Melankoli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Melankoli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Melankoli ve Hiç


Melankoli hem varlığın handiyse karşı konulmaz çekiciliğini hem de hiçliğin acılığını duyumsar. ... Hiçlik, demek ki var olanın saltık yitimi içinde varlığın saltık yıkımı: var olmayan - hiçlik. O görmüştür ki var olan her şey hiçliğe doğru gider. Güzel olan her şey yok olur. Zevk kalıcı değildir. Seyir halinde bir lütuf anında tadına bakar o yalnızca - sonra günün birinde gül solar...


Melankoli'de Hiç konuşur. Önce yıkıcı negatif olarak ki zorla öyledir. Dünyanın görünümlerini ve her türlü insan çabasını anlamsız kılan şey olarak. Gravürün açıkça sölediği budur işte. Ama melankoli yalnızca bu saptamadan oluşmaz. Onda bir gece çekiciliği, hafif bir büyüleyicilik de vardır. Var olanın öngörülebilir yitirilişi, sonuçtaki yıkımı, her şeye karşın varlık zemini üstünde, dolayısıyla da bir bölümüyle pozitif olarak duyumsanır. Yararsızlık, bu zemini etkiler, gizlice işler, ama bir yandan da özgürlüğüne kavuşturur. Sağlamlığını sarsar, ama hafifleştirir de onu, akışkan hale getirir, biraz uçucu, bu nedenle de daha az sarp, istediğinde daha az ısrarlı kılar. Hoyrat zorunluluğunu yumuşatır. Yok olacağını bildiği için, bambaşka -daha şimdiden madde dışı- bir ağırlık verir onun orada oluşuna. Gerçekte ne olmaktadır melankolide? Büyük olasılıkla şudur olan: Söylediğim o sınanmış boşluk, yalnızca varlık ufkundan yola çıkarak manzaranın içine sızar, ansızın birleşir onunla. Var olandan başka hiçbir şey’in hiç'i, kendinden başka hiçbir şey olmayanın-ki, başka hiçbir şey’e sıkı sıkıya bağlıymış duygusunu verir, neredeyse elle tutulabilir ya da en azından kendi içinde yaklaşılabilir duruma gelir. Üstelik yalnızca kıyılarında değil, doğrudan iç yapısında. 

Melankoli, dünyanın yok olacağını bilir ve bu boyutta yaklaşır ona. Görünüşte çok sıradan bir şey bu. Ama dünyanın yok olacağını bilmek ve bunu bilerek onun üstünde yaşamak, sanıldığı kadar çok görülen ve basit bir şey değil. Dünyanın yok olacağını biliyoruz bilmesine, ama şu an değil bu, şimdi’nin içinde değil. Geçip gideceğini biliyoruz, ama sonra olacak bu; her şeyden önce olasılığı az bir sonra; tıpkı kendi ölümümüz gibi. Açılmış, tüm güzelliğini takınmış güle solacak, buruşuk, solgun yaprakları günün birinde yerlerde sürüklenecek güle gittiğimiz gibi gitmeyiz. Gülün geçici olduğunu, sonrası için değil şimdi ve hemen önünde olduğunu bilmek, bambaşka ve çarpıcı bir bilgidir. işte buna davet eder bizi melankoli, kendi kendinin ucuna dek gidersek.


Gül'ün ölümlü olduğunu bilmek ne demektir? Öncelikle ve kuşkusuz, onu bütün güzelliği içinde, herhangi birinin bildiği gibi, gül olarak bilmek demektir. Ama -nasıl söylemeli?- istemeden bilmektir bu. Sevmek, ama onu var olmaya bırakarak düşünsel düzeyde bile olsa kopartmadan sevmek. Onu seyretmek; ama istek duymadan, tüm başka güzelliklere baktığımız gibi seyretmek. Melankoli’yse her türlü isteği ortadan kaldırır. Erk’in doymak bilmez, durmak bilmez işlevini de askıya alır böylece. Ölümlü gülün bilgisi, Erk’in söylemi dışında bir bilgidir. Onun işlemediği bir alanda ortaya koyar kendini. Onun egemenliğinin, o aldatıcı egemenliğinin dışında, gözü açılmış... Evet gözü açılmıştır melankolinin, uyanıktır; öncelikle bu anlamda ve onu gerçekliğine taşırsak, yalnızca bu anlamda.

Böylece, bu var olmaya bırakma zemininde kendini Erk’ten belirgin biçimde ayırırken onun maskesini de düşürür ve aynı zamanda hem güle hayranlıkla bakar, hem de yok olacağını bilir. Gülü gül olarak var olmaya bütünüyle bıraktığı ölçüde daha kolay bilir ve duyumsar bunu. Böylece Erk’i iki kez mat eder. Ne olduğunu bilerek uzakta tutar onu: Evet erktir o, güzellik ve güç içinde devinen, ama günün birinde negatifin eline düşecek işleriyle tehlikede bir erk; aynı zamanda hem hayranlık verici, hem geçici, ve yalnızca yazgısal; Erk’tir, çünkü yazgısaldır.

Sonuna dek götürüldüğünde, son siperlerinde -doğru seçilmiş bir sözcük bu- melankoli. başka bir uzamı açmaktadır artık: Dürer’in gravüründe yarıda bırakılmış o soldaki boşluğu. Yapıt bu boşluğa doğru açılmaktadır ve hiçbir şeye bakmayan Melek’in gözleri, her şeye karşın bu boşluğa dikilmiştir.


*
Roger Munier

*
İlgili Okuma:

Cinsellik ve Melankoli





Melankoliklerin çoğu kafalarını cinsellikle bozmuşlardır 
(başka bir çeviride: karasevdalılar biraz kösnüldür.)

Aristotales

Melankoliklerin kişiliği iki testisinin arasındadır.

S. Freud

Melankoli özünde aşk özlemidir. Burada aşkla, en temel kösnüllükten en yüce ruhsal sevgiye kadar her biçimiyle, her derecesiyle aşk kastedilmektedir. Melankolinin itkisi Eros'tur, aşk ve güzellik arzusudur. 

Romana Guardini 


*


*

Montaigne & Tasso

"O antik ve saf şiirin, hiçbir İtalyan ozanın uzun zamandır olamadığı şekilde, en akıllılarından, en beceriklilerinden ve en olgunlarından biri olandaki kıpırtıyı ve sevinci alıp götüren ne?"

Montaigne, melankolinin pençesine düşmüş Tasso'yu ziyaret eder. 

François Marius Granet (1775 - 1849) Montaigne visits Tasso in Prison



Michel de Montaigne Ferrara’da bulunduktan ve Sant’Anna tımarhanesinin sonsuz karanlığında Torquato Tasso’yu gördükten sonra, kendi duygulanım ve kaygısını yeniden dile getirir, deliliğin anlam ve anlamsızlığını yeniden ifade etmeye ve cevabı olmayan muammalara ilişkin bir şeyler anlamaya çalışır:

François Fleury-Richard (1777 - 1852) Montaigne and Tasso


"Sessizlik bile yalvarmayı
ve kendini duyurmayı bilir."

T. Tasso

Melancholia / Giorgio de Chirico


1912


*
ilgili okumalar:

DECADENCE

İyi ama bu "düşmüşlük (decadence)" nedir? Nietzsche bu tabiri on dokuzuncu yüzyıl sonunda
Baudelaire'in Kötülük Çiçekleri'nde (1857) kişileşen Fransız edebiyat hareketinden almıştır
-bundan sonra da modernliğin kötü yönlerini özetlemek için kullandığı gözde tabiri olur. Düşmüşlüğün (decadence) başlıca nitelikleri "gotik" bir beğeni, yüzyıl sonuna ait bir çürüme, sapkınlık ve ölüm takıntısıdır. Neredeyse çağdaşları olan "empresyonistler" nasıl ilk başta kendilerini kötülemek için kullanılan bir tabiri sahiplendiyse, düşmüşler (decadent) de kendilerine verilen adı şeref payesi saydılar.

Nietzsche düşmüşlüğü (decadence), "tükenmişlerin" hayat için "zararlı olanın çekimine kapıldığı" bir "nevroz" olarak tanımlar. Putların Alacakaranlığı'nda benzer bir şey söyler: Kendinize zararlı olanı içgüdüsel olarak seçmek ... düşmüşlüğün pratikteki formülüdür" .

Esasen Fransız edebiyat hareketinin doğru bir tanımıdır bu: Ölüm-bulaşmışlara kafayı takmış, bir tür "ölüm-isteği" sergileyen, Keats gibi "huzurlu ölüme yarı aşık" estetik düşmüşler tam da "zararlı olanın çekimine kapılıyorlardı".


" Düşüş" önemli bir felsefi terim olarak ilk kez Nietzsche'nin 1888'deki eserlerinde boy gösterir. Daha önce belirtildiği üzere bu kavramı zorlaştıran şey Nietzsche'nin onu iki şekilde tanımlamasıdır. Birinci tanıma göre düşüş "hiçlik" özlemi, "ölüm istencidir"; Baudelaire'in çürüme ve sapma sevgisinde ve örtük olarak da Wagner'in son operalarında açıkça görülen budur. İkinci tanıma göre düşmüşlük atomlaşma çerçevesinde açıklanabilir: ister sanattan, ister toplumdan bahsediyor olalım, modernliğin düşmüşlüğü, karmaşık birliklerin koruma gücünde yozlaşma, "hayatın bolluğunun" "en küçük biçimlere doğru itilmesi" ve böylece eski bütünlüklerin tortulara, "kaosa" indirgenmesi demektir. Fakat bu nitelendirmeler bana birbiriyle bağdaşmaz görünmüyor. Nietzsche dekadan (decadent) hale gelenlerin "zayıf ve tükenmiş" olduğunu söyler. Hayattan nefret eder ve hayatı terk etmek isterler, çünkü artık zorlukların karşısına çıkamamaktadırlar. Bunun sebebi, yani onlarda görülen yüzyıl sonuna (fin de siecle) özgü Weltschmerz ve hayattan bıkma halinin sebebi atomlaşmada; onların "içgüdülerinin anarşisi"nde, hayatın güçlükleri karşısında "galibiyet" -ve galip geleceğine güven- için gereken tutarlı, azimli eylemi yapabilecek disiplinli bütünler olarak kendilerini örgütlemedeki başarısızlıklarında yatar. Pforta'da söylenebileceği gibi, dekadanlar artık "kendilerini toplayamayanlardır".

Nasıl "savaşçı" olunacağını unutmuşlardır.

*
Julian Young / Nietzsche


*
İlgili Okumalar: 
kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/04/Sanatta Pesimizm mi? / Nietzsche

MELANKOLİ / SEROL TEBER

*Serol Teber (1938 - 2004)'in yazdığı
Melankoli isimli kitabın sonuç metni:


Friedrich Nietzsche (1844-1900), Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe adlı ünlü yapıtında, Anaksimandros'un anıtsal aforizmasına yer verir:

"Şeylerin nesneleri nerede ise, onlar zorunlu olarak orada yok olacaklardır. Çünkü, zamanın düzenine uygun olarak cezalarını çekmeleri ve yaptıkları haksızlıklardan ötürü yargılanmaları gerekir".

Nietzsche, bu son derece önemli tespitin ardından hemen kendi düşüncesini yazar:

"Ey, gerçek bir kötümserin esrarlı deyişi, Grek felsefesinin sınır taşı üzerine yazılmış Orakl sözü başlığı. Seni nasıl yorumlamalıyız?"

Bugün artık ne Anaksimandros'un ne de Nietzsche'nin yazılarını pek fazla yorumlamak gerekir. Sözü Orakl biçeminde sürdürürsek: Olması gerekenler olmuş. Ve bundan sonra da olmaya devam edecektir.  Foucault'un tespit ettiği gibi, "Doğal tarih biyoloji haline geldiğinde... insan, bir bilgi için nesne ve bilen için de özne olan ikircikli konumun ve arkeolojik bir değişimin derin hareketinin içinde, tabi kılınmış bağımsız, seyredilen seyirci... konumuna gelmiştir. İnsan ağır bir entropi / dağılma sürecine girdiğini duyumsamaya başlamış. İnsanın - yüzünün- tıpkı denizin sınırlarındaki bir kum görüntüsü gibi yavaş yavaş kaybolacağı olgusu gündeme gelmiştir."

Olguların gerçek yüzü hemen hemen her zaman sanat yapıtlarında, romanlarda, şiirlerde ekonomi-politik tespitlerden çok daha açık belirlenmiştir. Bu bağlamda, roman, insan gerçeğini çok somut sergilemiştir.

Örneğin Rus romancısı İvan Gonçarov'un başkaldırısı ve inkârı belki Nietzsche'ninkinden bile çok daha köklüdür. Gonçarov'un (1812-1891), 1857 yılında sergilediği Oblomov tipi, ülkesi Oblomovka'dan kopmuş ancak yeni modern yaşam tarzlarının gerektirdiği toplumsallaşmaya da uyamamıştır. Oblomov, bu büyük ikilem arasında hiç olmazsa biyolojik varlığını sürdürebilmek kaygısıyla, odasına kapanmış ve yatağından çıkmaz olmuştur. Oblomov, bilmeden de olsa bir kötülük yapabilirim kaygısıyla sevdiği tek insan olan Olga'yı bile terk ederek kendi iç dünyasına çekilmiştir. Ancak Oblomov hiç olmazsa evinde ve yatağının içinde, kendi duygu ve düşünceleriyle görece mutlu yaşamış, güzel düşler kurabilmiştir:

"Sabahleyin yataktan kalkıp kahvaltı edip divana uzanınca başını ellerinin arasına alır, gücünü kuvvetini esirgemeden düşünceye dalardı. Sonunda kafası bu sıkı çalışmadan yorulur ve rahat bir vicdanla kendi kendine: Eh, bugün insanlık için yeterince çalıştım, derdi. O zaman Oblomov biraz dinlenmeye karar verir, çalışma yatışını değiştirerek daha rahat, hülyalara daha elverişli bir yatışa uzanırdı. Ciddi işleri bir yana bırakarak kendi içine kapanmak, kendi yarattığı bir hayal dünyasında yaşamak Oblomov'un en büyük zevki idi."

"Başka bir gün insanların ahlâksızlıklarına, sahteliklerine, iftiralarına, dünyayı saran kötülüğe karşı bir isyan duyar, insanlara çürük yanlarını göstermek dileğiyle yanardı. İçinde bir yığın düşünce, denizin dalgaları gibi birbirini kovalar, eylem haline gelir, kanını coşturur; damarları şişer; bedeni esrarlı bir güçle gerilir, niyetler taşkın birer tutku halini alırdı."

Samuel Beckett, Malone Ölüyor romanında, Oblomov'dan yüzyıl sonra, İkinci Dünya Savaşı'nı, Auschwitz toplama kamplarını, Hiroşima'yı yaşamış insanın durumunu olanca çıplaklığıyla sergilemiştir. Burada Malone'nin durumu, Oblomov'dan çok farklıdır. Malone, düş kurmak için değil -artık - ölmek için girmiştir yatağa. Tıpkı Samuel Beckett'in, yaşamının sonunda evinden ayrılıp, yaşlılar evine gitmesi ve orada ölmesi gibi... Malone: "Gözden uzak durmak istiyorsanız bütün yapacağınız dümdüz yatmaktır. Heyecan duymadan, hareketsiz, ne sıcak ne soğuk, ılık..." der. Anlamlı yaşamaktan umudunu kesen Malone, "Önemli olanın yemek yemek ve dışkılamak olduğunu söyler; bir tabak, bir oturak; hepsi bu kadar, der ve ikisini yan yana kor masanın üstüne...''

Malone, sıkıntıdan patlamak üzeredir. Geçmiş günlerini yeniden anımsamaya, iki ucu da açılmış bir küçük kalemle bir küçük deftere bir şeyler yazmaya çalışır... en büyük korkusu, ölmeden önce anılarının ve küçük kaleminin tükenmesidir... Sonra ne yapacağını bilememesi, korkunç bir kâbus olur... Kendisini bulunduğu yataktan kaldırıp pencereden atmayı düşler fakat hareket edemediğini anımsar...


Samuel Beckett, sahte cinselliğin gerçek yüzünü burada çok açık sergilemiştir...

Malone, öncelikle iki kişinin ne cesaretle birbirlerine sarılabildiklerine şaşar... "Sonra, umutsuzluğun gücüyle birbirlerini kucakladıkları kararını verir. Ama bunun da, boşuna olduğunu, çünkü herbiri kendi sınırlarına çekilmiş iki ayrı vücudun bulunduğunu düşünür. Herbirinin ötekine umut bağlayarak birbirlerine sarılmalarından ne sonuç alabileceklerini anlayamaz bir türlü..." Sonra, gözlemlerini sürdürür.

"Erkek (Macmann), cinsel organını ikiye katlayıp, parmaklarıyla, yastığı kılıfa geçirir gibi eşinin organına sokmaya uğraşıyordu. Cesaretleri kırılmak bir yana dursun, istekle sarılmışlardı yaptıkları
işe, sonunda, tamamen iktidarsız olmalarına karşın, derinin yumuşaklığı, düş gücü falan derken, kuru ve yorgun organlarıyla kasvetli bir hazza bile ulaşmayı başardılar..." Ellerinden geldiğince
çiftleştiler. Ne aptalım ben. Şimdi anlıyorum, birbirlerini seviyor olmalılar, demek böyle yapılıyor bu... Köpekler gibi.

Samuel Beckett'te, Hölderlin romantizminden hiçbir iz yoktur. Her şey olabildiğince açık ve nettir. Olduğu gibidir. Neyse odur. Doğal doyum, kültür/uygarlık sayesinde engellenince, eros/haz, Pervers bir tiksintiye dönüşür.

İnsanın, insancıl (hümanist) bir dünya kurabileceği düşünden uyanıp, kendi kendisini (bile) tahrip ve inkâr ettiğinin, öznenin özünün yitirildiğinin, konuşmanın kaybolduğunun, bilincin dağıldığının (Heidegger, Horkheimer/ Adorno, Habermas) sezinlenmeye başlandığı ilk büyük darbe, Birinci
Dünya Savaşında yaşanmaya başlanmıştır...

İkinci Dünya Savaşı, öznenin bu geri dönüşsüz yıkılış/ dağılış sürecini daha da hızlandırmıştır. Düşünen, duyan, kaygılanan özne dünyanın hemen her yerinde gerek kapitalist, gerekse de sosyalist düzenlerde, politik, teknik/teknolojik, entelektüel düzeylerde tahrip edilmişlerdir. Düşünen özne devre dışı bırakılmış. "Umumi huzuru bozanlar" likide edilmişlerdir.

Modern yaşam, insana, yaşamın öznesi olabilme olasılığının yitirildiğinin haberini verdikten sonra, özne, artık eski dinginliğini ve güvencesini de yitirmiş. Her teknolojik gelişme, öznenin güçsüzlüğünü dağılabilirliğini biraz daha yalandan göstermiştir. Teknik donanımlar ve devlet 
terörleri özneyi her geçen gün biraz daha çözmüştür.

Albert Camus, Düşüş romanında, 20. yüzyılın toplumsal yapısını, insanlar arası ilişkilerini birkaç satırla somutlaştırmıştır:

“Bizim toplumumuz, insanları bu türlü harcamak için örgütlenmiştir. İşitmişsinizdir elbette, Brezilya ırmaklarında minicik balıklar varmış, dikkatsiz bir yüzücü buldular mı, binlercesi birden
saldırıp, birkaç saniye içinde, hızla, minicik lokmalar kopararak zavallıyı yer, bitirir, tertemiz iskeletini bırakırlarmış. İşte onların örgütlenmesi de öyle. "Temiz hayat ister misiniz?" Herkes gibi siz de, evet dersiniz. Nasıl hayır denir? "Pekiyi derler, sizi temizleyeceğiz. İşte size bir iş, bir aile, düzenli eğlenceler." Ve minicik dişler etinizi kemirmeye başlar, kemiğinize dek. Ama haksızlık etmeyelim. Onların düzeni demek doğru değil. Bizim düzenimiz bu: kim kimi
temizlerse..."


 İşte Homo sapiens'in ulaştığı toplumsallaşma düzeni budur.

Günter Grass, Teneke Trampet romanında eleştirel gözlemlerini, doğum öncesi döneme değin götürür. Burada romanın kahramanı Oskar -olması gerektiği gibi- sonunda, "akıl ve ruh hastalıkları kliniğine" kapatılır. Anılarını burada gizlice yazar. Onun yaşamöyküsünü bu anılarından öğreniriz. Oskar, daha ana rahminden ilk çıktığı, göbek kordonunun henüz ebe tarafından kesilmediği anda, çevresindeki insanların, anasının ve kendisini babası sanan adamın -rezilcesine iki yüzlülüklerini görür... Kendisinin yaşam boyu tek başına yapayalnız kalacağını anlar... Oskar, daha başlamadan yaşama isteğini yitirir... Ne yazık ki ebe hanım o sıra göbek bağını kesmiştir... Oskar, artık bu dünyadadır. Ama Oskar, daha o an düşünür... Ve gelişmiş bir insan olarak kendisini bu insanlara
-bu topluma- teslim etmemek için, üç yaşında bir parmak çocuk, bir bücür olarak kalmaya karar verir... Büyümesini durdurur. Büyümez. Ve erişkin insanlar arasına, onların dünyalarına, toplumlarına katılmaz. Artık ne Nazi Partisi'ne girmek zorundadır ne de savaş yanlısı olmak; fakat çevresine bu denli eleştirel bakan, onlar gibi "büyüyemeyen" "toplumsallaşamayan" bir insanın sonu da "akıl ve ruh hastalıkları kliniği" olur.

Melankolik yaşam, özünde hep toplumsal ve varoluşsal bir eleştiri taşımış. Ancak bu köktenci eleştiri ve inkâr, gene hep kendi bireysel güçsüzlüğünü de birlikte üretmiştir. Sürekli olarak toplumdan kopmanın acılı ikilemi duyumsanmış. Özgürleşme uğruna zamanın içinden bile çıkmak, zamana
bile bağımlı olmaktan kurtulma çabası, sonunda olağanüstü bir yalnızlığın ve Hiç'liğin sınırında, donmuş, taşlaşmış bir zamanı yaşamanın dayanılması zor acısını birlikte getirmiştir.

Bellerophontes

HOMEROS DESTANLARINDA MELANKOLİK KİŞİLİKLER: 
BELLEROPHONTES, AİAS ve AGAMEMNON

"Ama bir gün tanrılar tiksindi Bellerophontes'ten
Aleion ovasında kaldı o tek başına
İnsan uğrağından uzakta, yedi kendi kendini."

( İlyada. 6, 200-203)

BELLEROPHONTES

Homeros destanları salt şiir-yazın ve tarih dünyasının değil, ruhbilim çalışmalarının da vazgeçilmez başyapıtlarıdır. Ruhbilim araştırmalarının ilk yazılı kaynağı, Homeros destanlarındaki kahramanların, tanrıların serüvenleridir. Bu kahramanların, tanrıların konuşmaları, düşleri, düzenleri, sahtekârlıkları, öfkeleri, heyecanları, hezeyanları, hastalıkları ve hatta tedavi önerileri, binlerce yıldır ruhbilimcilerin temel bilgilenme kaynağım oluşturmuştur.

Melankolik insan mizacının anlatılma ve anlaşılma serüveni de Homeros destanlarına kadar uzanır. Daha somut söylersek, melankolik insan mizacının yazılı kültürde betimlenişi ilk kez Homeros destanlarında görülür.

Homeros destanlarında melankoli sözcüğü / tanımı henüz kullanılmaz. Ama Homeros'un bazı kahramanlarındaki melankolik davranışlar ve melankolik mizaç, olağanüstü bir yetkinlikle sergilenir. Homeros destanlarındaki kahramanlar arasında melankolik durumun örnekleri olarak öncelikle Bellerophontes ile Aias gösterilir. Ayrıca, Agamemnon'da da, zaman zaman da olsa, melankolik kişiliğe özgü ruhsal dalgalanışlar görülür.

Homeros destanlarında genellikle tanrısal gazaba uğramış insanlarda görülen mitolojik melankoli/psikoz örnekleri sergilenir. Bu durum, tarih boyu tanrı-insan ilişkilerini anlamada
son kerte önemli ipuçları verir.

Homeros'un mitolojik destan kahramanlarından Bellerophontes, nedeni pek bilinmez biçimde tanrıların gazabına uğrar. Tek başına, yapayalnız bir yaşama mahkûm edilir. Kalbi acılar içinde yer bitirir kendisini. Aias ise uğradığı haksızlık sonucu ortaya çıkan öfke ve hezeyanlarla çıldırır; intihar eder.

Antikçağın melankoliye yaklaşımını anlayabilmek için bu iki melankolik 
insanın serüvenlerini  biraz daha yakından tanımanın yardımı olabilir.

Bellerophontes, yazılı din dışı tarihin tespit ettiği ilk melankolik kişilik, ilk arke-tip'tir. Bu görkemli, mitolojik, melankolik kişilik, Homeros'un İlyada destanının 6. bölümünde anlatılır. Troya önlerinde, Diomedes ile Glaukos teke tek savaşırlarken birbirlerine ilginç gelirler; savaşmaya ara verip, nereden gelip nereye gittiklerini, hangi soylardan olduklarını sorarlar. Glaukos, İlyada destanının en ilginç öykülerinden birini anlatmaya başlar. Bellerophontes, Sisyphos'un torunudur. Dedesi Sisyphos da tanrıların gazabına uğramış, ömür boyu, sonu gelmez -saçma- (A. Camus) bir işi yapmaya mahkûm edilmiştir. Torun, Bellerophontes'in yazgısı belki bundan da beterdir. Bellerophontes, söylenceye göre, kusursuz bir insan güzelidir. Yürekli, onurlu, erdemli. Tanrısal Antenia tutulur ona. Birlikte olmak ister. Bellerophontes kayıtsız kalır bu tek yanlı sevgiye. Antenia, bu kez kocası Kral Proilos'a yalan söyler. Bellerophontes'in zorla kendisinin koynuna girmek istediği yalanını uydurur. Kral Proilos, kıyamaz Bellerophontes'i öldürmeye. Ona son bir olanak tanımak ister. Şifreli bir mektup verip eline, kayınpederi Lykia kralı Iobates'in yanına gönderir. Lykia kralı töre gereği, önce onu bir güzel ağırlar; sonra beraberinde getirdiği şifreli mektubu okur. Onun kahramanlığını bir kez daha sınamak ister. Bellerophontes, bu sınav için de Khimaria ile, Solymalarla, Amozonlarla savaşır. Yener hepsini. Bu kez, Lykia kralı kendi kızını verir Bellerophontes'e. Ve Bellerophontes, karısı ve üç çocuğuyla mutlu bir yaşam sürmeye
başlar...

Fakat, destanın tam burasında, Homeros birden,

 "Ama bir gün tanrılar tiksindi Bellerophontes'ten
Aleion ovasında kaldı o tek başına İnsan uğrağından
uzakta yedi kendi kendini."
diye yazar.
{İlyada, 6, 200-203)

David & Saul

MELANKOLİ-MÜZİK İLİŞKİSİ

Melankoli ile müzik arasındaki etkileşim konusunda, antikçağ sonrası düşün ve sanat dünyasını belirleyen temel kaynağı, Tevrat'ta, Samuel'in kitabındaki, Saul ile David arasındaki ilişkiler bölümü oluşturmuştur. Burada, melankolik bir insanla bir müzisyen arasındaki ilişkiler, din kitabı kapsamı içinde, sayfalar boyu, olanca açıklığıyla anlatılmıştır:

"Rabbin ruhu Saul'den ayrıldı ve Rab tarafından kötü bir ruh onu üzüyordu. Saul'ün kulları kendisine dediler: İşte şimdi Allah tarafından kötü bir ruh seni üzüyor. Efendimiz, karşısında olan kullarına emretsin, iyi harb (çenk) çalan bir adam arasınlar ve vaki olacak ki Allah tarafından senin üzerine kötü ruh geldiği zaman elile çalar ve sen iyi olurdun. Ve Saul, şimdi benim için iyi çalabilen bir adam hazırlayın ve bana getirin dedi. Ve vaki oldu ki, Allah tarafından Saul'e kötü ruh geldiği zaman Davud harb çalardı ve Saul dinlerdi ve iyi olurdu ve kötü ruh kendisinden ayrılırdı... Ve ertesi gün Allah tarafından Saul'ün üzerine kötü bir ruh kuvvetle geldi, Davud her gün yaptığı gibi elile harb çalıyordu. Ve Saul'ün elinde mızrak vardı ve Saul, Davud'u duvara çakayım diye mızrağı attı. Fakat Davud onun önünden iki kere yana çekildi. Ve Saul Davud'dan korktu, çünkü Rab onunla beraberdi".

Saul'deki melankolik durum burada görüldüğü gibi zaman zaman hezeyanlı boyutlara varır. Defalarca, Davud'u öldürmek ister. Davud, Saul'ün oğlu Yonatan'ın da öğütlerine uyar ve görece dingin davranır; harb çalmayı sürdürür, Saul'ü sakinleştirir...

David and Saul (Rembrand)

Samuel'in kitabında, müziğin sihirli etkisi sergilenir. Müzik, ruhsal huzursuzlukları ortadan kaldırır, kötü ruhları, cinleri kovar. Ruhu yeniden dinginliğine kavuşturur. Saul'ün zaman zaman tanrının gönderdiği kötü ruhların etkisiyle melankolik ruhsal duruma girişi, Davud'un müzik çalarak onu iyileştirişi, Hıristiyan dünyasında, 4. yüzyıldan beri çeşitli sanat yapıtlarında anlatılagelmiştir. Rönesans ve sonrası dönemlerde, pek çok ressam Saul-Davud konusunu resimlemişler, büyük boyutlu yapıtlar ortaya koymuşlardır. Örneğin, Rembrandt'ın (Müzik Sahnesi-Den Haag) yapıtı hemen ilk akla gelenlerden biri olabilir.

Marcilio Ficino, ünlü De Vita Triplici adlı yapıtında (1. Kitap, 5. ve 9. Bölüm) melankoli ile müzik arasındaki ilişkilerin gene bir tarihsel dökümünü verir. Platon ile Pythagoras'ın hüzünlü oldukları zamanlar gitar eşliğinde şarkı dinlediklerini, Saul'ün, Davud'dan harb dinleyerek melankolisinin acısını hafifletmeye çalıştığını, Galenus'un bu konuda kapsamlı öğütler verdiğini, Augustinus'un ruhunun acılarını dindirmek için müziğin yardım edici etkisine sığındığını, Afrikalı Konstantinus'un melankolide müziğin tedavi edici yardımını vurguladığını anımsatır... Ve kendisinin de  "güzel müzik" dinleyerek acılı melankolisini tatlılandırdığını" söyler. Ve bu yöntemi herkese salık verir...

Ficino'ya göre, melankolikler yeni bir soluğa "spiritus"a gereksinim duyarlar. Müzik, melankoliklerin yitirdiği bu soluğu getirir. Müziğin titreşimleriyle tinselleşen, yücelen hava yeni bir niteliğe dönüşür. İnsana yeni uyarımlar verir. Müziğin titreşimleriyle değişen hava, bedeni, aklı, heyecanları,  tüm ruhu etkiler... Tinsel/ruhsal yenilenme olur... Ficino müziğin bu etkisini sürekli kılmak için kendisi (de) rebap çalmış. Ayrıca bu tür bir çalgıyı tüm melankoliklere önermiştir.

Daha önceki bölümlerde de anımsatıldığı gibi, antikçağdan beri müziğin, ruh ile madde, mikrokozmos ile makrokozmos arasındaki harmoniyi sağladığı öngörülmüştür. Platon, insan sağlığının bedensel ve ruhsal öğelerin harmonisi olduğunu, kara safra (melankoli) yoluyla bu harmoninin bozulduğunu, müziğin bu harmoniyi yeniden düzenlediğini vurgulamıştır. Platon'un Devlet'inde gençlerin çok iyi müzik eğitimi görmeleri öngörülmüş; ancak bu tür bir eğitimden geçmiş gençlerin bilge olabilecekleri düşünülmüştür.

Gene antikçağ ve ortaçağ düşün dünyasında, müziğin bedenin tıkanan hava yollarını açarak ruhun havalanmasına yardım ettiği ve bu açılan yollardan cinlerin ve kötü ruhların uçup gittiklerine inanılmıştır. Ayrıca ilaçların bedeni, müziğin ise ruhu ’sağalttığı varsayılmış. Müziksiz bilimin eksik olacağı, en doğru bilimsel çalışmaların bile ancak müziğin yardımıyla tamamlanıp, kusursuzlaşacağı öngörülmüştür.

Tevrat, antikçağın bu genel düşüncesini Saul-Davud ilişkisinde sürdürmüştür. Tüm ortaçağ yazınında ve sanatında, hüzünlenmenin ve melankolinin kötü ruhların ve şeytanın etkisinde ortaya çıktığı, buna karşın tanrısal müziğin bu olumsuz etkileri ortadan kaldırdığı söylenmiştir. Ancak burada tanrıya çok yakın biri olan Saul'e, gene tanrının neden kötü ruhları gönderdiği, onu melankolik yaptığı, bir türlü açıklanmamıştır.

 Bu gizi irdelemeye yönelik sorulara yanıt arayan pek çok bilge, insanların bir kısmının dünyasal eşitsizliklerden sıkıldıkları için hüzünlendiğine değinmiş ve "kardeşimiz Saul'de de bu tür bir durumun olduğu, Saul'ün, şeytanın etkisiyle değil, tanrıya yakın olmanın verdiği heyecanla hüzünlendiği"ni söylemiştir. Ayrıca ortaçağ inancına göre de "tanrının kendisini düşünmeleri için insanların kalplerini hüzünle doldurduğu" söylenmiştir.

david-playing-the-harp-to-saul Rembrandt

Ya Edebiyat Ya Hayat!

Genç İngiliz oyun yazarı Sarah Kane’in trajik intiharı, yaratıcı depresifler mitologyasında şimdiden yerini almak üzere: Çektiği kişisel ıstıraptan kitlesel bir güzellik yaratan bir sanatçı modeli söz konusu —genç ya da yaşlı olabilir, ama genç olması yeğlenir. Menajerine göre Kane, “birçok sanatçıyı tökezleten, varoluşsal umutsuzluk gibi bir duygu” içindeymiş.

Ne var ki biz, bazı kişileri “vahşi tanrının kucağına iten o ölümcül sıçrayışın ya da düşüşün nedenini bilmiyoruz kesinlikle. Edebiyat ve intiharın benzersiz bir dökü­münü verdiği Savage God (Vahşi Tanrı) adlı kitabında Al Alvarez’in de belirttiği gibi, her intiharın “kendine özgü bir iç mantığı vardır.”
                                                    
Sarah Kane’in kişisel intiharının nedenleri ne olursa olsun -bilinen ve bilinme­yen bir sürü neden olacaktır tabii- o da yüzyılımızda canlarına kıyan sanatçılarla ya­zarların ürkütücü listesine geçecek: Ouse’un sularına kendini bırakarak intihar eden Virginia Woolf; Seine’e süzülen Paul Celan; kafasına bir tabanca dayayan Vladimir Mayakovski ile kafasına tüfek dayayan Kurt Cobain gibi...

Alvarez’in de açıkladığı gibi, acı çeken sanatçı mitosu, kültürel mirasımızın bir parçası, en azından Romantik şairlerden bu yana kuşaktan kuşağa devredilen bir söy­lencedir. Göründüğü kadarıyla kültürümüz hem depresyonu hem de yaratıcılığı yü­celtmek gereğini duyuyor, hele ikisi bir araya gelirse daha da keyif alıyor. Belki de acı çekmenin böylesine yüceltilmesi, acıyı biz değil başkası çekiyormuş gibi göründü­ğünden ötürü daha kolay, ölmüş, değişmeyen, anlaşılabilir bir sanatçıyla baş etmek, yaşayan, yapıtı bitmemiş birine oranla çok daha kolay görünüyor.

Kültürümüz, 31 yaşında ölen Sylvia Plath’ın yazısına ve kişiliğine, 70 yaşında hâlâ ürün vermeyi sürdüren gündeşi Adrienne Rich’ten ne kadar farklı davranıyor; 67’sinde intihar eden Mark Rothko’ya yaklaşımımız, 70 yaşında doğal nedenlerle ölen, onun çağdaşı sayılabilecek Richard Diebenkorn’dan ne kadar farklı. Plath ile Rothko’nun, Rich ile Diebenkom’dan daha usta yaratıcı sanatçılar oldukları ileri sü­rülebilir, ama intiharları, bu savın doğru ya da yanlış olduğunu kanıtlayamaz. ölüler, çözümlememizin nesnesi haline gelirler, bizim en içten duygularımızla davranışları­mızın bir odağı olurlar. Oysa yaşayanlar, hiç değilse kendi yaşamlarını sürdürebilir, kendi öykülerinin yazarları olabilirler.

Depresyon, yaratıcılığa giden yollardan yalnızca biridir. Sanatsal başarının kay­nakları sürüyledir -aşk, tutku, sevinç, bağlılık, yitim, özlem, öfke- ve hepsi büyük ve kalıcı yapıtlar serpiltir. Ama duygular, kendi başlarına bir şey üretmezler. Bir yete­nek, bir beceri ve hepsinin üstünde bir iti, bir üretme güdüsü şarttır.

Aslında depresyonun, çoğu hasta tarafından yaratıcılığa destek olmaktan çok ciddi bir köstek olarak yaşandığı söylenebilir. Ne de olsa depresyon, dünyadan yüz çevirip içine kapanmakla belli eder kendini; Freud’un Yas ve Melankoli başlıklı makalesinde (1915) tanımladığı gibi: “Derinden acı veren bir keder, dış dünyaya ilgi­nin kesilmesi, sevme yetisinin yitimi, her türlü etkinliğin baskı altına alınması... Ken­dine içerlemeler, sövmeler,”

Düşünür Emmanuel Levinas, “herkesten, her şeyden sıkılmak gibi bir bıkkın­lık, hepsinden öte kendinden bıkış”tan söz etmiştir, varolmak, verilmiş bir sözün anımsatıcısı gibidir, “olanca ciddiliği ve katılığıyla geri dönülmez bir sözleşmenin.”

Düşünür William James, bıkkınlığın “uyanmak gibi apaçık bir görevle ayağı uzatıp yere basmak arasında yattığını” söyler.

Nick Drake

Taşlar ve Kitaplar


Yazmasaydım ne olacaktı, demek vardı. "İki tür melankolik görülür" diyor Petrarca, "biri taşlar atıyor, öbürü kitaplar yazıyor." Yazma hastalığı ile yaşa(yama)ma hastalığı göğüs göğüse çarpışıyor aslında. Oyalanmama anlam veremezsem, yola devam edemem ki. Herkes tutunuyor, aczimin üstünlüğüne kapılmıyorum. Düpedüz yalan söylüyorum işte: Pekala, zaman zaman (eskisi gibi sık sık değil ama), aczimi üstün tuttuğumu biliyorum -ben değil miyim 'şu beni uçuran notaların ikiyüzelli yıl sonrasına hak kazanmış olmalarına benzer bir yazgısı olsun dilerim harflerimin' diye yanıp tutuşmuş, tutuşmakta olan? Claude Darreye gibi, inancı bana gerçekten, dipten inandırıcı gelen bir avuç insan dışında, kendi aczime tutunuş biçimimi yenik kılabilecek güç(lülük)te kaç duruşla karşılaştım bugüne dek?

Taşlar kitaplardan farklı olsalardı.


E.B.

Melankoli





 Yazı: Julıa Kristeva, Kara Güneş


Bu kara güneşin kaynağı nerededir? Görünmez ve ağır ışınları hangi yolunu yitirmiş galaksiden gelip beni yere, yatağa, dilsizliğe, vazgeçişe çiviler?

Canlı bir ölümü yaşarım, kesilmiş, kanayan, cesetleşen et, yavaşlayan ya da askıya alınan ritim, acının içinde silinen ya da şişen, tükenen zaman... Ötekilerin anlamında mevcut olmayarak, naif mutluluğa yabancı, eğreti bir halde, çöküntüm sayesinde üstün, metafizik bir zihin açıklığı kazanırım. Zaman zaman, yaşamın ve ölümün sınırlarında, Varlığın anlamsızlığına tanık olmanın, bağların ve varlıkların saçmalığını açığa çıkarmanın kibirli duygusunu yaşarım.

Acım felsefenin saklı yüzüdür, dilsiz kız kardeşidir. Buna koşut olarak, "felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir"(Montaigne) saptaması, -Heidegger'in tasasında ve "ölüm için-varlığımızın" sergilenişinde doruğa ulaşan- melankolik bir acı ya da nefret derlemesi olmaksızın kavranamaz. Melankoliye bir eğilim olmaksızın, ruhsallık yoktur, yalnızca eyleme ya da oyuna geçiş vardır.

Çöküntü içindeki kişi radikal ve kasvetli bir ateisttir.

Depresyon Narkissos'un gizli yüzüdür, onu ölüme sürükleyecek olandır, ama bir serap içinde kendine hayran olduğu sırada fark etmediği yüzüdür.

Depresyonda, eğer varoluşum çöküşün eşiğindeyse, anlamsızlığı trajik değildir: Bana apaçık görünür, çarpıcı ve kaçınılmaz.




Çöküntü içindeki kişinin sözünü anımsayın: Yinelenen ve tekdüze. Zincir oluşturmanın imkansızlığına çarpan cümle kesintiye uğrar, tükenir, durur. Söz dizimleri bile dile getirilemez. Yinelenen bir ritim, tekdüze bir melankoli kopuk mantıksal sekansları egemenliği altına alır ve yinelenen takıntılı dualara dönüştürür. Bu yavan müzik de tükendiği ya da basitçe sessizlik nedeniyle tutunmayı başaramadığı zaman, melankolik kişi, simge kaybının boşluğuna ya da aşırılığına batarak söylemeyi askıya alırken, her türlü düşünce üretimini de askıya almış gibidir.

Çok sayıda yazar,  melankolik depresif bütünün ayırt edici niteliği olan motor, duygusal ve düşünsel yavaşlama üzerinde durmuştur. Psikomotor ajitasyon ve hezeyanlı depresyon genel olarak depresif ruh hali yavaşlama olgusundan ayrılmaz gibi görünmektedir. Sözel yavaşlama da aynı tabloya eklenir: Konuşma tarzı yavaştır, sessizlikler uzun ve sıktır, ritimler ağırlaşır, tonlamalar tekdüzedir, bizzat sözdizimi yapıları bile, şizofrenlerde gözlemlenebilen huzursuzluklara ve zihin bulanıklığına tanıklık etmeksizin, çoğunlukla geri alınamaz atlamalarla ayırt edilir (bağlamdan yola çıkılarak yeniden kurulması olanaksız nesnelerin ve yüklemlerin unutulması)

Depresif yavaşlama durumunun altında yatan süreçleri düşünmek için önerilen modellerden biri olan "learned helplessness (öğrenilmiş çaresizlik) şu gözlemden yola çıkar: Tüm çıkışlar kapatıldığında, hayvanlar kadar insanlar da kaçmak ya da savaşmak yerine geri çekilmeyi öğrenirler. Dolayısıyla, depresif olarak adlandırabileceğimiz yavaşlama ya da eylemsizlik, çıkışsız bir duruma ya da kaçınılmaz şoklara karşı öğrenilmiş bir savunma tepkisi oluşturur. 

Konuşan varlık için yaşam anlamı olan bir yaşamdır. Hatta yaşam anlamın doruğunu oluşturur. Bu yüzden, yaşamın anlamı yitirildiğinde, hayatını kaybetmek güç değildir: Anlam koptuğunda yaşam tehlikededir.

Dile inancı olmayan depresif kişi duygusal biridir, kuşkusuz yaralı ama duygunun tutsağı. Duygu, onun şeyidir.



Umutsuz kişi olumsuzlamanın ortadan kalkmasıyla aşırı bir zihin açıklığı kazanır. Mecburen keyfi olan anlamlı bir sekans ona ağır, şiddetli bir biçimde keyfi görünür: Onun saçma olduğunu düşünür, anlamı yoktur. Hiçbir sözcük, yaşamın hiçbir nesnesi, bir anlam ya da göndergeyle tutarlı ve aynı zamanda ona uygun bir zincirleme bulmak için elverişli değildir.

Depresif kişi tarafından saçma olarak algılanan keyfi sekans bir gönderme kaybıyla aynı kapsamdadır. Çöküntü içindeki kişi hiçbir şeyden söz etmez, konuşacak bir şeyi yoktur. Şeye (Res) yapışmış bir haldedir. Nesnesizdir. bu bütünsel Şey imlenemez ve imleyemez: Bir hiçtir, onun Hiçidir, Ölümdür. Özne ile imlenebilir nesneler arasına yerleşen uçurum, ifadesine anlamlı zincirlemelerin imkansızlığında bulur. Ama böyle bir sürgün, öznenin kendi içinde bir uçurumu açığa çıkarır. Bir yandan, yaşamla özdeşleştirildikleri ölçüde yadsınan nesneler ve gösterenler bir anlam-dışılık değeri kazanırlar: Dilin ve yaşamın anlamı yoktur. Öte yandan, bölünme yoluyla, Şeye, Hiçe -imlenemez olana ve ölüme- yoğun ve makul olmayan bir değer atfedilir. Saçma göstergelerden, yavaşlamış, dağınık, tutuk sekanslardan çatılan depresif söylem, anlamın adlandırılamaz olan içinde çöküşünü ve orada, Şeye perçinlenen duygusal değer lehine, ulaşılmaz ve naif biçimde yitip gitmesini ifade eder.  

  

Melancholia (2011, Lars von Trier)

Yineleyen, tekdüze ya da anlamı boşaltılmış, dilsizliğe dalmanın öncesinde söyleyen kişi için bile işitilmez olan depresif sözü birkaç saniye için yeniden dinleyelim. Melankolik kişide anlamın... keyfi göründüğünü ya da büyük miktarda bilginin ve hâkimiyet istencinin yardımıyla kurulduğunu, ama ikincil göründüğünü, sizinle konuşan kişinin kafasının ve bedeninin biraz dışında donduğunu saptayacaksınız; ya da hatta, daha ilk anda kaçamak, belirsiz, boşluklarla dolu, yarı dilsiz olduğunu: "Biri" sizinle, sözün yanlış olduğuna baştan ikna olmuş olarak konuşmaktadır ve dolayısıyla "biri" sizinle baştan savma konuşmaktadır, "biri" konuşmaya inanmaksızın konuşmaktadır.

Konuşan varlık -kendi söylemiyle birdir: Söz "ikinci doğamız" değil midir? Tersine, depresif kişinin söylediği şey onun için yabancı bir deri gibidir: Melankolik, ana dili içinde bir yabancıdır. Annesini yitirmediği için ana dilinin anlamını -değerini- yitirmiştir. Konuştuğu ve intiharını bildiren ölü dil, diri diri gömülmüş olan bir Şeyi gizler. Ama bu Şeye ihanet etmemek için onu tercüme etmeyecektir: Anlatılmaz duygunun "mahzen mezar"ında duvarlarla çevrili, anal olarak yakalanmış, çıkışsız kalacaktır.


Melankolinin tükettiği sanatçı, aynı zamanda, onu kuşatan simgesel vazgeçişle savaşmak konusunda en inatçı kişidir... Ölüm darbesini indirene dek, ya da bazıları için, kayıp nesnenin hiçliği karşısında nihai zafer olarak intihar kendini dayatana dek...

İçinde yaşadığımız zamanın söylemimizin zamanı olduğu göz önüne alınırsa, melankolik kişinin yabancı, yavaşlayan ya da dağılan sözü, onun merkezsiz bir zamansallık içinde yaşamasına yol açar. Bu zamansallık akmaz, önce / sonra vektörü  tarafından yönetilmez, bir geçmişten bir amaca doğru yönlendirilmez. Yoğun, ağır, ve kuşkusuz fazla acı ya da fazla sevinçle yüklü olduğu için travmatik bir an, depresif zamansallığın ufkunu kapatır ya da daha doğrusu, her türlü ufku ve perspektifi ortadan kaldırır. Geçmişe saplanmış, aşılmaz bir deneyimin cennetine ya da cehennemine gerileyen melankolik kişi tuhaf bir bellektir: Her şey geçip gitti, der gibidir, ama ben o geçip giden şeye sadığım, ona çivilenmişim, bir devrim olanağı yok, gelecek yok... Aşırı şişmiş, abartılı bir geçmiş ruhsal sürekliliğin tüm boyutlarını işgal eder. Ve yarınsız bir belleğe bu bağlılık, kuşkusuz aynı zamanda narsistik nesneyi biriktirmenin, çıkışsız bir kişisel mahzen mezarın kapalı odasında ona üstüne titreyerek bakmanın da bir aracıdır...

*

Resim: Hunters in the Snow, 1565, Bruegel - (filmden bir sahnede)

KARA GÜNEŞ

Depresyon ve Melankoli

JULIA KRISTEVA

Türkçesi: NESRİN DEMİRYONTAN



"Neden ey ruhum, bu kadar hüzünlüsün? Ve neden huzursuz edersin beni?"
Davut'un mezmuru XLII, 6-12.

"İnsanın büyüklüğü sefil olduğunu bilmesinden gelir."
Pascal,
Düşünceler (165) IPensees (165)].

"Belki de yaşam boyu aradığımız şey, ve aradığımız tek şey, ölmeden önce kendimiz olabilmek için mümkün olan
en büyük kederdir."
Celine,
Gecenin Sonuna Yolculuk [Voyage aıı bout de la nuit.]


Narsisistik Depresyon


Kendini hedef alan yakınma, ötekini hedef alan yakınmadır ve kendini öldürmek, bir başkasının katlinin trajik bir maskelenişidir. Tahmin edilebileceği gibi, böyle bir mantık, katı bir üstbenliği ve kendinin ve ötekinin idealleştirilmesini ve değersizleştirilmesini (bu hareketlerin tümü özdeşleşme mekanizmasına dayanır) içeren bir karmaşık diyalektiği varsayar. Çünkü sevilen-nefret edilen ötekiyle içe alma-içe yansıtma yoluyla özdeşleşerek, onun zorba ve zorunlu yargıcım haline gelen yüce parçasının yanı sıra, beni alçaltan ve tasfiye etmeyi arzuladığım iğrenç parçasını da kendi içime yerleştiririm. Buna bağlı olarak depresyon analizi, yakınmanın ötekine yönelik bir nefret olduğu ve kuşkusuz bu nefretin de akla getirilmeyen bir cinsel arzunun taşıyıcı dalgası olduğu gerçeğinin açıklığa kavuşturulmasından geçer. Aktarımda bu tür bir nefret çıkışının, analist için de riskler taşıdığı ve depresyon terapisinin (nevrotik olarak adlandırılan depresyon terapisinin bile) şizoid parçalanmaya yaklaştığı tahmin edilebilir.

Julıa Kristeva - Kara Güneş

Melancholia (Munch)






Boy İnterrupted (2009, Dana Heinz Perry)


Evan Scott Perry 1990 - 2005


Küçük yaşta bipolar bozukluk teşhisi konmuş Evan'ın on beş yaşında intihar etmesiyle son bulan yaşamı film yapımcısı olan anne ve babası tarafından belgeselleştirilmiş. Fotoğraflar ve amatör görüntüler eşliğinde, ailesinin, yakınlarının ve arkadaşlarının konuşmalarıyla ilerleyen belgeselde Evan'ın yaşamına baştan sona tanık olma fırsatı buluyorsunuz. Bipolar bozukluk psikiyatride kanser anlamına geliyormuş, ölüm takıntısının ve intihar hayallerinin eşlik ettiği bir tür çıkışsız ruh hali. Aşağıda filmden bir clip mevcut:



Somebody kill me please
I’m depressed,
 nothing less,
 curious, 
furious,
 so somebody kill me please
"kill me please,
 i'm down on my knees
pretty pretty please"





Melankoli, Erotizm, Nostalji (Susan Sontag)


Biz insanlar korkunca ateş eder, nostalji duyunca fotoğraf çekeriz. 

Fotoğraf, ağıtlı bir sanattır, bir bakıma alacakaranlık sanatı. Fotoğrafı çekilen kişi, olay ya da durumların çoğu, sırf fotoğrafların çekilmiş olmasından dolayı, pathos'la kuşanırlar. Çirkin ya da grotesk bir (fotoğraf) malzeme(si), fotoğraf çeken kişinin dikkatine mazhar olunca, pekala dokunaklı bir etki sağlayabilir. Aynı mantıkla, güzel bir malzeme de eskimiş, çürümüş ya da ortadan kalkmışsa pekala acınası duygular uyandırabilir. Bütün fotoğraflar memento mori niteliği taşır, yani ölümü akıldan çıkarmamaya yarar. Bir fotoğraf çekmek, başka bir insanın (ya da şeyin, durumun vb.) ölümlülüğüne, incinebilirliliğine ve dönüşebilir haline dahil olmaktır. Söz konusu anı dilimleyerek donduran bütün fotoğraflar, zamanın amansız eriyişinin tanığıdırlar.






Kayıp Nesne - Giargio Agamben

Freud'a göre melankolinin dinamik mekanizması esas özelliklerini kısmen yastan kısmen de narsistik regresyondan alır. Yasta, libidonun, sevilen kişinin artık var olmadığı gerçeğinin kanıtına tepki olarak, sevilen nesnenin her anısına ve onunla bağlantısı olmuş olan her nesneye sabitlenmesi gibi, melankoli de sevilen nesnenin kaybına verilen bir tepkidir; ancak beklenenin tersine, bu kaybı libidonun başka bir nesneye aktarımı değil, libidonun narsisistik biçimde kayıp nesneyle özdeşleşmiş olan egoya uzaklaşımı izler. Freud'un metninden beş yıl önce yayımlanan melankoli incelemesi Freud'un çalışmasına temel teşkil eden Abraham'ın kısa ve öz formülüne göre " libidinal yatırım, nesneden uzaklaştıktan sonra egoya geri döner ve aynı zamanda nesne de egonun içine alınır."

Freud, yasın gerçek bir kaybın devamında gelmesine rağmen, melankolide sadece kaybedilen nesnenin ne olduğunun değil, bir kaybın söz konusu olup olmadığının bile belirsizliğine dair yadsınamaz kanıt karşısındaki sıkıntısını saklamaz. Şöyle yazar: " Aslında neyin kaybedildiği bilinmese de bir kaybın gerçekleştiği kabul edilmelidir." Bundan kısa bir süre sonra, kaybedilmiş bir nesne olmadığı halde bir kaybın söz konusu olmasının neden olduğu ikilemin üstünü örtme girişimiyle "bilinmeyen bir kayıptan" veya "bilinçten kaçan bir nesne kaybından" bahseder.

Akedia'da bir yoksunluktan uzaklaşımın değil, kendini nesnenin kaybından çaresizce korumaya ve nesneye, en azından yokluğunda, bağlanmaya yönelik umutsuz girişimiyle bu nesneyi kendi için erişilmez kılan şiddetlenmiş arzudan uzaklaşımın söz konusu olması gibi, melankolik libidonun uzaklaşımının tek amacı bunlardan hiçbirinin gerçekte mümkün olmadığı bir durumda kendine mal edişi geçerli kılmaktır.

Johann Heinrich Füssli - Silence 1799-1801

Bu açıdan bakıldığında melankoli sevgi nesnesinin kaybına verilen regresif tepkiden çok, elde edilemeyen bir nesneyi kayıpmış gibi göstermeye dair hayali kapasitedir. Eğer libido gerçekte hiçbir şey kaybedilmemişken bir kayıp gerçekleşmiş gibi davranıyorsa bunun nedeni libidonun hiçbir zaman sahip olunmadığı için kaybedilmeyecek olan bir şeyin kaybolmuş gibi göründüğü ve belki de hiç var olmadığı için sahip olunamayacak bir şeyin elden geldiğince kayıpmış gibi mal edildiği bir simülasyonu sahneye koymasıdır.

Melankolide nesne ne mal edilebilir, ne de kaybedilir, aksine aynı anda hem sahip olunur hem de kaybedilir. Ve fetiş aynı anda bir şeyin ve o şeyin yokluğunun işareti olduğu ve bu tezadı kendi hayaletvari konumuna borçlu olduğu için, melankoli projesinin nesnesi de aynı anda hem gerçek olan hem de gerçek olmayan; bedene dahil edilmiş ve kayıp, onaylanmış ve reddedilmiştir; bu durumda, Freud'un melankoli hakkında konuşurken, "nesnenin elbette bastırılmış olduğunu" ama "egodan daha güçlü" çıktığını da netleştirerek "nesnenin ego üzerindeki zaferi"nden bahsetmesi bizi şaşırtmaz. Bu garip bir zaferdir, düşman bastırma yoluyla yenilir; ancak melankolik kişinin nesneye karşı aşırı sadakatini tam da nesneyi lağvetme hareketinde gözler önüne serer.

Melankoli

Melankolik) erkekler, cinsel arzularında kendilerine gem vuramazlar; aşırıdırlar,
ölçüsüzdürler, bu yüzden arzularına gem vurmak zorunda kalırlarsa,
kolayca kafa hastalığına tutsak düşerler... bu erkekler sapık, ölümcüldürler,
kadınlardan nefret ederler (...) Zevk rüzgarı, iki küçük torbaya düştüğünde
ortalığı kasar kavurur, kazığı korkunç bir zorbalıkla diker. İblisin telkini öyle
taşkındır ki, elinden gelse erkek bu birleşmede kadını öldürebilir.

B. Hildegard


Melankoli sözcüğü, Grekçe'den kara (melaina) safra (khole) diye çevriliyor. Grek tıbbı, Hippokrates'le birlikte insan doğasını dört vücut sıvısıyla ayrıştırarak, doğadaki dört unsura gövdede bir karşılık buluyor. Sağlık dört sıvının dengesiyle sağlanıyor; hastalık ise bu dengenin bozulmasıyla, sıvılardan birinin artmasıyla ortaya çıkıyor. Melankolinin sıvısı, adı üstünde, kara safra, Galenos'un pekiştirdiği bu gelenekte dalaktan gövdenin her köşesine yayılıyor. Uzun süren korku ve kaygı, melankolinin rastlanan en eski tanımı olarak kabul ediliyor.

Aristotales, melankolik kişinin, imgelemin genişliği ve belleğinin gücü sayesinde, dehanın kişilik özelliğine sahip olduğunu ortaya atarak, bu hastalığa ikinci bir uç, bir ikilik ekliyor. Derin hüzün ve karamsarlık dönemlerinin coşku dolu yaratı anlarına gebe olduğu inancı yerleşiyor.

Rönesans'a gelince, Ficino özellikle, en üstün özellikler olan zekayı, imgelemi, bilgeliği, belleği ona atfediyor.

Onaltıncı yüzyılda, melankoli üzerine en kapsamlı çalışmalardan birini yapan Robert Burton, The anatomy of Melancholy'nin üçüncü bölümünde dev bir ok çıkararak aşk melankolisinin adını koyar.

Burton'un çağdaşı Felix Platter, kökünü Eros'tan alan Heroes diye adlandırdığı bir cins demansın aşk ateşiyle tetiklendiğini, kavrayış bozukluğuyla beslendiğini belirtir. Platter'a göre bu herkesin ortak derdidir, Eros'un oklarından kaçış da kurtuluş da yoktur. Bu belaya yakalananlar aşkta bir umut ışığı gördükleri anda, sevinç içinde kendilerinden geçerler, ne yaptıklarını bilmeksizin saçmalarlar, müstehcen davranışlarda bulunurlar... Öte yandan aşklarının karşılıksız kaldığına kani olurlarsa acıların en kesifine kapılır, asla avutulamazlar. Kimi kendi canını yakmaya, hatta canına kıymaya kadar vardırabilir işi.


Onyedinci yüzyıl başlarında Jacques Ferrand aşk melankolisinin kaynağının bütünüyle fiziksel olduğunu öne sürer; cinsel arzularını usun denetiminden kaçıran aşığın, tıpta farklı bir yeri olan bir hastalığa tutulduğunu ekler. Hastanın derdi hem içeride hem dışarıdadır; hem ruhsal hem bedenseldir. Melankolinin hissettiği hastalıklı tutku vücut sıvılarının dengesini bozar, sorunu fiziksel kılar.

Ferrand'a göre, güzel olduğu hissedilen aşk nesnesi, gözleri baştan çıkarır önce, imgelemi kamçılar, usulca karaciğere kayar, orayı ani bir arzuyla kavurur, şehveti azdırır ve dölyatağını etkisi altına alır. Bu arzu, tüm gövdeyi devinime sokar, ama usun altüst olmasından çekinerek yüreğe geçer, oradan da beyne atlar, imgelemi bozar. Aşık içinde ayaklanan şehveti, dinmeyen arzuları doyuramazsa kanı kurur. Düzensiz ve doyuma ulaşmamış arzular melankolik aşıkların yakalarını kurtaramadıkları hüzne dönüşür. Ruhun huzuru kaçmıştır artık, beyin kuru ve sığ hale gelir, melankolik vücut sıvısı da kül gibi soğuk ve kuru olduğundan tatlı bir buhar çıkaramaz olur, sinirleri tıkayarak tüm duyguları ve devinimleri durdurur. Doğa aşığa kendini toparlaması için bir an bir uyku bahşetse bile, uykuyu binlerce hayalet, korku dolu düşler basar ve aşık uyku öncesinden daha üzgün, daha düşünceli, kaygılı, korkulu uyanır.

Ferrand'ın halkaları art arda geldiğinde, aşk melankolisinin erotik içerikli olduğu ve fiziksel bir neden sonuç ilişkisine yerleştirildiği anlaşılır.

Aristotales melankoliklerin çoğunda cinsellik takıntısı olduğunu söyler, Ficino melankoliğin hatlarını belirlerken cinsel doyumsuzluğu temele çakmayı unutmaz. Freud da cinsel işlevlerde sorun olmaksızın nevrozların ortaya çıkamayacağını savlar, cinsel uyuşukluğun melankolik olduğu yorumunu yapar.


Münir Göle
(Cogito dergisindeki
yazısından bir özet)

Freud, Yas ve Melankoli

Varlık'ın karanlık temelleriyle kurulan bir bağıntıdır Melankoli (Guardini)

Güzellik: Depresif'in öbür dünyası (J.Kristeva)



Yas ve Melankoli makalesinde Freud yası şöyle tanımlar. " Yas genelde sevilen bir kişinin kaybına ya da bir soyutlamanın (ülke, özgürlük, ideal vb) kaybına verilen tepkidir. Bazı insanlarda aynı etkiler yas yerine melankoliye sebebiyet verebilir"

Yasın anahtar kelimesi kayıptır. Peki yas ve melankoli arasındaki fark nedir? İkisinde de kaybolan bir nesne vardır. Melankolide asıl mesele, nesnenin dışsal olarak algılanmaması, kişinin bir parçasıymışçasına içselleştirilmesidir. Melankolik kişi, yas sürecini yaşayamaz; çünkü en başından itibaren nesneyi eksiğiymiş gibi konumlandırarak içselleştirmiştir.(...) Melankolik biri yeni birilerini, hatta kendi dışında kimseyi sevemez. Kayıp durumunda ise bu içselleştirmeyle eksiğini kayıp zanneder. Ve her ayrılık egosunda bir yaralanmaya sebep olur,kişi içinden bir parçanın kopup gittiğini sanır.

Melankoli sürekli ölü bir bedenle yaşamak gibidir; melankolik kişi nerede ve ne zaman olursa olsun içinde bir ceset taşır. Kişi karşısındaki nesnenin eksiğini kapatacağını, onu "bir" yapacağını düşünür; oysa eksik, adı üstünde, hiç olmamış olandır; dolayısıyla da asla gelmeyecek olandır. Oysa melankolik kişi onu sadece kaybettiğini sanır ve geri dönmesini, yani tekrar "bir" olmayı bekler. Eksik ve kayıp arasında yaşanan bu illüzyon beklemeye sebep olur; oysa eksiğin kendisi beklemeyi sonsuz bir zamana yayar.




Melankoli, acılarla dolu bitmeyen bir yas gibidir.

Melankolinin sonsuz yas durumu ve kendini aşağılamaya ek olarak, diğer bir semptomu da kişinin kendi sesiyle arasında bir bariyer oluşturmasıdır.

Melankoli, kayba verilen narsistik tepkidir. Melankolik kişi eksiğini kayıp gibi algılar ve bu algılama narsisizmle ilgilidir.

Narsisist kişi kendine benzer birini, hayallerin yansıtılmasına en uygun kişiyi, arzular ve aşık olur. Bu durumda libidinal enerji yatırımının aşık olunan kişiye yapıldığı sanılır; oysa kişi bu yatırımı kendisine yapmaktadır. Ve aynı zamanda karşısındakini eksiği - kendini bir bütün yapacak kayıp parça - olarak konumlandırdığından ayrılık anında içinden bir parça kopmuş sanır. Her ilişki sona erdiğinde yastan ziyade bir ego yaralanması -narsistik bir yaralanma- yaşarken, bir yandan da duygusal yatırımını yaptığını sandığı nesnenin geri dönüşünü bekler. Bu bekleyişin sonsuzluğu da melankoliye neden olur.

Narsistik ve melankolik kişi içten içe arzuladığının esasında başkası değil kendisi olduğunu bildiğinden, asla ulaşılamayacağını bildiği birine aşık olmayı tercih eder. Kayıpta ortaya çıkacak olumsuz durumu ve kişinin kendiyle yüzleşmesini engellemenin tek bir yolu vardır: arzunun gerçekleşmemesini sağlamak. (Kusursuz aşk gerçeğin değil fantazinin bir parçasıdır)


Cogito dergisinin Melankoli 
konulu sayısından alıntıdır.




 *
"Ne istiyorsun" diyor...Seni istiyorum, seni,
ölünceye kadar. Bu yeter mi?

*

Sigmund Freud'la Görüşme

"Yetmiş yıl bana yaşamı neşeli bir alçakgönüllülükle kabullenmeyi öğretti."

Bunu söyleyen, ruhun derinliklerinin kaşifi Avusturyalı Profesör Sigmund Freud'du. Freud'la şık Viyanalıların sayfiye yeri olan Semmering'deki (Avusturya Alpleri'nde bir dağ) yazlığında görüştüm.

"Varolmayı tükenip gitmeye tercih ediyorum hala" diyor Freud, "yaşlılık, belki de bu bize tanrıların bir lütfu, yaşlandıkça yaşamı çekilmez hale getiriyorlar ki sonunda ölümü daha kolay kabullenelim."

Psikanalizin babası kaderin kendisine karşı kötü niyetli olduğunu kabul etmiyor.

"Evrensel düzene karşı isyan etmem" diye devam ediyor sözlerine."Her şey bir yana, yetmiş yılı aşkın bir süredir yaşıyorum. Yeterince yiyeceğim oldu. Birçok şeyden keyif duydum -karımın, çocuklarımın yoldaşlığından, güneşin batışından. Baharları bitkilerin büyümesini seyrettim. Zaman zaman dost bir elin kavrayışını hissettim. Beni hemen hemen anlayan birkaç insanla tanıştım. Başka ne isteyebilirim?"

Evin dik bahçesindeki küçük patikada aşağı-yukarı yürüyorduk. Freud duyarlı elleriyle bir çiçek demetini okşadı.

"Ölümümden sonra bana olacaklardan," dedi, "çok daha fazla bu çiçekler beni ilgilendiriyor."

"Öyleyse aslında kötümsersiniz?"

"Kötümser değilim. Hiçbir felsefi düşüncenin yaşamdaki basit şeylerden zevk almamı engellemesine izin vermem."

"Ölümden sonra kişiliğin herhangi bir şekilde devam edeceğine inanıyor musunuz?"

"Bu konuyu hiç düşünmedim.Yaşayan her şey ölür, ben neden ölmeyeyim?"

"Bir biçimde geri dönmek, toz haline geldikten sonra tekrar yaşam bulmak ister miydiniz? Başka bir deyişle ölümsüz olmayı hiç mi arzulamıyorsunuz?"

"Açıkçası hiç arzulamıyorum. Bütün insan davranışlarının altında yatan bencil güdüleri tanıdığınızda, geri dönmek için en ufak bir arzu duymuyorsunuz. Bir döngü içinde hareket eden yaşam da diğerinin aynı olurdu.
Üstelik Nietzsche'nin deyişiyle ebedi dönüş bizi etten giysimizle birlikte yeniden yaşama döndürecek olsaydı bile, bellek olmadıkça bunun ne yararı olurdu? Bu durumda geçmişle gelecek arasında hiçbir bağlantı olmazdı.
Bana gelince, yaşamın bitmez tükenmez dertlerinin nihayet sona ereceğini bilmekten hoşnutum. Yaşamımız ister istemez bir dizi uzlaşmadan, ego ile çevresi arasındaki sonu gelmez mücadeleden ibaret. Yaşamı gereksiz yere uzatma isteği bana saçma geliyor."


"Meslektaşınız Steinach'in insan yaşamı döngüsünü uzatma çabalarını onaylamıyor musunuz?"

"Steinach yaşamı uzatmaya çalışmıyor. Yalnızca yaşlılığın sıkıntılarıyla mücadele ediyor. Steinach'ın müdahalesi kimi zaman kanser gibi talihsiz biyolojik kazaları ilk aşamalarında durduruyor. Yaşamı daha yaşanabilir kılıyor ama onu yaşamaya değer hale getirmiyor. Daha uzun yaşamayı istememiz için hiçbir sebeb yok. Ama mümkün olan en az rahatsızlıkla yaşamak istememiz için her türlü sebep var. Mutlu olduğumu söyleyebilirim, çünkü ağrı duymuyor olmaktan, yaşamın küçük zevklerinden, çocuklarımdan ve çiçeklerimden memnunum.

...

Ölüm biyolojik bir zorunluluk olmayabilir, belki de ölmek istediğimiz için ölüyoruz.
İçimizde aynı kişiye karşı hem nefretin hem sevginin bulunması gibi, bütün yaşam da kendini sürdürme arzusunu kendini yok etme arzusuyla birleştirir. Gerilmiş bir lastik parçasının ilk biçimine dönme eğiliminde olması gibi, bütün canlı madde de, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, inorganik maddenin tam ve mutlak ataletine dönmeyi özler. Ölüm arzusuyla yaşam arzusu içimizde yan yana bulunur.

Ölüm sevginin ortağıdır. Dünyayı birlikte yönetirler. Haz ilkesinin ötesinde kitabının mesajı bu.

Biyolojik olarak, her yaşayan varlık, içinde ne kadar şiddetli bir yaşam ateşi yanarsa yansın, Nirvana'yı özler, yaşam denen hummanın sona ermesini, İbrahim'in bağrını özler. Bu arzu dolambaçlı sözlerle gizlenebilir ama gene de yaşamın nihai hedefi kendi tükenişidir."


"Ama bu kendini yok etme felsefesi" diye itiraz ettim. " Kendini öldürmeyi haklı görmeye varır bu.Mantıksal olarak, Eduard von Hartmann'ın betimlediği intihar dünyasına götürür."

"İnsanlık intiharı seçmez, çünkü varlığının yasası onun nihai amacına dolaysız bir yolla ulaşmasından nefret eder. Yaşamın kendi varoluş döngüsünü tamamlaması gerekir.Her normal varlıkta yaşam arzusu ölüm arzusunu dengeleyecek kadar güçlüdür, ama sonunda ölüm arzusunun daha güçlü olduğu ortaya çıkar.

Ölümün bize kendi irademizden geldiği fikriyle kendimizi avutabiliriz. Ölümü altedebilmemiz münkündür, ama bağrımızdaki müttefiğini değil."


"Bu anlamda" diye ekledi Freud, "her ölümün kılık değiştirmiş bir intihar olduğunu söylemekte haklı olabiliriz."

...

George Sylvester Viereck