"Birisi bana 'Zorunlusun,' dediği zaman isyan ederim.
Doğa (benim doğam) aynı şeyi söylediği zaman,
yenildiğimi bilerek boyun eğerim."
J.J.Rosseau
Büyük, gürültülü kentlerin ortaya çıkması ve standartlaştırılmış, mekanize yaşam tarzlarının gelişmesi ile, Batılı insan atalarının kovulduğu Cennet'e ilişkin eski masalları yine hatırladı. Bu, dünya üzerindeki Cennet sonsuza dek kaybedilmiş miydi, yoksa, belki de, yeryüzünde insanların kaçabileceği bozulmamış bir yer hala var mıydı?
Geçtiğimiz yüzyılın Fransız sanatçıları bu Aden Bahçesi'ni çok aradılar. Barbizon ekolüne bağlı ressamlar, bu mutlu yeri Fontainbleau ormanının kıyısındaki, tecrit edilmiş bir köyde bulduklarına inandılar. Pissarro, Pontoise'nın sükunetine çekildi ve burada, Cezanne ve Gauguin'in de aralarında olduğu daha genç ressamlara, çevredeki bahçelerin ve tepelerin resmini çizmeyi öğretti. Monet ile Renoir, Isle de France'ın kırsal huzuru ile yetindiler. Gauguin'in Güney Denizleri'ne doğru yola çıkmaya hazırlandığını işiten Renoir omuzlarını silkti: "insan Batignolles'da o kadar güzel resim yapabiliyor ki!"
Orası gibi yerler huzursuz Paul Gauguin'i tatmin etmiyordu. Eski borsacı, kendi güvenliği ile birlikte karısının ve çocuklarının güvenliğini, kendi sanatsal özlemlerini tatmin etmek için tehlikeye attı. Kırk üç yaşında bir aile babasının -ki o dönemde yaşam kırkında sona eriyordu- Tahiti kadar uzak bir yere nasıl olup da kaçabileceğini hala merak edenler, gezginlik ateşinin onun "kanında" olduğunu unutuyorlar. Paul Gauguin daha sekiz yaşına gelmeden okyanusu iki kere geçmişti: ailesi ile birlikte Peru'ya giderken ve sonra Fransa'ya geri dönerken. Genç bir adamken, Gauguin altı yılını denizci olarak geçirdi. Elbette, karısının züppe, tutucu ailesi ile birlikte Kopenhag'da kalırken huzur ve tatmin dışında her şeyi buldu. Bir seferinde itiraf ettiği gibi, "çılgınca şeyler yapmasına" yol açan "bilinmeyene yönelik korkunç bir arzusu" vardı. Batı Hint Adaları'nda ışık, renk ve ilkellik buldu, ama sıtma ve dizanteri ziyaretini kısa kesmesine sebep oldu. Güney Fransa'da geçirdiği zamanlarda bazı görkemli resimler yarattı, ama Van Gogh ile yaşadığı sorunlar onu kaçmaya zorladı. Sade köylüleri ve balıkçıları ile Brittany, Fransa'nın Gauguin'e sunabileceği en ideal yer gibi görünüyordu. Kendi stilini ilk olarak orada yarattı. Empresyonizm'den koparak, sadeleştirilmiş formlar, düz renkler ve soyut tasarımları ile ayırt edilen, ilk gerçek anlamda özgün ve anıtsal tuvallerini burada yarattı. Ama üçüncü (ve son) ziyaretinde, dehşet içinde, Brittany'nin bile istila edildiğini ve onun için artık harap olmuş sayılacağını gördü.
Şubat 1890'da Gauguin, Danimarka'daki karısı Mette'ye şöyle yazdı: "Ümit ederim bir Güney Denizi adasının ormanlarına kaçacağım ve orada ... Avrupa'da para için verdiğimiz mücadeleden uzakta, esriklik ve huzur içinde, sanat için yaşayacağım gün gelir -belki de kısa süre sonra. Orada, Tahiti'de, güzel tropik gecenin sessizliğinde, çevremdeki varlıklarla ahenk içinde, şehvetle çarpan yüreğimin tatlı tatlı mırıldanan müziğini dinleyebilirim. Sonunda özgür kalıp, para sorunlarından uzakta, yaşayabilir, şarkı söyleyebilir ve ölebilirim."
Ama kuşkularını giderip planını yürürlüğe koyması bir yılını aldı. Yolculuğunu finanse etmek amacıyla, Gauguin'in resimlerinin özel bir satışına ilgi çekmek için, eleştirmen Octave Mirbeau
sanatçının niyetini halka hayranlıkla açıklayan bir yazı yazdı:
"... medeniyetten kaçan ve kendisini daha iyi hissetmek için, tutkularımızın ve tartışmalarımızın gürültü patırtısı içinde boğulan iç sesleri daha iyi işitebilmek için, gönüllü olarak unutuluşu arayan bir adamın durumu bana sıra dışı ve dokunaklı geliyor ... Onu Martinique'e götüren aynı sessizlik ve yoğunlaşma, aynı yalnızlık ihtiyacı, şimdi onu daha öteye, doğası düşlerine daha çok uyan, Pasifik Okyanusu'nun onu nazik ellerle okşayacağı, yitirilip bulunmuş bir atanın eski ve güvenli sevgisini bahşedeceği Tahiti'ye götürüyor."
Aralarından ayrılan arkadaşları onuruna sanatçı ve yazarlar bir ziyafet de verdiler. Şerefe kadeh kaldırdıkları bir seferinde, şair Mallarme, Gauguin'in "yeteneğinin zirvesinde, uzak bir ülkede,
kendi doğası içinde yeni bir güç aramak üzere onu sürgüne götüren fevkalade vicdanına" hayranlık duyduğunu itiraf etti.