Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Walt Whitman'ın Günlüğünden: Doğada Çıplak



Kendimi kutluyorum;
Benim için doğru olan, senin için de doğrudur;
Benim olan herbir atom, benim kadar senindir de.

Boş geziyorum ve ruhuma,
Bana buyurun, diyorum;
Gönlümün dilediği gibi boş geziyorum; çimenlere uzanıyorum; Birkaç sap yaz çimenini seyre dalıyorum.

Evler ve odalar kokularla dolu —raflar kokularla tıklım tıklım;
O hoş kokuyu ben teneffüs ediyorum, farkındayım, ve bundan haz duyuyorum.

İmbikten süzülen içkiler beni sarhoş ta eder,
Eder ama ben bırakmıyorum.

Hava koku saçmaz — imbikten süzülenin tadı onda olmaz —
Hava kokusuzdur hep ağzıma dolar.
Ben havaya vurgunum.

Ormanın kıyısındaki o sahile gideceğim; beni benden saklıyan 
Urbaları üzerimden silkeceğim; çırıl çıplak gezeceğim.
Kendimle başbaşa kalmak için çılgın gibiyim.



Pazar, 27 ağustos 1877


Kederden, bitkinlikten bütüniyle uzak bir gün daha. Doğa pırıl pırıl, sessiz, garip, her şeyden uzak, ama apaçık, anlamlı. Bu güzel havada kır yollarından, tarlaların ortasından yavaş yavaş inerken, — burada yapayalnız, Doğayla başbaşa otururken— göklerden erinç (huzur) süzülüyor içime sanki. Bu güzel günün, bu görünüşün içinde yitiriyorum kendimi. Dupduru akan bir derenin kıyılarında dolanırken, bir yerde suyun tatlı çağıltısıyla, başka- bir yerde de üç ayak yüksekliğindeki çağlayanın boğuk uğultularıyla yatıştı içim. Gel avunmaz İçişi, gizli bir parıltı kalmışsa içinde, gel! Dere boyunun, koruların, tarlaların tertemiz değerlerine aç kendini. Ben onları iki aydır (temmuz, ağustos 1877) dolduruyorum içime, yeni bir adam olmaya başladım şimdi. Her gün, yalnızlık — hiç olmazsa iki üç saatlik bir özgürlük, yüzmek; konuşmaktan, bağlılıklardan, giysilerden, kitaplardan, kurallardan uzak.


Walt Whitman'ın Günlüğünden: Bu savaşın ölüleri

Bu savaşın ölüleri — Boylu boyunca uzanmışlar Güneyin tarlalarına, koruluklarına, vadilerine, savaş alanlarına — uçsuz bucaksız boşlukta kana bulanmış yığın yığın — nerde yattığı bilinmiyen çeşit çeşit ölüler (Savaş Dairesinin tahminlerine göre, çarpışmalarda Ölen 25000 er gömülmemiş, 5000 er boğulmuş, 15000 eri ya yabancılar gömmüş, ya da yollar boyunca, şimdiye kadar bulunamıyan yerlerde, çarçabuk toprağa verilmişler) — 2000 mezarı Mississippi Nehrinin kumu ve balçığı örtüvermiş; 3000 tanesini de ırmağın kıyısında çöküntüler oldukça, sular sürükleyip götürmüş — her yanda sayısız savaşların izleri, karargâhlar, hastaneler — en zorlu azraillerin (tifonun, kanlı basurun, irinli yaraların) devşirdiği hasat — hepsinden kara, hepsinden iğrenç, ölülerle canlıların bir arada çürüdüğü leş hendekleri: zindanlar (Dante’nin bütün o acılarıyla, insanları insanlıktan çıkaran bütün o tiksindirici işkenceleriyle gözler önünde canlanan ‘cehennemi bile bu zindanlarla boy ölçüşemez) — Ölüler, ölüler, ölüler — bizim ölülerimiz — güneyde, kuzeyde — hepsi bizim (hepsi, hepsi yürekten dostum benim) — doğuda, batıda — Atlantik kıyısında, Mississippi vadisinde — sürüne sürüne bir köşeye sığınmışlar ölmek için, yapayalnız, çalılıklarda batak hendeklerde sağrılarda (in - cin top oynıyan o yerlerde bugün bile arasıra onların iskeletleri, kireç kesilmiş kemikleri, tutam tutam saçları, üniformalarından kopmuş parçalar ve düğmeler bulunuyor) — bizim gençlerimiz — bir vakitler yakışıklı, şen - şakrak olan gençler koparılıp alınmış bizlerden — oğul anasından, koca karısından, dost dosttan — mezarlar öbek Öbek kalıvermiş koruluklarda, yollar boyunca (yüzlercesi, binlercesi kayıplara karışmış) — atlıların hücumlarından sonra, onar yirmişer cesetler akmış ırmaklardan aşağı — kimisi sularla akıp giderken durdurulmuş, toprağa verilmiş — kimisi suların dibinde yatıyor hâlâ — mahşer gibi kucak kucağa — yurdun dört bucağındaki mezarlıklarda — sonsuz ölüler — güney topraklarına bırakılmış kuzeyli ölüler değil sadece — binlerce, on binlerce güneylide bugün kuzey topraklarında çürüyüp gidiyor.

Her yerde, saymakla bitmez mezarlar arasında, tek tek ve binlerce, on binlerce, küme küme anıtlar ve mezartaşları üstünde, o sonsuz şeyler anlatan sözleri görüyoruz, bizden sonraki çağlar da görecek : Meçhul Asker.

Karanlık Ölüme Gazel / Lorca

Lorca'yı tutuklayan ve son kurşunları üzerine sıkan Teğmen Medina şöyle demişti: “Kalemiyle, başkalarının silahlarıyla verdiğinden daha çok zarara yol açtı” ve ekler:

 “İbnenin götünde iki delik açtım!”




KARANLIK ÖLÜME GAZEL

Uyumak isterim elmaların uykusunu,
patırtısından uzağa kaçmak mezarlıkların.
Uyumak isterim o çocuğun uykusunu
ki enginde yüreğini koparmak isterdi.

Söylenmesin, istemem, ölüler kan kaybetmez diye;
ağız su ister diye çürümüş olsa da.
Ne otun ettiklerini bilmek isterim
ne de yılan ağzıyla ayın ettiklerini
ki uğraşır durur daha tan ağarmadan.

Uyumak isterim bir an,
bir an, bir dakika, bir yüzyıl,
am a bilşinler ki bir ölü değilim daha,
altın bir ağıl var dudaklarımda;
küçük dostuyum ben batı yelinin,
gözyaşlarımın uçsuz bucaksız gölgesiyim.

Sar beni bir örtüyle tan ağarınca,
bir avuç karınca savuracak çünkü üstüme,
ıslatacak pabuçlarımı bir katı suyla
akrebinin kıskacı kolayca kaysın diye.

Uyumak isterim çünkü elmaların uykusunu
bir hıçkırık öğrenmeye, arıtacak beni topraktan;
yaşamak isterim çünkü o bilinmez çocukla
ki enginde yüreğini koparmak isterdi.


*
Federico Garcia Lorca


*
bak:
 Arture 367 / Lorca
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/10/arture-367.html



GECENİN SONUNA KADAR / Celine

“Sıkı bir çalışma temposuna girdim. Bir saat şurdan, bir saat burdan, akşamları. O dönemde, Clichy Kızılhaçı için nöbetçi doktorluk yapıyordum. Sabahtan akşama hayal bile edilemeyecek şeyler görüyordum!... Gün ağarırken eve dönüyor, uzun süre uyuyordum. Ardından küçük yazı angaryası başlıyordu... Doğal olarak yazdıklarım önceden düşündüğüm şeylerle sözcüğü sözcüğüne uyuşmuyordu. Yetenek, denge, ya da adına her ne diyorsanız, ona bağlı bir fark oluşuyordu. Bir sanatçı asla bağımsız değildir. ”

“Nasıl yapabiliyorsam, ne zaman yapabiliyorsam, nerede yapabiliyorsam yazıyorum. On iki yaşımdan bu yana hiç kesintisiz kendim kazanmam gereken yaşamım boyunca (savaşın dört yılı dışında), beni kullananlardan zaman çaldım, kişisel tasarılarımı gerçekleştirmek için ekmeğimi kazanırken zaman çaldım. Her zaman kaçak olduğum gibi yazıyı da kaçarak yazdım. İşte böyle çalıştım, hep gündelik yaşamdan saatler aşırarak; koca kitaplarımı böyle yazdım, o kitapların hiç kuşkusuz hızlı, soluksuz tonları yüzünden beni eleştirdiler, o tonların özellikle öyle yaratıldığını sandılar. Diğer taraftan da nasıl konuşuyorsam öyle, yalnızca. 'Biçem’ yaratmıyorum”

“Kendime bir daire alabilmek için yazdım... Bu çok basit: kira ödemekten korkulan bir dönemde doğdum ben! Artık kiradan korkulmuyor. Kendi kendime şöyle diyorum: artık halkçılık zamanı; Dabit, tüm o insanlar, kitaplar yazıyorlardı. Eh o kadarını ben de yapabilirim, dedim. Bu sayede bir daire alırım, kira derdinden de kurtulurum!... Böyle düşünmeseydim asla bu işe atılmazdım.”


“Dabıt’i tanıyordum, Abbesses metrosundaydı... Çok kibar bir çocuktu... Biliyorsunuz komünistti... Sonra Hâtel du Nord'u Denoel’den çıkarmaya karar verdi... Bense, tam da o sıralar, kiramı ödemekte korkunç zorlanıyordum... Gerçekten durum hiç de parlak görünmüyordu... Ve yazmaya koyuldum...”

“İlk sayfa, ilk cümle... Bu kadardı, kendimi sonuna kadar kaymaya bırakmaktan başka yapacak bir şeyim yoktu. Gecenin sonuna kadar!... Ok yaydan çıkmıştı. Tona gelince, bilmiyordum, farkında değildim, başkalarının kitaplarında yaptığım incelemelere, düşüncelerime karşın. Yalnızca, bana böylesi daha iyi gibi geliyordu. Daha başından bütün olarak getiriyordum kitabı gözümün önüne, ayrıca parça parça da, yani eksiksiz bir mimari yapı olarak- Tüm yapıtlarım böyle yazıldı. Hiçbir şey rastlantıya bırakılmadı—"

“Psikiyatr olsaydım keşke! Neden mi yazar oldum? Yeteneğim olduğundan değil. Bunu hiç düşünmemiştim. Ama Eugene Dabit’yi tanıyordum... Hâtel du Nord'uyla büyük başarı kazanmıştı... Ben de şöyle düşündüm: Ben de o kadar yaparım. Kirayı ödememe yardım eder bu. İşte böyle başladım, diplerde, bir dil aradım, heyecan yüklü, dolambaçsız bir biçemi... Cümlelerden korkuyorum... dümdüz dizilmiş bir dilden... küçük basit buluşlardan... Odaklanmak çok zordur... Beyin bir kastır... Onu her gün çalıştırmak gerekir...Kitap çok ses getirdi. Bu da doktorluk yapmamı engelledi. Doktorluğu özlüyorum, benim işim doktorluktu. Hiçbir zaman yazmamalıydım...”

Gecenin Sonuna Yolculuk / Celine

Doktor Yazıyor


Yolculuk'u yazmak, bir biçem yaratmak ve Fransız edebiyatını alt üst etmek için üç yıl Çok mu, az mı? Bu herkese göre değişir. Celine, içinde yalan olmayan aşırılığa gösterdiği düşkünlükle on yıllık bir çalışma tasarlıyordu kafasında. [...] Bu konuda Picasso’nun o ünlü sözünün doğruluğuna inanabiliriz: Picasso çok kısa bir sürede yapılmış bir tablodan o kadar para kazanmasına şaşıran bir gazeteciye, resmi belki beş dakikada yaptığını, ama onu yirmi yıldır tasarladığını söylemiştir yanıt olarak.

Celine ayrıca yayıncısı Robert Denoel’e on kadar farklı Yolculuk metni ve yaklaşık yirmi bin sayfa elyazması bulunduğundan söz etmişti. Gerçekte Celine kudurmuş gibi, coşkuyla yazmaktaydı. Her satıra birkaç sözcük, her sayfaya birkaç satır, bakış açılarının, dizeminin ve coşkunluğunun titrek çizgisi. Az sayıda düzeltme yapıyor, en baştan başlamayı yeğliyordu. O yüzden Celine’in yapıtı için sayfa sayısı pek de belirleyici bir özellik taşımaz. Gelgelelim romanın ilk elyazması kaybolmuştur. Elde bulunan tek elyazması daktiloya çekilmiş, yazar tarafından düzeltilmiş metindir — yazar onu Nazi işgali sırasında Bignou adında bir kuyumcuya satmıştır.

İşte Yolculuk’u yazmak için üç yıl... Bir yazarın gerçek yaşam öyküsü kesinlikle şöyle olacaktı: yaşamını kavramak, kitabını oluştururken onu betimlemek, sonra bir başkasını, bir başkasını daha, tüm yapıtını ortaya çıkarmak. Gerisi küçük olgular, ayrıntılar ve pek önem taşımayan şeylerdi. “Bir yazarın işi yazmayı öğrenmektir”, diyordu Jules Renard. Celine yaşamı boyunca bu işi öğrenmeye, onun izini sürmeye, ona bir derinlik kazandırmaya, yazma işini biçem arayışının en uç noktalarına kadar zorlamaya çabaladı. Yolculuk'un görece biçimsel bilgeliğiyle son kitaplarında görülen düzyazının yakışıklı parçalanması arasında ne büyük bir evrim gerçekleşmiştir!  1929’dan ölümüne dek yazmaktan, ya da daha doğrusu yazmayı öğrenmeye çabalamaktan vazgeçmemiştir Bir yaşam anlatmak, bir işi anlatmaktır. Ama bu iş üzerine ne anlatılabilir?

Kitaplar yalnızlığın ürünleri, sessizliğin çocuklarıdır, diye yazmıştı Marcel Proust. Peki o yalnızlık nasıl kırılacaktı? O yalnızlığı anlatmak için sözler, ses ve sözcükler nasıl sıralanacaktı? Temelde bizi ilgilendiren Celine, gözler önündeki, şaşırtıcı öyküler anlatan, tüm dikkatleri topluma çekmeye çalışan alaycı tanık Celine değil; ılımsız ve daha zafer anında yorgun düşmüş ayartıcı Celine de değil; asık suratlı, düş kırıklığına uğramış doktor da, yarı araştırmacı da, yaralı, kulakları uğuldayan adam da, dengesiz çığırtkan da, kendi benliğinin ve dünyanın sonuna yolculuk eden yorulmak bilmez kişi de değil; bizi ilgilendiren yazan Celine, yeniden ele alan Celine, yoğuran, öğüten, kendi deneyimlerini, heyecanlarını, umutlarını, isyanlarını değişime uğratan, aynı zamanda düş kuran, anımsayan, demiurgos’a dönüşen Celine... İşte bir tek bu yalnızlığın çevresinde dönüp durabiliriz, burada işaretler yakalayabiliriz, asla paylaşmayacağımız bir sırrın kırıntılarını toplayabiliriz.

Sinemacı Henri-Georges Clouzot, 1956’da Le mystere Picasso’yu çekerken sanatçıyı anlamak ve onu tam yaratım sırasında filme almak istemiştir. Heyecan verici bir girişim. Aldatıcı bir girişim. Gerçekten de bir yapıt gözümüzün önünde yaratılıyordu. Ama hangi yapıt? Picasso kameraya çekildiğinin farkındaydı. Sonuçta ressamı oynuyordu. Sinemacının önünde olağan ve kendisinin bulduğu çalışma biçemini yansılıyordu. Bir yaratı gösterisine tanık oluyoruz, yaratının kendisine değil. Kısaca, bir yaşamın yapay görüntüsüne... Hele romanını yazarken bir yazarın filme çekildiğini, böylece edebi bir yapıtın saatler, günler, yıllar boyu süren hazırlanma sürecine tanık olacağımızı nasıl düşünebiliriz?



Yolculuk'u yazmak için üç yıl...


Gecenin Sonuna Yolculuk / Celine




Pek az kitap Gecenin Sonuna Yolculuk'unki gibi bir kavrayış gücüne sahiptir. Sıkı bir kavrayış gücü: yoksulluğun, savaşın, umarsız hastalığın, ölümün açımlanması. Cümle odaklanıyor, her yeri didikliyor, hiçbir şeyi bağışlamıyor. Gezen ve de olağanüstü ölçülerde değişken bir kavrayış gücü: Okur Clichy meydanından yola çıkıyor, kendini ata binmiş, türlü katliamın ortasında buluyor, ardından bunaltıcı Afrika'ya gidiyor, Afrika’dan sonra New York’ta, Detroit’te kayboluyor, sonra bir kez daha Paris yörekentine geri dönüyor (Celine’in yörekenti, Cehennemin o daracık çemberi!), daha sonralarıysa Toulouse dolaylarında, ve sonunda da başkalarına pek benzemeyen bir psikiyatri kliniğinde. Başlangıç noktasında da varış noktasında da ölüm var. Boşluğa uzanan sonsuz gecenin senfonisi.


Celine’in soyut kahramanı her zaman yollarda olan, Chaplin ile Kafka arasında, ama onlardan daha sert bir adam, onu burada yeniden keşfedeceksiniz; şaşkın, kurnaz, yitik, sersemlemiş, her yerden saldırıya uğrayan, ama öte yandan aklı başında, saçmalığı, aptallığı, korkunç ve gülünç bir kâbusa tanık olan bir dünyada evrensel kötülüğü hiç durmadan sorgulayan bir adam. [...]





Celine yüzyılın gerçeğini dile getiriyor: gerçek olan neyse onu, çürütülemez, cılız, canavarsı, ara sıra da danseden ya da katlanılabilen gerçeği.


Yolculuk yeniden başlıyor. Gecenin içindeki ışıltılar da.


Philippe Sollers

ÇEŞİTLEMELİ KORKU / BİLGE KARASU


BİR ÇIĞ GİBİ GELDİN ÜSTÜME



ÜSTÜME BİR ÇIĞ GİBİ GELDİN
KENDİNE KATTIN BENİ



SENİ            SENİ               SENİ
             SENİ         :      SENİ       :
gördüm - : - duydum - : -  - :
      yaşadım - - -   öldüm  -            :



SENİN YANIMDASIZLIĞIN BİR SİLİK
SUSKUYDU,GÜNSÜZ KARANLIĞIMIN
KESER   AÇARDI   KAPISINI,   SESİN,
YÜZÜN,   YÜRÜMEN





BİR ÇIĞ GİBİ GELDİN ÜSTÜME
KENDİNE KATTIN BENİ
YUVARLANDIK BİR SÜRE




SONRA   SONRA  SONRA
YIKTIK KENDİMİZİ  DE





BEN ÇIĞ OLDUM ŞİMDİ. SEN,
                  kar'ımdaki taş, karnım-
ETİMDEKİ
             daki, dokumdaki
KAMA



SENİ            SENİ               SENİ
             SENİ         :      SENİ       :
yaşadım - : - duydum - : -  - :
       öldüm  ---------------            .



ANLARIM SENİN GELECEĞİN OLUYOR
GERÇEKLİK DUYUSUNU YİTİRİP,
UZAKTAN UZAĞA HEP SENİN SİV-
RİLDİĞİN BİR PUS İÇİNDE YAŞAMAĞA
BAŞLADIĞIM ŞU ANDA.
SEN AĞAÇTAN SEN AĞACA KOŞU-
YORUM, ARADAKİ PUSARIK BATAK-
LIKTA AYRIŞIP YIVIŞAN GÜNLERİN
HİÇLİĞİNDE.


                                                             1972-1973-1974


(Şiir) Mart 1975, C: XXXI, S: 282, s. 205-211

Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi





Bağlanan & Bağıran Yazarlar


Portrait de Jean-Paul Sartre. Thierry Ehrmann



Yazı: Francois Bondy
Bağlanan ve Bağıran Yazarlar

Bağlanan yazarların kendilerini adayışıyla bağıran yazarların çığlıkları arasındaki ayrım, yalnızca sözde kalan bir ayrım değildir. Bağlanmış edebiyat: Bu terim, savaştan sonraki yıllarda Fransız aydınları arasında geçen, şimdi artık gerilerde kalmış sayısız tartışmayı, en çok da Jean-Paul Sartre’ın, yazarları, hiçbir siyasal tutum önermeksizin bağlanmaya çağırdığı Edebiyat Nedir adlı denemesini getiriyor akla. Bağırmaya gelince, bu tutum da, bundan on yıl sonra, en zararsız biçimde, örneğin oyun yazarı John Osborne gibi «öfkeli genç adamlar» arasında çıktı ortaya. Bugün artık hiçbirisi genç değil bu adamların, öfkelisi de pek kalmadı.

Yazarların adlarını sayarsak bu ayrımı daha iyi belirtebiliriz belki. Bağlanan yazar: Breoht, bağıran yazar : Celine; bağlanan : Sartre, bağıran : Genet; bağlanan : Malrauc, bağıran : Mailer. Saydığımız yazarlardan dördünün Fransız olması bir raslantı değildir. Fransız aydınlarının günlük olaylara katılma geleneği, Aydınlanma’yı, Voltaire’le Rousseau gibi zıt kişileri, Dreyfus Dâvası konusunda «aydınların yayımladığı ünlü manifestoyu», Cezayir Savaşı’na karşı yayımlanan bildirileri kapsar. Bazılarına göre kendini gerçeği bulmaya adamak— Romain Rolland’ın Birinci Dünya Savaşı sırasında kendisini sürgün etmesi gibi —- aydınların başlıca kıvancıdır. Julien Benda gibi bazı yazarlarsa bunu «okumuşların alçaklığı», bir aydının sahip olması' gereken özellikleri siyasal eylemler ve günlük olaylar uğruna, boşu boşuna harcamak olarak nitelerler; bu yollardan hiçbiri felsefe ya da edebiyatın temel işlevine hizmet edemez.

Bağlanan yazar .- bu terim bazı güçlükler yaratıyor çünkü bağlanmak aynı zamanda satılmak demektir; böyle olunca da kendi içinden gelen sese uyan yazarla, kendini hak ve ilerlemeden yana olan bir parti ya da hükümete adayan yazar arasındaki ayrımı belirtmeye yetmiyor.

«Bağlanma» terimini ben, yukardan gelen herhangi bir baskı söz konusu olmaksızın yazarın kendini bir şeye özgürce adaması anlamında kullanacağım. Bu, son nefesine dek haksızlık altında ezilenler için çalışan Voltaire’e, Zola’yla Heinrich Mann’a dek uzanan soylu bir gelenektir. Aydmlanma’nın, Ansiklopediciler’in oğullarıdır bunlar. O zamandan bü yana bağlanma, içtenliğinden, saflığından bir şeyler yitirmiştir. Orwell ve Camus gibi önemli «bağlanmış yazarların yapıtlarında, çağdaş sorunlarla uğraşan, bu yüzden de kendi kendini eleştirme durumuna düşen yazarın belirsiz durumu işlenir. Modern yaşamın karmaşıklığının bilincinde olan bağlanmış yazar, bireyci olma eğilimindedir; kendisini herhangi bir siyasal eğilime kaptırmaz, uzak durur; oysa «baglanma»ya da devam ettiğinden bu uzak durmayla, olaylara katılmayı birbirine bağdaştırmaya çalışır. Bunu başardığı zaman kendisini sessizliğin sesi saymaz artık ve bağlanarak yazdıklarının konusu bağlanmanın «sorunları» olur çıkar.

Fransız aydınları, on yıl süreyle çağlarının en büyük sorunlarını kendi kendilerine tartışıp durdular; aradıkları nesnel bilgi değil, «en uygun tutumu» geleneksel bakımdan en uygun tutumu bulmaktı. Görünüşü kurtarmakla uğraşmaktan kendi düşüncelerini toparlamaya, hele hele düşüncelerini düzene sokmaya zaman bulamayan bu edebiyat adamlarının en çok başvurdukları biçimler «tutanak» ve «kişisel belge»lerdi; bunlar, biçimleri edebiyat havası taşımayan, yazana günlük gazeteleri, her gün bir parçası yayımlanan günlükleri, toutcourt haber yazılarını okurken düşünüp duyduklarını anlatan yazılardı. Savaş sonrasının bütün o katışık olayları içinde amaçları İspanya ve Çekoslovakya’daki şiddete, Amerika’daki ırk ayrımına, Rusya’daki zorunlu çatışmalara, İran ve Budapeşte’deki idamlara karşı, çok ölçülü bir biçimde başkaldırarak vicdanlarını rahat ve zihinsel dengelerini yerinde tutabilmekti. Sonunda dünyanın herhangi bir yerinde olan bir şey, tek derdi kendi tutarlılığı olan ve bundan başka bir şeyle uğraşmayan Salt Akıl açısından görülür oldu. «Litterature engage»nin tek konusu sonunda kendisi oldu; «bağlanmak da bir tekbencilik (solipsizm) olup çıktı. Böylece Sartre’ın uyandırmasına dek, baştan sona aydınların aydınlar üzerine yazdıklarından oluşmuş bir edebiyat doğdu... (George B. de Huszar)


Bağıran yazar: Dünyadaki kötülüklerden acı duyar, bu kötülüklere kızar. Çektiği acıları, öfkesini açıkça ortaya döker; içinde yaşadığı düzen ya da düzensizlikten öylesine nefret eder ki bu düzenin kurbanlarına şevgi duyacak zaman bulamaz (bununla, birlikte bu, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir genellemedir). Soğukkanlı akılcılığın yerine, duaların büyüsüne kaptırmıştır kendisini, Kendisiyle yazılarının arasına herhangi bir uzaklaşmanın, kişisel sorunlarının ya da hicvin girmesine izin vermez. Bu yakınlık, eşi bulunmaz bir şiir gücü kazandırabilir kişiye, ama bir aydını ya da bir edebiyatçıyı başarısızlığa da sürükleyebilir. Bağlanan yazar, karşısındakileri akıl yoluyla inandırmaya çalışır; bağıran yazarsa çığlığının uyandıracağı ve duyanların hemen etkileneceği birtakım duygular yaratmaya çalışır, çoğu zaman başarır da bunu. Salt akılcı olup çıkmış bir toplumda, edebiyat düzenli bir örgütü gösteren dile karşı sözcüklerin büyüsüne sığınma yolu olarak da görülebileceğinden «bağıran» şair, faydacı, maddeci bir dünyaya başkaldırmakta, büyü yüklü ama gene de gerçek olan güçlerle donatılmış birisi demektir. Sonra, her şeyin nesneleşmesine karşı başkaldırmaya katılmayacak kimse var mıdır? Bağıran yazar duygularını çok daha rahat başı boş barakabilir. Yapıtları da bağlanan yazarın yapıtlarına göre her zaman daha otobiyografik olacaktır; çünkü bağlanan yazar, dışardaki güçlere karşı başkaldırsa da aslında bir iç disiplinin ardından gitmektedir; yapıtları da düzenli bir iç dünyanın — bugünün dünyasına karşı çıkardığı yarınki dünyanın bir parçasıdır.

«Eylemci edebiyat» yaftası hem bağıran hem de bağlanan yazarların yapıtlarına yapıştırılabilecek bir yaftadır. Çünkü bu yazarların hiçbirisi yalnız yazmakla, yalnız yapıtlarını ortaya koymakla- yetinmezler. Çünkü «öfke»nin o genç dehası Rimbaud’nun «hayatı değiştirme».ve Marx’ın «dünyayı değiştirme» yolundaki öğütlerine uymaktadırlar. Andre Breton ve Gerçeküstücüler, bu iki şeyi birleştirmenin, aynı anda hem hayatı, hem de dünyayı değiştirmenin düşünü kurmuşlardır. Bu ikiz amaca ulaşabilmek için, bir yandan insanın düşçü, kendiliğinden ve başıboş olan yanlarına seslenmeye çalışırken bir yandan da toplumsal koşulları eleştirmiş ve Rus Devrimi gibi siyasal ayaklanmaları desteklemişlerdir.

Nedense insan hep bağıran yazarları, kendini tutkulara, içgüdülere kaptıran faşist yazarlar, bağlananları da Marx’çı, çözümleyici, sistematik kişiler olarak düşünüyor. Kabaca söylersek : öfke - aşırı Sağ; bağlanma da - Sol-dur. Bin dokuz yüz otuzların o birbirine taban tabana zıt çifti Celine’le Malraux, çarpuk çurpuk, inanılmaz şeylerle dolu otobiyografik romanlarında dünyaya karşı duydukları nefreti yoğun, açık seçik saplantılarla ortaya dökerler. Yeni Fransız düzyazısının öncüsü olmuştur Celine. Onunla hiç ilgisi olmayan Sartre gibi yazarlar bile kendisine çok şey borçlu olduklarını kabul etmişlerdir.

Goethe


Balyoz olmak için yaratılmış insan, örs olmasını Öğrenmeli ilkin. Vuruşların altında durabilmek... Sonra, onları indirmek için gereken yüz kat fazla kuvvete sahip olduğunu bilerek, yüreğine umut kazandırmalı. Direnmek için, kendini bir kitle hâline koyuyor. Oysa örsün ne sert vuruşlara dayanmış olduğundan kuşku duymağa imkân var mı? 

«Ayrıca bir köpek gibi kederler altında ezilmek ve susmak özelliğini kendimde buldum. Fakat daima amacımı gözümün önünde tutuyordum. Sonunda onu gerçekleştirmek ânına eriştim mi, ne olursa olsun işime bütün kuvvetimle sokuluyordum. Beni, az mı yıktılar, dişlediler? Hem de en saf hareketlerim için yaptılar bunu. Ama yaygaralar bana hiç etki yapamadı»


Onun mutluluğundan ve Olympe sakinlerine has susuşundan az söz açılmamıştır. Alıklar. Bu somurtkan azgın kırışığına ve bu herşeyden iğrenmiş olmanın deyimini taşıyan burun deliklerine hiç bakmadılar mı?

 «Beni daima mutluluğun koruduğu bir insan olarak görmüşlerdir. Aslına bakarsanız, benim hayatımda acı ve didişmeden başka bir şey olmamıştır. Diyebilirim ki, yetmişbeş yılda dört haftalık gerçek bir huzurum yoktur. Taş durmadan, ısrarla düştü, onu boyuna yeniden kaldırmak gerekiyordu.»

 Oysa, bundan hiç yakınmamıştır, Dişlerini sıkar ve dik yokuşa tırmanmaya devam ederdi. Ama çok zaman umutsuzlukla basbaşa kaldığı olmuştur. Kim onun kadar umutsuzluğu ağzında çiğnemiş ve tekrar tekrar, çiğnemiştir. Şu feryadı yükseltebilmek için onun umutsuzlukla yeteri kadar dolmuş bulunması gerekmez mı?

«Umutsuzluk içinde çırpınmayan yaşamamalı.» 

Ya kahramanlık dolu bir karamsarlığın şu açıklaması: 

«Her çeşit teselli bayağıdır ve umutsuzluk bir Ödev oldu bana.»

Peki o, bütün bu eğilimlerden kendini nasıl kurtarabildi? Nasıl oldu da yenilmedi? Nasıl ve ne ile korunabildi? 

«Cesaret ve haşinlikle» 

«Siz diyorsunuz ki, özetlersek, tabiat yüreklerimizi tatlılığa ve duygululuğa göre biçimlendirmek istemiştir. Oysa, tabiat hiç bir zaman böyle davranmaz. O, Tanrıya çok şükür, belki her şeyi sertleştirir.» —

 «Dünya lâpa ve marmelâttan yapılmış değildir. Onda çiğnenmesi gereken sert lokmalar vardır. Ya onları çiğnemeli, ya da tıkanıp gebermeli.»

Cesaret.. En başta gelen özelliği.

 «Cesaretsiz her şey hiçten ibaret, doğmamış olmak daha hayırlı.»

Cesaret Goethe’den hiç ayrılmamış. Ölümüne üç yıl kala, büyük bir acının başlangıcında 81 yaşındaki ihtiyar adam doğruluyor ve diyor ki: 

«Işığa sahip olduğumuz sürece başımızı dik tutacağız ve sanat yapıtı verebileceğimiz müddetçe yenilmiyeceğiz.»

Zırhının içine çekilmiş bu yaşlı ozanı ziyaret edenlerden, hem de en yakın dostlarından bir çoğu onun üzerine çelişik yargılar vermişler. Onu duygusuzlukla suçluyorlardı. Oysa biz biliyoruz, yüreği çok hassastı. Vücut bir çok savaşlardan, bir çok defalar ürperdiği için zırh bu kadar sert olmuştu.

O,sınırsız evrenin kumları üstünde, tıpkı sahrada olduğu gibi, varlığın ehramını kurmak istiyordu. Bu işe, belirsiz bir şekilde ta gençlik yıllarında kapılmıştı. Son gününe kadar bu erekten uzak durmadı. Her şey onun yapısı için taştı, sevinçleri ve acıları, kör karşılaşmalar, sağlık ve hastalık, gördüğü ve elde ettiği herşey, gücü yetip kazanamadığı herşey. Fakat herşey, ancak kendi yapıcılığının ilkelerine göre, güçlü ve aydınlık kafasının tasarladığı yol dışında hiç bir şey... «Ben neyi yapabileceğimi, neyi yapamayacağımı biliyorum.»


Romain Rolland


Luca Guadagnino

Call Me by Your Name (2017, Luca Guadagnino)


Elio’nun kitaptaki halinden iki yaş daha gençtim. Ancak çocukluğumu, ergenliğimi, yönetmen olmaya nasıl başladığımı çok net hatırlıyorum; çünkü odanın uzak bir köşesine gider, partilerde dans eden insanları incelerdim. Kitaplar okur, aklımda hikayeler kurardım ve cinselliğinden haberdar olmak üzere olacak olan genç bir erkek olmaya başlamıştım. Elio’nun aksine, ben (bu konuda) konuşmaya cesaret etmiştim.

Aile


...benim edebiyata, güncelere, genel olarak günlüklere duyduğum ilgi, aileye karşı tipik, sterotipik bir isyana da işaret ediyordu. O zamanlar çok okuduğum Nietzsche, Rousseau ve ayrıca Gide'e tutkum başka şeyler yanında şu anlama da geliyordu: "Aileler, sizlerden nefret ediyorum". 

Edebiyatı ailenin ve onun temsil ettiği toplumun sonu olarak düşünüyordum.

J. B.

Marx ve Edebiyat

... Marx’ın üslûbu gerçekten Marx’ın kendisidir. Olabilecek en büyük içeriği olabileceği kadar az yere sıkıştırmaya çalışmakla suçlanmıştır, ama Marx işte budur.

Marx arı ve doğru anlatıma olağanüstü değer verirdi ve her gün okuduğu Goethe, Lessing, Shakespeare, Dante ve Cervantes’i en büyük ustalar olarak seçmişti. Dilinin arılığı ve doğruluğu için titiz bir merak gösterirdi.

Marx kesinlikle arılıktan yanaydı — çoğu zaman tam yerinde deyimi bulmak için uzun uzun düşünürdü. Gereksiz yabancı kelimelerden nefret ederdi; kendisi de yabancı kelimeleri sık kullanırdı belki — konunun gerektirmediği yerlerde — ama yurt dışında, özellikle İngiltere’de, ne kadar uzun sûre kaldığı unutulmamalıdır bu konuda. Hayatının üçte ikisi yurt dışında geçen, gene de Alman diline çok emek veren ve Alman dilinin en büyük ustalarından ve yaratıcılarından olan Marx’da, özgün, gerçek Alman kelime şekillenmeleri ve kelime kuruluşlarının tükenmez bir zenginliğini buluruz.

Hampstead Heath’den eve dönüşümüz, hatırlanan zevkler, bekleyişler kadar şen düşüncelere yol açmadığı halde, her zaman çok neşeli olurdu. Acı mizahımız bizi, kolaylıkla içine düşebileceğimiz melankoliden kurtarıyordu. Sürgünlerin kederi yoktu bizde. Biri yakınmaya başlayacak olsa, toplumsal ödevleri kendisine kesin bir dille hatırlatılırdı.

Geri dönüşümüz, gidişimizden farklı olurdu. Çocuklar oraya buraya koşmaktan yorulur, sepet boşaldığı için yükü hafifleyen Lenchen’le artçı gücü meydana getirirlerdi. Çoğu zaman bir türkü tuttururduk, ama politik şarkı pek söylemezdik, daha çok halk türküsü, özellikle duygulu türküler ve — masal değil bu — «Anayurt»dan «yurtseverlik» türküleri söylerdik; O Strassburg, O Strassburg, du umnderschâne Stadt en sevdiğimiz şarkılardandı. Ya da çocuklar bize Zenci türküleri söyler, hattâ dans da ederlerdi — bacaklarında derman kalmışsa. Yürüyüş sırasında, sürgünlük acıları kadar politikadan konuşmak da yasaktı. Öte yandan, sanat ve edebiyat konularında çok şey konuşurduk, Marx da inanılmaz belleğinin gücünü gösterirdi. Nerdeyse bütününü ezbere bildiği İlâhî Komedya'dan uzun bölümler, Shakespeare'den de sahneler okurdu ve Shakespeare’i çok iyi bilen karısı da çoğu zaman ona katılırdı...


Wilhelm Liebknecht




Edebiyatla zihnini dinlendirmeye, tazelemeye çalışırdı ve hayatı boyunca edebiyat hep onu avutmuştu. Bu alanda, övünmeden, çok şey bilirdi.

 Vogt’a karşı polemiğinden başka, o konu için doğrudan doğruya gerekli okumaları dışında, geniş okumasının izi pek görülmez, ama Vogt kitabında, sanatsal amacı için, bütün Avrupa edebiyatlarından çok sayıda alıntılar vardır. Kendi bilimsel eseri nasıl bütün bir dönemi yansıtıyorsa, edebiyatta da dönemlerini yansıtan eserleri severdi: Aeskhilus, Homeros, Dante, Shakespeare, Cervantes ve Goethe; Lafargue'a göre, Marx, Aeskhilus’u Yunanca aslından en az yılda bir kere okurdu. Eski Yunan’ı çok severdi ve işçileri klâsik dünyanın kültürünün tadına varmaktan alıkoymak isteyenlere çok kızardı.

Alman edebiyatını, Orta Çağdan başlayarak, çok iyi bilirdi. Daha modern Alman yazarları içinde en çok Goethe ile Heine’yi severdi. Alman filistininin Schiller’in az çok yanlış anlaşılmış «idealizm»ine karşı taşkın sevgisi daha genç yaştayken Marx’ın gözünden düşürmüştü bu şairi ve bu «idealizm» Marx’a, bayağı bir yoksulluğu yüksek raflarla örtme çabası gibi geliyordu. Almanya’dan iyice koptuktan sonra modern Alman edebiyatına pek aldırış etmedi, ilgisini hakedecek değerde olan Hebbel ve Schopenhauer gibi yazarları bile anmadı; Richard Wagner’in Alman mitologyasını didiklemesiyle de alay etti.

Fransız edebiyatçıları arasında Diderot’ya önem verir, Rameau’nun Yeğeni'ni bir başyapıt sayardı. On sekizinci yüzyıl Fransız aydınlanma edebiyatını da beğenirdi. Engels de bu edebiyat için gerek biçim, gerekse içerikte Fransız aklının en yüksek başarısını temsil ettiğini, çağdaş bilimin durumuna göre içeriğin son derece üstün, biçimin ise o günden beri aşılmamış olduğunu söylemişti. Fransız romantiklerini toptan yadsıyordu Marx, özellikle de, yalancı derinliği, Bizans tarzı abartmaları, ucuz duyguculuğu — sözün kısası, eşi görülmedik ikiyüzlülüğü — için Chateaubriand’a hep kızıyordu. öte yandan, Balzac’ın, sanat aynasında bütün bir çağı kucaklayan Comedie Humaine’ini çok severdi. Aslında kendi büyük eserini bitirdikten sonra Balzac üzerine bir inceleme yazmak niyetindeydi, ama başka birçok tasarısı gibi bundan da bir şey çıkmadı.

Marx Londra’ya sürekli yerleşince, İngiliz edebiyatı başa geçti ve yüce Shakespeare egemenliğini kurdu; aslında bütün aile neredeyse tapıyordu Shakespeare’e. Yazık ki Marx, Shakespeare'in çağının büyük soruları karşısındaki tutumunu ele alacak zaman bulamadı...

Edebî yargılarında, bütün politik ve toplumsal önyargılardan uzaktı. Shakespeare’i ve Walter Scott’u çok sevmesi de bunu gösterir. Ama, çoğu kere politik kayıtsızlıkla hattâ uşaklıkla yan yana giden «sanat için sanat»ın «katıksız estetikçilik» fikrine kapılmadı. Bu bakımdan da aklı, hiçbir kalıplaşmış formülle ölçülemeyecek kadar bağımsız ve diriydi. Aynı zamanda okuduğu şeyleri seçmekte hiç titiz değildi ve bilimsel estetleri dehşete düşürecek şeyleri okumaktan kaçınmazdı. Darwin ve Bismarck gibi yutarcasına roman okurdu ve serüven, mizah hikâyelerine çok düşkündü. Bunları ararken Cervantes, Balzac ve Fielding’den Paul de Kock’a ve vicdanında Monte Kristo Kontu’nu taşıyan baba Dumas’ya da inerdi.

Franz Mehring

Thomas Chatterton (1752 - 1770)

Chatterton'ın ölümü, Henry Wallis (1856)


“Kesildi, bırakılsa göklere kadar uzayacak bu ağaç dalı, 
Yandı, bir zaman bu bilge adamın içinde yeşermiş olan 
Apollo’nun defne yapraklı bilgelik tacı”







On yedi yaşındaki genç şair Thomas Chatterton, Londra’da, Holborn mahallesindeki odasında kendini zehirler. On yaşından beri şiirler yazan genç yetenek, başta çok beğenilmiş Ortaçağ üslubunda yazılar yazar. Çok istediği hızlı şöhreti yakalamayı başaramayınca, büyük bir yoksulluk içine düşüp kendini öldürür ve hemen çağı tarafından anlaşılmamış ve reddedilmiş dehanın simgesi olur...

ilgili okumalar:

Susan (Thomas Mann'le Karşılaşma)

Harikulade bir ergenlik öyküsü bu, uzun zamandır ilk kez bir metni büyük bir merakla, bu derece iştahlı okuyorum. Susan Sontag'ı, kitaplara olan tutkusu ve yazarlık yaşamıyla, kendime hep çok yakın hissettim; ve hep çok tanıdık hisler ve kaygıları buldum onda. Daha liseli yıllardayken tuttuğu günlüklerinde karşılaştığım erken gelişmiş bilinci, duyarlığı şaşırtmış, ürkütmüştü beni; o yıllardan bir hatıra bu da: Susan Sontag'ın, Büyülü Dağ romanını okumalarının ardından arkadaşı Merril'le birlikte Thomas Mann'in evine gidişlerinin öyküsü.  



Thomas Mann'le Karşılaşma


Onunla karşılaşmamla ilgili her şey belleğimde utancın renkleriyle donanmış durumda.

1947 Aralığı. On dört yaşımdaydım ve çocukluk denen o uzun tutukluluk döneminden kurtulur kurtulmaz atılacağım gerçek yaşama karşı sabırsızlık ve hayranlıkla dopdoluydum.

Ergenliğin eşiğindeydim, orta öğrenimim on beş yaşıma geldiğimde tamamlanmış olacaktı. Ve sonra, sonra... her şey açılıp saçılıverecekti. Ama o güne dek beklemek, zaman öldürmek gerekliydi (henüz on dört yaşındaydım). Güney Arizona çölünden Kaliforniya’nın güneyine yeni gelmiştim, önümde yeni kaçış perspektifleriyle, yeni bir yaşam çerçevesi açılmıştı; bu da çok hoşuma gidiyordu. Onulmaz bir dolaşma hastalığından muzdarip olan dul annem, 1945’te Amerikalı as pilotlardan biriyle ikinci evliliğini yaptı; yakışıklı bir adam olan eşi, vücudundaki onurlu yaralar nedeniyle bir yıl hastanede kaldıktan sonra, çölde bir nekahat devresi geçirdi. Onun sayesinde annem, nihayet bir yere yerleşebildi. Böylece, ertesi yıl yeni bir aile oluştu: Anne, üvey baba, küçük kız kardeş, köpek, inanılmaz bir maaşla tutulmuş İrlandalı kâhya kadın, geçen günlerin kalıntısı ve nihayet, bu yeni iklimde yabancılık çeken taşınmış bir parça eşya örneği, ben... Kaptan Sontag’ın bize katılmasıyla, Tuckson’un kenar mahallelerinden birinde, kirli bir sokakta bulunan kulübemizi terkederek, San Fernando vadisinin girişindeki, kayın ağaçları ve sıra sıra güllerle çevrili çok güzel bir pancurlu villaya taşındık. Üvey babam, hafta sonlarında, üniformasından sıyrılmış olsa bile her zamanki askeri disiplinini bozmadan, üzeri biftekler ve tereyağına bulanmış mısır taneleri yüklü barbeküyü kumanda ediyordu. Yiyor, yiyordum! Karşısında ağzını durmadan şapırdatan kemik yığını ve asık suratlı bir anne duran insan, başka ne yapabilir ki? Onun sönüklüğü kaptanın neşesi kadar kaygı vericiydi. Hayır, artık aynı ailenin üyeleri rolünü oynamayı sürdürmelerini hayal etmek gerçekten olanaksızdı! Artık çok geçti! Onlardan uzaklaşmıştım; yüzüm, çok çabuk büyüyen, artık ailenin büyük kızı olmuş o bebeğin yüzünün aynısı olsa da, ben artık onlardan biri değildim. (Fransızlar "fikren ayrıldım" deyip aynı yerde sürünmeyi sürdürerek işin kolayına kaçarlar)

Çocukluğun şu son yılları geçsin, yeterdi. Zaman akıp giderken, küçük aile toplantılarından keyif duyar gibi davranmak, anlaşmazlıklardan kaçınarak aileden geçinip tıkınmak yasaklanmış değildi ne de olsa... Doğruyu söylemek gerekirse, hayatta en çok anlaşmazlıklardan korkmuşumdur. Üstelik açlık duygum da bitip tükenmek bilmiyordu.

Hayatın zor olduğuna inanıyordum bir yandan da, çünkü salaklıktan kaçınmayı kendime iş edinmiştim (oysa içinde yüzüyor gibiydim), sınıf arkadaşlarımla öğretmenlerin aptallıkları, evdeki çılgın yavanlıklara ek olarak, televizyonda arka planda kahkaha kayıtlı haftalık komedi izlenceleri, şurup tadında hit-parade’ler, beyzbol oyunlarının histerik özetleri ve radyodan dinlenen profesyonel çatışmalar oturma odasını doldurdukça, her akşam, özellikle de hafta sonları çıldıracak gibi oluyordum. Dişlerimi gıcırdatıp saçlarımı çekiştiriyor, tırnaklarımı kemiriyor ama terbiyemi bozmuyordum. Başkalarının hakkımda düşündükleri umurumda bile değildi; benim gözümde hepsi de şaşırtıcı bir biçimde kör ve az meraklı kişilerdi; öğrenme isteğiyle yanıp tutuşarak, kendimle çevremdekiler arasındaki bu çarpıcı aykırılığın nedenlerini ortaya çıkarmak istiyordum; başka yerlerde bana benzeyen bir sürü insan bulunduğundan kuşku duymuyordum. Yolumda bir engel olduğu hiçbir zaman aklımın ucundan bile geçmemiştir.

ÖLÇÜSÜZ BİR OKUMA AÇLIĞI

Buraya gelmeden önce yaşamış olduğumuz sekiz ev ya da dairede kendime ait bir odam olmamıştı. Kendi kapıma sahip olmak, ne düştü ama! Oysa şimdi buna sahiptim. ve bir cep lambasının ışığında, örtülerin altına saklanmadan serbestçe ve saatlerce okuyabiliyordum
artık.

Küçüklüğümden beri ölçüsüz bir okuma açlığı hissetmişimdir; elime ne geçse okurdum: Masallar, çizgi-romanlar, Compton Ansiklopedisi, astronomi kitapları, kimya, Çin bilginlerin bibliyografyaları, Richard Hallburton'ın tüm gezi kitapları ve çok sayıda klasik yapıt. Neden sonra, kırklı yıllarda, Tuckson'da modern kütüphanenin derinliklerinde boğulur gibi olma keyfini yaşadım. Her yapıt, önümde marangozun metresi gibi yayılan yeni ufuklar açıyordu. Los Angeles’a gelişimden bir ay sonra, Hollywood caddesi üzerinde, yaşam boyu müşterisi olacağım kitapçılardan birini keşfettim: Pickwick; her gün okul çıkışı, dünya edebiyatından birkaç yapıtı ayakta okumak, param varsa almak ya da cesaretim varsa çalmak için oraya gidiyordum. Her çalışım, haftalarca süren vicdan azabına neden oluyordu, ama cepte bulunan para o kadar olursa elden başka ne gelir ki? kütüphanelere neden gitmediğimi düşünmek ilginç geliyor bana. Kitaplara sahip olmak, küçücük odamın duvarlarını çevreleyen raflarda birer koruyucu tanrı gibi onları dizili görmek gerekliydi bana.

Öğleden sonraları, hazine avına çıkıyordum. Dersten sonra hemen eve dönmekten hep nefret ettim. Holywood Caddesiyle Highland Caddesinin kesiştiği köşebaşından birkaç sokak ötede bir plak satıcısı keşfettim. Dükkân sahipleri, her hafta dinleme kabinlerinde müzikle dopdolu saatler geçirmeme izin veriyorlardı; ayrıca bir de uluslarrası gazeteleri satın almadan okuyabildiğim gazete kulübesi vardı. Ah, altın çağ! Bunu yaşağımın bilincindeydim. Rengârenk saman çöplerinden binlerce kaynak arasında boğuluyordum. Odama kapanıp okumuş olduklarımı öykünerek yazıyor ve bir günlük tutuyordum. Kelime hâzinemi zenginleştirmek için sözcük listeleri düzenliyor, plaklarımı dinleyerek orkestra şefliği yapıyor ve her akşam gözlerim açıncaya dek okuyordum.

ARKADAŞLAR

Kısa sürede arkadaşlar edindim. Onlarla ilgilendiğim konulan konuşabilmek hoşuma gidiyordu. Benim kadar okumuş olmalarını beklemiyordum; onlara ödünç verdiğim kitapları okuduklarını görmek bana yetiyordu. Müzikte ise acemiydim. İkinci yıla başladıktan az süre sonra son sınıftan, müzik bilgileri benimkinden kat kat üstün iki arkadaş edindim. Elaine flüt, Mel ise piyano çalıyordu. Şık sık konserlere gidiyorlardı ve ince bir müzik zevkine sahiptiler.

Arkadaşlarımdan her biri "en iyi arkadaşlardı. Başka bir çözüm yolu bulamamıştım. Müzik konusunda iki akıl hocamın dışında ikinci sınıftan bir arkadaş, son iki yıllık orta öğrenim döneminde romantik kavalyem olarak bana eşlik etti. Peter, babadan yetim bir göçmendi (yarı Fransız, yarı Macar). Sürekli taşınmalar onun hayatini benimkinden de çok etkilemiş gibiydi. Gestapo babasını tutuklayınca, annesiyle birilikte Paris’ten ayrılıp Fransa’nın güneyine kaçmış, 1941'de Lizbon üzerinden gemiyle New York’a geçmişlerdi. Arkadaşlığımız, okul kafeteryasında, merhum pederlerimizin yüksek kaliteli özelliklerini anarken perçinlendi. Peter’le birlikte sosyalizmi ve Henry Wallace’ı tartışıyor, elini tutarak izlediğim acıklı filmlerde omzuna yaslanarak ağlıyordum. Birlikte bisiklet gezilerine çıkıyor, Griffith Park’ta çimenler üzerine uzanarak öpüşüyorduk. Anılarım beni yanıltmıyorsa, Peter’in hayattaki üç aşkını annesi, ben ve bisikleti oluşturuyorduk. Esmer, zayıf, sinirli ve uzun boyluydu. Bense, sınıfın en genci olmakla birlikte genellikle erkeklerden daha uzun boyluydum; sporcu atletler konusunda alabildiğine özgür düşünmekle birlikte, boy konusunda garip bir tutuculuk vardı bende: Bir arkadaş, iyi olduğu kadar, uzun boylu da olmalıydı. Bu sonuncu koşulu yerine getiren tek kişi ise Peter’di.

Bir başka "en iyi arkadaşım", başka bir lisede yine ikinci sınıf öğrencisi olan Merrill’di; Sakin, tıknaz ve sarışın, ayrıca da, açıkgöz, kurnaz ve "genç kızlara hayal kurduracak yakışıklılıkta"ydı. Fazlasıyla da akıllı olduğuna göre ayrı bir kategoride tutulması gerekiyordu. Alçak ve yumuşak bir sesle konuşur, ağzıyla değil, gözleriyle gülümserdi. Merrill, kendisi için deli olduğum tek arkadaşımdı. Ona bakmaya doyamazdım. Onun içinde erimek ya da onun benim içimde erimesini isterdim, ama aşılmaz bir engel vardı aramızda: Benden birkaç santim kısaydı boyu. Diğer engeller ise tartışılabilirdi: Merrill bir sır küpüydü, hesapçıydı (kelimenin tam anlamında: Konuşmasında sayılar hep egemendi) ve bana dokunaklı görünen konular onu fazla duygulandırmazdı. Aynı şeylerden hoşlanıyorduk ve bunların başında da müzik geliyordu. Aynı plak koleksiyonlarına sahiptik, Highland plak evinin karanlık ama serin kabinlerinde güçlerimizi birleştiriyorduk.

MÜZİK

Bazen benim, bazen de onun arabasında birbirimize yakınlaşıyorduk. Geceleri onların mavi Chevrolet’si, ya da bizimkilerin yeşil Pontiac’ını alarak deniz kenarına gidiyorduk; kentin ışıklarını sonsuz bir havaalanı gibi yansıtan sular ayaklarımızın dibindeydi. Yanımızdaki arabalarda sevişen çiftlere aldırmadan kendi zevk âlemimize dalıyorduk. İnce ve zor çıkan bir sesle şöyle diyorduk birbirimize: "Dinle ve bil bakalım hangi parça bu?" Belleğimizi yokluyor ve birbiri ardından Mozart yapıtlarından Koechel numaralarını sıralıyorduk; yüz yirmi altı tane arasından büyük bir bölümünü anımsayabiliyorduk. Elaine ile Mel’den duyduğumuza göre Nazi kökenli olan Gieseking’in Debussy kayıtlarını satın almanın doğru olup olmayacağını tartışıyor ve bir önceki pazartesi günü dinlediğimiz John Cage’in piyano resitalini beğendiğimize birbirimizi inandırmaya çalışıyorduk. Sonra da, Stravins’kinin daha kaç yıllık ömrü kaldığı konusunda konuşuyorduk. Bizlerin ölümüne karşılık Stravinsi’ye daha kaç yıllık bir yaşam verilebilirdi? Yirmi yıl? Evet, kuşkusuz. Bunu ummaya cesaret etmek çok kolay ve çok güzeldi. 1947’de on dört ve on altı yaşındaki bizler için, Stravinski denen bu harika adamın yirmi yıl daha yaşayacağını düşünmek baş döndürücüydü. (Bugün, bundan da uzun bir süre yaşadığını bilmek ne güzel.) Bu olağanüstü insan için kendi yaşamlarımıza karşılık yirmi yıl daha istemek, oldukça zayıf bir tutku işaretiydi. Peki öyleyse, on beş olsun. Neden olmasın?

Olmaz, on olsun. Şaka mı ediyorsun?

Beş? Gitgide düşüyorduk. Ama tamamen yadsımak, bir saygı sevgi eksikliği gibiydi. Bizim yaşamlarımız neydi ki -liseli gençlerin anlamsız olmakla birlikte vaatlerle dolu yaşanılan - dünyaya Stravinsi’nin bir beş yıl daha yapıt kazandırma olasılığı karşısında? Beş yıl? Anlaştık.

Ya da belki dört? İçimi çekiyordum. Hadi, Merrill, devam edelim.

Üç? Yalnızca üç yıl daha yaşasın diye ölmek mi?

Genellikle dört üzerinde anlaşıyorduk; bu bir minimumdu. Evet. Stravinski'nin yaşamını dört yıl uzatabilmek için her ikimiz de hemen, oracıkta ölmeye hazırdık. Okumak ve müzik dinlemek; artık kendin olmaktan çıkmanın zafer dolu tatmini... Sevdiğim ve hayranlık duyduğum hemen hemen her şeyin bugün ölmüş (ya da çok yaşlı) veya dışardan, örneğin Avrupa’dan gelmiş kişilerce yaratılmış olması kaçınılmaz gibi görünüyordu bana.

BÜYÜLÜ DAĞ

Tanrıları biriktiriyordum. Stravinsi müzikte neyi ifade ediyorsa, edebiyatta da Thomas Mann aynı şeydi. Benim için bir Alaaddin’in mağarası olan Pickwick’ten, 11 Kasım 1947’de Bûyülû Dağ’ı satın aldım.

Aynı akşam okumaya başladım ve başlangıçta soluğum kesilir gibi oldu. Ellerimde tuttuğum gelişigüzel bîr yenilik değil, sarsıcı bir yapıt, bir bulgu ve keşifler kaynağıydı. Avrupa bütünüyle kafamın içini kuşatmış ve beni ağlatmıştı. Verem, anneme göre biraz utanç verici bir hastalıktı. Gerçek babam buzdan çok uzakta ve yıllarca önce veremden ölmüştü ve şimdi Tuckson’da bu hastalık, sıradan bir mutsuzluktu artık. Oysa bu kitapta verem, patetik renklere ve ruhsal açıdan şaşırtıcı bir ilginçliğe bürünmüştü. O büyülü dağda kişiler fikirleri, fikirler ise hep sezinlemiş olduğum gibi tutkuları temsil ediyordu. Düşünceler beni zor bir sınamadan geçiriyordu ve sırasıyla, Setembrini’nin insani çıkışının ardından Naphta’nın sevinci ve kaygısıyla ateşim yükselir gibi oluyordu. Ve o tatlı, son derece iyi yürekli, dürüst Hans Castorp, Mann’ın düşlemiş olduğu o öksüz çocuk, yüreğimde savunmasız bir kahraman gibiydi; hem öksüz olduğu için, hem de kendi hayal gücümün tertemiz oluşu nedeniyle onu savunmasız gibi görüyordum. Mann’ın onun portresini yaparken gösterdiği alçakgönüllü sevecenliği seviyordum; biraz saf, fazlasıyla içten, uysal, pek parlak olmayan bir portre (gerçekte, kendimi de böyle-görüyordum)... Sevecenlik! Peki ya Hans Castorp, saman altından su yürüten biri idiyse (annem günün birinde yüzüme karşı bu suçlamayı yapmıştı)? İşte onu bana diğerlerinden değişik gibi gösteren buydu! Onun dindarlık eğitimini, başkalarının yanında edepli bir biçimde yaşadığı zor katlanılır yalnızlığını, acı veren yeknesaklık (bizi eğitenlerin hakkımızda hayırlı olduğunu düşündükleri tarz), serbest ve tutkulu konuşmalarla belirginleşen yaşamını anlıyordum. Kendi gündelik gidişatımın olağanüstü bir yansımasıydı bu.

Bir ay boyunca, kitap her yerde bana eşlik etti. Daha yavaş, sindirerek okumamı öğütleyen mantığımı dinleyemeyecek kadar heyecanla, bir solukta okudum. Ancak bu ritm, 334 ile 343. sayfalar arası yavaşladı: Hans Castorp ile Claudia Chauchat, en sonunda aşktan söz ederken metin Fransızcaydı ve ben bu dili hiç bilmiyordum. Hiçbir şeyi kaçırmama kaygısıyla, Fransızca-İngilizce bir sözlük satın aldım ve konuşmaları kelime kelime çevirdim. Son sayfaya gelince kitabı bırakma fikri bana öylesine ters geldi ki, böylesi bir yapıtın hakkını tam verebilmek için her akşam bir bölümü yüksek sesle okumaya kendimi zorlamak kaydıyla yeniden okumaya başladım.

Sonra da, okurken duymuş olduğum zevki bir başkasıyla paylaşabilmek ve kitap hakkında konuşabilmek için onu bir arkadaşıma ödünç vermek istedim. Aralık ayı başında Büyülü Dağ'ı Merrill’e götürdüm. Benim her önerdiğim kitabı anında okuyan Merrill de kitaba bayıldı. Bravo. Ve sonra şöyle dedi: Neden gidip onu görmüyoruz?" İşte o da bütün neşem utanca dönüştü.

Buralarda oturduğunu bilmiyor değildim kuşkusuz. Güney Kaliforniya, kırklı yıllarda, her türden ünlü isimleri barındırıyordu. Arkadaşlarım da, ben de, yalnızca Stravinski ve Schoenberg’in değil, Mann, Brecht (Charles Laughton’un çevirdiği Galile'sini yeni izlemiştim), İsherwood ve Huxley’in de burada yaşadıklarını biliyorduk. Ama onlardan biriyle ilişki kurmanın yine bu taraflarda oturan Ingrid Bergman ya da Gary Cooper'la görüşmeye kalkmak kadar hayal dışı olduğunu düşünüyordum.

Büyülü Dağ'ın sarhoşluğu içinde, onun "burada" olduğunu aklıma bile getirmemiştim. Benim için o bir kitap, daha doğrusu kitaplardı. Mann, ölümsüzdü; dolayısıyla Victor Hugo kadar ölüydü. Ne diye onunla karşılaşmaya çalışacaktım ki? Kitapları vardı ya!

Yazma Sıkıntısı / Ferit Edgü

“Yalnızca dil vardı. Biçimi de, 
özü de içinde barındıran dil.
Bunu gördükten sonra işim
daha da zorlaştı. O gün bugün 
sözcüklerle boğuşuyorum."


Yazma sıkıntısı mı?

Ben,  yazma zorluğu, derdim. 
Kendi hesabıma.
Gün geçtikçe daha zor yazdığım için.

Kalemi elime aldığım ilk gençlik yıllarında (on altı-on yedi yaşlarındaydım) bir nöbete tutulmuş gibi yazardım.

Olağan. Çünkü hiçbir şey bilmiyordum. Hemen hemen hiçbir şey. Dolayısıyla her şey yazılabilirdi. Daha da kötüsü, her şey, her biçimde yazılabilirdi. Ama şaşılacak bir şey, kuşağımın birçok yazarı gibi, ben de daha o ilk yıllarda bir “üslubum” olsun istedim. Bu üsluba ulaşmak kendiliğinden olmadı. Uzun temrinler yaptığımı bugün çok iyi anımsıyorum. Yazmak kolaydı. Ama kişiliği yazdıklarında yansıyan bir yazar olmak o kadar kolay değildi.

Ne var ki, bir “üslup” sahibi olmanın her şey demek olmadığını çok geçmeden ayrımsadım. Abdülhak Hamit’in de bir üslubu vardı, değil mi? Tanrı korusun, sıradan biri olmak, böylesi bir üsluba sahip olmaktan iyidir. Daha o yaşlarda bilincindeydim bunun.

Her gün ya da her akşam yazı masasının başına oturup bir-iki ya da sekiz-on sayfa yazan yazarlar vardır. Ben onlardan biri değilim. Bir öykü yazmak için masaya oturduğumda, ne yazacağımı bilirim, ama nasıl yazacağımı bilmem. Hemen hemen bilmem. Yazmak eylemi ya da yazma serüveni, ak kâğıt üzerine düşen ilk cümleyle başlar. Acaba doğru imge bu muydu, sorusunu, acaba doğru cümle bu mu sorusu izler. Onu da, acaba doğru sözcük bu mu, sorusu. Çoğu kez, yazma aşamasında yanıtlanamaz bu sorular. Zamanın geçmesi gerekir. Son yanıtı, hep zaman verir.

Gecenin bir saatinde uyanırım. Takılıp kaldığım, çözümleyemediğim sorunun yanıtını bulmuşumdur. Uyku sersemi, başucumdaki deftere not düşerim. Sabah uyandığımda, bakarım, saçma sapan bir-iki sözcük. Kimi zaman da yol gösterici bir imge. Çok sık olmasa da. Yazdıklarımın bir özü, bir geçmişi olmadığını, olmaması gerektiğini, ikinci kitabım Bozgun’u yazdıktan sonra anladım. Ne biçim vardı, ne öz. Yalnızca dil vardı. Biçimi de, özü de içinde barındıran dil. Bunu gördükten sonra işim daha da zorlaştı. O gün bugün sözcüklerle boğuşuyorum.

Benim sıkıntım da bu.

*
ilgili okumalar:

YAZMA SIKINTISI


Yazma arzusu, hatta gerekliliği ile bunu yapamama sıkıntısı arasında sıkışıp kalan biri, elinde olmaksızın durmadan “Keşke yapmasam" diye tekrarlayan yazar Bartleby’nin durumunda bulur kendini. Kuşkusuz yazıdan alınan bir haz vardır, ama pek çok yazarda uyandırdığı sıkıntı, çeşitli biçimler altında onları yazma anını değiştirmeye yönelik saplantılı ritüelleri ve uygulamaları çoğaltmaya götürür: kurşunkalemleri yontmak; dolmakalemler denemek; yürümek ya da müzik dinlemek; hep aynı kafede aynı masaya yerleşmek; bir satır yazmadan önce yarım saat, bir gün, bir yaşam boyu okumak; bir gün önce, ya da önceki günlerde ya da oldum olası yazılanları düzeltmek; ancak daha sonra, günün birinde yazılabilirmiş ve kitap her zaman “ertelenebilirmiş" gibi, sürekli olarak yazmayı olanaklı kılacak tatilleri ya da özgür zamanı düşlemek, vb. Narsisizm ve teşhir çoğu kez bastırmaya ve ketlemeye (inhibasyon) üstün geldiğinden, kuşkusuz günümüzün editoryal üretimi yazma sıkıntısıyla ilgili bu fikirleri çürütme eğilimde olacaktır. Ama genelde (oto)biyografik ve/ya da reklam amaçlı “kitaplar”, yalnızca iletişim işlevi için göz önünde bulundurulan sözcükler aracılığıyla kişinin kendi imajını yükseltmeye ya da ortak alanları iletmeye yönelik aynalar olduğunda, edebiyattan söz edilebilir mi? Öne sürülen bir şey yok, simgesel oyun yok, edebiyatın temelini oluşturan sorunsal söylemin dramatizasyonu yok.

Yazı ile söylemin (“metnin keyfi” içinde bile) tartışmasız olmadığını düşünen Roland Barthes, “yazınsal itiraf” aracılığıyla “tatillerde zamanını nasıl geçirdiğini” ortaya koyarak, ironik bir biçimde yazmaya karşı kendi ritüellerini, kendi yan çizmelerini tanımlar;

 “Tatillerde saat sekizde kalkarım, aşağı inip evi açarım, kendime çay yaparım (...). Ardından bir kararsızlık dönemi geçiririm; içimden hiç çalışmak gelmez; bazen biraz resim yaparım, ya da eczaneden kendime aspirin alırım, ya da bahçenin dibinde kâğıt yakarım ya da kendime bir kürsü, bir evrak dolabı, bir fiş kutusu yaparım; böylece saat dört olur ve yeniden çalışırım (...).” 

Jacques Roubaud için yazıya geçişi gösteren, musluk suyunda eritilmiş Nescafe ritüeli ve “sona eren, eğreti gecenin içindeki” tek ışıltı olan açık bilgisayar ekranıdır:

 “Klavyede ‘yazıyorum’ sözcüğünü oluşturan tuşlara basıyorum, ama bunlar yalnızca, kalemle yazılandan ya da kâğıt üzerindeki mürekkepten daha da eğreti bir biçimde, ‘kes’ komutunun her an yok edebileceği bir ‘yazma’ sarhoşluğu uyandıracak kadar eğreti olan günümüzün eloktronik yazısıyla karşımdaki dikey ekranda beliriyor” (La Boucle).

 Yaratılan şey ile “yok oluşu” arasında, yazı adeta, temel olan ve beyaz sayfanın üzerinde ya da bilgisayarın karşısında oynanan sahnenin kayıtsız kalmadığı bir şeyi ortaya koyar. Michel de M’Uzan, yazının, kendini ifade etme arzusuyla kendini beğendirme gereği arasında, okunmak ve kabul görmek için, yazarın kendi içindeki bir iç çatışmanın dramatize edilmesinin ta kendisi olduğunu incelikli bir biçimde göstermiştir: 

“Son derece çatışmalı bir durum, çünkü kendini ifade etmek; dünya ile özne arasında o ana dek varolan bağları tüm gücüyle değiştirmek, saldırmak ve belli bir noktaya kadar başkalarını silip atmaktır, ama bu koşullar altında onların takdir ve sevgisi nasıl elde edilir?

Cees Nooteboom / Gezgin


Cees Nooteboom'u ilk İşte Şu Hikaye ve Ritüller kitaplarıyla tanımıştım. O zamanlar sadece bu iki kitabı vardı Türkçe'de. Haliyle tanışıklık da bu iki kitapla sınırlı kalmıştı. 

Gezi yazılarından oluşan bir kitabı, Gezgin'in Oteli'ni, ve diğer kitaplarını da aldım listeme, bekliyorlar.

Ritüller kitabından bir parça:

Kapımı çalma sakın; ama olur da...

Bukowski okumadım hiç, merak etmeme rağmen, "Dünyanın Bütün Göt Delikleri ve Benimkisi" hariç, yıllardır iteleye öteleye, hiçbir şey okumadım - okuyamadım.  Aşağıda bir şiiri var, dergi sayfaları arasında, sevdiklerimden biri:



Kapımı çalma sakın; 
ama olur da...

Dışarda değilsem, tabii ki evdeyimdir ama

kapımı çalmayasın sakın 
içerde her ışık gördüğünde 
ya da sesimi duyduğunda.

Belki Proust okuyorumdur
eşiğimin önüne bir kitabını 
ya da çorbasını yapayım diye bir kemiğini 
bırakmışlarsa; kimbilir!

Kapımı çalma sakın 
borç istemek 
telefonumu kullanmak
ya da eski püskü arabamı ödünç almak için.

Dönkü gazeteyi verebilirim, 
eski bir gömleğimi 
ya da bolonez soslu bir sandviçi.

Kanepede uyuyabilirsin,
geceleri çığlık atmıyorsan ama! 
Ya da kendinden bahsedebilirsin.
Ses Çıkartmam bunlara;

Hepimiz zor günler yaşıyoruz; biliyorum,
Benim farkım, aile kurmayı düşünmemem 
çocuklarımı okutmaya 
yazlık ev almaya çalışmamam.
Gözüm hiç yükseklerde değil.
Hayatta kalmaya,
yalnızca biraz daha fazla yaşamaya çalışıyorum.

DECADENCE

İyi ama bu "düşmüşlük (decadence)" nedir? Nietzsche bu tabiri on dokuzuncu yüzyıl sonunda
Baudelaire'in Kötülük Çiçekleri'nde (1857) kişileşen Fransız edebiyat hareketinden almıştır
-bundan sonra da modernliğin kötü yönlerini özetlemek için kullandığı gözde tabiri olur. Düşmüşlüğün (decadence) başlıca nitelikleri "gotik" bir beğeni, yüzyıl sonuna ait bir çürüme, sapkınlık ve ölüm takıntısıdır. Neredeyse çağdaşları olan "empresyonistler" nasıl ilk başta kendilerini kötülemek için kullanılan bir tabiri sahiplendiyse, düşmüşler (decadent) de kendilerine verilen adı şeref payesi saydılar.

Nietzsche düşmüşlüğü (decadence), "tükenmişlerin" hayat için "zararlı olanın çekimine kapıldığı" bir "nevroz" olarak tanımlar. Putların Alacakaranlığı'nda benzer bir şey söyler: Kendinize zararlı olanı içgüdüsel olarak seçmek ... düşmüşlüğün pratikteki formülüdür" .

Esasen Fransız edebiyat hareketinin doğru bir tanımıdır bu: Ölüm-bulaşmışlara kafayı takmış, bir tür "ölüm-isteği" sergileyen, Keats gibi "huzurlu ölüme yarı aşık" estetik düşmüşler tam da "zararlı olanın çekimine kapılıyorlardı".


" Düşüş" önemli bir felsefi terim olarak ilk kez Nietzsche'nin 1888'deki eserlerinde boy gösterir. Daha önce belirtildiği üzere bu kavramı zorlaştıran şey Nietzsche'nin onu iki şekilde tanımlamasıdır. Birinci tanıma göre düşüş "hiçlik" özlemi, "ölüm istencidir"; Baudelaire'in çürüme ve sapma sevgisinde ve örtük olarak da Wagner'in son operalarında açıkça görülen budur. İkinci tanıma göre düşmüşlük atomlaşma çerçevesinde açıklanabilir: ister sanattan, ister toplumdan bahsediyor olalım, modernliğin düşmüşlüğü, karmaşık birliklerin koruma gücünde yozlaşma, "hayatın bolluğunun" "en küçük biçimlere doğru itilmesi" ve böylece eski bütünlüklerin tortulara, "kaosa" indirgenmesi demektir. Fakat bu nitelendirmeler bana birbiriyle bağdaşmaz görünmüyor. Nietzsche dekadan (decadent) hale gelenlerin "zayıf ve tükenmiş" olduğunu söyler. Hayattan nefret eder ve hayatı terk etmek isterler, çünkü artık zorlukların karşısına çıkamamaktadırlar. Bunun sebebi, yani onlarda görülen yüzyıl sonuna (fin de siecle) özgü Weltschmerz ve hayattan bıkma halinin sebebi atomlaşmada; onların "içgüdülerinin anarşisi"nde, hayatın güçlükleri karşısında "galibiyet" -ve galip geleceğine güven- için gereken tutarlı, azimli eylemi yapabilecek disiplinli bütünler olarak kendilerini örgütlemedeki başarısızlıklarında yatar. Pforta'da söylenebileceği gibi, dekadanlar artık "kendilerini toplayamayanlardır".

Nasıl "savaşçı" olunacağını unutmuşlardır.

*
Julian Young / Nietzsche


*
İlgili Okumalar: 
kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/04/Sanatta Pesimizm mi? / Nietzsche