöncesi sanat üzerine bir kitapta otuz yıldır kullandığım boyaların reçetesini buldum: toprak boyalar, yumurta akı, yağ, bal, sidik... Bu yüzden, ürettiğim şeyler tam anlamıyla resim değildiler. Çalışmalarımı adlandırmak için başka bir sözcük bulmalıydım. Yıllar sonra 1962’de, ART sözcüğünden yola çıkarak ve URE ekini kullanarak, çalışmalarımın genel adı olarak ARTURE sözcüğünü buldum. ARTURE’ün gerçek anlamıyla resim olmadığı kolayca farkedilebilir. Bu, resim ile yazı, resim ile şiir arasında bir sanat. Sanatçının başlangıçta hem bir düşünür, hem de bir şair-çizimci olarak çalışması gerektiğini söylemekte.

Etkiler dizisinin 126 arture'ünün gerçekleştirilmesi benim için bir eğlenti, ama ciddi bir eğlenti oldu! Açıklıyorum: İki kısımdan ("Sanatlar ve Sanatçılar" ile “Şairler, Düşünürler, Yazarlar, Bilginler, vb.") oluşan bu dizi ne bir ansiklopedi ne de bir alimler topluluğunun çalışmasıdır. Tarihöncesinden başlayıp Yunanlı çağdaş büyük şair Yannis Ritsos’a varan bir yolculuktur. Temelinde kişisel, bizzat benim yaptığım bir seçme, kendi etkilendiklerim vardır! Şu sanat sevilebilir, bu sanat sevilmeyebilir, şu şair tercih edilebilir, bu şair tercih edilmeyebilir: Herkesin kendine göre etkilenimleri var! Ama kim bir mağaranın derinliklerinde Yontma Taş Çağı duvar resimleri karşısında, ya da bir Neolitik yerleşim alanında cilalanmış bir balta ya da sileksten yapılmış başka aletler bulduğunda hayranlık duymaz? Üstelik tarihöncesi sanata karşı özel bir ilgi duyuyordum, çünkü kendi tekniğimi bulmam tarihöncesi sanatçıların ürettikleri boyaların "reçetelerinden" yola çıkarak gerçekleşmişti. Evrensel ile kişisel kavramları belki de burada kesişmektedir!

Beni etkileyen başka uygarlıklar üzerine de benzer düşünceler yürütebilirdim. Sözgelimi eski Mısır sanatında tercihim papirüs resimleri, lahitler ve mumyalardan yanaydı. İslam sanatında ise mezartaşlarından.. Kendimi hâlâ bir çocuk olarak, İstanbul’da, Haliç’in en ucunda, öteki çocuklarla birlikte korkunç mezar taşlarının, kabirlerin esrarengiz lahitlerinin arasında oynarken ve kabuslardan, ölümden kurtulmak için yörenin fallik ormanlarında gezerken görüyorum...! (A 213) Bütün dünyanın zanaatleri ve halk gelenekleri için ne söylenebilir? Tek kelimeyle: SEVGİ! (A 224)

En çok sevdiğim sanatçılar olan Leonardo da Vinci, Bosch ya da Bruegel’in yanında diğerleri ancak zorlukla, çoğu zaman İkincil Etkiler olarak yer buluyorlar. Resim karşısındaki tutumumu belirttim; ne kadar ciddi, sert olduğum düşünülebilir. Burada salt estetik sorunlara dalmak yararsız. Ama yine de birkaç açıklama getirilebilir. G. Courbet, “Hiç kanatlı insan görmedim..., öyleyse hiçbir zaman bir melek resmi yapmayacağım,’ diyordu. Bu 'Cumhuriyetçi sanatçı'nın çağının akademik resim sanatı karşısındaki tavrı yalnızca hayranlık uyandırabilir.

Beni çağımız sanatçıları karşısında daha da katı bulabilirsiniz! Burada şu ebedi biçim ve içerik sorununu yemden ortaya atabiliriz. Böylelikle, kübist bir resme bakarken biçimdeki değişiklikler kolayca farkedilebilir ama içerik aslında her zaman önceki çağlardaki gibi kalmıştır: manzara, cariye, portre, natürmort, vb.

A 130 (Karl Marx)


 ...toplumdışı, yıkıcı, gayr-ı insani, sınırsız politik özgürlük yanlısı, artürik, patafizik, psikiyARTik, Nietzscheci küçük bir hayat seçmiştim kendime... Ta ki 1967 yılının sonunda Marx’a, diyalektik maddeciliğe erişene dek...”  http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/10/d.html

ETKİLER


Yüksel Arslan'ın Influences Dizisi.
Irıfluences: Etkiler.

Yüksel'in dizisinde daha çok etkilenmeler anlamında.

Sanatçının, kişiliğinin oluşma sürecinde, kendisini etkileyen (birincil ve ikincil düzeyde) kültürler, sanatlar, ressamlar, yazarlar, şairler, düşünürler, bilim adamları... Bunların, dolaysız, adlı adınca veya yaratıcı düzeyde anılmaları.
 İlkin bu diziyi oluşturan resimlerin (sanatçının deyişiyle “Arture’lerin) bir dökümünü sıralayalım:


Tarih-öncesi sanat/ Hitit/ Mısır papirüs ve mumyaları/ İslam sanatı/ Geleneksel halk sanatları/ Leonardo da Vinci/ Jerome Bosch/ Van Gogh/ Bela Bartok/ Eric Satie/ Bach/ Xenakis/ Aristofanes/



A 317


Arture 562


Mein Liebe F...

Nihayet biraz eğlenebileceğiz! Thomas Bernhard'ın Kant okurken nasıl delice kahkahalar attığını hatırlar mısın? Burada, aynı filozofun başka bir dikkatli okuru var: Heiner Müller. Eğer tanımıyorsan, Heiner Müller hakkında bir şey söyleyeyim sana. Bana kalırsa. B. Brecht sonrası Alman tiyatrosunun en önemli dramaturglarından biri. Bazı oyunlarını çok sevdim, otobiyografik yazılarını daha da çok. Amerikalı müzisyen John Cage gibi, "söyleşi"lere bayılıyor. İşte burada Alexandre Kluge'yle sohbete dalmış:

Müller.- Evet öyle ya da böyle. Kant'la çalkantılı bir ilişkim var. İlk kez on yaşımdayken okudum onu. Babamda Ahlak Metafiziği vardı. Doğal olarak öncelikle mastürbasyon üstüne olan bölümü okudum. Ve derinden incindim. Kant bu işi kesinlikle suç olarak görüyordu, uzak durulması gereken, insanlığa yakışmayan bir suç olarak.

Kluge - Neye dayanarak söylüyordu bunu?

Müller - Doğanın kanununa aykırı düştüğü için, ayrıca...

Müller ve Kluge.- (aynı anda) üreme zorunluluğuna.

ONANİSTAN (A 390)

"Onanistan" (A 390 - İnsan XXXI)

"Onanistan" (A 390 - İnsan XXXI) için daha iyi ne bulabilirdim ki, çünkü “31 çekmek” Türkçede mastürbasyon yapmak anlamına geliyor! Erkeklerin, kadınların, elli tane farklı mastürbasyon yöntemleri var. Ellıs, vajinalarda ya da sidiktorbalarında bulunup ancak cerrahi müdahalelerden sonra çıkarılabilmiş nesnelerin bir listesini veriyor -ama her zaman böyle aşırı durumlar olmuyor: “Kalemler, balmumu mühür parçaları, saç tokaları, makaralar, kemik iğneler, saç maşaları, dikiş iğneleri ya da örgü şişleri, iğnedanlıklar, pergeller, kristal tıpalar, mumlar, mantar tıpalar, maşrapalar, çatallar, kürdanlar, diş fırçaları, krem kutuları (sözü edilen vakada, kutunun içinde bir mayısböceği bulunmuş, ki bu da Japon rinnotama'sının yerini tutuyor), tavuk yumurtası, vb. Bu yabancı cisimlerin yüzde doksanı mastürbasyon amacıyla vajinaya sokulmuş."


Mastürbasyon tüm topluluklarda rastlanan doğal bir olgu... Hayvanlarda da. Atlar mastürbasyon yapıyor. Boğalar ve tekeler boşalmak için ön ayaklarını kullanıyorlar. Ayılar arka ayaklarıyla penislerini sıvazlıyorlar, sırtlanlar rahatlamak için birbirlerinin cinsel organlarını yalıyorlar. “Geyikler kızıştıklarında, eşleri yoksa eğer, doyuma ulaşmak için ağaçlara sürtünürler. Koçlar mastürbasyon yapar; develer de öyle, çömelip uygun nesnelere sürtünürler; filler ise penislerini arka ayakları arasına sıkıştırırlar. (...) Erkek maymunlar penislerini sıvazlamak ve sallamak için ellerini kullanırlar." İçgüdüler çok güçlü. Mastürbasyonun istem dışı başladığı insan türünde yaş sınırlaması yok. Ellis mastürbasyonu alışkanlık haline getirmiş bir yaşın altında birkaç çocuktan söz ediyor. Bir sinir hastalıkları uzmanı, genç erkeklerle genç kadınların %99’unun fırsat düştüğünde mastürbasyon yaptığını, % 1 'inin de bunu sakladığını belirtiyor. Kierkegaard, Gogol, Moussorgski, Rousseau ya da Goethe gibileri bu konuda ne kadar aşırıya kaçtıklarını itiraf ediyorlar. Yalnızca çok büyük bir sıklıkla yapıldığında, ya da pek kutsal bir suçluluk duygusu neticesinde dramlar yaşanabiliyor. Histeri, “mastürbasyon çılgınlığı"... Bu sorun çoğu zaman bir çiftleşme bozukluğuna ya da bir tür yetersizliğe bağlı olabiliyor. 

Onanistan II (A 452)


Arture 555, 556, 569, 630, 650 : Cesare Pavese



"Daha önce yanımda bir kadınla uyanmadığımı, sevdiğim kadınların beni asla ciddiye almadıklarını ve doyuma ermiş bir kadının erkeğe yönelen o minnettar bakışını görmediğimi söyleyebilir miyim sana, aşkım."

 Çabucak boşalıveren şu adam olarak doğmasa çok daha iyi olurdu. 
İntiharı haklı gösteren bir kusur bu.

İşte sevgili dostum Pavese'nin durumu. Yaşama Uğraşı'na kendisi tarafından korkunç bir açıklıkla verilen özeti! Tragedya mı, komedya mı? Bu konuda hiç doktora danışmadığına göre, ikisi birden diyebilirim.


"Aradığım şeyin, yalnızca daha önce gördüğüm bir şeyi görmek olduğunu açıklayabilir miydim birine? Yük arabaları görmek, ambar görmek, fıçı görmek, demir parmaklık görmek, hindiba görmek, mavi kareli bir mendil, su matarası, bir kazma sapı görmek olduğunu? Yüzler de hoşuma gidiyordu böyle, onları hep görmüş olduğum şekilde: kırışıklarla dolu yaşlı yüzler, güvercinlik biçiminde damlar. Benim için, mevsimler geçiyordu, yıllar değil. Rastladığım şeyler ve konuşmalar öncekilerle ne kadar aynı olursa, -kızıl sıcaklar, panayırlar, eski, dünyanın yaratılışından önceki hasatlar- o kadar haz duyuyordum. Çorbalar, şişeler, budama bıçakları, harman yerindeki ağaç gövdeleri için de aynı şey geçerliydi."


Arture 277 " SADE HALÂ KURBAN ! "

Etkiler, 1982, 

"Sade is still the victim!"

  Yüksel Arslan

→ SADE

Arture 619



 A 619:  Svevo çok önemlidir. Zeno'nun Bilinci. Kitabın sonunda insanlara çatar, insanlığı savunur, tabii gerçek insanlıktan söz ediyorum burada! Günümüzde dünyayı yöneten dört devlet başkanını betimleyip üstlerini karaladım. Benim için, hiçbir şeyi, insanı bile simgelemiyorlar. Küçük küçük canavarlar onlar sadece, içlerinde, insanlık namına hiçbir şey yok!

"Günümüzde hayat kökünden yozlaşmış, insanoğlu ağaçların, hayvanların yerini almış, havayı kirletmiş, özgür boşluğa sınırlar koymuş. Yarın daha da beteri olabilir. Bu dur durak bilmeyen uğursuz hayvan başka güçler bulup kendi hizmetine sokabilir.

Havada böyle bir tehdidin kokusu dolaşıyor. (...) Gözlük takmış insanoğlu, kendi bedeninin dışında
aygıt yapıp yakıştırır; icadı yapanlar sağlıklı ve soylu bile olsalar, kullananlar o niteliklerden hemen her zaman yoksundurlar. (...) Yaptığı ilk aygıtlar kolunun uzantısı gibiydiler, ancak kolunun kuvvetiyle etkili olabiliyorlardı, ama artık aygıtın gücü ile yöneten kolun gücü arasında hiçbir denge kalmadı (...) Boğucu gazlar yetersiz kalınca, tıpkı öteki insanlara benzeyen bir insan, odasında gizlice başkalarıyla kıyaslanamaz bir patlayıcı icat edecektir, öyle bir patlayıcı ki, bugün bildiğimiz tüm patlayıcılar yanında zararsız birer çocuk oyuncağı gibi kalacaklardır. Ve yine tıpkı öteki insanlara benzeyen, ama onlardan birazcık daha hasta bir insan o patlayıcıyı çalıp götürecek, yeryüzünün merkezine, etkisinin en fazla olacağı noktaya yerleştirecektir. Hiç kimsenin duyamayacağı dev bir patlama olacak, yeniden bulutsuya dönüşen yeryüzü, asalaklardan da, hastalıklardan da kurtulmuş olarak uzayda, öyle, başıboş dolaşacaktır."  (Zeno'nun Bilinci, çev. Neyire Gül Işık Can Yayınları)

Arture 638




İtalyan ozan Eugenio Montale'ye adanmış, üzerinde şu sözcükle: 'Hayat' (A 638).

“Önemli biri. Onu okumak istememin nedeni, Italo Svevo’yu keşfetmiş olması, hem de Joyce'un Cremieux ve Larbaud'yla birlikte Paris’te Svevo'nun tanınmasını sağlamasından daha önce... Italo Svevo’yla yazışmalarını ve şiirlerini okudum... Hayatı bir duvarla karşılaştırıyor. (Ezberden okur:)

Ve dolaşırken göz kamaştıran güneşte
 hissetmek hüzünlü bir hayretle
 nasıl da benzediğini, hayatın ve acılarının,
 üstü cam kınklarıyla kaplı
şu duvar boyunca yürümeye.' 

(çev. Egemen Berköz)


Kafam karışmıştı. Epey acımasızdı şiiri. Pessoa’nın dediği gibi: ‘Yaşantı kaşıntıdır.’ Onu üstünde cam parçaları bulunan, kırmızı, tuğla bir duvar boyunca çırılçıplak yürürken betimledim...'


Arture 580



Arture 580: Karl Marx ve Friedrich Nietzsche

Bu iki Alman düşünürü (Marx için 1818-1883: Nietzsche için 1844-1900) karşılaştırmak geldi aklıma, o kadar. Hayatımın yarısından fazlasını onlarla, onların etkisi altında geçirdim diyebilirim! Ama onlar birbirlerine hiç ilişmemiş. Hafızam beni yanıltmıyorsa, Marx'ın metinlerinde Nietzsche'nin adına rastlamadım hiç. Nietzsche sosyalizmle o kadar ilgilenmiş olmasına rağmen, Marx'ın yazdıklarını hiç görmemiş. Yanılıyor olabilirim. Ne fark eder. 

Buradalar işte, ikisi de, karşı karşıya!

Arture 530 - 531


530. ve 531. arture'lerı, Lyonlu psikiyatr P. Max Simon'a borçluyum, akıl hastalarının yazıp çizdikleriyle ilgilenen ilk doktorlardan biri (“Les ecrits et dessıns des alıöns‘. Archives de I 'anthropologie criminelle. no.16.1888).

"Bir dostumun kır evindeydim. Geldiğim günün gecesinde, rüyamda bir çimenliğin önündeydim, harika devekuşları ağır ağır, sessizce dolaşıyordu, olağanüstü boyutlarda tavuklar vardı, devasa, neredeyse korkutucu biçimleriyle moaları andırıyorlardı. Kısa süre sonra uyandığımda, bu rüyanın anlamını çözmek zor olmadı; çünkü yakınlarda bir yerlerden horoz sesleri, kümesten gurk! gurk! eden tavukların gürültüsü geliyordu: anlattığım o düşsel imgeleri uyandıran belli ki bu sesler olmuştu. [...]








Bir başka sefer, yine sabah vakti, parmaklarımı belli bir pozisyonda tuttuğumu çok net bir biçimde fark etmişken, yine rüyamda, kocaman olmuş bir el gördüm, gerçekte parmaklarım ne şekilde duruyorsa, aynen öyle duruyordu. Bir başkasında, elimde gezinen bir sinek olduğunu hissediyordum, ve gözlerim kapalı, aynı böceğin görüş alanımda son derece net bir biçimde belirdiğini gördüm. " (P. Max Simon, Le monde des reves, 1888.)

Arture 529


529. Arture. Hafızam beni yanıltmıyorsa psikiyatr Gaston Ferdiere okumalarıma dayanıyor, herkesin bildiği gibi, kendisi Antonin Artaud'nun doktoru.

Yüksel Arslan ve Okuma

Okuma, Yüksel Arslan'ın hayatının en önemli işi. Çizmekle eş önemde belki.

"Ressamdan çok okur olduğumu hep söylerim diyor, Arslan Jacques Vallet'ye, İnsan dizisi için gerçekleştirdikleri söyleşi metinlerinde. Ve temelde, bakılırsa, Arslan'ın tüm eserlerinin bir okuma sonucu ortaya çıktığı görülecektir. Ancak bu ilk okumalar, Arslan'ın Fransızca öğrenip kitap okuyabilecek hale gelmesiyle, o dönemde Fransa'da da zorlukla yayınlanan ve büyük gürültü koparan kitap ve yazarlara doğru evrilecektir. Lanetlilerdir bunlar: Nietzsche, Rimbaud, Lautreamont, Dadacılar, Gerçeküstücüler ve tabii, "ilahi" Marquis, Marquis de Sade.

İki tür okuma vardır herhalde, keyif ve bilgilenmek için. Yüksel Arslan'ın okuma merakı esas itibariyle merak üzerine kurulu. İlgilendiği ve sevdiği konularda bulabildiği tüm kitaplara ulaşmak istiyor. Tabii, bir okuma onu başka bir konuda merakta bırakabiliyor ve gelsin bir başka kitap. Nasıl okuduğuna tanık olmadım, ama sanırım ikili bir aşamadan söz edebiliriz. İlk elde hızlı, elde kalem olmaksızın okuma, sonra ise, not almaya değer bir kitapsa, ele kalemi alarak, ta başından beri kullandığı defterlerine notlar alma (not alma diyorsam, daha ziyade kimi kısımları aynen yazmayı kastediyorum...) Bu ikinci okuma aşaması sanırım metnin derinliklerine inildiği, çağrışımlarla ilerleyen ve Yüksel Arslan'ın hayatındaki bir takım unsularla metin arasında bir takım tekabüliyet ilişkisinin arandığı bir an. Bu noktada, sözcüklerin düzeni ile okurun kendi tecrübe dünyası birbirine giderek yakınlaşıyor. Okuma, nerdeyse Arslan'ın öznel tecrübesiyle örtüşür hale geliyor. Dediğim gibi bu aşama metni kullanma aşaması, hatta daha da ileri gideyim, metni yağmalama, onu didik didik edip bir şeyleri arayıp bulma aşaması.

Levent Yılmaz'ın yazısından

Arture 533



Bu şehirdeyken karşılaştığım en kederli görüntü Hölderlin'inkiydi. Fransa yolculuğundan beri (...) o ölümcül yolculuktan beri akıl sağlığını tamamen kaybetti; hala bazı çalışmalarını sürdürebilecek durumda olsa da (Yunancadan çeviriler gibi), aklı başından gitmiş iyice. Görünüşü allak bullak etti beni: Dış görünüşünü tiksinti uyandıracak ölçüde boşlamış; konuşmalarında delilik emareleri göstermiyor ama bu durumdaki insanların hal ve tavırlarını almış tamamen. (...)
( Schelling'den Hegel'e, 1803)

Benim adım, beyefendi, artık aynı değil, artık Killalisimeno'yum. Evet, majesteleri: bir öyle söylüyor bir böyle diyorsunuz, ama bana hiçbir şey olmuyor. (Hölderlin)

Bu ışıl ışıl ebedi dağlar karşısında heyecan duyacaksın aynı benim gibi (...) Burada bir çocuk gibi kalakalmak ve şaşırmak ve sükut içinde tadını çıkarmak dışında ne yapabilirim ki (...) en yakın tepede (...) (Hölderlin) 

Kendimden ve etrafımdan duyduğum tiksinti beni yeniden soyutlamaya sürükledi. (Hölderlin)

Saksıya dikilmiş yaşlı bir çiçek gibi halim, günün birinde, sokağa düşüvermiş, toprağıyla ve ekili olduğu saksıyla birlikte; tomurcuklarını kaybetmiş, kökü zarar görmüş (...), soğuktan donuyorum ve bakışlarım beni saran gecede sabitleniyor. Göğüm öylesine kaskatı, öyle çok benziyorum ki taşlara (Hölderlin)

Yaprakların fısıltıları neler söylüyor anlıyordum, insan konuşmalarının bir anlamı kalmamıştı benim için. (Hölderlin)

Yüksel Arslan

http://okumaninsonunayolculuk.com/ Yüksel Arslan

Sade & Yüksel Arslan


V. Sade

Yüksel Arslan büyük ihtimalle 1955-1959 yılları arasında Marquis de Sade okumuş olmalı. Kendisiyle yapılan bir söyleşide Ferit Edgü bunu 1956 yılına tarihlendiriyor: “Phallisme adını verdiğimiz bir sanat akımı kurmaya, yanılmıyorsam 1956 yılında karar vermiştik. O yıllarda Yüksel de, ben de başkaldırının erdemine inanıyor, anarşiyi en yüksek değer olarak görüyorduk. Sanattaki devrimlerden, izlenimcilikten, kübizmden, Bauhaus’tan daha çok, dadacılıkla, gerçeküstücülükle ilgileniyorduk. Başkaldıran düşünürler, yazarlar, şairler ilgimizi çekiyordu. Gelmiş geçmiş en büyük yıkıcı olarak gördüğümüz Marquis de Sade’ın o dönemde Fransa’da zor bela yayımlanan kitaplarını ediniyor, Rimbaud’nun, Lautreamont’un şiirleriyle bileniyorduk. (...) Yüksel’in Phallisme dönemi o sıralarda başlar. Bu resimlerde imzasını bile değiştirmiş, resimlerini, mektuplarını Comte de Phallus olarak imzalamaya başlamıştı."

Marquis de Sade, evet, ama, nasıl? Bir kere, Marquis mi Comte mu? Fransız asalet yelpazesinde, baba eğer Comte ise, yaşadığı sürece oğlu Marquis ünvanıyla anılıyor. Baba öldüğünde ise, Comte’luk oğlana geçiyor. Yani 2 Haziran 1740 yılında Paris’te doğan Donatien Alphonse François, aslında, yalnızca 1767’ye kadar Marquis. Babası ölünce, Comte. Ve hatta, bir aile geleneğine göre, baba da, dede de, babaları yaşarken Comte olarak anılmışlar. Dolayısıyla, genç Marquis'ye 1754’te resmi soyağaççı tarafından verilen asalet belgesinde, bu geleneğe atfen, yine Comte yazıyor. Çok önemli mi, değil belki, ama, Sade kimi zaman Marquis, kimi zaman da Comte diye anılıyor, Comte de Phallus'ü anlamak için bunu bilmek faydalı olabilir!
              
Marquis ya da Comte, nasıl adlandırırsak adlandıralım, herhalde Avrupa tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yıkıcılarından biriydi. Neyi yıktı peki? Ya da yıkabildi mi? Yıkmaya çalıştığı, her şeyden önce, herhalde, artık birey olarak tasavvur edilmesi gereken insanın önüne çıkartılan başta aristokratik sonra da burjuva değerler silsilesinin ikiyüzlülüğü olsa gerektir. Dolaysız bir özgürleşmeyi ve kişinin kendi olmasına ket vuran tüm durumların ortadan kaldırılmasını savunuyordu Sade. Bu yüzden, belki de en önemli metni, 1789'da, Devrim sırasında hapishaneden yazdığı, “Fransızlar, ha gayret, cumhuriyetçi olmak istiyorsanız bir adım daha" başlıklı metnidir. Metin, Yatakodasında Felsefe adlı kitabının beşinci bölümüdür aslında.

Devrimin de etkisiyle Sade bu metinde en önce Hıristiyanlık’a saldırır. Daha sonraları Nietzsche’de de göreceğimiz şekliyle, bu dini, küçük hesapların, alçak rahiplerin, ikiyüzlü bir ahlakın temsilcisi olarak görür. Sonra devrimcilere seslenir, tiranı alaşağı ettiniz, şimdi de bu uyuşukluk dinini alaşağı edin! Ellerinde balta olanlar, der, bu saçma inançlar sistemine son darbeyi indirin. Yalnızca dallarını kesmekle kalmayın, kökünden kazıyıp atın bu ağacı, çünkü bu ağacın etkileri bulaşıcıdır, şimdi kesmezseniz, bir gün gelir büyür ve ortaya çıkarmak istediğimiz yeni toplumu tekrar sarar ve yok eder onu. Dolayısıyla, devrim bir işe yarayacaksa, dini kökünden kazımak gerekir. Çünkü Sade’a göre, tüm Avrupa Fransa örneğinde taçtan ve asadan kurtuluş umudunu görmektedir, siyasi iktidarı yıkmak, dinsel iktidarı yıkmadıkça hiçbir işe yaramaz. Hobbes’un Leviathan'ı yokedilmeli, yerine yeni ilkelerle yeni bir toplum kurulmalıdır.

Devlet, hele de aristokratik devlet, başlarda bir avuç haydutun, çapulcunun kendi iktidarını herkese dayatmak için kurduğu bir aygıttır. Bu haydutlar kaba güçleriyle topluma kendi kurallarını dayatmışlar, tanrı adını verdikleri güçlerle de iktidarlarını perçinlemişlerdir. Tüm bunları yıkmalıyız der Sade, onların düzeninde yeniden kul köle olmaktansa ölmek yeğdir.

Bir hayaletten, Hıristiyanlık hayaletinden kurtulduğumuz anda, aklı olan herkesin kabul edeceği sistem tanrıtanımazlık olacaktır. İnsan aydınlandıkça, kendi dünyasını kendinden farklı, büyük, aşkın bir gücün harekete geçirmediğini, bu toplumu kendi kendisinin yaptığını daha fazla fark edecektir. Kendi kurallarını kendisi koyacaktır. Ve bu kurallar, sayıca az ve doğaya göre olacaktır. Sade’ın cümlelerinde, döneminin tüm özgürleşme umutları en uca, bireyin ta kendisine aktarılır. Devrim, siyasal özgürleşmenin modelini nerede arayacağını bilemediğinden bir geçmişe bir de gelecekteki karanlığa bakar, oysa Sade, bu özgürleşmede kendi içindeki bir ışıkla aydınlanan insanın içindeki uçurumu görmek ister. Derindir bu uçurum, karanlıktır da belki, ama onu da doğa yaratmıştır. Sade, doğa kavramını, yani insan doğası kavramını iyice tersyüz eder; kötü insan doğası, onda doğal bir doğaya, ne iyi ne de kötü bir doğaya evrilir. Tekrar söylemek gerekirse, Nietzsche bu bakış açısı içinden çıkacaktır İyinin ve Kötünün Ötesinde.

Cinsellik de bu bakıştan payını alır: Ne zina, ne fiili livata, ne sübyancılık, hiçbiri suç olmamalıdır Sade’a göre. Hatta savaşın devlet eliyle yönetildiği bir dünyada cinayet bile suç olmaktan çıkarılmalıdır. Her şeye gülmek, her şeyle ve herkesle dalga geçmek mümkün olmalıdır. Öte taraftan bir ilki de savunur Sade, dünyanın en anlamsız cezası, ölüm cezası da kaldırılmalıdır. Ama savrulmalar, çelişkiler, zıtlıkların dünyasındayızdır Sade’da aynı zamanda: Hırsız yerine malı çalınan cezalandırılmalıdır, tecavüz eden yerine tecavüze uğrayan. Tüm bunları kanıtlamaya kalkan Sade, Eski Yunan’dan Roma’ya, Madagaskar’dan lroquoislar’a bir sürü örnek sıralar. Evlilik kurumu bir mülkiyet ilişkisidir; erkek hiçbir zaman özgür bir başka bireyi mülkiyetine geçiremez. Tam tersi de doğrudur, hiçbir kadın erkeğin sadece onun olduğunu düşünmemelidir. Her kadın her erkeğe, her erkek de onu arzulayan her kadına aittir. Ve hiçbir yasa birinin öbürüne meşru bir biçimde ait olduğunu ilan edemez. Mülkiyet hakkı özgür bireyler arasında mümkün değildir. Daha da ileri gider Sade, her kadının her erkeğin arzusunu tatmin etmesi gerektiğini söyledikten sonra, erkeklerin de kadınların her türden cinsel arzusunu tatmin etmesi gerektiğini söyler: Mütekabiliyet iş başındadır burada. Dolayısıyla cinselliğe ilişkin suçlar tamamen akıldışıdır. İnsanın biyolojik bedeninin cinsel arzuları yüzyılların saçma kanunlarıyla boyunduruk altına alınmaya çalışılmıştır, cezaların nesnesi olmuşlardır. Aynı şekilde eşcinselliği de özgür kılmaya çalışır Sade, yine tarihten ve yine "ilkel” kabilelerden örnekler vererek. Aynı türden akıl yürütme sübyancılık konusunda da geçerlidir... Tüm arzuların özgürce ifade edilebilmesini, özgürce tatmin edilebilmesini ister Sade; yeni bir cumhuriyet ise tüm bu arzuların özgürlüklerinin güvence altına alınmasını sağlamalıdır, işte o zaman Devrim amacına ulaşmış olacaktır. Ensest yasağı bile kaldırılmalıdır bu cumhuriyette, işte o zaman devrimin temeli olan kardeşlik geçerli olacaktır.

Ve işte temel soru tekrar karşımızdadır: İnsanla bitkiler ve doğadaki diğer hayvanlar arasında ne fark vardır? Hiçbir fark yoktur. İnsan da diğerleri gibi bu dünyaya tamamen rastlantısal bir biçimde fırlatılmıştır. Arslan’ın ilk sergisi için yazılan yazıyı hatırlayalım tekrar: “Bak böcekler de öyle yapıyor". Tabii şunu da unutmamak gerek, Sade, fikirleri kadar, o fikirleri anlatmak için yarattığı cinsellik dünyasının tüm taşkınlığıyla, kelimelere taşıttığı o inanılmaz edebi akıcılığıyla yaratmıştır esas etkiyi. Söylenemez olanı ilk kez gürül gürül söylediği içindir ki etkisi sürmüş ve gelip yirminci yüzyıl başına dayanmıştır...

portre 5, marquis de sade, 1959