Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

UMUTSUZ YAZIN



 Ne olursa olsun, hiçbir şeyin anlamı bulunmadığı ve her şeyden umudu kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl yetinebiliriz? Her şeyin sonuna dek gidilmeden, hiç değilse yalnızca şu sözcüğü oluşturmak için bile dünyada özdekten fazla bir şey bulunduğunu söylemek gerektiğine göre, salt özdekçilik diye bir şey olmadığı gibi, tümcül yoksayıcılık da olmadığı belirtilebilir. Daha her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda, anlamı olan bir şeyi dile getiririz. Dünyanın hiçbir anlamı olmadığını kesinlemek, her türlü değer yargısını ortadan kaldırmak anlamına gelir. Ama yaşamak ve örneğin yiyip içmek, kendi başına bir değer yargısıdır. Kendimizi ölüme bırakmadığımız anda sürmeyi seçeriz, o zaman da yaşamın bir değerini, en azından görece bir değerini benimsemiş oluruz. Sonra umutsuz bir yazın ne demek? Umutsuzluk sessizdir. Gözler konuşacak olursa sessizlik bile bir anlam saklar. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. Konuşursa, uslamlamaya girişirse, özellikle de yazarsa, hemen kardeşimiz bize elini uzatır, ağaç doğrulanır, aşk doğar. Umutsuz bir yazın terimlerde bir çelişkidir.

*
Albert Camus
YAZ

Adaları seven bir adam vardı...



Tek doyumunu hâlâ yalnız olmaktan, tam anlamıyla yalnız olmaktan alıyordu. Çevresini saran boşluğu içine çektiği bir yalnızlık. Yalnızca külrengi deniz, bir de denizin yıkadığı adasının iskelesi. Başka hiçbir temas yoktu. Dehşetini onunla temasa geçirecek insani hiçbir şey yoktu. Yalnızca uzay, ıslak, alacakaranlık, denizle yıkanan uzay! Ruhunun besini buydu.

Tüm isteklerden arınmış bu yabansı dinginlik, adalının gözünde bir tür tansıktı. Canı hiçbir şey istemiyordu. En sonunda, ruhu, bedeninde duruyordu artık; garip bir bitki Örtüsünün yayılıp ara sıra bir oraya bir buraya salındığı, suskun bir balığın bir görünüp bir kaybolduğu su altında yarı aydınlık bir mağara gibiydi ruhu. Durgun, yumuşak, yakınmasız, ama kök salmış yosunlar kadar canlı.

PESSOA'NIN KİTAPLIĞI






Dalış



Bilinmezliklere dalmak isterim!
Eziyor beni, boğuyor beni bütün bu rahatlıklar!
Yanıp tutuşuyorum, açlık duyuyorum yeniliklere!
Yeni dostlar, yeni yüzler,
Yeni yerler!
Ah uzaklarda olmak isterdim,
Burada istediğim herşey var
— yeni şeylerin dışında.
Ve sen,
Aşk, çok, herşeyden çok istenen sen!
İğreniyorum bütün duvarlardan, sokaklardan, taşlardan, 
Nefret ediyorum çamurlardan, sis ve puslardan,
Bu dolaşımdan
Su gibi dökünmek isterdim seni.
Ah, ama buradan uzaklarda!
Otlar ve tarlalar ve tepeler,
Ve güneş.
Ah, hele güneş, hele güneş,
Buralardan uzaklarda, yabancılar arasında.

Ezra Pound

Deniz Mezarlığı / Valery


Rüzgar çıkıyor!.. Yaşamaya dadanmak gerekir!
Sonsuz meltem kitabımın sayfalarını çevirir,
Toz toz kayalardan fışkırıp durur sular!
Uçun, hadi uçun, göz kamaştıran sayfalar!
Yıkın dalgalar! renkli sularınızı akıtın!
Yelkenlerin yemliği şu rahat çatıyı yıkın!


Çeviren: Cemal Süreya

Rüzgar uyandı. .. Artık yaşama zamanıdır!
Kitabımı bir geniş meltem açıp kapatır,
Su kayadan toz olup görünür kıyı kıyı!
Pırıl pırıl sayfalar uçuşarak gidiniz!
Yık dalga! Yık keyifli sularında ey deniz,
Yelkenin yem yediği şu asude çatıyı!

Çeviren: Sabri Esat Siyavuşgil



“Deniz Mezarlığı şiiri benim bir parçam; ben neysem, ona onu koydum. Benimkiler, oradaki tüm boşluklar. Taşıdığı ışık da, doğduğum zaman görmüş olduğum ışık.! Dizelerimin anlamı onlara verilen anlamdır, başka değil!"


DENİZ MEZARLIĞI 

Yeni Kitap:



Bacon'ın Kütüphanesi



Bacon'ın kişisel kitaplığında yer alan kitaplar:

Author Surname Author Names Title of Publication
- Adrienne German in No Time. The Basics - in 32 Lessons
- Adrienne Spanish in No Time. The Basics -in 32 Lessons
Adachi Kenji Selected Masterpieces of Japanese Art
Adams William Howard A Proust Souvenir
Aeschylus The Oresteia. Agamemnon, The Libation Bearers, The Eumenides
Alcolea Blanch Santiago The Prado
Aldred Cyril Egyptian Art
Allain Marie-Françoise The Other Man. Conversations with Graham Greene
Allshouse Robert H. Photographs for the Tsar
Alonso Bartol           Chaves Chavarría        O'Donnell                           Terrell Carmen                   Róger                Hugh                   Peter Spanish at your Fingertips
Amis Martin The Moronic Inferno
Anastassiou Nicolaos Greek Self-Taught (Modern)
Ansen                               Jenkins (Ed.) Alan                                  Nicholas The Table Talk of W.H. Auden
Aragon Louis Paris Peasant
Archer Jeffrey A Matter of Honour
Aron                                   Schueren Van der (coordinators) Paul                       Eric Michel Leiris. Revue de l'Université de Bruxelles,  nr 1-2
Aronson Steven M. L.  Hype
Assouline Pierre L'Homme de l'Art. D.H. Kahnweiler 1884-1979
Auld (introduction)              Various authors. Alistair Glasgow Art Gallery and Museum
Austen Jane Emma
Austen Jane Persuasion, with A Memoir of Jane Austen
Avedon                               Baldwin Richard           James Nothing Personal
Ayer A.J. Ludwig Wittgenstein
Balzac de Honoré Lost Illusions
Balzac de Honoré Une Ténébreuse Affaire
Balzac de Honoré A Harlot High and Low
Barnes                                   Eliot Djuna                          T.S. Night Wood
Barthes Roland Roland Barthes par Roland Barthes
Barthes Roland Mythologies
Bartholomew John C. The World Atlas
Bataille Georges Somme Athéologique. L'Expérience Intérieure
Bataille Georges Literature and Evil
Bataille Georges La Part Maudite                                               précédé de                                                                    La Notion de Dépense
Baudelaire Charles Les Fleurs du Mal
Baudelaire Charles Curiosités Esthétiques et autres Écrits sur l'Art
Baudelaire Charles Ouvres Complètes de Baudelaire
Baudelaire Charles Écrits Intimes
Beard

LEOPARDI (1798-1837)

"Neydi zaman içinde kaybolan 
Adına hayât denen o acı an?"

Leopardi on his deathbed, 1837.


Hiçbir şair, hiçbir düşünür Giacomo Leopardi (1798-1837) 'den daha büyük bir açıklıkla kötümserliğini dile getirmemiştir. Açıklıkla, diyorum, çünkü örneğin Kafka gibi kendine acıyan bir kötümserlik göremeyiz Leopardi’de. Düzyazılarında da hiçbir kavram kargaşası yoktur. Bu yazılar her şeyi korkunç bir biçimde aydınlatır — tıpkı Picasso’nun Guernica'sındaki elektrik ampulü gibi.

Leopardi İtalya’nın Bataklıklar Yöresi’nden orta halli soylu bir ailenin oğluydu. Belki de olumlu tek mirası, babasından kendisine kalan zengin kitaplıktı. On yaşına geldiğinde, kendi kendine İbranice, Yunanca, Almanca ve İngilizce öğrenmişti. Bunun dışında yalnızlık, hastalıklı bir beden, gittikçe artan görme bozukluğu ve yüz kızartıcı parasal bağımlılıklarla geçti ömrü. Yazılarındaki yargıların okurlarınca özel hayatındaki acı olaylardan kaynaklandığı yolunda yorumlanmasındansa, onların yakılmasını yeğlediğini söylüyordu. Sanırım böyle düşünmekte de haklıydı.

Leopardı, olağanüstü bir biçimde, kendi mutsuzluk çukurundan geçmişteki, yaşadığı çağdaki ve gelecekteki insanların hayatlarını ve gökteki yıldızları inceleyebileceği bir kule oluşturmayı başarmış bir yazardır. İtalyan ya da İtalyanca uzmanı olmayan birinin Leopardi’nin şiirinin niteliği konusunda tam bir yetkiyle konuşması çok güç. Birçokları onun Dante’den sonra gelmiş geçmiş en büyük İtalyan şairi olduğuna inanıyorlar. Leopardi’nin yazdığı her şiirde hayatın tümünü kapsayan dünya görüşünü destekleyen ve bu görüş içinde kendi yerini alan özgün bir düşünce vardır. Bu açıdan, o da Vergilius gibi klasikler arasına girer. Bununla birlikte, hem kullandığı dili, hem de ele aldığı konuyu (bu bir köy, bir düğün ya da bir marangoz olabilir) aynı zamanda hem büyük bir yumuşaklık, hem de uzaya varan bir uzaklık duygusuyla işler. Bir yavru kuşun yumuşak göğüs tüyleriyle bir göktaşının madensi katılığı yan yana gelerek benzeri olmayan bir lirizm, bir şiirsellik yaratır.

Leopardi’nin düzyazıları da var. Bunlardan en önemlileri, Zibaldone adını verdiği ve 1817-1832 yılları arasında tuttuğu bir çeşit düşünsel günlükle Ders Alınacak Öyküler adını verdiği bir derlemedir. Günlüğü ölümünden sadece altı yıl sonra yayımlanmış. Derlemedeki parçaların çoğu ise Leopardi’nin sağlığında yayımlanmıştı.

Nietzsche, Öyküler’i okuduktan sonra, Leopardi’nin yüzyılın en büyük düzyazı ustası olduğunu öne sürmüştü. Gerçekten, biz de günümüzde Leopardi’nin tam anlamıyla bir çağdaşımız olduğunu görüyoruz. Anlatımında ince alaycılığa yer vermesi, konuyu abartmaktan kaçınması, konuşur gibi yazması, kendi kişisel önemini öne sürmeden ağırbaşlı olmayı başarması, Pasolini, Brecht ve Bulgakov gibi birbirine benzemeyen çağdaş yazarların birçok özelliklerini muştular.

GENÇ YAZARLARA / Thomas Bernhard


Siz genç yazarların ihtiyacı olan, hayatın kendisinden, yeryüzünün güzelliği ve düşkünlüğünden başka bir şey değildir; bu, babamın tarlası ve annemin duyulmamış dayanıklılığıdır, ruhunuzun mücadelesidir, bu mücadeleye sizi kendi açlığınız ve kendi düşkünlüğünüz itmelidir; bu, bir Verlaine’e ve Baudelaire’e “ilahi tarlalarda” eziyet eden şöhrete duyulan susuzluktur. Sahip olmanız gereken, sağlık sigortaları ve burslar, ödüller ve teşvik ikramiyeleri değildir; ruhunuzun ve bedeninizin vatansızlığıdır, her gün yaşayacağınız umutsuzluktur, terk edilmişliktir, soğuktan titremenizdir, her gün geri dönmenizdir; vaktiyle Wolfe, Dylan Thomas ve Whitman kadar muhteşem ve zavallı yaratıkları meydana getiren sadece o günlük bir ekmektir, şehirlerdir, manzaralardır, tozlanmaya karşı kazanımlarıdır; yeni, devasa nazımların yaratılması için saatbesaat kendini yiyen, eziyet görmüş, uslanmaz bir ömrün mesajıdır. İhtiyaç duyduğunuz şey; birinin ayağa kalkıp ölüp gittiği, yağmurun taşı yıkadığı ve güneşin işkenceye döndüğü her yerdedir.

Ya siz, halkımızın şairleri diye şımartılmaktan hoşlanan, müstakbel Toplu Eserler halinde çatlayan asfalt üzerinde yürüyen sizler neredesiniz? Neredesiniz? Hem sizin hem bizim için yalnız bir kez ele geçen ve daha tadına bakmadan dil üstünde kayıp giden zamanla ne yaparsınız?

Çetin ve yaman hayatın olduğu yerde görmüyorum sizi, bilakis asık suratlı orta sınıf memurların fiş bekçileri olarak, çevrecilik dairesinin veya kırdaki yahut şehirdeki bir kültür dairesinin iyi maaşlı danışmanlarının ayakçıları olarak görüyorum. Gözyaşı ve mizah olmaksızın, kendinizden ve çevrenizden nefret ederek; hayatın, ormanların, dağların, komşuların çok uzağında, şiirlerin çok uzağında kahvehanelerde oturup duruyorsunuz... Karakterinizi satmışsınız, fakirliğe karşı dizgınlenemez bir korkunuz var, düşüncelerinizden korkuyorsunuz, kötücüllüğünüzden korkuyorsunuz, hakikatten, kendi aşağılığınızdan, kendi büyüklüğünüzden korkuyorsunuz. Küçüklük karşısında, doktor unvanı karşısında, parti karşısında teslim oluyorsunuz, bugün belediye binasında, yarın eyalet gazetesinin kültür sanat departmanında; kamburlarınız tasvir edilemez; “nüfuzu” olan her berduşun önünde başınızı yerlere kadar eğiyorsunuz. Aynı zamanda sigortaların ve pragmatikleştirmelerin de çağı olan şiir holdinglerinin ve düzyazı tröstlerinin büyük çağını böylece siz yarattınız. Ama pragmatikleşmiş şairlerden ne beklenebilir ki? Ya P. ve L. kâğıtlarıyla bir anonim şirkete girip de sanayiyle yaptıkları ve kendilerine akademiler arasındaki bütün ödülleri taahhüt eden bir anlaşmayı cebe indirmiş sizin gibi pragmatikleşmiş şairlerden ne beklenir?

Thomas Bernhard Buydu! (1994)

@umidgurbanov

Deniz Meltemi / Mallarme


Bütün hazları tattım, kitapları okudum,
Ah, kandırmadı; kaçmak, kurtulmak istiyorum...


Şiir: Mallarme
Fotoğraflar: Ayvalık, Nisan 2018


Bütün hazları tattım, kitapları okudum,
Ah, kandırmadı; kaçmak, kurtulmak istiyorum.
Bir başka köpükle gök arasındaki o kuşlar
Orada şimdi kim bilir ne kadar sarhoşlar!
Deniz çekiyor, deniz, kim tutabilir beni;
Gözlerde aksi yanan o eski bahçeler mi?
Geceler! Mahzun ısığı mı yoksa lambamın,
Beyaz kağıda vurur, korkar dokunamazsın;
Ne o, ne de çocuğuna meme veren o taze;
Gideceğim, ey gemi, bilinmedik ellere.
Demir al, sallayarak direklerini. Sızlar
Yürek ümitle, ama sonra her şeyi anlar.
Belki de fırtınaları çağıran direkler,
Şu anda, rüzgarla gelecek ölümü bekler,
O zaman ne yelken, ne ümit… ama sen yine
Kalbim, gemicilerin sarkılarını dinle.


Çeviren: Orhan Veli Kanık


Felsefe / Edebiyat

Yetişme yıllarımda, Felsefe ile Edebiyat’ın eşit payları oldu. İlk ürünlerime doğrudan yansıyan bir durumdur bu. Zamanla, düşünme dilinin yazınsal dille çatışması, Felsefeye duyduğum ilginin ikincil bir düzleme inmesine yol açtı. Bir kopma değil şüphesiz, sözünü ettiğim: Bir mesafe alma sorunu. Bugün, Felsefeyle temasımın farklı bir boyut aldığı kanısındayım-. Artık ona Edebiyat’a bir biçimde zarar verebilecek bir alan olarak bakmıyorum. Şu da eklenebilir: “Sistem” filozoflarından çok “üslup” filozoflarına yakınlık duydum baştan beri; Schopenhauer’den, Nietzsche’den Deleuze’e uzanan bir çizgide.

Enis Batur


PAVESE


Nedim Gürsel'in Pavese üzerine yazdığı erken tarihli bir yazı (Yeni Dergi / Ekim 1973):

ÖLÜM GELECEK




Cesare Pavese'ye duyduğum ilk ilginin nedeni "ölüm gelecek... adlı şiirinin bende uyandırdığı çağrışım oldu.

Herkese bir bakışı var ölümün ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak dızelerini okuduğumda on yedi yaşındaydım henüz; — bundan beş yıl kadar önce "Yeni Dergi "nin intihar özel sayısında yayımlanmıştı bu şiir — o dönemdeki deneylerimle aşkın ölüme yakınlığını simgeleyen bu dizeler arasında bir bağlantı kurulabileceğini düşünmüştüm. Yaşam-ölüm ikileminin karşıtlıktan çok bir süreklilik oluşturması, bilinçaltındaki ölüm dürtüsünün aşk ilişkisine de yansıması, giderek histeriye dönüşme olasılığı, İstanbul'da aydın çevresine sokulmaya çalışan küçük burjuva kökenli birçok genç arkadaşım gibi beni de etkiliyordu. Oysa bu dizelerde duyarlık değil bir durum, hattâ o durumu aşan belli bir sorun sözkonusu. Bugün beni Pavese üstüne yazmaya iten de karşılığını bir gencin duyarlığında bulan çağrışımları anımsamaktan çok yazarın küçük bir ayrıntıda, bir "bakış"ta somutlaştırdığı ölüm imgesinin ardında yatan çağdaş gerçek oldu. Pavese'nin, kısa bir süre önce Türkçede "Yaşama Uğraşı" adıyla yayımlanan günlüğünü okurken dünyayla somut bağlar kurmaya çabalamış, yaşamı bütün nesnelliği içinde kavrayabilmek isteyen bir insanın ölümü seçmesinin nedenlerini düşündüm. Bu seçmeyi bazı özel koşullardan çok genel bir durumun, bir çağdaş sorunun — gerçeklikle ilişki kurabilme, dünyayı değiştirme sorunu — belirlediğine inandığımdan Pavese'nin intiharı üstüne değil, ama Pavese üstüne yazmak istedim. Önce şunu belirteyim bir yazarın kişisel serüveni yarattığı dünya açısından ilgilendiriyor beni. Bu dünya insan bilincine yabancı kalmadığı, tarihin itici gücü olan sınıf çatışmasında geleceğe dönük yerini aldığı ölçüde yazarın bireysel deneyi insanlığın ortak deneyine bir katkıda bulunabiliyor. Pavese'nin yapıtına da, onu birey olarak çöküşe götüren varoluşunun kafamızda uyandırdığı sorulara da bu anlayışla yaklaşmak gerekir sanırım. Yoksa her kişisel edimi toplumsal gerçekliğin dışında, benzersiz ve anlamını yalnız kendi içinde taşıyan kapalı bir birim olarak değerlendirme yanlışına düşeriz. Bu da doğruluk yönünden geçersizliği bir yana bireyi sınıf çatışmasının, toplumsal ilişkilerin dışında ele alan idealist bir aydın tavrıyla bütünleşmek olur.




https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/10/arture -cesare-pavese.html


PİEMONTE TEPELERİ

26 Mayıs 1938'de Pavese günlüğüne şunları yazmış:

“Yazdıkların için zengin bir kaynak bulduğun tek dönem 6-15 yaşların arasındaki yıllardı. O zamanlar belli bir olgunluğu ve havası olan hikâyelerle şiirler hemen aklına geliyordu, bunun nedeni de şuydu o yıllarda, bir dana gibi ilgisiz, ama 'dünyada', çevrendeki dünyanın bir parçası olarak yaşıyordun. Benliğin dünya ile arandaki gündelik bağlara ilgi duyuyor, seninle dünya arasındaki duygu alış-verişini etkilemiyordu."

Burada "dünyada olmak" bir anlamda insanın kendisini nesnelerle özdeşlemesidir. Çocukluğunu geçirdiği Torino yakınlarındaki San Stefano Belbo köyünü çevreleyen doğa, özellikle de tepeler Pavese'nin yapıtı için tükenmez bir esin kaynağı oldu. Yaşamı boyunca içinde taşıdığı çocukluğu dünyayla arasına giren uzaklığa bir misilleme gibiydi. Çünkü dış dünyanın bir parçası olmak, kendini yaşamın içinde duyabilmek ancak, gerçekliğin her türlü yanlış bilinçlenmenin dışında algılanabildiği çocukluk döneminde mümkündür. Oysa dış dünya bir nesne olarak kavrandığı ölçüde, yani insanın kendisini dışta tutabildiği sürece nesnel bir gerçeklik kazanabilir. Ama bir de, bu nesnel gerçekliğin oluşturduğu bir iç dünya, yani "varlık"ın belirlediği "bilinç" var. Her birey gibi Pavese'nin de yaşamına yön veren, başka bir deyişle onun varoluşunu çizen bu "dış" ve "iç" karşıtlığının oluşturduğu dinamiktir. Ne var ki, içinde yaşadığımız sınıflı toplumda bu karşıtlığın dengeli bir çözüme ulaşamaması bazı dirençsiz kişilerde yaşamdan çok ölüm eğiliminin ağır basmasına yol açabiliyor. Belirli koşullar yüzünden kişinin iç dünyasının aşınması, bireyin nesnel gerçekliğin yankısını duyurabileceği bir iç ortamdan yoksun kalması yaşama direncini azaltıyor ister istemez. Pavese'nin dünyasına yaklaşmak isteyen herkes bu soruna değinmelidir, bence. Çünkü yazarın yapıtıyla kişisel serüveni arasındaki ilişki ancak bu açıdan bir yaklaşım denemesiyle ortaya konabilir. Hele sözkonusu yazar yaratıcı eylemini "ben"le "ben olmayan” arasında gidip gelen. bu yüzden acı çeken, en sonunda her ikisinin de dışına düşen bir bilinç aracılığıyla gerçekleştirmişse.

"Tepelerdeki Şeytan”ın  bir yerinde romanın başkişisi Poli şöyle der "İnanılır şey değil, içimizdeki en eski ruh çocukluğumuzdan kalmış bize. Hep çocukmuşum gibime geliyor. Çocukluk edindiğimiz en eski alışkanlık olmalı"’ (s. 280).

Pavese'nin yapıtlarındaki dünyayı Piemonte bölgesiyle sınırlandırması yazardaki çocukluk özleminden çok, iç dünyasına. imgelem gücüne kaynaklık eden ilk gerçekliğe sıkı sıkıya sarılmasından geliyor. Tinçözüm (psychanalyse), psikozu çocukluktan kalma özlem ve hayallerin yetişkin insan ”ego"sunu kaplayıp iki dünya arasında uzlaşma olanağının bütünüyle ortadan kalkması olarak tanımlar. Amacım Pavese'nin tinsel yapısını freudçü bir yöntemle inceleyip bazı tartışma götürür sonuçlara varmak değil. Ben yalnızca yazarın "Köyün kente, doğanın insan hayatına, çocuğun adama dönüşmesi" olarak nitelediği şiirlerinde, daha sonra yazacağı öykülerin hemen tümünde ve romanlarının çoğunda ele alacağı çocukluk temasının aslında bir kişiliğini bulma — kendisi olma — sorunuyla olan bağlantısına dikkati çekmek istiyorum.

 "Benim bile, konusu Piemonte'ye bağlı olmayan bir şiir yazabilmem gerekir elbet. Gerekir ama, bugüne kadar yazamadım böyle bir şiir. Kökleri doğuştan çevreme bağlı olan imgeleri özümlemekten öteye geçemedim demek ki. Başka bir deyişle, şair olarak sanatımda bir kör nokta, istemediğim, ama bir türlü de yok edemeyeceğim, elle tutulur bir sınırlılık var. Gerçekten nesnel bir tortu mu bu. yoksa kanıma karışmış vazgeçilmez bir şey mi?" 

Edip

Oruç Aruoba, 
Edip Cansever'i anlatıyor:



Hep yalnız oldu - bu da doğruydu.

Kendisi gibi oldurdu şiirini de: Yalnız ve doğru...

*

Kendisi gibi, şimdi en sevdiği yer de yok: Bebek Gazinosu’nun önünde, Boğaz’a çıkılmış platformun üstündeki barda ziyaret ederdim onu, esintili yaz ikindilerinde.

Başlangıçta mesafeli bir nezaketti takındığı - kimdim ki ben?... Ancak sonraları biraz açmıştı kendini.

Söylediklerinden birçoğu aklımdan gitmiyor - özellikle de biri: ‘Alkol ve şiir’ gibi bir şeyler konuşuyorduk - galiba Turgut Uyar’ın ardından ortaya çıkan pis kara çalma açmıştı konuyu. Bir durup düşündü, gözlerini dalgalardan ayırıp bana çevirdi; sakin ve kuşkuya yer bırakmayan bir sesle, şunu söyledi:

“İçkiliyken tek bir dize yazmadım.”

Sonra yazma biçimini anlattı: Sabahları, kahvesinden sonra, öğleye kadar...

Her şeyin alkol parantezine alındığı ‘modern-entelektüel’ dünyada bir ayıklık odağı oluşturmuştu kendine - ve şiirine.

*


Olanaklar oluşturdu - yaşadıklarından ve yaşayamadıklarından; “bir yeni biçim ekle(di) insan olacağa”: Kendini...

Türkçe şiirin hep kurumlaşmaya; ‘ideoloji’ ya da ‘ekol’ olmaya yönelik eğilimlerinden uzak durdu: “İnsan olacağın” kendi kendinde sınadığı olanaklarını -ve olanaksızlıklarını- şiirleştirdi. Sahiciliğin odağıydı, o odak.

*

“Öyleyse ben nasıl bir şeyim ki, bilmem ki

Bildiğim, dünyanın adamakıllı yansımış bir parçası olmalıyım
Yani gerekli bir olmanın yüküyüm sanki.”

Bu “yük”; bu “çok ağır bir yük”, kendi taşıdığı kendisiydi - “hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı

“Bir çağda”, “bütün eksik kalmaların 
Sessiz ve ünü olmayan bir tanığı” olmanın yükü.

Hiçkimselerin ilgilenmediği
"Bazı olayların tarihçisi" gibi hissettiği oldu kendini: Yalnızca kendi "olma"sıyla ilgili düşüncelerini, oysa, imgelere dönüştürüp şiirleştirirken, dünyayı yansıtıyordu.

Yakup'tan başlayarak temel bir gelişme çizgisi, şiirini kişi-imgeler çerçevesinde kurmak oldu: Hiçbir kurumlaşmaya oturmayan, hiçbir toplumsal yeri olmayan kişi-imgeler. Yalnızca yaşamanın yükünü ve acısını; bazen de sevincini ve neşesini taşıyan kişiler. Buna, baştan beri izleri görülen, ama sonradan son kitabının odak noktası olan bir katıldı: Otel...

Kişilerin - yolcuların: Gezginlerin gelip gittiği geçici yaşam yerleridir oteller: Onların yazgısıdır; kişiler, gelirler ve zorunlu olarak geçicidirler; geçip giderler.

Bu imgeyle yaklaştı yaşama ve kişilere: Son yazdıkları, bir otelin bahçesinde, bazı imge kişiler arasında oluşan; tiyatro oyununu andıran bir dramdı.

"Gelmek", "geçmek", "gitmek" fiilleri ağır basıyordu. ‘Dize’ ve ‘replik’ arasındaki fark neredeyse yitiyor, karşılıklı ‘diyalog’ içinde birbirlerine şiirler okuyordu, kişiler. Sonunda da, oyunların sonuna konan büyük bir “BİTTİ”...

*

Edip Cansever’in yapıtı, ölümünden sonra, ‘bütün'lendi, ‘cilt’lendi. Sonraki kuşak(lar) bu yapıtta neler bulacaklar, ondan neler alacaklar onu ne yön(ler)de ileriye götürecekler, şimdiden bilinemez; ama, şimdiden belli olan bir şey varsa, bu ’alıp götürme’nin hiçbir kurumlaşma yönelimi taşımayan kişiler için söz konusu olabileceği ancak; ancak tek başına ve kendi kendine oluşacak şiir girişimleri için yol gösterici olabilecek.

Onun gibi olanlar, onda kendilerini bulacaklar.

*

Hep yalnız durdu - bu doğru muydu?

SANATÇI / GOTTFRIED BENN



SANATÇILAR DÜNYAYI 
DEĞİŞTİREBİLİR Mİ?
GOTTFRİED BENN

Çeviren : Kâmuran ŞÎPAL


A.: Şimdiye değin bir yığın yazınızda sanatçıyla ilgili olarak aşağı yukarı şöyle bir görüşü savundunuz: Sanatçının zaman üzerinde hiç bir etkisi yoktur, sanatçı tarihin akışına karışmaz, özünden ötürü yapamaz bunu, tarihin dışında bulunur. Bu biraz saltık bir görüş değil mi?

B.: Sanatçı parlamentoyla, belediye işleriyle, arsa alım satımıyla, hasta sanayi ile ya da beşinci toplumsal sınıfın kalkınma sorunuyla ilgilenmelidir diye mi yazayım isterdiniz?

A.: Ama sizin bu yadsıyan görüşünüzü paylaşmayan ve zamanın bir dönüm noktasında bulunduğumuz kanısından yola koyularak; yeni bir insan tipinin oluştuğu, baştan başa değişik ve daha mutlu bir geleceğe götürecek yolun yazılıp çizilerek gösterilebileceği görüşünden kalkarak çalışmaya koyulmuş bir hayli ünlü yazar var.

B.: Daha iyi bir geleceği tasvir etmek mümkün tabiî. Her vakit düşçü yazarlar çıkmıştır, sözgelişi Jules Verne  ya da Swift. Zamanın dönüm noktasında olduğumuza gelince, zamanın habire değiştiğini, boyuna yeni insan tiplerinin oluştuğunu, insanlık şafağı ve nurlu sabahlar gibi sözlerin yavaş yavaş efsanevî bir sağlamlık ve düzenlilikte deyimler haline geldiğini şimdiye değin tekrar tekrar göstermeye çalıştım yazılarımda.

A.: Demek oluyor ki, sanatçının günlük sorunların tartışılmasına herhangi bir katılışı doğru bir davranış değil sizce?

B.: Bana göre bir heveskârlıktır. Bakıyorum da kimi yazarlar 218. maddenin, kimileri de ölüm cezasının kaldırılması için uğraşıp duruyor. Aydınlanma’dan beri toplum içinde görülen bir tip yazarlardır bunlar. Çalışma alanları, Voltaire’in Calas için giriştiği ünlü savaşla Zola’nın J’accuse ünü  andıran yerel (mevziî) uğraşılar ve düşünce özgürlüğüne yönelmiş çabalardır.

Â.: Siz de bu yolda bir yazarlığı sanat sınırları içerisine sokmuyorsunuz demek ?

B.: Tecrübeler böyle bir yazarlığın binde bir sanat sınırları içerisine girdiğini göstermiştir. Çalışmalarını uygarlığın deneysel kuramlarına yöneltmiş olan yazarlar, dünyayı gerçekçi bir açıdan duyan, dünyayı maddi bir kılık altında görüp üç boyutlu olarak etkinliğini hissedenlerin tarafında yer alır; teknisyenlerin, savaşçıların, sınırları yerlerinden oynatan ve yeryüzüne teller çeken ellerle ayakların tarafına geçer, yüzeyde kalan, tesadüfi değişimlerin çevresine girerler. Oysa sanatçı, ilke olarak, bir başka çeşit yaşantı sahibidir; pratik etkisi olan ve kalkınma sorununa hizmet eden kompozisyonların değil, daha başka türlü düzenlemelerin ardından koşar.

A.: Teknisyen ve savaşçı dediniz, yani size göre dünyayı yalnız bunlar mıdır değiştiren?

B.: Dünyanın değişebilecek olan yanını. Teknisyen ve savaşçının üstünde bir deyim olan bilgin deyiminin, sanatçının tamamen ve taban tabana karşıtı olduğunu söylemek isterim. Varı yoğu, sözde genel bir geçerliliği öne sürülen, ama aslında yalnız fayda sağlamaya yarayan bir mantıktır bilgin kişinin. Bilginler, denenebilme herkesçe öğrenebilme ve değerlendirilebilme gibi halkın sevdiği tasarımları geniş ölçüde benimseyen bir gerçek kavramının tutunmasına yol açmışlardır, ortanın üstünlüğünü sağlama amacı güden bîr ahlâkın propagandasını yaparlar. Sanatla bilimi her vakit bîr çırpıda söyleyivermekten başka bir şey öğrenmemiş bir ulusun, sanatçıyla bilgine her vakit yanyana yer veren Aydınlanma'nın bilgeliğine ister istemez açgözlülükle sarılacağını ve gerçekten büyük çapta yaratıcı bilginlerin yetiştiği bir yüzyılda haydi haydi bu davranışa yöneleceğini bilmiyor değilim. Ama bildiğim daha başka şeyler de var: Bir pazar kalkıp Berlin'in 160 kilometre kuzeyindeki Büyük Seçmen Prens'in topraklarına, Fehrbelen’e  gidin. Büyük Frederik'e ait yerlere gidin; bir arazi göreceksiniz, cılız ve kuru, dünyada anlatılacak gibi değil, yoksulluk ve darlığın ta kendisi, nedensellik güdüsünün gerçek yuvaları. Bu yerlerde, çiftlik sahipleri ve muhtarların etkisinde işe yararlılık ilkesini renksiz duygularına temel edinmiş bir halkın neden Penthesilia yazarına sıkıcı ve küstah bir yazar olarak baktığını anlayacaksınız.

A.: Yani Penthesilea'nın büyük bir sanat eseri olduğunu, ama ne siyasal, ne toplumsal, ne de kültürel bakımdan en ufak bir etki yaratmadığını mı söylemek istiyorsunuz ?

B.: Evet, budur söylemek istediğim. Ayrıca, Penthesilea'dan sonra en büyük Alman sanat eseri, yani Heinrich Mann’ın Die kleine Stadı da örnek olarak gözlerimizin önünde. Bu eser de, üslûp bakımından bile olsa, en ufak bir etki yapmış değil. Bunu ancak şöylece ifade etmek mümkün: Sanat eserleri görüngü (fenomen) dünyasının malıdır, tarihsel bir etkileri yoktur, pratiğe gelmezler, zaten büyüklükleri de buradadır.

A. : Ama bu düpedüz nihilist bir sanat görüşü değil mi?

Günlük Tutmak / Virginia Woolf


20 nisan 1919 (Paskalya günü, pazar)

Defoe üzerine uzun bir denemeden sonra üstüme çöken tembellikle günlüğümü çıkardım, okudum. Kişi kendi yazdıklarının üstüne bir çeşit suçlu dikkatiyle eğiliyor. Açık söyliyeyim, çoğu zaman gramer kurallarını hiçe sayan, bazı kelimeleri değiştirilmek için haykıran, yontulmamış, gelişigüzel üslûbu azıcık canımı sıktı. Acaba hangi kişiliğim, çok daha iyi yazabileceğimi, böyle ıvır-zıvırla vakit kaybettiğimi, yabancı gözler önüne serilmesinden dikkatle kaçınmam gerektiğini söylüyor? Bir yandan da günlüğümü övmekten kendimi alamıyorum. Aceleci, savruk, rastgele ama sırasında turnayı gözünden vuruyor. Daha doğrusu böyle kendim için yazma alışkanlığı iyi bir idman. Oynak yerlerimi gevşetiyor. Eklere, sendelemelere aldırmamak. Bu hızla giderken amaca en kısa yoldan saldırmam gerek. Kalemimi mürekkebe batırıncaya kadar kelimeleri yakalamalı, işime geleni seçmeli, gelmeyeni fırlatıp atmalıyım. Son yıl boyunca profesyonel yazılarımda akşam üstü çayından sonraki bu yarım saatlik karalamalara borçlu olduğum bir rahatlık seziyorum. Günlüğümün ulaşabileceği biçimin kocaman gölgesi dikiliyor karşıma. Gitgide bu gevşek yaşama birikintisini nasıl kullanacağımı öğrenirim belki, hikâyede, romanda çok daha bilinçli, çok daha dikkatli kullandığım ham maddeyi yepyeni, bambaşka bir biçime sokabilirim. Günlüğümün nasıl olmasını isterdim? Gevşek örülmüş ama sallapati, değil, aklıma gelen ciddî hafif ya da güzel herhangi bir şeyi içine alabilecek kadar esnek. Günlüğüm kişinin eline geçeni çekmecelerine tıkıştırıverdiği eski, geniş bir yazı masasına ya da bir sandığa benzesin isterdim. Bir iki yıl sonra geri dönüp biriktirilen şeylerin kendiliğinden düzene girdiğini, bölümlendiğini, güzelleştiğini, bütünleştiğini görmek isterdim. Deniz dibindeki çöküntülerin esrarlı bir şekilde biçimlenivermesi gibi. Hayatımızın ışığını geçirecek kadar saydam, gene de bir sanat yapıtının uzaklığını, ayrılığını sezdiren devamlı, durgun, duru bileşimler.. Eski defterleri karıştırırken sansür kesilmemeli, içten geldiği, akla estiği gibi yazmalı. Çalakalem çiziktirdiklerimin üstünden geçerken, asıl anlamı, zamanında gözüme çarpmıyan yerlerde buldum. Ama yazıda gevşeklik çarçabuk dağınıklığa, pasaklılığa dönüveriyor. Kaydedilmesi gereken bir kişi ya da olayla yüzyüze gelmek için biraz çaba ister. Kalemi büsbütün başı boş bırakmağa gelmez. Sonra Vernon Lee gibi şapşal, düzensiz olur kişi. Onun oynak yerleri bana göre fazla gevşek.


Pazartesi, 25 ekim 1920 (kışın ilk günü)

Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanıbaşından geçen daracık bir yol gibi? Aşağıya bakıyorum. Başım dönüyor. Sonuna kadar nasıl yürüyeceğim? Neden böyle duyuyorum acaba? Ama ağzımdan çıktı ya bir kere, duymuyorum artık. Ocak yanıyor. «Dilenciler Operası» nı dinliyeceğiz. Üstümde bir eziklik var. Bir güçsüzlük, etkisizlik, önemsizlik duygusu. Burada Richmond’da oturuyorum. Bir tarlanın ortasına dikilen lâmba gibi ışığım karanlıklar arasında kayboluyor. Yazdıkça melankolim dağılıyor. Öyleyse niçin daha sık kâğıda dökmüyorum derdimi? Bir kere insanın gururu engel oluyor.'Kendime bile başarılı bir kişi diye yutturmak istiyorum kendimi. Gene de üzüntümün derinliğine inemiyorum. Sebep ne? Belki çocuksuzluk, dostlardan uzakta yaşamak, fazla boğaza düşmek, yaşlanmak. Nedenleri, niçinleri fazla düşünüyorum. Kendimi fazla düşünüyorum. Zamanın etrafımda kanad çırpması hoşuma gitmiyor. Tabiî çalışmak var. Ama çalışmaktan da beziyorum. Bir oturuşta fazla okuyamıyorum. Bir saat yazmak yetiyor. Buraya kimse hoşça vakit geçirmeğe gelmez. Geldikleri zaman da cinlerim başıma toplanır. Londra’ya inmek uzun iş. Nessa’nın çocukları büyüyor. Onları çaya çağıramam, hayvanat bahçesine götüremem. Cep harçlığım neye yetiyor ki? Bunlar önemsiz şeylermiş. Beni buna inandırıyorlar. Bazen yaşamanın ta kendisi gibi geliyor bana. Bizim şu karabahtlı kuşağımız. Hangi gazeteyi açsan koca koca başlıklarla kara haberler veriliyor. Bu öğleden sonra MacSwiney, İrlanda’da karışıklık, en azından grev! Mutsuzluk her yerde, hemen kapının ardında, ya da budalalık, mutsuzluktan da beter. Gene de ısırganotunu etimden çıkarmak elimde değil. Jacob's Room’u yazmanın dokularımı yeniden canlandıracağını seziyorum. Ama şimdi yazdıklarım hoşuma gitmiyor. Her şeye rağmen ne kadar mutluyum. Yalnız, bir uçurumun yanıbaşındaki daracık yolda yürür gibi olmasam.


bak:
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/02/virgina-woolfun-gunlugu_6.html


Mektup Yazmak



Mektup yazmak yüce bir ödev, yaşantıyı biçimliyen bir gereklilik. İnsan geriye bakarak günleri, yılları aşar, sonra da kendine sorar: neler yaptım ben şimdiye dek? Cevap verir: mektup yazdım! Peki ya, neler yitirdim bu yüzden? Birçok karşılık verilebilir buna: hayatı, bir saati aşan sevmeleri, gülmeyi sonra, gezintileri, yıldızlı göğü, okumakla geçirilecek bir akşamı, satrancı, eğlentiyi, kalemi başka yollarda kullanmak olanaklarından en az birkaçını. Yazılmamış öykülerden, şiirlerden söz açmıyorum: gerçekten biçime varmak istiyenin, ışığa koşması önlenemez. Ama «günlük» e gelince örneğin, mektupların yüzünden en yoksul başlangıçlardan öte gidemedi yirmi yıldan beri. Kaç kez güzel ciltli bir defter, önümde günlük olarak hazır durdu, kaç kez birkaç yapraktan sonra alınyazısı değişiverdi; saymak istemiyorum. Sonunda, akıllanınca kişi, vazgeçiyor bundan, öz-söz-lerle günün getirdikleri yazılan bir nöbet defteri tutmakla yetinir oluyor; şöyle örneğin:

«17 ocak. Durgun bir sabah, tam çalışmak için. Akşam üzeri Bettine D. Tauwind geldi. Tıp duruşmasıyla ilgili inceleme okundu. Sonra köye. 'Hermann hasta. Kanser olabilir. Sonra bir kez daha, Daphnis ile Chloe’ye kapıldım, yine sarıcı. İkiye dek mektuplar. «İkiye dek» —gecenin ikisine dek tabiî—. «Mektuplar»: 

Bu durumda nasıl başka eser yazılsın? Yıllar boyu böyle gitti bu. Hayır, bizden sonrakiler —bütün suçlu sevincimizle alalım şu yüce «bizden sonrakiler» sözünü— şöyle böyle okunabilir bir günlükten yoksun kalacaklar, ama çağdaşlar da dürüst bir mektup yazarı kazandılar buna karşılık.

Bunun nedenleri, hayat koşullarıdır yalnızca; birinin yaşantısı herkesin yaşantısıdır. İnsan erkenden evden ayrılmıştır, ve —ister istemez— mektup yazmak zorundadır- Pazarları kısa haberler ya da haftanın olayları: sınıfla yapılan gezi, kompozisyon notu, hastalık ve arkadaşı görmeğe gidiş; doğum günlerinde şu ilkönce karalaması yapılan güzel mektuplar; bayramlardan sonra ise, hani haklarında Albert Schvreizer’in bir sürü gerçek, şaşılası şeyler yazdığı teşekkür-nameler. Kutlu ana babamıza mektuplardı bunlar, kardeşimize, belki birkaç akrabaya, arkadaşlara. İşte bu sırada arkadaş mektupları önem kazandı birden. Bizim kuşağın çocukluğu ve gençliği, savaşta, ilk Dünya Savaşında geçmişti; o zamanlar sahra postası mektupları çıktı ortaya: kimse onların sonradan bizim için ne demek olacağını düşünmedi o zamanlar. Savaş bittiğinde çocukluğumuz da hemen hemen bitmişti. - Mektuplaşma gittikçe, çevremize girmiş, şu ya da bu yaşlının karşısında başarılmış, kendi kendimizle bir hesaplaşma, böylece de önemli bir kazanç halini almıştı. Hemen sonunda da ona buna tutulmalar; mektuplardan, kâğıt parçacıklarından, itiraflardan ve yankılardan başka kurtuluş yolu görünmüyordu ortalıkta. İlk kez lâmba geceyarısından sonraya dek yanık kaldı, mektup yazmak bir iş oldu, bu sözü hak eden bir iş. Gönlün işi; yönetmenin yaptığı gibi yapılamazdı bu iş; «Yazınız kızım: - Sayın Bay!..» Şunun bilinmesi gerek: mektup yazmayı bitirmek sözü barbar bir dünyadan geliyor. Bitirmek sözcüğü bitirmek eşittir öldürmek düşüncesini korkulu bir yakınlığa getiriyor hemencecik. Hayır, nice zaman ayırırsak ayıralım, mektup yazmayı ikinci derecede bir iş olarak görmemeliyiz. Mektup yazmıya koyulan, yaptığı işin, hiç olmazsa bir noktada dünya yalnızlığını kırmak, yer ve zaman uzaklığını yüreklice yenmek denemesinden daha az önemli olmadığını bilmelidir. Engeller sezilecek, gerilimler, tedirginlikler, yabancılıklar, yanlış anlamalar olacak. Mektup yazan ise bu, durumda edindiği her şeyi, işi için bir araya toplıyacaktır: düşünüş gücünü, ölçüyü, değer duygusunu, inceliği ve mizahı, ruh ve sevgiyi. İyi mektup, ancak kendisini her şeyiyle birleştirebilen bir insanın başarısıdır; bu durumda ona, şu ya da bu mektup için nice zaman harcadığı sorulduğunda o: «Kırk beş dakika ve bütün hayatımı» gibi bir karşılık verirse, bu aşırılık ve ölçüsüzlük değildir.

Albrecht Goes

ilgili okumalar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2017/09/Mektuba Ağıt
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/05/mektup-sanat.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2017/09/çığlık mektuplar

bir de Nietzsche:

Kitap yazmayan, çok düşünen ve yeterli toplumsallık içinde yaşamayan birisi, genellikle iyi bir mektup yazarı olacaktır. https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/01/deha-tapns-kibirdendir-nietzsche.html

Hart Crane'den Mektup



Hart Crane

(1899 - 1932)


BABASINA

Brooklyn, New York 3 Aralık 1925

Sevgili Baba... 

Son altı haftadır sokaklarda sürtüyorum ve durmadan sorguya çekilip, kuşkuyla bakılıp, birçok iş yerinden geri çevriliyorum. Pek çok yerde bana verilecek iş yokmuş. Dahası, reklam hazırlayıcılığını bile bir yana bırakarak haftada yirmi beş (dolar)lık işlere bile indim, gene de bir şey yok. Ayakkabılarım su alıyor, ceplerim bomboş; başkalarının da ceplerinin boşalmasına epey katkım oldu. Aslına bakarsanız umutlarım biraz kırıldı. Bu öğleden sonra, saygı duyduğum pek çok kişinin yaptığını bildiğim, ama nedense daha önce hep kaçındığım bir şeye boyun eğiyorum. Geçenlerde bir ressam arkadaşıma Paris’te çalışması için beş bin dolar vermiş olan uluslararası bir bankacıya yazıyor ve kışı, yaşamın daha ucuz olduğu, bir gün önceden beynime işkenceye başlamadan biraz yaratıcı çalışma yapabileceğim, kent dışı bir yerde geçirebileceğim ölçüde para vermesini istiyorum. İsteğimi geri çevirirse ya şu sıralar kitabımın önsözünü yazan ve bana yardım etmekten kaçınmayacak olan Eugene O’Neill’den isteyeceğim ya da tayfa yazılacağım bir süre için... çünkü bu büro işlerinin insanı aşağılayan tek düzeliğinden bıktım gerçekten; ayrıca bugün yarın işten de ayrılmak zorundayım. Kent dışında olunca haftada on dolara kolaylıkla yaşarım; uykum düzelir, sağlığım yerine gelir, kafam aydınlanır. Şimdiden, burada, Connecticut’a yakın, on dönümlük bir yer aldım, yakında bir kulübe kurduracağım, tavuklarım da olacak. Görüyorsunuz ya, yaşamıma değgin tasarılarım var. Bunların büyük tutkular olmadığını düşüneceksiniz belki, ama benim için önemli bunlar. Cleveland’a son geldiğim sırada Dr. Lytle’nin dediği gibi, “Mutlu olmadıktan sonra azın çoğun ne önemi var?” Ve şimdiye dek, söylediğim her sözü tartarak kullanmaktan, pek saygı duymadığım kimseleri mutlu etmeye çalışmaktan, onlara yağ çekmek zorunda kalmaktan bir tek güzel günüm olmadı burada.

Umarım bugünlerde yazıp bilgi verirsiniz kendiniz üzerine. 
Lütfen tartışmayalım bundan sonra.


Çeviren: Güven TURAN

Emily Dickinson'dan Mektup


Emily Dickinson
(1830 - 1886)


Gerçek, öyle az bulunan bir şey ki anlatmanın tadına doyulmuyor. Ben, yaşamakta coşku buluyorum; sırf yaşamak duygusu yeterli değil. İnsanların çoğu, nasıl olur da düşünmeden yaşar? Yeryüzünde bunca insan var - sokakta birçoğunu görmüş olsanız gerek - nasıl yaşıyor o insanlar? Sabahleyin giyinmek için gerekli olan gücü nerden buluyorlar?

Okuduğum bir kitap vücudumu hiç bir ateşin ısıtamayacağı kadar ürpertirse onun şiir kitabı olduğunu iyi biliyorum. Kafam yerinden kopup gitmiş gibi bir duygum olursa onun şiir olduğunu biliyorum. Ancak bu yoldan anlayabiliyorum. Başka bir yol var mı ki ?

İŞSİZLİK / ORHAN VELİ

İşsizlik kötü şey vesselam. İşsizliğin kötü olduğunu da yalnız aç kaldığım zamanlar düşünüyorum. Can sıkıntısından bunaldığım sıralarda da düşünsem ya. Olmuyor. Bu bahçeye de hep böyle zamanlarımda gelirim. Neden acaba? Etraftakilerin de çoğu işsiz. 

Bu bahçe sadece kaderleri bu yolda ortak olanları mı çekiyor dersiniz. Olabilir. Vakit öğleyi geçiyor. Açlıktan bahsettim ama pek de aç değilim. Bununla beraber, neden bilmem, etrafımdakilerden utanıyorum. Herkesin yemeğe gittiği bir saatta benim, parasız, pulsuz buralarda dolaşmam bir suçmuş gibi geliyor bana. Boş sıralardan birine oturdum; düşünmeye başladım. Bereket versin sigaram var. O da olmasa felaket.

...

İlkin 1949'da Yaprak dergisinde yayınlanmış
Orhan Veli'nin İşsizlik isimli kısa öyküsü,
devamını Issue'ya yükledim: