Paul Gauguin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Paul Gauguin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

la Orana Maria

Resmin altındaki kutuda yazan la Orana Maria, Tahiti dilinde “Seni selamlıyoruz Meryem” anlamına gelir. Bunlar Melek Cebrail'in, Meryem’e söylediği sözlerdir. Önde omzunda bir çocukla görülen Tahitili kadın, Meryem’dir. Hem kadının, hem de çocuğun başlarını çevreleyen birer hale vardır.


Melek Cebrail arka planda solda, kısmen ağaçların ardında kalmış olarak görülebilir. Gauguin’in Hristiyanlıkla ilgili konuları tasvir biçimi geleneksel Avrupa resminden çok şey almıştı. Bununla birlikte giysiler ve ön plandaki egzotik meyveler, resmi böylesi Avrupalı özelliklerden uzaklaştırır. Meryem’in karşısındaki iki kadın figürü de Budistler’e özgü dua pozisyonunda durmaktadırlar. Bu tablo Gauguin’in konuyu simgesel bir şekilde yorumlamasının yanı sıra, o dönemdeki çelişkili dinsel etkilerin bir ifadesi olarak görülebililir. (kaynak: Cennete Kaçış)

AREAREA



Bu tablonun adı Tahiti dilinde “eğlence” ya da “mutluluk” demektir. Bu sahne muhtemelen akşam saatlerini yansıtır. Ağacın altında oturan iki kadının arkasında, Tahiti ay tanrıçası Hina’nın heykeli altında oturan üç kadın daha görülmektedir. İki kadından biri flüt çalarken, beyaz elbiseli olan diğeri izleyicinin gözünün içine dik dik bakar. Ön planın büyük bölümünü kaplayan turuncu renkli köpekse simgesel bir anlam taşır, bazı eleştirmenlere göre kötülüğü simgelemektedir.

Gauguin’in yaptığı Tahiti resimlerinin en çok başarı kazananlarından biri olan bu tablo, ressamın adaya gelişinden bir yıl sonra yapılmıştı. Tabloda kontrollü olarak kullanılan renk ve kompozisyon, bir uyum etkisi ortaya koyarken, köpek ve dik dik bakan kadın bir gizem ve gözdağı duygusu vermektedir. (kaynak: cennete kaçış)

Oviri moe-ahere



Gauguin resimleri ve heykelleri için Tahiti putlarından alıntılar yapmıştı. Bunlar çoğunlukla hayali figürler olup kısmen Tahiti putlarından esinlenmekle birlikte, Paskalya Adaları ve civarında bulunan taş heykellerden bolca yapılan uyarlamalar da vardı. Oviri moe-ahere adlı ölüm tanrıçasının figürlerini resim ve heykellerinde kullanan Gauguin için, bu figürün mezar taşına konulmasını isteyeceği kadar özel bir anlamı vardı. Bu dileği ancak 1973 yılında gerçekleştirildi.
(kaynak: Cennete Kaçış)

*
Oviri için:

Gauguin'in Mezarı

«Büyük, karanlık bir uyku 
Hayatımı sarıyor 
Uyuyun bütün ümitler,
Bütün arzular, uyuyun!»

Verlaine’nin bu mısralarını
 Gauguin sık sık tekrarlardı.

Paul Gauguin  (Paris, 1848 - Markiz Adaları, 1903)


"Rahip efendi, rahip efendi! Çabuk gel! Ko-Ki çok fena"

Vemier Gauguin’in evine koştu. Gauguin yatağında yatıyordu, bir ayağı yere doğru uzanmıştı, ölmüştü ressam Fakat vücudu hâlâ sıcaktı.

Tioka haykırdı. «Ko Ki Öldü. Biz mahvolduk artık»» Dışarıya çıktı. Atuana'nın yerlileri kulübenin önüne toplanıyorlar, keder dolu, altın gibi çehrelerini kendilerinin dostu olan beyaz adamın kulübesine doğru çeviriyorlardı.

Ağır ağır, «Ua mate Ko-Ki! Ua pete enata!» diye bağırıyorlardı.

— «Gauguin öldü. Biz mahvolduk!»

Vemier bir çocuk gibi hıçkırıyordu...

Gauguin ise ezelî uykusuna dalmıştı.

Kederli, altın vücutlu yerliler şarkı söyler gibi ahenkle tekrarlıyorlardı. «Gauguin öldü. Biz mahvolduk!»

Atuana Piskoposu Gauguin’in cesedini almağa geldi. Onu Katolik usulü merasimden sonra beyaz haçın al tına gömdürecekti.

Marrçuesas’lılar hâlâ bağırıyorlardı:

— «Gauguin öldü! Biz mahvolduk!»

Guichenay ve jandarmaları, Gauguın'in mallarına el koydular.

Yerliler inliyorlardı.

— «Gauguin öldü! Biz mahvolduk!»

— «Gauguin öldü! Biz mahvolduk!» Bu acıklı bir İlâhiye benziyordu. Hüzün dolu sesler, ekmek ağaçlarının tepesinden göğe yükseldi, yükseldi... Sonra bütün Atuana vadisini doldurdu.

*
Altın Vücutlar




Paul Gauguin (Paris, 1848 - Markiz Adaları, 1903)

"Birisi bana 'Zorunlusun,' dediği zaman isyan ederim. 
Doğa (benim doğam) aynı şeyi söylediği zaman, 
yenildiğimi bilerek boyun eğerim."  
J.J.Rosseau


Büyük, gürültülü kentlerin ortaya çıkması ve standartlaştırılmış, mekanize yaşam tarzlarının gelişmesi ile, Batılı insan atalarının kovulduğu Cennet'e ilişkin eski masalları yine hatırladı. Bu, dünya üzerindeki Cennet sonsuza dek kaybedilmiş miydi, yoksa, belki de, yeryüzünde insanların kaçabileceği bozulmamış bir yer hala var mıydı?

Geçtiğimiz yüzyılın Fransız sanatçıları bu Aden Bahçesi'ni çok aradılar. Barbizon ekolüne bağlı ressamlar, bu mutlu yeri Fontainbleau ormanının kıyısındaki, tecrit edilmiş bir köyde bulduklarına inandılar. Pissarro, Pontoise'nın sükunetine çekildi ve burada, Cezanne ve Gauguin'in de aralarında olduğu daha genç ressamlara, çevredeki bahçelerin ve tepelerin resmini çizmeyi öğretti. Monet ile Renoir, Isle de France'ın kırsal huzuru ile yetindiler. Gauguin'in Güney Denizleri'ne doğru yola çıkmaya hazırlandığını işiten Renoir omuzlarını silkti: "insan Batignolles'da o kadar güzel resim yapabiliyor ki!"

Orası gibi yerler huzursuz Paul Gauguin'i tatmin etmiyordu. Eski borsacı, kendi güvenliği ile birlikte karısının ve çocuklarının güvenliğini, kendi sanatsal özlemlerini tatmin etmek için tehlikeye attı. Kırk üç yaşında bir aile babasının -ki o dönemde yaşam kırkında sona eriyordu- Tahiti kadar uzak bir yere nasıl olup da kaçabileceğini hala merak edenler, gezginlik ateşinin onun "kanında" olduğunu unutuyorlar. Paul Gauguin daha sekiz yaşına gelmeden okyanusu iki kere geçmişti: ailesi ile birlikte Peru'ya giderken ve sonra Fransa'ya geri dönerken. Genç bir adamken, Gauguin altı yılını denizci olarak geçirdi. Elbette, karısının züppe, tutucu ailesi ile birlikte Kopenhag'da kalırken huzur ve tatmin dışında her şeyi buldu. Bir seferinde itiraf ettiği gibi, "çılgınca şeyler yapmasına" yol açan "bilinmeyene yönelik korkunç bir arzusu" vardı. Batı Hint Adaları'nda ışık, renk ve ilkellik buldu, ama sıtma ve dizanteri ziyaretini kısa kesmesine sebep oldu. Güney Fransa'da geçirdiği zamanlarda bazı görkemli resimler yarattı, ama Van Gogh ile yaşadığı sorunlar onu kaçmaya zorladı. Sade köylüleri ve balıkçıları ile Brittany, Fransa'nın Gauguin'e sunabileceği en ideal yer gibi görünüyordu. Kendi stilini ilk olarak orada yarattı. Empresyonizm'den koparak, sadeleştirilmiş formlar, düz renkler ve soyut tasarımları ile ayırt edilen, ilk gerçek anlamda özgün ve anıtsal tuvallerini burada yarattı. Ama üçüncü (ve son) ziyaretinde, dehşet içinde, Brittany'nin bile istila edildiğini ve onun için artık harap olmuş sayılacağını gördü.

Şubat 1890'da Gauguin, Danimarka'daki karısı Mette'ye şöyle yazdı: "Ümit ederim bir Güney Denizi adasının ormanlarına kaçacağım ve orada ... Avrupa'da para için verdiğimiz mücadeleden uzakta, esriklik ve huzur içinde, sanat için yaşayacağım gün gelir -belki de kısa süre sonra. Orada, Tahiti'de, güzel tropik gecenin sessizliğinde, çevremdeki varlıklarla ahenk içinde, şehvetle çarpan yüreğimin tatlı tatlı mırıldanan müziğini dinleyebilirim. Sonunda özgür kalıp, para sorunlarından uzakta, yaşayabilir, şarkı söyleyebilir ve ölebilirim."

Ama kuşkularını giderip planını yürürlüğe koyması bir yılını aldı. Yolculuğunu finanse etmek amacıyla, Gauguin'in resimlerinin özel bir satışına ilgi çekmek için, eleştirmen Octave Mirbeau
sanatçının niyetini halka hayranlıkla açıklayan bir yazı yazdı:

 "... medeniyetten kaçan ve kendisini daha iyi hissetmek için, tutkularımızın ve tartışmalarımızın gürültü patırtısı içinde boğulan iç sesleri daha iyi işitebilmek için, gönüllü olarak unutuluşu arayan bir adamın durumu bana sıra dışı ve dokunaklı geliyor ... Onu Martinique'e götüren aynı sessizlik ve yoğunlaşma, aynı yalnızlık ihtiyacı, şimdi onu daha öteye, doğası düşlerine daha çok uyan, Pasifik Okyanusu'nun onu nazik ellerle okşayacağı, yitirilip bulunmuş bir atanın eski ve güvenli sevgisini bahşedeceği Tahiti'ye götürüyor."

Aralarından ayrılan arkadaşları onuruna sanatçı ve yazarlar bir ziyafet de verdiler. Şerefe kadeh kaldırdıkları bir seferinde, şair Mallarme, Gauguin'in "yeteneğinin zirvesinde, uzak bir ülkede,
kendi doğası içinde yeni bir güç aramak üzere onu sürgüne götüren fevkalade vicdanına" hayranlık duyduğunu itiraf etti.

Paul Gauguin





selfportraits


Herbert READ
(Çeviren: Sıtkı M.ERİNÇ)

Öncelikle, sanat ile efsane arasındaki farkı belirtmek gerekir. Binlerce, belki de milyonlarca insana göre, Gauguin adı, özgün bir şeyi, hatta kahramanca bir şeyi tanımlayan bir efsane gibidir.
Gauguin, bütün zamanını 'sanat' a adamak için, borsa temsilciliği gibi oldukça iyi bir işi terk eden, orta sınıfa mensup, sıradan bir işçidir, bir ücretlidir. Fakat, bunun yanı sıra, çağdaş uygarlığın çirkinliğine ve aldatıcılığına karşı başkaldırabilen ve Güney Denizleri'ne; içtenliğe ve
canlılığa, masumiyete ve saflığa yönelen bir ressamdır.

Gauguin'in romantik yaşam öyküsünün her bir dönemi için, hiç de romantik olmayan yaşam deneyimleri unutuluncaya dek, romanlar, öyküler, oyunlar ve öykü gibi okunabilen biyografiler yazılmıştır.

Gauguin'in tüm enerjisini ve tüm düşüncesini adadığı sanatın, resim sanatının, artık kendiliğinden varolur görünmediği, ancak bir yaşamın resim aracılığı ile temsilinin bir parçası haline gelmiş
göründüğü efsanesi, her zaman ve her yerde vardır. Bu tür bir düşünce, kalplerimizdeki derin isteğe de yanıt verir.

Oysa, gerçekleri yeniden ortaya çıkartmaya çalışmalıyız, ya da daha doğru bir deyişle, toplumun düşgüçlerinde gerçeklere verilen önemi düzeltmeye ve doğruya doğru yönlendirmeye çalışmalıyız.
Üstelik gerçekler de belirsiz halde değildir. Çünkü; iki mektup koleksiyonunda Gauguin'in oğlu merhum Polain tarafından hazırlanan biyografide ve Gauguin'le aynı çağda yaşamış olanlarca
yazılan sayısız, cilt cilt hatıralarda gerçek, açık ve seçik bir şekilde ortaya konmuştur.

Bu gerçekler, Gauguin'in kişiliği ve karakteriyle ilgili olduklarından, okuyucusunun etik değer yargılarını da harekete geçirebilir.

Tahiti Günlüğü

"Dites, qu'aves-vous vu?"'
"Söyleyin, ne gördünüz? "

Baudelaire'in Yolculuk" adlı şiirinden

*
Haziran'ın sekizinde, geceleyin, altmış üç günlük yolculuktan ve altmış üç günlük heyecanlı bir bekleyişten sonra, denizin üzerinde zikzaklar çizen garip ateşler algıladık. Kasvetli gökyüzünden,
kenarları çentikli, siyah bir koni koptu.

Morea'ya döndük. Tahiti önümüzdeydi.

Saatler sonra şafak söktü ve yavaşça resiflere yaklaştık, kanala girdik ve kazasız belasız limana demirledik.

Adanın bu kısmına ait ilk manzara pek sıradışı bir şey sunmuyor; örneğin, muhteşem Rio de janeiro Koyu ile asla karşılaştırılamaz. Eski tufanlardan birinde sulara gömülmüş bir dağın zirvesi burası. Yalnızca en ucu suların üstünde kalmış. Bir aile oraya kaçmış ve yeni bir ırk kurmuşlar-sonra kıyı boyunca mercanlar yukarı doğru tırmanmış, zirveyi çevrelemiş ve yüzyıllar içinde yeni bir kara parçası yaratmış. Ada hala da genişlemekte, ama engin okyanusun vurguladığı, baştaki yalnızlık ve tecrit özelliklerini koruyor.

***

Papeete'de yaşam kısa sürede bir yük haline geldi. Bunun sebebi Avrupa'ydı -silkinip üzerimden atmak istediğim Avrupa. Sömürge züppeliğinin abartıcı koşulları altında, medeniyetimizin gelenekleri, modaları, ahlaksızlıkları ve saçmalıklarının taklidi, hatta karikatürleşme derecesinde gülünçlüğü idi uzaklaşmak istediğim.

Papeete'nin halkı, yerli ve beyaz, kısa süre sonra ölü kralı unuttu. Çevre adalardan, kraliyet dalkavukluğu olaylarına katılmak üzere gelenler gitti; yine binlerce turuncu yelkenli mavi denizi
geçti, sonra her şey, alışılmış düzenine döndü. Eksik olan sadece kraldı. Onunla birlikle eski bir geleneğin son izleri de yok oldu. Onunla birlikte 'Maori tarihi kapandı. Sona erdi. Ne yazık ki,
medeniyet -askerler, ticaret, resmiyet- galebe çaldı. lçimi derin bir hüzün kapladı. Beni Tahiti'ye getiren rüya gerçek tarafından, merhametsizce yıkılmıştı. Benim sevdiğim eski zamanların Tahitisi idi. Şimdinin Tahitisi içime korku salıyordu. Irkın kalıcı fiziksel güzelliği düşünülünce, tüm o eski ihtişamın, kişisel ve doğal alışkanlıkların, inançların ve efsanelerin yok olduğuna inanmak güç geliyordu. Ama geride izler bırakmış olsa bile, tek başıma bu geçmişin izlerini nasıl bulabilirdim? Bana rehberlik edecek birşeyler olmadan, onları nasıl ayırt edecektim? Darma dağın olmuş küllerden o ateşi nasıl canlandıracaktım? Canım ne kadar sıkkın olursa olsun, hedefime ulaşmak için her şeyi, hatta "imkansızı" denemeden pes etme alışkanlığım yoktur.

Kararımı çabuk verdim. Papeete'yi terk edecektim ve bu Avrupai merkezden uzaklaşacaktım.
Ormanda yerlilerle samimi bir hayat sürersem, sabırla, yavaş yavaş Maori'lerin güvenini kazanabileceğimi, onları tanıyabileceğimi hissediyordum.

Tahiti Günlüğü


Her geçen gün yaşam daha iyi oldu. Artık Maori dilini oldukça iyi anlıyorum ve zorluk çekmeden
konuşabilmeme az kaldı. Komşularım -çok yakındaki üç tanesi ve birbirinden değişik
mesafelerde yaşayan pek çok başkası- beni kendilerinden biri sayıyorlar.

Devamlı çakılların üzerinde yürümekten ayaklarım sertleşti ve zemine alıştı. Neredeyse her zaman çıplak olan bedenim artık güneşten rahatsız olmuyor. Medeniyet yavaş yavaş üzerimden dökülüyor.

Yalın bir şekilde düşünmeye ve komşum için pek az nefret duymaya -daha doğrusu onu sevmeye- başlıyorum. Özgür bir yaşamın tüm keyifleri -hayvani ya da insani- artık benim. Yapay olan, geleneksel, alışılmış olan her şeyden kaçtım. Gerçeğe, doğaya giriyorum. Bugün gibi günlerin, aynı derecede özgür ve güzel günlerin devamının gelecek olması, beni huzura boğuyor. Normal bir şekilde gelişiyorum ve artık kendimi faydasız kibirlerle meşgul etmiyorum.




Tahiti Günlüğü



Tahiti'deki patikalar bir Avrupalı için oldukça güç; "dağlara gitmek" yerliler için bile bir miktar çaba gerektiriyor, onlar da bu işe gerekmediği sürece girişmiyorlar. İki dağ arasında, tırmanması imkansız iki yüksek ve dik bazalt duvar arasında, içinde suların kıvrıldığı bir çatlak, ağzını açmış, esniyor. Bu bloklar dağın böğründen bir pınarın geçmesi için bir yol açan sızıntılarca gevşetilmiş. Pınar büyüyerek bir çay olmuş. Çay blokları sarsarak biraz daha öteye itmiş. Sonra sular taştığında, çay onları almış. yuvarlamış. yuvarlamış ve denize kadar taşımış. Çayın her iki yakasında, sık sık şelaleler ile kesilen bir tür patika var. Dolaşık ağaçların arasından geçiyor-ekmekağacı, demirağacı. pandanus. bourao, hindistancevizi. kuşburnu. guava, dev eğreltiotları. Çılgın bir bitki örtüsü, gittikçe daha da vahşileşiyor. daha da dolaşık hale geliyor; ta ki, biz adanın ortasına doğru tırmanırken. neredeyse aşılmaz bir yoğunluk kazanana kadar.

İkimiz de çıplağız, kalçalarımızda mavi-beyaz parto'lar, elimizde küçük baltalar var. Sayısız defa, kestirmeden gitmek için çayı geçtik. Rehberim yolu görerek değil, koklayarak takip ediyor sanki, çünkü yer, mekanı tamamen sahiplenen fevkalade bir bitki, yaprak ve çiçek karmaşası ile kaplı.
Sessizlik, suyun kayaların arasında yakınarak inlemesi dışında mutlak. Bu tekdüze bir inleme, öylesine yumuşak ve alçak bir sızlanma ki, sessizliğin refakatçisi gibi geliyor insana. Bu ormanda, bu yalnızlıkta, bu sessizlikte ikimiz vardık- o çok genç bir adam ve ben, ruhundan pek çok hayal düşüp giden, bedeni sayısız çabaların sonucunda yorgun, üzerinde manevi ve fiziksel açıdan yoz bir toplumun ahlaksızlığının geçmişten gelen, ölümcül mirası olan yaşlı bir adam. Bir hayvanın çevikliği ve bir hermafroditin zarif kıvraklığı ile benden birkaç adım önde yürüyordu. Ve bana öyle geldi ki, bizi çevreleyen görkemli bitkisel yaşam onda canlanmış, nabız gibi atıyor, yaşıyordu. Bitkilerden ona ve onun aracılığıyla güçlü bir güzellik kokusu salıveriliyor, yayılıyordu.


Şu, önümde yürüyen gerçekten bir ademoğlu muydu? Basitliği ve karmaşıklığı ile beni onca cezbeden o naif arkadaş mıydı? Orman'ın kendisi, yaşayan Orman değil miydi o, cinsiyetsiz -ama yine de albenili?

Tahiti Günlüğü

(Te Burao) 1892

Penceremde, burada Markiz Adaları'nda, Atuana'da her şey kararıyor. Danslar bitti, yumuşak, tatlı ezgiler sönüp gitti. Fakat hiçbir şey durağan değil. Rüzgar giderek yükselen bir tempoyla dalları sarsıyor, büyük dans başlıyor, kasırga geliyor. Olimpos da kavgaya katılıyor; Jüpiter bize yıldırımlar gönderiyor; Titanlar kayaları yuvarlıyor; nehir taşıyor. Geniş alanlara yayılan meyve (maiore) ağaçları sökülüyor, hindistancevizi ağaçları arkalarına yaslanıyor, ağaçların tepeleri yerleri süpürüyor. Her şey uçuyor, kayalar, ağaçlar, cesetler uçuyor ve denize sürükleniyor. Gazap dolu Tanrıların ihtiraslı orjisi!

Güneş geri dönüyor; ulu hindistancevizi ağaçları, dallarını yeniden kaldırıyor; insanlar da öyle. Büyük keder bitti; neşe geri döndü; deniz bir çocuk gibi gülümsüyor. Dünün gerçekliği bir masal haline geliyor; unutuluyor.

Soyez amoureuses vous serez heureuses (Be In Love and You Will Be Happy) 1889



Tahiti Günlüğü

Bir yanda deniz vardı; diğer yanda dağ, derin çatlaklara sahip bir dağ; kayalarına dayanan devasa bir mango ile sona eren devasa bir yarık.

Dağ ile deniz arasında, bourao ağacının tahtasından yapılmış kulübe duruyordu. İçinde yaşadığım kulübeye yakın bir başka kulübe daha vardı, fare amu (yemek yeme kulübesi).

Sabah oldu.

A man with axe, 1891

Denizin üzerinde, sahile yakın bir kano görüyorum ve kanoda yarı çıplak bir kadın var. Kıyıda, yine çıplak bir adam duruyor. Adamın yanında, yaprakları buruşmuş, hastalıklı bir hindistancevizi
ağacı var. Altın kuyruğu aşağı sarkan ve pençelerinde dev bir hindistancevizi demeti tutan, devasa bir papağana benziyor.

Adam ahenkli bir hareketle, iki eliyle ağır bir baltayı kaldırıyor. Yukarıda, gümüşi göğün üzerinde mavi bir iz bırakıyor ve aşağıda, ölü ağacın üzerinde pembe bir yarık. Günbegün, yüzyıllar boyunca birikmiş olan şevk burada, kışkırtıcı bir anda tekrar hayata dönecek.

Erguvani toprağın üzerindeki yılansı, metalik sarı yapraklar bana, eski Doğu'nun gizemli, kutsal bir yazmasını düşündürüyor. Fark edilir bir şekilde, Okyanusya kökenli kutsal bir sözcüğü
oluşturuyorlar, ATUA (Tanrı), tüm Hint adalarında hüküm sürmüş Taata ya da Takata ya da Tathagata. Ve aklıma, güzelim yalnızlığım ve güzelim yoksulluğum ile ahenk içinde, gizemli bir öğüt, bir bilgenin sözleri geliyor:

Tathagata'nın gözünde, kralların ve onların elçilerinin ihtişamı ile görkemi, tükürük ve tozdan başka bir şey değildi; Onun gözünde, saflık ve kirlilik altı naga'nın dansı gibidir; Onun gözünde Buda'nın görüntüsünü aramak, çiçeklerin görüntüsünü aramak gibidir.

Kanoda kadın bazı ağları düzene koyuyordu. Denizin mavi çizgisi, sık sık mercanların oluşturduğu dalgakıranın üzerinden aşan dalgaların yeşilliği ile bozuluyordu.

Tahiti Kadınları


tahitian woman-1894

Yıldızların aydınlattığı açıklıkta kızların bir ileri bir geri hareket ettiklerini görüyordu. Ruhunun, kendi ruhunun tâ derinliklerinden hafif, harikulâde bir müziğin yükseldiğinin de farkındaydı. Sonra tamamiyle fantaziyle dolu bir dünyaya girdi. Burada kadınlar ideal güzelliktelerdi. Canlı, sembolik ve soyut bir cinsiyetleri vardı bu kadınların. Fizikî aşkın en yüksek şekliydi bu. Vücutlar ağırlıklarından sıyrılmışlardı, hiç bir gayret göstermeden sevişiliyordu. Bunda tıpkı erotik bir rüya hali vardı. Fakat Gauguin’in şimdiye kadar gördüğü rüyaların hepsinden de etkiliydi. O artık Paul Gauguin değildi. Hayır ressam sadece erkekti, erkekliğin ruhuydu. Seviştiği kız ise kutuplardaki tepecikler gibi isimsizdi. O sadece kadındı. Kadınlığın ruhu...

*
Altın Vücutlar

Olympia

Tahiti çehresinin ayırt edici özelliklerine alışabilmek için, uzun zamandır komşularımdan birinin, saf Tahiti özüne sahip genç bir kadının portresini yapmak istiyordum. Sonunda kulübeme girecek ve odamın duvarlarına astığım, tablo fotoğraflarına bakacak kadar cesaretini topladı. Olympia'yı
uzun uzun, ilgiyle inceledi.

edouart manet - olympia

"Onun hakkında ne düşünüyorsun?" diye sordum. Son Fransızca konuşmamdan beri iki ay geçmişti ve birkaç Tahitice sözcük öğrenmiştim.

Komşum yanıt verdi, "O çok güzel!"

Bu yoruma gülümsedim. Etkilenmiştim. Demek güzellik mefhumuna sahipti! Ama, Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki profesörler onun yorumuna ne yanıt verirlerdi acaba?

Sonra, bir karara varılmasından önce geçen fark edilir bir sessizlikten sonra, aniden ekledi:

"Karın mı?"

"Evet."

Bu yalanı söylerken tereddüt etmemiştim. Ben -güzel Olympia'nın birtane'si!

O, merakla italyan primitiflerin bazı dini kompozisyonlarını incelerken, fark ettirmeden portresinin taslağını çıkarmak için acele ettim. Gördü, surat asarak birdenbire, "Alta (hayır) !" diye bağırdı ve kaçtı.

Bir saat sonra, güzel bir elbise giymiş ve kulağının arkasına bir tane sıkıştırmış olarak geri döndü. Cilve miydi bu? Yoksa bir kere reddettikten sonra kendi hür iradesi ile rıza göstermesinin
hazzı mıydı? Ya da, insanın kendisine yasak ettiği meyvenin evrensel cazibesi miydi? Veya, daha da olası, herhangi bir dürtü olmaksızın, yalnızca bir kapris miydi, Maori'lerin bunca sahip oldukları
o saf kapris türünden? Gecikmeden, tereddüt etmeden, hararetle çalışmaya başladım. Farkındaydım ki, modele fiziksel ve törel açıdan hakim olabilmem, yalnızca bir ressam olarak yeteneğime bağlıydı; bu beraberinde gelen, acil, karşı konulamaz bir davet olacaktı. Bizim estetik ölçülerimize göre hiç de eli yüzü düzgün sayılmazdı. Çok güzeldi. Tüm hatları, Rafael'i hatırlatan bir ahenk ile karşılaşan kıvrımlarda birleşiyordu. Ağzı, tek bir hareketli çizgiye kıvancın ve kederin tümünü katmayı bilen bir heykeltıraş tarafından yapılmıştı. Aceleyle ve tutkuyla çalıştım, çünkü rızasının henüz kesinlikle verilmiş olmadığını biliyordum. O kocaman gözlerde bazı şeyleri okurken titredim -bilinmeyenin yarattığı korku ve arzu, tüm zevklerin kökünde yatan acı deneyimlerin melankolisi, kendi kendinin efendisi olmanın istemsiz ve özerk duygusu.- Bu tür yaratıklar kendilerini bize verdiklerinde, bize boyun eğmiş gibi görünür; fakat onlar yalnızca kendilerine teslim olur. Onlarda, içinde insanüstü bir şeyler taşıyan bir güç vardır -ya da belki ilahi bir şekilde hayvani olan bir şey.

Te Arii Vahine 1896 

mahrem günlük

Parau na te Varua ino (Words of the Devil), 1892

Bakın! Küçük Vaitauni nehre doğru gidiyor. .. Hayal edebileceğiniz en yuvarlak ve en çekici göğüslere sahip. Bu neredeyse  çıplak, altın bedeni berrak suda ilerlerken görebiliyorum. Dikkatli ol sevgili çocuğum; kıllı jandarma, kamu ahlakının bekçisi, kuytudaki bu keçi-adam seni izliyor. Bakmaya doyduğunda, onun kafasını karıştırdığın, böylece kamu ahlakını ihlal ettiğin gerekçesiyle seni ahlaksızlıkla suçlayacak. Kamu ahlakı! Ne laf ama!

Fakat küçük Vaitauni'yi görünce arzularımın kabarmaya başladığını hissettim. Nehirde biraz eğlenmeye gittim. İncir yapraklarını dert etmeden, ikimiz de güldük.

mahrem günlük

*
*

Tahiti Kadınları

Başlığı İlkel Masallar olarak çevrilebilen bu tabloda Gauguin, çiçeklerle dolu bir manzarada üç figür tasvir etmektedir. Ortadaki lotus pozisyonunda oturan figürün erkek mi, kadın mı olduğunu söylemek zordur. Sağ tarafta diz çökmüş oturan kızıl saçlı bir kadın vardır. Soldaysa Gauguin'in Pont-Aven'dan arkadaşı olan Meyer de Haan’a benzeyen sıradışı bir figür bulunmaktadır. Bu erkek yaratığın hayvan pençesi gibi ayakları ve kediye benzer gözleri vardır. Yazar Bengt Danielsson, Gauguin'in önceki resimlerinde de görülen kızıl saçlı kadının, büyücü Haapuani'nin karısı Tohotaua olduğunu ileri sürmüştü. Gizli güçlere inanan de Haan'ın simgelediği Batı düşüncesi, ortadaki figürün oturuşuyla simgelenen Budizm ve büyücünün alev saçlı karısının simgelediği Maori folkloru, bu tabloda hep bir arara toplanmıştır. Bu bileşimin Simgeci Gauguin'e çok çekici geldiği düşünülebilir.


Artık daha serbestçe, daha iyi çalışıyorum. Ama yalnızlığım beni hala rahatsız ediyor. Doğrusu, çevrede huzurlu bakışlara sahip, saf Tahitili genç kadınlar ve kızlar gördüm, bazıları belki de memnuniyetle hayatımı paylaşırdı -ama onlara yaklaşmaya cesaret edemedim. Aslında kendilerinden emin bakışlarıyla, kendilerini vakarla taşımalarıyla ve yürüyüşlerindeki gururla beni ürkekleştirdiler.

Hepsi, gerçekte, "alınmak" istiyorlar, sözcüğün tam anlamıyla, kaba güçle, tek bir söz söylenmeden alınmak (Maü, zaptetmek). Hepsinin içinde gizli bir şiddet arzusu var, çünkü erkeğin bu otoriter eylemi kadının iradesine tam bir sorumsuzluk sağlıyor. Çünkü böylece, kalıcı bir aşkın başlangıcına rıza göstermemiş oluyor. Başta bu kadar itici görünen şiddetin daha derin bir anlamı olması olası. Belki de bir tür vahşi cazibesi vardır. Konu üzerinde düşündüm, ama doğrusu, cesaret edemedim.

Tahiti Kadınları

"Gerçekten seçkindirler," sözü bilinçlidir. Bütün kadınlar kendi elbiselerini kendileri dikerler; şapka örüp kurdelelerle süsleme konusunda Paris'teki bir şapkacıyla yarışırlar; Boulevard de la Madelaine'in zevkiyle çiçek demetleri derlerler. Güzel, cendereye alınmamış bedenleri dantel ve müslin eteklerin altında zerafet içinde dalgalanır. Elbiselerinin manşetlerinden fırlayan eller gerçekten asilzadelere hastır. Büyük ayakkabısız ayakları sizi bir an için rahatsız ederse de, sonraları bizi rahatsız eden ayakkabı olur. Markiz Adaları'nda, erdem budalalarını, her şeyde bir barbarlık görenleri rahatsız eden bir başka durum ise bütün genç kızların pipo tüttürmesidir.

Ancak ne olursa olsun, her şeye rağmen bir Maori kadını istese bile rüküş ya da gülünç olamaz, çünkü Markiz sanatını inceledikten sonra hayran kaldığım, süsleyici güzellik anlayışını içinde taşır. Fakat bundan mı ibarettir? Güldüğünde sadece güzel dişleri gösteren güzel bir ağızda hiç güzellik yok mudur? Bunlar mı zenci kadınlar? Hadi canım! Ya şu korseye isyan bayrağı açmış gül goncalı enfes göğüslere ne demeli!



Tahitian Girl



Paul Gauguin, ca.1891 1893, Tehura (Teha'amana), polychromed pua wood, H. 22.2 cm. 
Realized during Gauguin's first voyage to Tahiti.

Strindberg'den mektup:

Burada, Pantheon'dan pek uzak olmayan Montparnasse mezarlığının yakınlarında, Enstitü'nün arka tarafında birlikte yaşadıgımız günlerin, 1894 - 95 kışının hatırına, senin kataloğuna önsöz yazmamı istiyorsun benden.

O güçlü kişiliginle uyumlu bir mekan ve manzara aramaya gittiğin Okyanusya'ya götürmen için bu hatırayı senden esirgememem gerekir, fakat başından beri belirsiz bir konumda olduğumu hissettiğimden, bu arzuna "Yapamam," ya da daha zalimce "Yapmak istemiyorum," diye cevap veriyorum. Reddedişimin bir açıklamasını da borçluyum sana. Ne dostça duygulardan yoksun oldugumdan bu reddediş ne de kalemimin tembelliğinden. Gerçi bunun suçunu, aslında palmiyelerde yetişmelerine izin verilmemiş ellerime atmak kolay olurdu benim için. işte reddimin sebebi: Senin sanatını anlayamıyorum ve sevemiyorum. Artk iyice Tahitilileşmiş resmini hiç anlamıyorum. Fakat biliyorum ki, bu itiraf seni ne kızdıracak ne de yaralayacak, zira sen hep bana özellikle başkalarının nefretiyle güçlenen biri olarak göründün: Kendi bütünlüğünü koruma kaygısındaki kişiliğin beğenilmemekten zevk alıyor. Artık kabul gördüğün, takdir edildiğin, desteklendiğin için belki de bu iyi bir şey. Seni de sınıflayacaklar, sana yerini verecekler ve sanatına da beş yıl sonra genç kuşagın, artık modası geçmiş bir sanatı, daha da modası geçmiş kılmak için her şeyi yapacagı bir sanatı belirtmek için kullanacağı bir isim bulacaklar.

Ben şahsen senin gelişiminin tarihini anlayabileyim diye, seni sınıflandırmak, zincirin bir halkası olarak görebilmek için bir sürü ciddi girişimde bulundum. Ama başarısız oldum. 1876'da Paris'te ilk kalışımı hatırlıyorum. Ülke yaşananların yasını tutuyordu ve gelecek için endişeleniyordu. Kentte keder hakimdi. Birşeyler mayalanıyordu. İsveçli sanat çevrelerinde Zola'nın adını daha duymamıştık, L'Assommoir henüz yayımlanmamıştı. Rome Vaincue'nün Theatre Français'sinde yeni yıldız Madam Sarah Bemhardt'ın ikinci Rachel olarak taçlandırıldığı bir oyunu izlemiştim. Genç ressamlar, resim sanatı açısından yepyeni birşeyler göstermek için beni Durand-Ruel'e sürüklemişlerdi. Rehberim o zamanlar tanınmayan genç bir ressamdı, çogu Monet ve Manet imzalı bir sürü harika tablo görmüştük. Fakat Paris'te tabloları seyretmekten başka yapacak işlerim de (Stockholm Kütüphanesi'nin sekreteri olarak Sainte-Geneiveve Kütüphanesi'nde İsveççe eski bir dinsel yazma ele geçirmek gibi bir görevim vardı) oldugundan, bu yeni tablolara soğukkanlı bir kayıtsızlıkla bakıp geçtim. Fakat ertesi gün döndüm, neden olduğunu bilmiyorum, ama bu garip tezahürlerde "birşeyler" görmüştüm. İskelede toplanan bir kalabalık gördüm, kalabalığın kendisini görmeden ama. Normandiya manzarasının içinden hızla geçen bir tren gördüm, caddede tekerleklerin hareketini, sakince poz vermeyi bilmeyen çok çirkin insanların korku dolu portrelerini gördüm. Bu tablolarla çarpılmış bir halde, ülkemdeki bir gazeteye izlenimcilerin yakalamaya çalıştığını düşündüğüm duyumu anlatan bir mektup gönderdim. Makalem belli bir anlaşılamazlık başarısı gösterdi gerçi.

1883'te Paris'e ikinci kez geldiğimde, Manet ölmüştü, fakat ruhu Bastien - Lepage'la egemenlik savaşı veren bütün bir ekolde yaşıyordu. 1885'te Paris'e üçüncü gelişimde Manet sergisini gezdim. Bu hareket kendini ön plana çıkarmıştı artık, etki yaratmış ve artık sınıflandırmaya dahil olmuştu. Üç yılda bir yapılan ve o yıla denk düşen sergide tam bir kargaşa hakimdi, bütün üsluplar, bütün renkler, tarihsel, mitolojik ve dogalcı bütün konular birbirine karışmıştı. insanlar artık ekollere ya da egilimlere dair tek kelime bile duymak istemiyordu. Artık herkesin dilinde özgürlük çıglıgı vardı. Taine, güzel olanın sevimli olmadıgını söylemişti, Zola da sanatın bir mizaç aracılıgıyla görülen doğa parçası oldugunu.

Yine de doğalcılık can çekişirken, herkesin övgüyle andığı bir isim vardı, Puvis de Chavannes. Gönderme yapmak için çağdaşlarımın begenisine şöyle bir göz attığımda bile, bir çelişki gibi yapayalnız duruyor, inançla resim yapıyordu. (Henüz sembolizm terimine nail olmamıştık, alegori kadar eski bir şeye verilen o talihsiz isme.)

Dün akşam, mandolin ve gitarın tropik esintileriyle birlikte senin stüdyonun duvarlarında gün ışıgıyla dolu, beni gece rüyalarımda kovalayan o tablo karmaşasını gördügümde, düşüncelerim Puvis de Chavannes'a yöneldi. Bir botanikçinin hayatta keşfedemeyecegi agaçlar gördüm, Cuvier'nin varlıklarından hiç haberi olmadıgı hayvanları ve senin tek başına yarattığın insanları, bir yanardagdan taşmış bir denizi ve hiçbir Tanrı'nın yaşayamayacagı gökyüzünü gördüm. Rüyamda "Mösyö," dedim, "Siz yeni bir cennet ve yeni bir dünya yaratmışsınız, ama bu yarattıklarınızın ortasında halimden memnun degilim ben. Işık oyunlarını ve gölgeyi seven benim için fazlasıyla güneşli. Ve cennetinizde idealim olmayan bir Havva var. Benim idealimde gerçekten bir ya da iki kadın vardır!" Bu sabah, aklıma gelip duran Chavannes'ı seyretmek için Lüksemburg'a gittim. Çiçek toplayan karısının ve kendi halindeki çocugunun sadakat dolu sevgilerini kendisine bahşedecek avı büyük bir dikkatle izleyen yoksul balıkçıya derin bir sempati duydum. Çok güzeldi! Fakat şimdi Mösyö, bilmeniz gerekir ki, nefret ettiğim dikenli taçlara yumruklar savuruyorum! O darbeleri kabul eden merhametli Tanrı'dan eser yok bende. Benim tanrım artık güneşte insanların kalplerini yiyip bitiren Vitsliputski.

Yoo, hayır Gauguin Chavannes'dan dogmadı, Manet'den de, Bastien - Lepage'dan da! Peki o ne öyleyse? O Gauguin, sızlanan uygarlıktan nefret eden yabani. boş vakitlerinde kendi küçük yaratısını onaya çıkaran bir tür Titan, içi Yaratıcı'ya karşı kıskançlıkla dolu, yenilerini yapmak için oyuncaklarını parçalayan, gökleri kalabalığın aksine mavi degil kırmızı görmeyi tercih ederek inkar edip meydan okuyan bir çocuk.

Gerçekten de bana öyle geliyor ki, yazarken coştuğum için Gauguin'in sanatını anlamaya başladım.
Çağdaş bir yazar gerçek varlıkları anlatmayıp, sırf kendi kişilerini yarattığı için azarlanmıştı. Sırf kendi kişileri!

lyi yolculuklar, Üstat! Fakat geri gelin, gelin ve beni görün. Belki de o zaman sizin sanatınızı daha iyi anlamış olurum, böylece Hotel Drouot'da yeni bir katalog için gerçek bir önsöz yazabilirim. Ben de bir yabani olmaya ve yeni bir dünya yaratmaya tarifsiz bir ihtiyaç duymaya başladığım için.

August Strindberg

Tahitian Girl

Siz güneyin ve doğunun nazik rüzgarları
Başımın üstünden hassas oyunlarla birleşen,
Komşu adaya koşun.
Orada, en sevdiği ağacın gölgesinde,
Beni terk edeni bulacaksınız.
Ona söyleyin beni ağlarken gördüğünüzü.