Oyalanmak için sık sık, titizlikle, ruhsallığımı başkalarının nasıl kavrayabileceğini anlamaya çalışırım. Bu yararsız taktiğin verdiği zevke kimi zaman acı karışsa da, melankoli nadiren bulaşıyor.
Kabaca başkaları üzerimde bıraktığım izlenimi anlamaya çalışır, sonra kendimce sonuçlara varırım. Genellikle başkalarının yakınlık duyduğu, hatta tuhaftır, belli belirsiz saygı emareleri gösterdiği biriyim ben. Ne var ki kesinlikle coşku karışmıyor bu yakınlığa.
Kimse bana ateşli bir dostluk beslemeyecek, pek çok insanın bana olan saygısının nedeni belki de budur.
Her zaman, her yerde iyi karşılandım. Benden daha az çatık kaş, kötü muamele görmüş, azar işitmiş insan herhalde enderdir. Ama hiç eksik olmayan bu sevecenlikte sevgi yoktu. Doğal olarak, en yakınlarım için bile misafirdim, bunun için de iyi ağırlanmalıydım, ama yabancılara gösterilen o hesaplı özenle, davetsiz misafirlerin payına düşen o sevgisizlikle.
Bana yönelik bu davranışların, esasen kendi mizacımdaki birtakım karanlık taraflardan kaynaklandığına hiç şüphem yok. İşin doğrusu bende bulaşıcı bir soğukluk var, elimde olmadan başkalarını da benim gibi az hissetmeye zorluyor.
Cana yakın bir insan sayılırım. Karşımdakinden de hemen yakınlık görürüm, sevgi ise hiç gelmez. Bugüne dek bir tek kimsenin bile bana bağlandığını hatırlamam. Günün birinde sevilmek, bir yabancıyla senli benli konuşmak kadar imkansız gelir bana.
Bütün bunlar canımı mı yakıyor, yoksa ıstırap ya da tevekkül getirmeyen, kayıtsız bir keder gibi kabulleniyor muyum, bilemiyorum.
Hep hoş bir insan olmaya çalıştım. Oldum olası, kayıtsızlıktan başka şey bulamamanın acısını çektim. Feleğin bir öksüzü olarak, bütün öksüzler gibi bende biri beni sevsin istedim. Ama sevgiye hiç doyamadım ve bu yararsız açlığa o kadar güzel ayak uydurdum ki, bazen doymam şart mı, onu da bilemiyorum.
Her ne olursa olsun, yaşamak canımı yakıyor.
Başkaları onlara gönül verecek bir varlık bulur mutlaka. Ben ise, bana bağlanmayı hayal eden biriyle bile karşılaşmadım henüz. Herkes başkaları için kendini parçalıyor; bana ise kibar davranmakla yetiniyorlar.
Saygı uyandırmayı becerebiliyorum, sevgi uyandırmaya ise yeteneğim yok. Ne yazık ki, saygı duyan insanlara karşı bunu haklı çıkaracak hiçbir şey yapmadığım için, sonunda ortada gerçek bir saygı da kalmıyor.
Bazen acı çekmeyi sevdiğimi düşünüyorum. Ama aslında tercihim bu değildi.
Ne önderlik vasıfları var bende, ne de madunluk. Kaderine razı bir adamın özelliklerine bile sahip değilim, oysa kıtlıkta bunlar da idare ederdi.
Benim kadar akıllı olmayanlar daha güçlü bir karaktere sahip. Hayatta kendilerine yer edinmekte daha ustalar, zekice yeteneklerini kullanmakta daha becerikliler. Karşımdakini etkilemek için bütün özelliklere sahibim, tek eksik bu işin sanatı ,hatta sırf bunu dileyebilmeyi istesem o da yetecek.
Günün birinde sevecek olsam, sevilmem.
Herhangi bir şeyi arzulamamla gözümün önünde ölmesi bir oluyor. Oysa kaderim, herhangi bir şeyi öldürmek için en ufak bir güce sahip değil. Onun tek zayıflığı bana karşı ölümcül olmak.
Journal - Kurt Cobain
Bugünlerde mutsuzluk evresindeyim. Öncesinde naif nefret evresindeydim. İçinde bulunduğum evreyi, popüler olmadan önce farkedip ondan kurtulmalıyım.Sonrasında nasıl bir evreye geçeceğim umrumda değil. Belki de sebzeler içimde ürettiğim kimyasalları bertaraf edecek. Bu kolay bir mazaret (kimyasallar). Enstrümanımı çok seyrek kullanıyorum. Halbuki eskiden ne heyacan vericiydi. Müzikle uğraşmak kolay iş değil. Şimdi prova yapmak zaman kaybı geliyor. Bedelini, soluduğum havayla ödüyorum. Rock starınıza nasıl yardım edebilirsiniz diye düşünmeyin.
Punk rock'ı seviyorum. Tuhaf gözlü kızları seviyorum. Maddeleri seviyorum. Ama vücudum ve zihnim kullanmama müsaade etmiyor. Tutkuyu seviyorum. İyi yapılmış şeyleri seviyorum. Masumiyeti seviyorum. Mavi yakalı işçileri seviyorum. Onlara müteşekkirim, çünkü sanatçılar onlar sayesinde var olabiliyor. Oburluğu öldürmeyi seviyorum. Kartlarımı yanlış oynamayı seviyorum. Çeşitli müzik tarzlarını seviyorum. İntihal yaptığını hissettiğim müzisyenlerle ve kendi utanç verici, acınası dünyalarını şarkılara yansıtarak bir sanat olan müziği sömürenlerle alay etmeyi seviyorum. Şiir yazmayı seviyorum. Başkalarının şiirlerini görmezden gelmeyi seviyorum. Plakları seviyorum. Doğayı ve hayvanları seviyorum. Yüzmeyi seviyorum. Arkadaşlarımla birlikte olmayı seviyorum. Kendimle baş başa kalmayı seviyorum. Beyaz amerikalı bir erkek olduğum için suçluluk duymayı seviyorum.
Uykuyu seviyorum. Ağzıma çekirdek doldurup yolda yürürken onları belli aralıklarla yere tükürmeyi seviyorum. Park edilmiş arabaların içindeki köpeklere sataşmayı seviyorum. İnsanları mutlu etmeyi seviyorum. Görüntüme bakıp kendilerini benden üstün görmelerini seviyorum. Önyargılı insanlara önyargılı olmayı seviyorum. Dünya gençliğinin günün birinde dayanışma duygusuna sahip olduğunu hayal etmeyi seviyorum. Çatışmalardan kaçınmak için hilebaz bir çaba göstermeyi seviyorum. Temel samimiyetimin dışında başka bir şeyle savunamayacağım güçlü kanılara sahip olmayı seviyorum. Samimiyetimi seviyorum. Kendimi samimiyetsiz buluyorum. Bunlar kanaat değil. Erdem sözcükleri değil. Bir şikayet. Eğitimsizliğimden, ilhamsızlığımdan, şefkat arayışımdan ve utanmazlığımdan şikayet. Bir şiir bile değil. Bok çuvalı. Aynen benim gibi.
Şikayet etmeyi seviyorum. Şikayet ettiğim şeyleri iyileştirmek için bir şey yapmamayı seviyorum. Anne babamın kuşağını, bir toplumsal değişimin eşiğine geldikleri halde, medya ve hükümetin, muhalif hareketin tabanını sarsmak için Manson ve diğer hippi temsilcilerini propaganda malzemesi olarak kullanmalarına ve düzen karşıtlarını vatan hainleri, komünistler, satanistler, insanlık dışı hastalıklar olarak damgalamalarına teslim olmakla suçlamayı seviyorum. Sonuçta, baby boom kuşağı, en konformist, iki yüzlü yuppie'ler haline geldi. Fikirlerimi sükunetle ve akli bir şekilde, muhafazakar bir tavırla tartışmayı seviyorum, kendimi uç solda görmeme rağmen. Sistemin mekanizmasına, kendimi onlardan biriymiş süsü vererek sızmayı, sonra da yavaş yavaş imparatorluğu içten çürütmeyi seviyorum.
Punk rock'ı seviyorum. Tuhaf gözlü kızları seviyorum. Maddeleri seviyorum. Ama vücudum ve zihnim kullanmama müsaade etmiyor. Tutkuyu seviyorum. İyi yapılmış şeyleri seviyorum. Masumiyeti seviyorum. Mavi yakalı işçileri seviyorum. Onlara müteşekkirim, çünkü sanatçılar onlar sayesinde var olabiliyor. Oburluğu öldürmeyi seviyorum. Kartlarımı yanlış oynamayı seviyorum. Çeşitli müzik tarzlarını seviyorum. İntihal yaptığını hissettiğim müzisyenlerle ve kendi utanç verici, acınası dünyalarını şarkılara yansıtarak bir sanat olan müziği sömürenlerle alay etmeyi seviyorum. Şiir yazmayı seviyorum. Başkalarının şiirlerini görmezden gelmeyi seviyorum. Plakları seviyorum. Doğayı ve hayvanları seviyorum. Yüzmeyi seviyorum. Arkadaşlarımla birlikte olmayı seviyorum. Kendimle baş başa kalmayı seviyorum. Beyaz amerikalı bir erkek olduğum için suçluluk duymayı seviyorum.
Uykuyu seviyorum. Ağzıma çekirdek doldurup yolda yürürken onları belli aralıklarla yere tükürmeyi seviyorum. Park edilmiş arabaların içindeki köpeklere sataşmayı seviyorum. İnsanları mutlu etmeyi seviyorum. Görüntüme bakıp kendilerini benden üstün görmelerini seviyorum. Önyargılı insanlara önyargılı olmayı seviyorum. Dünya gençliğinin günün birinde dayanışma duygusuna sahip olduğunu hayal etmeyi seviyorum. Çatışmalardan kaçınmak için hilebaz bir çaba göstermeyi seviyorum. Temel samimiyetimin dışında başka bir şeyle savunamayacağım güçlü kanılara sahip olmayı seviyorum. Samimiyetimi seviyorum. Kendimi samimiyetsiz buluyorum. Bunlar kanaat değil. Erdem sözcükleri değil. Bir şikayet. Eğitimsizliğimden, ilhamsızlığımdan, şefkat arayışımdan ve utanmazlığımdan şikayet. Bir şiir bile değil. Bok çuvalı. Aynen benim gibi.
Şikayet etmeyi seviyorum. Şikayet ettiğim şeyleri iyileştirmek için bir şey yapmamayı seviyorum. Anne babamın kuşağını, bir toplumsal değişimin eşiğine geldikleri halde, medya ve hükümetin, muhalif hareketin tabanını sarsmak için Manson ve diğer hippi temsilcilerini propaganda malzemesi olarak kullanmalarına ve düzen karşıtlarını vatan hainleri, komünistler, satanistler, insanlık dışı hastalıklar olarak damgalamalarına teslim olmakla suçlamayı seviyorum. Sonuçta, baby boom kuşağı, en konformist, iki yüzlü yuppie'ler haline geldi. Fikirlerimi sükunetle ve akli bir şekilde, muhafazakar bir tavırla tartışmayı seviyorum, kendimi uç solda görmeme rağmen. Sistemin mekanizmasına, kendimi onlardan biriymiş süsü vererek sızmayı, sonra da yavaş yavaş imparatorluğu içten çürütmeyi seviyorum.
Tanrıyı itham etmeyi seviyorum.
Meryem'i kürtaj etmeyi seviyorum.
İsa'nın koyunlarını düzmeyi seviyorum. Kadınların erkeklerden üstün olduğunu, şiddete erkeklerden daha az yatkın olduklarını bilmenin verdiği huzuru seviyorum. Rock' n roll'un istikbalinin kadınların elinde olduğunu bilmenin verdiği huzuru seviyorum.
Rock'n Roll'u Afro Amerikalıların icat ettiğini, ancak yalnızca beyaz adamın standartlarına uymayı kabul ettiğinde ödüllendirildiğini bilmenin verdiği huzuru seviyorum. Afro Amerikalıların bir kez daha günümüzün en yeni ve en özgün müziğini (hip hop/rap) yaratan ırk olduğunu bilmenin verdiği huzuru seviyorum.
,
(Roll)
Etiketler:
Müzik
Huzursuzluk Kitabı (sf. 317)
Kendimden koparak bir birey olduğumu, yabancıların gözünde yabancı bir birey olduğumu kavradığım o anlarda, günlük hayatın içinde ya da tesadüfen konuşup karşılaştığım insanlara fiziksel, hatta ahlaki açıdan nasıl göründüğümü hep merak etmişimdir.
Hepimiz kendimizi zihinsel gerçeklikler olarak tahayyül etmeye alışkınızdır. Başkalarını ise fiziksel gerçeklikler olarak görürüz; kendimizi başkalarının zihnini belli bir şekilde etkileyen, basit fiziksel cisimler olarak kabul etmekte zorlanırız; aynı şekilde ötekileri de zihinsel gerçekler olarak görmemiz zordur; ama iş aşka ya da kavgaya geldi mi, işte ancak o zaman ötekilerin de tıpkı bizim gibi bir ruhu olduğunun bilincine varırız.
İnsanların bana bakınca nasıl bir adam gördüklerine dair saçmalamaya koyulmamın nedeni bu işte; sesim nasıldır, diye merak ediyorum, ötekilerin istemsiz belleğinde nasıl bir resim bırakıyorum, hareketlerim, cümlelerim, görünen hayatım başkalarının yorumlarının retinasına nasıl kazınıyor. Kendimi dışarıdan görmeyi hiçbir zaman beceremedim. Hiçbir ayna bizi "dışarıdan biri" olarak yansıtamaz, çünkü bizi kendimizin dışına çekebilecek ayna yoktur. Bunu ancak bir başka ruh yapabilir, bir başka bakış ve görüş. Usta bir sinema oyuncusu olsaydım ya da sesimi bağıra çağıra plaklara kaydetsem bile, eminim öte taraftan bakıldığında ne olduğumu bilmekten gene bu kadar uzak kalırdım, çünkü beni nasıl kaydederlerse etsinler, ister istemez hep kendi içimde, yüksek duvarlarla çevrili öz bilincimin içinde kalacağım.
...
Her şey karmaşık, yoksa öyle olan ben miyim. Her neyse, hiçbir şeyin önemi olmadığına göre bu da önemsiz. Saçmalayıp duran bu yoldan çıkmış değerlendirmeler, bir kenara atılmış tanrıların bahçelerinde bitkisel bir hayat sürüyor, tıpkı duvarlardan uzak tutulmuş sarmaşıklar gibi. Ben ise bu ipe sapa gelmez düşünceleri sonsuz kere sonuca bağladığım gecenin içinde gülümsüyorum, daha yıldızlar bile yokken Kader'i doğuran büyük nedenlerden yetim kalmış bir insan ruhunda bunları doğuran hayati ironiyle gülümsüyorum.
Hepimiz kendimizi zihinsel gerçeklikler olarak tahayyül etmeye alışkınızdır. Başkalarını ise fiziksel gerçeklikler olarak görürüz; kendimizi başkalarının zihnini belli bir şekilde etkileyen, basit fiziksel cisimler olarak kabul etmekte zorlanırız; aynı şekilde ötekileri de zihinsel gerçekler olarak görmemiz zordur; ama iş aşka ya da kavgaya geldi mi, işte ancak o zaman ötekilerin de tıpkı bizim gibi bir ruhu olduğunun bilincine varırız.
İnsanların bana bakınca nasıl bir adam gördüklerine dair saçmalamaya koyulmamın nedeni bu işte; sesim nasıldır, diye merak ediyorum, ötekilerin istemsiz belleğinde nasıl bir resim bırakıyorum, hareketlerim, cümlelerim, görünen hayatım başkalarının yorumlarının retinasına nasıl kazınıyor. Kendimi dışarıdan görmeyi hiçbir zaman beceremedim. Hiçbir ayna bizi "dışarıdan biri" olarak yansıtamaz, çünkü bizi kendimizin dışına çekebilecek ayna yoktur. Bunu ancak bir başka ruh yapabilir, bir başka bakış ve görüş. Usta bir sinema oyuncusu olsaydım ya da sesimi bağıra çağıra plaklara kaydetsem bile, eminim öte taraftan bakıldığında ne olduğumu bilmekten gene bu kadar uzak kalırdım, çünkü beni nasıl kaydederlerse etsinler, ister istemez hep kendi içimde, yüksek duvarlarla çevrili öz bilincimin içinde kalacağım.
...
Her şey karmaşık, yoksa öyle olan ben miyim. Her neyse, hiçbir şeyin önemi olmadığına göre bu da önemsiz. Saçmalayıp duran bu yoldan çıkmış değerlendirmeler, bir kenara atılmış tanrıların bahçelerinde bitkisel bir hayat sürüyor, tıpkı duvarlardan uzak tutulmuş sarmaşıklar gibi. Ben ise bu ipe sapa gelmez düşünceleri sonsuz kere sonuca bağladığım gecenin içinde gülümsüyorum, daha yıldızlar bile yokken Kader'i doğuran büyük nedenlerden yetim kalmış bir insan ruhunda bunları doğuran hayati ironiyle gülümsüyorum.
Etiketler:
Huzursuzluk Kitabı
Tapınaklar ve Kiliseler - Rob Krier
Tapınak ve kiliseler, inanmayanlar tarafından bile, her zaman en soylu sembolik binalar olarak onaylanmış ve değer görmüşlerdir. Sanatsal başarının ve sanatçının başarısının en iyi örnekleri olarak kabul görmüşlerdir onlar. Bir çağın mimari geleneğine örnek de teşkil etmişlerdir. Antik dönemden sonra, kamuya ait en muazzam iç mekânlar da onlar olmuşlardır. Dinsel duygunun telafi edilmesi için şimdilerde mümkün olan başka işlevler var mıdır? Kamu kütüphanelerinde, okuma salonları, yüzme havuzları ya da spor merkezlerinde dinleme salonları, istasyonların salonları, konser salonları ya da tiyatrolar? Bu işlevlerden hiçbirisi, bir ibadet yerinin mistik ve sembolik önemine asla erişmemiştir. Her insan hayat ve ölüm muamması tarafından etkilenir. Varlığın ve yokluğun mukadder ve esrarlı boyutları ürkütücü olduğu kadar bunaltıcıdır da. Muhteşemliği ve güzelliğiyle doğa, vuku bulan her şeyin arka planı olarak gizlerini yalnızca ihtiyatla açığa çıkarır. Korkularını yatıştırmak ve duygularını teskin etmek için insan, varlığının manevi yorumu için yeryüzünde sembolik mekanlar inşa etmiştir. Bu binalar insan ile adlandırılamaz muammalar arasında dolayım mekanları; bu kurgusal diyaloğa adres: kutsanmış bir insanoğlu, bir tanrı; doğaüstünün idealleştirilmiş bir düzenlemesi olarak hizmet ederler. Bu konumun mimaride tamamen kaybedilip kaybedilmediğini bilmiyorum. Şimdilik, tarihin bize aktardığı binalarla tatmin oluyorum. Bunlarla uzun bir müddet daha idare edebiliriz. Bir düşünce artık gerçekte kutsanmazsa, insan güzel olan bir şeylere saplanıp kalmaktan başka ne yapabilir ki? Bu tüketici dünyada insanlar manevi değerlerle pek fazla ilgilenmemektedirler.
Etiketler:
Felsefe
Sanatçının Görevi - William Gass
Bence sanatçının yükümlülüklerinden biri, başka önemli şeyleri atlamadan, olabildiğince mükemmel biçimde yaratmak, ama gene de, öteki değerleri savunurken –İsrail’i savunmak, kadın hakları için savaşmak, inancımızı savunmak, kapitalizmin gerçek yüzünü ortaya çıkarmak, cinsel tercihlerinizi savunmak ya da ırkınız adına konuşmak- sanatçı olarak başarısızlığınızı kapatmak için bilimsel, dini, politik bir maskeye sarılıyor olabileceğinizin farkında olmaktır. Ne dünyanın doğruluğu ne de Tanrı’nın iyiliği size güzelliğin vereceği ödülü veremez.
Son olarak, kendi başına güzellik yaratmayın; çiçeklerin, manzaraların, yüzlerin, ağaçların, gökyüzünün güzelliğinin tesadüf eseri olduğu bir dünyada, dünyanın nesnelerine ve fikirlerine orada olması gereken çizimleri, yontuları, öyküleri, masalları ve senfonik büyüleri eklemek; düşündürmek ve değerlendirmek amacıyla üretmek; nitelikleri kimseye zarar vermeyen ama en dikkatsiz gözü bile ödüllendiren, o yüzden de hakikaten çıkar gözetmeyen bir ilginin odağı olmayı hak eden şeyler doğurmak sanatçının görevidir.
Son olarak, kendi başına güzellik yaratmayın; çiçeklerin, manzaraların, yüzlerin, ağaçların, gökyüzünün güzelliğinin tesadüf eseri olduğu bir dünyada, dünyanın nesnelerine ve fikirlerine orada olması gereken çizimleri, yontuları, öyküleri, masalları ve senfonik büyüleri eklemek; düşündürmek ve değerlendirmek amacıyla üretmek; nitelikleri kimseye zarar vermeyen ama en dikkatsiz gözü bile ödüllendiren, o yüzden de hakikaten çıkar gözetmeyen bir ilginin odağı olmayı hak eden şeyler doğurmak sanatçının görevidir.
Etiketler:
Felsefe
Striding Man (1960, Alberto Giacometti)
Giacometti'nin sessizi kutsayıcı harcının dönüştüğü yontular -daha ilk biçimle tanıştıklarında , ilk hiçlikten birliğe geçiş adımlarında dünyanın orta yerine savrulmuş birer telaş gibidir o mat lekeler.
Sonra, iyiden iyiye yeryüzüne çıkarır Giacometti onları. Odada, benzerlerinin kıyasıya acılı durgunluğundan ne kapmışsa kapmış, boşluğa bir ölçüsüzlük birimi olarak katılmıştır bu suret. Neyin tasarımıdır ki, o koyu giz yüklü ifade.Dışarıda, Giacometti'nin herhalde titizlenerek seçtiği çıplak, dümdüz bir bozkır parçasında, boşluğa yontulmuş, Giacometti'nin sert, kalın elleriyle havaya oyulmuş ve sanki bir eriyik, uçucu bir töz iken özdeğin başka bir evresiyle birleşip başkalaşmış, taşlaşmış, bronzlaşmış duruyorlar.
Enis Batur
Etiketler:
Alberto Giacometti,
Enis batur
Yeni Hayat - Orhan Pamuk
Aşk teslim olmaktır. Aşk, aşkın sebebidir. Aşk anlamaktır. Aşk bir müziktir. Aşk ve soylu yürek aynı şeydir. Aşk hüznün şiiridir. Aşk kırılgan ruhun aynaya bakmasıdır. Aşk geçicidir. Aşk hiçbir zaman pişmanım dememektir. Aşk bir kristalleşmedir. Aşk vermektir. Aşk bir çikleti paylaşmaktır. Aşk hiç belli olmaz. Aşk boş bir laftır. Aşk Allah’a kavuşmaktır. Aşk bir acıdır. Aşk melekle göz göze gelmektir. Aşk gözyaşlarıdır. Aşk telefon çalacak diye beklemektir. Aşk bütün bir dünyadır. Aşk sinemada el ele tutuşmaktır. Aşk bir sarhoşluktur. Aşk bir canavardır. Aşk körlüktür. Aşk yüreğin sesini dinlemektir. Aşk kutsal bir sessizliktir. Aşk şarkılarda konu edilir. Aşk cilde iyi gelir.
Aşk birisine şiddetle sarılma, onunla aynı yerde olma özlemidir. Onu kucaklayarak, bütün dünyayı dışarda bırakma arzusudur. İnsanın ruhuna güvenli bir sığınak bulma özlemidir.
Aşk birisine şiddetle sarılma, onunla aynı yerde olma özlemidir. Onu kucaklayarak, bütün dünyayı dışarda bırakma arzusudur. İnsanın ruhuna güvenli bir sığınak bulma özlemidir.
Gördünüz ya, yeni hiçbir şey söyleyemedim. Ama gene de bir şey söyledim ya! Aldırmıyorum artık onun yeni olup olmamasına. Bazı özentili budalaların sandığının tam tersine, bir iki kelime bile sessizlikten iyidir. Bütün acımasızlığıyla ağır ağır yol alırken bir tren gibi, hayat ruhumuzu ve gövdemizi ufalayarak geçerken sessiz durmak, ağzını açıp tek söz söylememek, neye yarar Allahaşkına? Bir adam tanımıştım, benim yaşlarımdaydı, böyle bir sessizlik üzerimize üzerimize gelip bizi delik deşik eden bütün o şiddetle, kötülükle savaşmaktan daha iyidir demeye getiriyordu. Demeye getiriyordu diyorum, çünkü bunu da demiyordu da, sabahtan akşama kadar bir masada oturup bir başkasının kelimelerini bir deftere uslu uslu ve sessizce yazıyordu. Bazan onun ölmediğini, hala yazmakta olduğunu düşünür ve onun sessizliğinin içinde büyüyerek tüyler ürpertici bir dehşet şeklini almasından korkardım.
Sf. 228 -229
Etiketler:
Edebiyat
Giacometti hakkında bir anekdot
Yirmi yıl oluyor, İtalya Alanı'ndan geçtiği bir akşam, Giacometti araba altında kaldı.Yaralı, bacağı burkulmuş, yarı baygın durumdayken ilk duyduğu şey sevinçti: "En sonunda başıma bir şey geldi!" Köktenciliğini bilirim onun: daha beterini bekliyordu; başka türlüsünü istemeyecek kadar sevdiği yaşam, rastlantının budalaca hoyratlığıyla hırpalanıp kalmıştı: "Öyleyse", diyordu kendi kendine, "taşları yontmak için yaratılmadım, hatta yaşamak için bile yaratılmadım; bir hiç için yaratıldım."
Onu coşturan şey, nedenlerin birdenbire maskesi düşen tehdit edici düzeni ile kent ışıklarına, insanlara, çamurlara batmış kendi vücuduna büyük bir yıkımın donduran bakışını çevirmekti. Hayranım bu her şeyi kabullenme isteğine. Eğer insan şaşırtmacaları severse, işte böyle özengenlere bu dünyanın kendileri için yaratılmadığını bulduran o şimşek gibi ender anlara varana dek sevmelidir.
Jean Paul Sartre
Sözcükler sf. 180
Etiketler:
Alberto Giacometti,
Sartre
Giacometti
Tabii ki resim ve yontu
yapıyorum; ve bunu kendimi bildim bileli, ilk kez desen çizişimden ya da resim
yapışımdan bu yana, gerçekliği dişlemek için, kendimi savunmak için, kendimi
beslemek için, semirmek için; kendimi daha iyi savunmak, daha iyi saldırmak, bir
şeylere asılmak, her planda, her yönde olabildiğince ileri doğru yol almak üzere
semirmek için, açlığa, soğuğa, Ölüme karşı kendimi korumak için, olabildiğince
özgür olmak için; -bugün için bana en temiz görünen araçlarla- çevremi saran
şeyleri daha iyi görmeye, daha iyi anlamaya çalışmak için, olabildiğince daha
özgür olmak, daha semirmiş hale gelmek üzere daha iyi anlamak için, tüketmek,
yaptığım şeyde kendimi olabildiğince daha çok tüketmek iyin, kendi serüvenimi
yaşamak, yeni dünyalar keşfetmek, kendi savaşımı vermek için yapıyorum; zevk
için mi, sevinç duymak için mi yapıyorum bunu? Bu savaşı, kazanmanın ve
yitirmenin zevkini duymak için yapıyorum.
Etiketler:
Alberto Giacometti
kitaplar - Enis Batur
Kitap okumak yemek yemeğe, sevişmeye, bir eve konuk gitmeye, yolculuk yapmaya benzer: Adabı erkanı önemlidir, önünden gelenin altından kalkacağı iş değildir. Neredeyse on beş yıldır görmediğim bir arkadaşım, farkında olmaksızın, elinde kırılgan bir nesne varmışçasına tutardı kitapları. Şimdi nerededir bilmem ama, onun kendiliğinden, besbelli ki güdüsel olarak gelişmiş bu davranış biçimini öteden beri kutsama saydığım ve unutamadığım için, kitaplara kötü davrananların kedilere tekme atabilecek tıynetteki insanlar arasından çıkacağına inandım hep, onlarla arama susku perdesi çektim.
Etiketler:
Edebiyat,
Enis batur
Henri Cartier Bresson'dan Alberto Giacometti
Giacometti'nin Paris Match dergisinde yayınlanan, sonradan John Berger'in Şiirin saati" başlıklı kitabında kullandığı o olağanüstü fotoğrafı görmeyen biri çok şey yitirmiştir: sağanak altında, kafasına çektiği pardösünün altında biraz büzüşmüş, karşıdan karşıya geçen o yaşlı adamın aklından bir Akdeniz kasabasına düşen yaz yağmurunu geçirdiğini kim yadsıyabilir acaba? Yontuları, her an açılmaya hazır birer Şemsiye'dir Giacometti'nin: İş onlara öyle bakmayı bilmektir.
E. Batur
Etiketler:
Alberto Giacometti,
Enis batur,
Fotoğraf
Ölme Hakkı ya da Gönüllü Ölüm - Nietzsche
Dinin yönelttiği talepler bir yana, elbette şöyle sorulabilir: güçlerinin azaldığını hisseden yaşlı bir adamın, tamamen aklı başındayken kendine bir hedef koymak yerine yavaş yavaş tükenişini ve çözülüşünü beklemesi neden daha övgüye değer olsun ki? Bu durumda intihar son derece doğal ve akla yatkın bir eylemdir: aklın bir zaferi olarak haklılıkla bir saygı uyandıracaktır: ve eski zamanlarda Yunan Felefesi'nin önde gelenleri ve en yiğit Roma vatanseverleri intihar ederek ölmeyi seçtiklerinde, uyandırmıştır da. Buna karşılık, hekimlerden endişeli tavsiyeler alarak ve en zavallı tarzda yaşayarak yaşamın asıl hedefine daha da yakınlaşma gücüne sahip olmadan, günbegün ömrünü uzatmak çok daha az saygıdeğerdir - Dinler, intihar talebine yönelik lanetlerle doludur: böylelikle yaşama aşık olanlarda, kendi kendilerine dalkavukluk ederler.
İnsanca Pek İnsanca I sf. 84
İnsanca Pek İnsanca I sf. 84
***
Onurlu bir biçimde yaşamak artık mümkün değilse, onurlu bir biçimde ölmek için gönüllü olarak seçilen ölüm, tam zamanında, neşeyle ve sevinçle, çocukların ve tanıkların ortasında gerçekleştirilen ölüm: öyle ki gerçek bir vedalaşma mümkündür henüz, veda eden henüz oradadır, ayrıca ulaşılanın ve istenenin gerçek bir değerlendirilişi, yaşamın bir özetlenişi - Tüm bunlar, dinlerin ölüm saatini dönüştürdüğü sefil ve ürpertici komedinin tam zıttını oluşturur. Dinin, ölen kişinin zayıflığını bir vicdan terbiyesi, ölme tarzını insan ve geçmiş hakkında bir değer yargılaması olarak kötüye kullandığı unutulmamalı! -
Yaşam sevgisinden ötürü, başka türlü istemeli ölümü, özgürce, bilinçli, rastlantıya yer bırakmadan, bir baskın gibi ani değil...
Putların Batışı sf. 87
***
Hangisi daha akılcıdır, kendisinden beklenen iş tamamlandığında makineyi durdurmak mı, - yoksa onu çalıştırmak mı, kendiliğinden duruncaya kadar, yani bozuluncaya kadar. Sonuncusu, işletme sermayesinin israfı, makineyi kullananların gücünün ve dikkatinin istismarı değil midir? Başka bir yerde işe yarayabilecek bir şey, burada çöpe atılmış olmayacak mıdır? Makinelerin bir çoğu böyle yararsız bir biçimde işletilip kullanıldıkça, onlara karşı da bir tür hor görme yaygınlaşmayacak mıdır?
Gönülsüz(doğal) ve gönüllü(akıllı) ölümden söz ediyorum.
Doğal ölüm her türlü akıldan bağımsız, aslında akılcı olmayan ölümdür: kabuğun değersiz maddesi belirler çekirdeğin ne kadar yaşayacağını ya da yaşamayacağını; yani bu ölümde bir ayağı çukurda, genellikle hasta ve ahmak gardiyandır karar veren, seçkin tutsağın ne zaman öleceğine. Doğal ölüm, doğanın intiharıdır, yani akıllı varlığın, akıllı olmayan ve kendisine bağlanmış varlık tarafından yok edilmesidir. Ancak dinsel bir ışık altında durum tam tersi gibi görünebilir; çünkü, hakçası, yüce akıl (tanrı) verir, alçak akılın itaat etmesi gereken emri. Dinsel düşünüş tarzı dışında, doğal ölüm yüceltilmeye değmez. - Ölümün bilgelikle düzenlenmesi ve uygulanması, geleceğin şimdi tamamen akıl almaz ve ahlak dışı gibi gelen ahlakına aittir, onun tan kızıllığına bakabilmek, tanımlanamaz bir mutluluk olmalıdır.
Gezgin ve Gölgesi sf. 107
Etiketler:
Nietzsche
Yazmak - Orhan Pamuk
"Benim için mutlu bir gün, bir sayfa iyi yazı yazdığım sıradan bir gündür. Yazının dışındaki hayat eksik, kusurlu, anlamsızmış gibi gelir bana. Beni tanıyanlar yazmaya, masaya, beyaz kağıtla dolma kaleme bağlılığımı bilir, ama gene de "Biraz tatil yap, gez, eğlen, yaşa!" diye öğüt verirler bana. Daha yakından tanıyanlar ise, benim için en büyük mutluluğun yazmak olduğunu bildikleri için yazıdan, kağıttan, mürekkepli kalemimden beni uzak tutacak şeylerin en sonunda bana yaramayacağını söylerler. Hayatta hep ve yalnızca istediğini yapmış, istediği işten başka bir şeyle uğraşmamış nadir insanlardan biriyim."
Orhan Pamuk
Etiketler:
Edebiyat
KİTAP adeta insan oldu - Nietzsche
Kitabın, ondan kopar kopmaz, kendi başına bir yaşam sürmesi hep yeniden şaşırtır yazarı, sanki bir böceğin bir parçası ayrılmış da şimdi kendi yoluna gidiyormuş gibi gelir yazara. Belki neredeyse tamamen unutur kitabı, belki karşı çıkar o kitapta yazılı görüşlere, belki de artık anlamıyordur onu ve yitirmiştir artık o zamanlar o kitabı düşünürken uçtuğu kanatları: bu sırada kitap kendi okurlarını arar, yaşam verir, mutlu kılar, korkutur, yeni yapıtlar üretir, niyetlerin ve eylemlerin ruhu olur -kısacası: akıl ve ruhla donatılmış bir varlık gibi yaşar ama bir insan değildir yine de.
-En şanslı yazar, yaşlandığında, kendisindeki yaşam veren, güçlendiren, isyan eden, aydınlatan düşüncelerin ve duyguların tümünün de yazıların da devam ettiğini, kendisinin sadece gri bir kül olduğunu, ateşinin her yere taşınıp kurtarıldığını söyleyebilendir.
Şimdi sadece bir kitap değil, insanın her bir eyleminin herhangi bir biçimde başka eylemlere, kararlara, düşüncelere vesile olduğu, olup biten her şeyin, olup biten her şeyle çözülemez bir biçimde sıkı sıkıya bağlı olduğu düşünülürse, var olan gerçek ölümsüzlük tanınmış olur böylece, yani devinimin ölümsüzlüğü: bir kez devinmiş bulunan, tüm var olanların genel birliğinde bir kehribarın içindeki bir böcek gibi mühürlenmiş ve sonsuzlanmıştır.
İnsanca Pek İnsanca
kitabından
-En şanslı yazar, yaşlandığında, kendisindeki yaşam veren, güçlendiren, isyan eden, aydınlatan düşüncelerin ve duyguların tümünün de yazıların da devam ettiğini, kendisinin sadece gri bir kül olduğunu, ateşinin her yere taşınıp kurtarıldığını söyleyebilendir.
Şimdi sadece bir kitap değil, insanın her bir eyleminin herhangi bir biçimde başka eylemlere, kararlara, düşüncelere vesile olduğu, olup biten her şeyin, olup biten her şeyle çözülemez bir biçimde sıkı sıkıya bağlı olduğu düşünülürse, var olan gerçek ölümsüzlük tanınmış olur böylece, yani devinimin ölümsüzlüğü: bir kez devinmiş bulunan, tüm var olanların genel birliğinde bir kehribarın içindeki bir böcek gibi mühürlenmiş ve sonsuzlanmıştır.
İnsanca Pek İnsanca
kitabından
Etiketler:
Nietzsche
Kitap Kapakları (Orhan Pamuk)
Yazmakta olduğu kitabın kapağının
hayallerini kurmayan romancı duygusal eğitimini tamamlamış, olgunlaşmış,
ama kendisini yazar yapan saflığı da kaybetmiş demektir.
Bütün büyük okuma tecrübeleri ve zevkleri, daha sonra hatıralarımızda o kitapların kapaklarıyla karışır.
Etiketler:
Edebiyat
Reklamlar - John Berger
Reklamın amacı seyircide içinde bulunduğu yaşamdan bir ölçüde memnun olmadığı duygusunu kamçılamaktadır. Toplumun yaşamında değil, kendi özel yaşamında bir eksiklik duymalıdır seyirci. Reklam seyirciye, sunulan nesneyi aldığında yaşamın daha iyi olacağını söyler; ona içinde bulunduğu yaşamdan daha iyi bir yaşam önerir.
Reklamlar (önce işçi, sonra da alıcı olarak) pazarı insanların sırtından oluşturan iki kat kar sağlayan, aynı zamanda tüketici üretici de olan seyirci alıcıya yönelmiştir. Reklamların pek girmediği yerler yalnızca çok zenginlerin çevreleridir; onlar da zaten paralarını kendilerine saklarlar.
Bütün reklamlar huzursuzluk duygusunu işler. Her şey paraya dayanır; parayı ele geçirmek huzursuzluğu yenmek demektir.
Reklamın dayandığı temel huzursuzluk şu korkudan doğar: Hiçbir şeyin yoksa sen de bir hiç olursun.
Para yaşamdır. Parasız açlıktan öleceksiniz demek değildir bu. Kapitalin insana, başka bir sınıfın tüm yaşamı üzerinde egemenlik sağlaması demek de değildir. Paranın her türlü insan yeteneğini gösteren bir şey, bunlara giden yolu açan bir anahtar olması demektir. Para harcama gücü, yaşam gücüyle bir tutulur. Reklamlarda anlatılan masallara bakılırsa, para harcama gücü olmayanları gerçekte kimse sevmez. Para harcama gücü olanlarsa sevilir.
Reklamlarda devrim bile reklam diline dönüştürülür.
Reklamın korkunç bir etkileme gücü vardır; reklam aynı zamanda çok önemli bir siyasal olgudur. Oysa reklamın ulaşma alanı geniş olsa da sundukları sınırlıdır. Reklam ele geçirme gücünden başka güç tanımaz. Bütün öbür insan yetileri ya da gereksinmeleri bu gücün buyruğuna verilmiştir. Tüm umutlar toplanmış birbirine uydurulmuş, yalınlaştırılmıştır; sonunda yoğun ama belirsiz, büyülü ama yinelenebilir bir umut sunulur her ürünle birlikte. Kapitalizmin kültürü için başka hiçbir umut, doyum ya da zevk türü düşünülemez olur artık.
Reklam bu kültürün yaşamıdır -öyle ki kapitalizm onsuz varlığını sürdüremez -ve aynı zamanda bu kültürün ürünüdür de. Kapitalizm sömürdüğü çoğunluğu, isteklerini çok sınırlı bir biçimde tanımlamaya zorlayarak sürdürür varlığını. Bir zamanlar bu sonuç çok yaygın bir yoksullukla sağlanıyordu. Bugünse gelişmiş ülkelerde halka istenecek, istenmeyecek şeylerin ne olduğunu, yanlış ölçütleri zorla kabul ettirerek yapılıyor.
Görme Biçimleri
sf. 142 -154
Reklamlar (önce işçi, sonra da alıcı olarak) pazarı insanların sırtından oluşturan iki kat kar sağlayan, aynı zamanda tüketici üretici de olan seyirci alıcıya yönelmiştir. Reklamların pek girmediği yerler yalnızca çok zenginlerin çevreleridir; onlar da zaten paralarını kendilerine saklarlar.
Bütün reklamlar huzursuzluk duygusunu işler. Her şey paraya dayanır; parayı ele geçirmek huzursuzluğu yenmek demektir.
Reklamın dayandığı temel huzursuzluk şu korkudan doğar: Hiçbir şeyin yoksa sen de bir hiç olursun.
Para yaşamdır. Parasız açlıktan öleceksiniz demek değildir bu. Kapitalin insana, başka bir sınıfın tüm yaşamı üzerinde egemenlik sağlaması demek de değildir. Paranın her türlü insan yeteneğini gösteren bir şey, bunlara giden yolu açan bir anahtar olması demektir. Para harcama gücü, yaşam gücüyle bir tutulur. Reklamlarda anlatılan masallara bakılırsa, para harcama gücü olmayanları gerçekte kimse sevmez. Para harcama gücü olanlarsa sevilir.
Reklamlarda devrim bile reklam diline dönüştürülür.
Reklamın korkunç bir etkileme gücü vardır; reklam aynı zamanda çok önemli bir siyasal olgudur. Oysa reklamın ulaşma alanı geniş olsa da sundukları sınırlıdır. Reklam ele geçirme gücünden başka güç tanımaz. Bütün öbür insan yetileri ya da gereksinmeleri bu gücün buyruğuna verilmiştir. Tüm umutlar toplanmış birbirine uydurulmuş, yalınlaştırılmıştır; sonunda yoğun ama belirsiz, büyülü ama yinelenebilir bir umut sunulur her ürünle birlikte. Kapitalizmin kültürü için başka hiçbir umut, doyum ya da zevk türü düşünülemez olur artık.
Reklam bu kültürün yaşamıdır -öyle ki kapitalizm onsuz varlığını sürdüremez -ve aynı zamanda bu kültürün ürünüdür de. Kapitalizm sömürdüğü çoğunluğu, isteklerini çok sınırlı bir biçimde tanımlamaya zorlayarak sürdürür varlığını. Bir zamanlar bu sonuç çok yaygın bir yoksullukla sağlanıyordu. Bugünse gelişmiş ülkelerde halka istenecek, istenmeyecek şeylerin ne olduğunu, yanlış ölçütleri zorla kabul ettirerek yapılıyor.
Görme Biçimleri
sf. 142 -154
Etiketler:
Felsefe
RODİN - Rainer Maria Rilke
edward steichen'den rodin the thinker - 1902 |
Rodin'i ilk defa ziyaret ettiğimde ve Meudon'daki evinde tanıdığım kişilerle aynı masada kahvaltı ettiğimde, evinin onun için önem taşımadığını anladım; belki yalnızca küçük ve yoksul görünüşlü bir sığınaktı; yağmur ve uyku zamanları için başının üzerinde bir çatıdan ibaretti; ve şunu da anladım ki, evi onun için ne bir kaygılanma nedeniydi, ne de yalnızlığında ve yoğunlaşmasında herhangi bir ağırlığı vardı. Rodin evinin loşluğunu, inzivasını ve huzurunu iç dünyasının derinliklerinde taşımaktaydı; kendisi için o evin üzerindeki gökyüzüne, çevresindeki ormana ve uçsuz bucaksızlığına, hep yanından akıp giden büyük nehre dönüşmüştü. Kendi içine dalmış, özsular içerisindeki haliyle sonbaharda bir ağacı andıran bu yaşlı adamınki, nasıl bir yalnızlıktı! Rodin, bir derinliğe dönüşmüş; kalbinde derin bir yer kazmış ve darbeleri, sanki uzaklarda bir sıradağın ortasından gelir gibi uzak. Düşünceleri iç dünyasında dolanıp duruyor, onu ağırlıkla tatlı bir şeyler dolduruyor ve kaybolup gitmiyor. Rodin önemsiz olan her şeye karşı duyarsızlaşmış ve insanların arasında sanki her yanını çok eski bir ağacın kabuğu bağlamışçasına duruyor. Fakat önemli olan karşısında bir çırpıda açılıveriyor... O zaman bir öğrenciye, izleyiciye ve normalde uyuklayanların arasında yitip gitmiş güzelliklerin yeniden yaratıcısına dönüşüyor... Rodin için baktığı, bakışlarıyla sardığı şey her zaman biricik, her zaman dünyanın ta kendisi...
The Kiss (Auguste Rodin)
1888 1889 |
"Rodin imgelem gücünü özgür bıraktı: Kutsal kitabın tanrısını grek tanrılarıyla, Dante'nin kahramanlarını Baudelaire'nin lanetli kadınlarıyla harman etti. Gerçekte, aktöresi, dini ve ahret mutluluğu anlayışı, tek başına sanattır."
Bernard Champigneulle
Etiketler:
Baudelaire,
Resim,
Rodin
Sanatın Sonu - Susan Sontag
İki yüzyılı birazcık aşan bir sürede tarih bilinci kurtuluştan, kapıların açılmasından, mutlu bir aydınlanmadan, neredeyse taşınamayacak kadar ağır bir kendinin bilincinde olma durumuna dönüşmüştür. Sanatçının zaten başarılmış olan bir şeyi anımsatmayacak bir sözcük yapması (ya da bir imge yaratması, bir hareket yapması) hemen hemen olanaksızdır.
Nietsche'nin dediği gibi:. "Bizim üstünlüğümüz şudur: Bizler karşılaştırmalar çağında yaşıyoruz; her şeyin doğruluğunu, daha önce hiç olmadığı biçimde, sınama olanağımız var." Bu nedenle "değişik biçimde tat alıyoruz, değişik biçimde acı çekiyoruz: İçgüdüsel etkinliğimiz akıl almaz sayıda şeyi birbiriyle karşılaştırmak."
Bir noktaya kadar, sanatçının araçlarının ortaklığı ve tarihselliği öznellikler-arasılık olgusunda üstü kapalı olarak vardır: Herkes dünyada bir varlık'tır. Ama bugün özellikle dili kullanan sanatlarda, bu normal durum olağanüstü, bezdirici bir sorun olarak hissedilmektedir.
Modern sanat, tarihsel bilincin yarattığı yabancılaşmayı tümüyle aktarır. Sanatçı ne yaparsa yapsın bu, zaten yapılmış bir şeyin (çoğu zaman bilinçli olarak) devam ettirilmesidir; bu da sanatçıda, kendi durumunu, sürekli olarak öncülleri ve çağdaşlarının konumlarıyla karşılaştırarak denetleme zorlaması yaratır.
Tarihe böylesine alçakça tutsak olmasını ödünleyebilmek için de sanatçı kendini, bütünüyle tarih-dışı, bu nedenle de yabancılaşmış olan sanat düşüyle yüceltir.
Nietsche'nin dediği gibi:. "Bizim üstünlüğümüz şudur: Bizler karşılaştırmalar çağında yaşıyoruz; her şeyin doğruluğunu, daha önce hiç olmadığı biçimde, sınama olanağımız var." Bu nedenle "değişik biçimde tat alıyoruz, değişik biçimde acı çekiyoruz: İçgüdüsel etkinliğimiz akıl almaz sayıda şeyi birbiriyle karşılaştırmak."
Bir noktaya kadar, sanatçının araçlarının ortaklığı ve tarihselliği öznellikler-arasılık olgusunda üstü kapalı olarak vardır: Herkes dünyada bir varlık'tır. Ama bugün özellikle dili kullanan sanatlarda, bu normal durum olağanüstü, bezdirici bir sorun olarak hissedilmektedir.
Modern sanat, tarihsel bilincin yarattığı yabancılaşmayı tümüyle aktarır. Sanatçı ne yaparsa yapsın bu, zaten yapılmış bir şeyin (çoğu zaman bilinçli olarak) devam ettirilmesidir; bu da sanatçıda, kendi durumunu, sürekli olarak öncülleri ve çağdaşlarının konumlarıyla karşılaştırarak denetleme zorlaması yaratır.
Tarihe böylesine alçakça tutsak olmasını ödünleyebilmek için de sanatçı kendini, bütünüyle tarih-dışı, bu nedenle de yabancılaşmış olan sanat düşüyle yüceltir.
*
Yokolmaya kararlı bir dünya üzerinde, sanatın varlığını sürdürmesi ve şatafatlı ayrıcalıklarını koruması, bu kadar insanı ilgilendirerek bir ticaret aracı haline gelmesi insanı şaşırtıyor. Finans çevresi düşüncenin satılabilir olduğunu farkedince, yeraltı dünyası bundan çıkar sağlamak için örgütlendi. Birileri yapıt yaratıyor, diğerleri bu yapıtları sömürmeyi planlıyor. Buradan, paranın akıldan daha soyut hale gelmesi sonucu çıkıyor. Aklın bundan yararlanması çok enderdir...
Jean Cocteau
Etiketler:
Cocteau,
Edebiyat,
Felsefe,
Susan Sontag
Satranç Ustası Don Sandalio'nun Romanı - I. Bölüm
Sevgili Felipe sahilde sakin bir köşedeyim, denize bakan dağların eteğinde; hiç kimse tanımıyor beni burada ve Allaha şükür ki ben de kimseyi tanımıyorum. Bildiğin gibi ben buraya yakınlarımdan ve başka insanlardan kaçmak için geldim, denizin dalgaları ve bir süre sonra bu dalgalar gibi yuvarlanacak olan ağaçların yapraklarıyla arkadaşlık etmek için geldim.
Yeni bir insanlardan kaçma hastalığı nöbeti ya da daha doğrusu antrofobi beni attı buralara bildiğin gibi çünkü ben insanlardan nefret etmekten ziyade korkuyorum. Bende acınası bir yetenek gelişti... Gustave Flaubert'e göre Bouvard ve Pecuchet'sinin zihinlerinde gelişen yetenektir bu; APTALLIĞI GÖRMEK VE ARTIK TAHAMMÜL EDEMEMEK ONA. Benim için onu işitmek ve görmek söz konusu olmasa da durum bu;aptallığı görmek de her gün, durmaksızın gençlerin ve yaşlıların, koca aptalların ve kötülerin aptallıklarını işitmek de değil mesele benim için. En kötü ve zararlı diye tanınanlar en büyük aptallıkları yapıyorlar. Ayrıca çok iyi bildiğim gibi sen bana kendi sözlerimle karşı çıkacaksın ve benim sık sık söylediğim bir lafı yineleyeceksin: dünyanın en aptal adamı hiç aptalca bir laf etmeden ve hiçbir aptallık yapmadan ölen adamdır.
Kimi zaman karşıma çıkan insan gölgeleri arasında yalnız Robinson Crusoe'yu oynamam bir şeyi değiştirmiyor.
Hatırlar mısın birlikte okuduğumuz Robinson'un o müthiş bölümünü: kayığına giderken kumsalda bir çıplak ayak izi görüp şaşırmasını. Dona kalmış, yıldırım çarpmıştır adeta, bir hayalet görmüş gibi olur. Çevresine bakar, kulak kabartır, bir şey görmez, bir şey duymaz. Kumsalda dolaşır, gene bir şey duymaz, görmez! Sadece bir ayak izi, parmaklar, topuk... ayağın parçalarından izler vardır...Ve Robinson çok şaşkın ve sıkıntılı bir halde barınağına, tahkimli bölgesine dönerken iki üç adımda bir arkasına bakar, ağaçları ve bitkileri birbirine karıştırır, uzaktan her ağaç gövdesinin birtakım belirsizlikler ve işaretler barındıran bir insan olduğunu sanır.
Ne kadar da Robinson'a benzetiyorum kendimi! Çıplak insan ayağı izleri görmekten değil çılgın ruhlarının sözlerini duymaktan kaçıyorum ve aptallıklarının bulaşmasından korunmak için yalnız olmak istiyorum.Ve kırılan dalgaların sesini ya da dağdaki ağaçların yaprakları arasındaki rüzgarın uğultusunu duymak için sahile kaçıyorum. Bir erkeklik sorunu değil! Kadınlık da değil tabii ki! Olsa olsa henüz konuşmayı bilemeyen, evde ana babasının kendisine bir papağana öğretir gibi öğrettikleri teşekkürleri tekrarlayamayan bir çocuktur söz konusu olan.
Mıguel de Unamuno
Yeni bir insanlardan kaçma hastalığı nöbeti ya da daha doğrusu antrofobi beni attı buralara bildiğin gibi çünkü ben insanlardan nefret etmekten ziyade korkuyorum. Bende acınası bir yetenek gelişti... Gustave Flaubert'e göre Bouvard ve Pecuchet'sinin zihinlerinde gelişen yetenektir bu; APTALLIĞI GÖRMEK VE ARTIK TAHAMMÜL EDEMEMEK ONA. Benim için onu işitmek ve görmek söz konusu olmasa da durum bu;aptallığı görmek de her gün, durmaksızın gençlerin ve yaşlıların, koca aptalların ve kötülerin aptallıklarını işitmek de değil mesele benim için. En kötü ve zararlı diye tanınanlar en büyük aptallıkları yapıyorlar. Ayrıca çok iyi bildiğim gibi sen bana kendi sözlerimle karşı çıkacaksın ve benim sık sık söylediğim bir lafı yineleyeceksin: dünyanın en aptal adamı hiç aptalca bir laf etmeden ve hiçbir aptallık yapmadan ölen adamdır.
Kimi zaman karşıma çıkan insan gölgeleri arasında yalnız Robinson Crusoe'yu oynamam bir şeyi değiştirmiyor.
Hatırlar mısın birlikte okuduğumuz Robinson'un o müthiş bölümünü: kayığına giderken kumsalda bir çıplak ayak izi görüp şaşırmasını. Dona kalmış, yıldırım çarpmıştır adeta, bir hayalet görmüş gibi olur. Çevresine bakar, kulak kabartır, bir şey görmez, bir şey duymaz. Kumsalda dolaşır, gene bir şey duymaz, görmez! Sadece bir ayak izi, parmaklar, topuk... ayağın parçalarından izler vardır...Ve Robinson çok şaşkın ve sıkıntılı bir halde barınağına, tahkimli bölgesine dönerken iki üç adımda bir arkasına bakar, ağaçları ve bitkileri birbirine karıştırır, uzaktan her ağaç gövdesinin birtakım belirsizlikler ve işaretler barındıran bir insan olduğunu sanır.
Ne kadar da Robinson'a benzetiyorum kendimi! Çıplak insan ayağı izleri görmekten değil çılgın ruhlarının sözlerini duymaktan kaçıyorum ve aptallıklarının bulaşmasından korunmak için yalnız olmak istiyorum.Ve kırılan dalgaların sesini ya da dağdaki ağaçların yaprakları arasındaki rüzgarın uğultusunu duymak için sahile kaçıyorum. Bir erkeklik sorunu değil! Kadınlık da değil tabii ki! Olsa olsa henüz konuşmayı bilemeyen, evde ana babasının kendisine bir papağana öğretir gibi öğrettikleri teşekkürleri tekrarlayamayan bir çocuktur söz konusu olan.
Mıguel de Unamuno
Etiketler:
Edebiyat
Siyaz Beyaz Fotoğraf
Roland Barthes and his mother |
Geçmişteki nesnenin, ışınımıyla benim gözümün daha sonra dokunacağı yüzeye gerçekten de değmiş olduğunu bilmemden olacak, renkten pek hoşlanmıyorum. Bir madalyonun içindeki 1843 tarihli anonim daguerreotip'te sonradan stüdyo çalışanlarınca renklendirilmiş bir adam ve bir kadın görülüyor. Rengin (gerçekte nasıl olduğu önemli değil) siyah beyaz fotoğrafın özgün hakikati üzerine sonradan uygulanmış bir kaplam olduğunu düşünmüşümdür hep. Benim için renk yapmacık bir şey, bir kozmetiktir ( tıpkı cesetleri boyamakta kullanılan gibi) Beni ilgilendiren, fotoğrafın "ömrü" değil (bu bütünüyle ideolojik bir kavramdır. fotoğraflanan şeyin bana eklenmiş bir ışık yerine kendi ışınlarıyla dokunduğunun kesinliğidir.
(Bu yüzden ne kadar soluk olursan olsun Kış Bahçesi Fotoğrafı benim için benim çocuk olan annemden, O'nun saçından, teninden, giysisinden, bakışından o gün fışkıran ışınların hazinesidir.)
Roland Barthes
Etiketler:
Fotoğraf,
Fotoğraf Okumaları,
Roland Barthes
Ömer Hayyam'ın felsefesi - Fernando Pessoa
Bu varlık denizi nerden gelmiş bilen yok;
Öyle bir inci ki bu büyük sır delen yok;
Herkes aklına eseni söylemiş durmuş,
İşin kaynağına giden yolu bulan yok.
*
Ömrümüzden bir gün daha geldi geçti;
Derede akan su, ovada esen yel gibi.
İki gün var ki dünyada, bence ha var ha yok:
Daha gelmemiş gün bir, geçmiş gün iki.
Ben ne camiye yararım, ne havraya!
Bir başka hamur benimki, başka maya.
Yoksul gavur, çirkin orospu gibiyim:
Ne din umurumda, ne cennet, ne dünya!
*
Bu dünyadan başka dünya yok, arama;
Senden benden başka düşünen yok, arama!
Vaz geç ötelerden, yorma kendini:
O var sandığın şey yok mu, o yok, arama!
Öyle bir inci ki bu büyük sır delen yok;
Herkes aklına eseni söylemiş durmuş,
İşin kaynağına giden yolu bulan yok.
*
Ömrümüzden bir gün daha geldi geçti;
Derede akan su, ovada esen yel gibi.
İki gün var ki dünyada, bence ha var ha yok:
Daha gelmemiş gün bir, geçmiş gün iki.
Ben ne camiye yararım, ne havraya!
Bir başka hamur benimki, başka maya.
Yoksul gavur, çirkin orospu gibiyim:
Ne din umurumda, ne cennet, ne dünya!
*
Bu dünyadan başka dünya yok, arama;
Senden benden başka düşünen yok, arama!
Vaz geç ötelerden, yorma kendini:
O var sandığın şey yok mu, o yok, arama!
Hayyam'ın sıkıntısı, ne yapacağını bilemeyen, aslında hiçbir şey yapamadığı ya da beceremediği için bu halde olan bir adamın çektiğiyle bir değildir. Öylesi, ölü doğmuş insanların ve kendini haklı olarak morfine ya da kokaine verenlerin sıkıntısıdır. Acem bilgenin sıkıntısı ise, bununla karşılaştırılamayacak kadar asil ve derindir. İyice düşünmüş ve her şeyin karanlık olduğunu görmüş; bütün dinler, bütün felsefeler üzerine kafa yormuş, nihayet Süleyman'ın lafına gelmiş bir adamın sıkıntısıdır onunkisi: "Gördüm ki her şey boşmuş,ruhun çektiği acılardan ibaretmiş" ya da şu öteki kralın - daha ziyade imparator demeli - Septimus Severus'un, o da der ki: "Omnia fui nihil..." "Her şeydim, hiçbir şeye değmezmiş."
Hayat demiş Gabriel Tarde, 'yararsızlıktan geçerek imkansızı aramaktır'; Ömer Hayyam da olsa böyle söylerdi.
Acem bilgenin içkiye kendini vermekte ısrar etmesinin nedeni budur. İç,İç! Pratik felsefesi böyle özetlenebilir. Neşesine neşe katmak için, neşe neşeye daha çok benzesin diye içen, ehlikeyif bir ayyaştan bahsetmiyoruz. Unutmak ve belki biraz daha kendi olmak amacıyla içen, kırgın bir ayyaş da değildir Hayyam.O şaraba neşeyi, eylemi ve aşkı katandır; Ömer Hayyam'da en ufak bir enerji işareti, en ufak bir aşk cümlesi geçmediğini de gözden kaçırmayalım. Rubaiyat'ta incecik siluetiyle (nadiren de olsa) zuhur eden küçük saki kesinlikle "şarap sunan genç kız" değildir. Şair, tıpkı bir şarap testisinin narinliğine vurulurcasına vurulmuştur onun endamına.
Sonuç olarak Ömer Hayyam'ın pratik felsefesi, haz arayışının dibe vuracağı kadar silikleşmiş, dingin bir epikürcülüğe varır. Gülleri seyretsin, şarap içsin, ona yeter. Hafif bir meltem, havadan sudan bir sohbet, üç beş çiçek, bir testi şarap -Acem bilgenin en önemli arzu nesneleri bundan ibarettir işte, hepsi bu. Aşk insanı kışkırtır ve yorar, eylem dağıtır ve başarısızlığa götürür, kimse bilmeyi bilmez ve düşünmek her şeyi donuklaştırır. İşte buz yüzden, faydasız dünyayı açıklama iddiasından veya aptalca onu iyileştirmeyi, yönetmeyi amaçlamaktan vazgeçsek daha iyi olur. Her şey hiçtir ya da Yunan Antolojisi' nde yazdığı gibi "her şey akılsızlıktan gelir", üstelik bir Yunan, yani akılcı biridir bunu söyleyen.
Etiketler:
Edebiyat,
Fernando Pessoa
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)