ÇIĞLIK - Francis Bacon

Three Studies for Figures at the Base of a Crucifixion


Joseph Conrad bayağılığın imgesini gördüğü benzer bir sahneyi şöyle betimler: Fırtınaya yakalanmış geminin sımsıkı kapalı bir kabininde, Narcissus'un kölesi, onu hapseden bölmenin içine açılan ufacık bir delik açmayı başaran diğer gemicileri duymaktadır. Bu Bacon'ın bir tablosudur. " Sefil zenci, hemen deliğe yanaşıp dudaklarını deliğe yapıştırdı ve İmdat! diye fısıldadı ölgün bir sesle, başını deliğe bastırıyor, üç santim eninde, sekiz santim boyundaki aralıktan dışarı çıkmak için delice debeleniyordu. Çektiklerimize bir de bu inanılmaz durum eklenince elimiz ayağımı tutmaz olmuştu. Onu delikten uzaklaştırmak olanaksız görünüyordu." Genel geçer formül, "fare deliğinden geçmek" iğrenmeyi bile, ya da  yazgıyı yavan hale getirir. Histerik sahne. Bacon'daki spazm dizilerinin tamamı bu türdendir, aşk, kusma, dışkı, düz alana, maddi yapıya katılmak için her seferinde organların biri yoluyla kaçıp kurtulmak isteyen beden. Bacon her zaman, figürler alanında beden kadar gölgenin de mevcudiyeti vardır demiştir; fakat gölge, bu mevcudiyeti ancak bedenden kaçıp kurtulduğu için elde eder, gölge, konturun şu ya da bu noktası yoluyla kaçıp kurtulmuş bedendir. Ve çığlık, Bacon'ın  çığlığı, tüm bedenin ağızdan kaçıp kurtulduğu bir operasyondur. Bedenin tüm patlamaları...
 
Duyumsamanın Mantığı
sf. 24
Gilles Deleuze


Second Version of Triptych (1944)


Düşsel ve Gerçek


"Our Childhood's playing with cotton reels"



Tanrı beni çocuk yaratmış.

Düş kurmakla geçti ömrüm. Hayatımın anlamı buydu, evet, yalnızca buydu. İç hayatımın dışındaki hiçbir şeye dönüp bakmadım. Hayatımdaki en büyük üzüntüler, gönlüme bakan pencereyi açıp oradaki bitip tükenmez kaynaşmayı seyrederek kendimi unutmamla eriyip gitti.

Baştan beri sadece hayalci olmayı istedim.Yaşamaktan bahsedenleri yarım kulak dinledim. Olduğum yerde olmayana, asla olamadığım şeye ait oldum hep. Ne kadar değersiz olursa olsun, ben olmamak kaydıyla her şeyi şiirsel buldum. Ben, bir tek hiçlik'i sevdim. Düşünü bile kuramayacaklarımı arzuladım sadece. Hayat akıp gittiğini hissettirmeksizin bana şöyle bir değip geçsin istedim. Aşktan tek dileğim, uzak bir düş olarak kalmasıydı. Tamamen gerçek dışı olan gönlümdeki manzaralarda bile hep uzaklar cazip geldi, gittikçe silinerek neredeyse ufka uzanan su kemerlerinde, manzaranın geri kalanında olmayan bir düş dinginliği vardı; işte bu dinginliğin hatırına sevdim onları.


Kendime bir düş dünyası kurma saplantısı hiç terk etmedi beni, öldüğüm güne kadar da sürecek. Çekmecelerimin dibine rengarenk makaralar ya da - içlerinde bazen çekmeceye sığmayacak kadar büyük bir atın ya da filin de olduğu - satranç taşları dizmiyorum artık, ama özlüyorum... bugün düş evrenime, kışın şöminenin başında ısınırcasına, iç dünyamda yaşayan capcanlı yaratıkları diziyorum keyfimce.

 İçimin derinliklerinde yığınla dostum var benim, her biri kendine has, gerçek, sınırları gayet iyi çizilmiş ve hep yarım kalmış bir varlığa sahip.

...
  Düş evrenim baştan beri benim biricik gerçek dünyam oldu. Tepeden tırnağa uyduruk kişilerle yaşadığım aşklar kadar gerçek, onlar kadar ateş, kan ve hayat dolu başka aşk yaşamadım. Ne delilik ! Üstelik özlemi bile kaldı içimde, ne de olsa tıpkı ötekiler gibi bu aşklar da gelip geçici...


Hayatla benim aramda, baştan beri mat camlar oldu; ne gözümle, ne elimle algıladım onları; ve ne hayatımı yaşadım ne tasarladıklarımı, olmak istediğim kişinin düşüydüm sadece; düş bizzat irademle başlamıştı, tasarılarım asla olmadığım o insanın en büyük hayalleriydi.

Düş uyuşturucuların en doğalı, bunun için de en kötüsüdür. En kolay alışkanlık yapan odur, farkında olmadan zehirli bir şeyi yutarcasına, nasıl başladığımızı bile anlamadan başlarız düşe. Can yakmaz, insanı sararıp soldurmaz, dermansız da bırakmaz, ama düşün tadını bir kere alan ruh bir daha iflah olmaz, çünkü zehirden vazgeçemez olur, ki zehir kendinden başka bir şey değildir.

 Bazen düşünüyorum da, düşlerimi birleştirerek kendime kesintisizce akacak ikinci bir hayat kursam ne hoş olurdu, günlerimi düşsel konuklarla, uyduruk insanlarla geçireceğim, acısını da keyfini de yaşayacağım, ikinci bir hayat. Öyle bir dünyada başıma felaketler gelir, büyük sevinçler üzerimde erirdi. Ve bana dair hiçbir şey gerçek olmazdı. Ama her şeyin kendine has, muhteşem bir mantığı olurdu, her şey haz verici bir yalanın ritmiyle akıp giderdi, her şey ruhumdan yapılmış bir şehirde olup biterdi, ruhum ise sakin bir trenle içimde çok uzaklara, çok uzaklardaki bir perona gidip kaybolurdu... ve bütün bunlar hem dış hayattaki gibi, hem de Güneşin Ölümü'ndeki estetik gibi açık, kaçınılmaz olurdu.

Düşlediğim manzaraları gerçek manzaralar kadar net görüyorum. Düşlerimin üzerine eğildiğimde, gayet gerçek bir şeylerin üzerine eğilmiş oluyorum. Geçip giden hayata baksam aynı anda düş görüyorum.
 
 ...ve bütün bunları düşlerken, elimi kolumu sallayarak, yüksek sesle konuşarak odamda bir aşağı bir yukarı yürürken - derin bir sevinç dolar içime, tamama ererim, neşeyle zıplarım, gözlerim parlar, kollarımı kocaman açarım kucaklamak için dostlarımı ve elle tutulur, engin bir mutluluk duyarım.
 Bir keresinde birisi için düşlerindeki kişilerin gerçek hayattakiler kadar belirgin ve canlı olduğunu söylemişlerdi. Benim hakkımda böyle konuşulsa yadırgamazdım, ama söyleneni üzerime alınmazdım. Düşlediğim kişiler, bana göre gerçek hayattakilere benzemiyor. Her iki hayat -düşteki ve dünyadaki hayatlar- kendine özgü, sahici, fakat farklı birer gerçeklik.

 Kendimde farklı kişiler yarattım, yenilerini yaratmaya da aralıksız devam ediyorum. Her düşüm doğar doğmaz bir başkası olup canlanıyor, o başkası da benim yerime düş görmeye başlıyor.
Yaratmak uğruna kendimi yok ettim; kendi içimde o kadar dışıma attım ki kendimi, kendimin dışında varlık sürüyorum artık. Farklı oyuncuların farklı oyunlar oynadığı boş bir sahneyim ben.

Ah, düşlerim kaç kez, elle tutulur şeyler gibi dikilmiştir karşıma; gerçekliğin yerini almak değil, kendilerinin de gerçeğe ne kadar benzediğini bana anlatmaktır dertleri...


Yalnızlığım beni kendine göre biçimlendirdi, kendine benzetti. Bir başkasının varlığı -bir tek kişi bile olsa- düşünmemi hemen engelliyor ve normal bir insan için bir başkasıyla ilişki kurmak, kendini ifade etmesi, konuşması için uyarıcı görevi görürken, aynı ilişki bende bir uyarmayıcıya dönüşüyor - bu çok zorlama deyiş dilde kabul görürse tabii. Kendimle baş başayken sayısız kişilik özelliği hayal edebiliyor, şimdiye kadar kimsenin kurmadığı cümleleri hemen, şıp diye söyleyebiliyorum, etrafta kimse olmadığı halde akılla sosyalleşmenin parıltılı sonuçları bunlar; ne var ki, birinin fiziksel olarak yanıma gelmesiyle bunların uçup gitmesi bir oluyor; aptallaşıyorum, ağzımdan tek sözcük çıkmıyor ve aradan bir saat geçmeden uykudan ölecek hale geliyorum. Evet, insanlarla konuşmak uykumu getiriyor.
 Benim için, yalnızca düşler dünyasında yaşayan düş dostlarım, yalnızca düşlerdeki sohbetlerim sahiden gerçek ve belirgin ve aynadaki suret gibi birer ruhları da var.

...

"Benim törelerim yalnızlığın töreleri, insanların töreleri değil kesinlikle"; bunu kimin söylediğini bilmiyorum, Rousseau ya da Senancour olabilir. Ama benimkiyle aynı türden bir zihin olduğu açık - belki tek farkı, aynı ırktan olmamasıdır.


Hayır, hiçbir hüzün varolmamış şeylerin acısı kadar işleyemez insanın içine! Gerçek zamanda yaşanmış geçmişimi düşünürken, yol kenarına atılmış çocukluğumun cesedine ağlarken hissettiklerim... Bu bile düşlerimdeki o mütevazi yaratıkların gerçek olmadığını düşününce bastıran coşkun acıya, ağlarken kapıldığım heyecana yetişemez; hatta figüranlara, sahte varlığımla düşlerimde yürürken bir köşe başında ya da hayalimde bin kez inip çıktığım o dar sokaklardan birinde, bir kapı önünde, tesadüfen, bir kerecik gözümün iliştiği insanlara bile içim yanar. Bu yaratıklara can vermenin, ayağa kaldırmanın imkansızlığının verdiği üzüntü, düş dostlarımın bilincimdeki yerlerinden bağımsız olarak, gerçekten bağımsız olabilecekleri bir uzama ait olmadıklarını düşününce, işte o zaman en çok da Tanrı'ya karşı hınca dönüşür; kurmaca hayatımda neler yaşamışızdır o dostlarla, hayali kafelerde ne parlak sohbetler etmişizdir. Benim dışımda zerrece varolmamış, ne biçim ölü bir geçmiştir bu içimde taşıdığım! Yalnızca gönlümde gerçek olmuş, küçük köy evinin bahçesindeki çiçekler. O düş çiftlikte sebze bahçeleri, çam ormanları! Düşsel yazlıklar, hiçbir yerde varolmamış kırlarda gezinmeler! Yol kıyılarında ağaçlar, patikalar, çakıl taşları, gelip geçen köylüler... baştan beri birer düştü hepsi, belleğime kazınmış bunca şey sahte bir acı doğuruyor - ben ise, saatlerimi düşlere verdikten sonra, onları düşlediğimi hatırlamakla da saatler geçiriyorum; ve gerçek, melankolik bir üzüntü duyuyorum, gerçek bir geçmişe ağlıyorum ve ciddiyetle, tabutta yatan ölü bir gerçek-hayatı seyrediyorum.
   
Tamamen iç dünyama ait olmayan hayatlar ve manzaralar da var. Karşısında saatler geçirdiğim, sanat değeri düşük tabloların ya da bazı renkli taşbaskıların gerçeğin ötesine geçtiği bile oldu gözümde. Böyle durumlarda daha farklı, daha hüzünlü, daha yakıcı olurdu hislerim. Gördüğüm yerler gerçek olsun ya da olmasın, oralarda bulunmadığıma yanardım. Hiç olmazsa, küçücükken uyuduğum bir odada asılı duran o küçük gravürde, mehtabın altında uzanan ormanın kıyısına fazladan bir figür olarak çizselermiş beni! Nehir kıyısındaki o ormanda, ölümsüz ay ışığının altında (acemice çizgilerle de olsa) durduğumu, gözlerden ırakta, bir söğüdün eğik dallarının altında kayığıyla süzülen adama baktığımı düşleyebilseydim! O an, doludizgin düşlere kapılmamak acı verirdi. Çektiğim özlemin yüzü başka olur, umutsuzluğum ellerini başka türlü uzatırdı. Beni işkencelerle kıvrandıran imkansızlığın altında yatan sıkıntı ise farklıydı. Demek hiçbirinin ne Tanrı katında bir anlamı vardı, ne arzularımın mantığına uygun bir şekilde gerçekleşme olasılığı - bilmediğim bir yerde, üzüntülerimi ve düşlerimi yöneten mekanizmayla aynı özden, dikey bir zamanın içinde! Demek benim için bile yoktu, hiçbir yerde yoktu düşlerimdeki cennet! Düşlediğim dostlarıma, yarattığım sokaklara asla kavuşamayacaktım demek, kendime verdiğim o köy evine, sabahları o kargaşanın içinde, horozların ve tavukların gıdaklamaları arasında uyanamayacaktım... üstelik her şeyin Tanrı'nın eliyle kusursuzca ayarlanmış, hepsinin varolması için mükemmel bir düzenin kurulmuş olmasına, onlara sahip olabileceğim bir şekle sokulmuş olmalarına rağmen - oysa kendi düşlerim, bu eksiksiz düzene ve şekle ancak - bu zavallı gerçeklikleri barındıran içimdeki uzamın varolmayan bir boyutunda ulaşabilirdi.       


 ...mesele şu ki, aslında ne düşünüyorum, ne konuşuyorum, ne de eyliyorum. Benim yerime hep düşlerimden biri düşünüyor, konuşuyor ya da eyliyor, ben bir an geliyor, onun içinde hayat buluyorum.

Bir şeyler anlatıyorum, konuşan bir başka-ben. Gerçek beni düşündüğümde tek hissettiğim, hayat karşısında alabildiğine yetersizlik, sonsuz bir boşluk, müthiş bir beceriksizlik. Gerçek bir eyleme varan hareketlerden hiçbirini bilmiyorum...(...)


Kesintisiz düş hali bende dikkatin yerini aldı.


Varolmayı hiç öğrenemedim.


                       Düş evreni gölge gibi peşimde.Ve benim uyumaktan başka isteğim yok.





*


*






Charles Clifford'un Alhambra'sı (Roland Barthes)

Alhambra (Granada), 1854-1856

Eski bir ev, loş bir kapı sundurması, çiniler, dökülmüş bir Arap süslemesi, duvara yaslanmış oturan bir adam, bomboş bir sokak, bir Akdeniz ağacı (Charles Clifford’un Alhambra’sı): Bu eski fotoğraf bana dokunuyor: yaşamak istediğim yer burası, bu kadar basit. Bu tutku beni ta derinden, ve ne olduğunu bilmediğim köklerden etkiliyor: iklimin sıcaklığı mı bu? Akdeniz miti mi? Apolinizm mi? Terk etme mi? Geri çekilme mi? Anonimlik mi? Soyluluk mu? Hangisi olursa olsun (kendime, içgüdülerime, fantezilerime göre) orada, zarafetle yaşamak istiyorum – turist fotoğrafı hiçbir zaman bu incelik ruhunu tatmin etmiyor. Bence görünüm fotoğrafları (kent ya da kır) gezilebilir değil, yaşanabilir olmalıdır. Eğer kendimde dikkatli gözlemlersem bu yerleşme isteği ne düşseldir (abartılı bir yer düşlemem) ne de deneyime dayanır (emlakçı bakışıyla bir ev satın almak istemem); bu istek hayalidir, ve beni ilerdeki ütopik bir zamana, ya da geriye, kendi içimde bir yerlere taşıyormuş gibi görünen bir tür ikinci bakıştan kaynaklanır: Baudelaire’in övdüğü gibi çifte bir harekettir bu. Bu yeğlenen manzaralara bakarken orada bulunmuş olduğumdan ya da oraya gittiğimden eminmişim gibi geliyor bana. Freud ise anne bedeni için “kişinin daha önce bulunduğundan emin olabileceği tek yerdir.” Diyor. Görünümün (tutkunun seçtiği görünümün) özü de işte bu olabilir: içimde gizlice anneyi (ama asla huzursuz eden bir anne değil) uyandırmak.

Roland Barthes - Camera Lucida          

KAFKAESK

Kafka Alman diline bir sıfat kazandırdı: kafkaesk. Grotesk sözcüğü olmasaydı, bu sıfat da doğmazdı. Kafkaesk sözcüğünün anlamı şudur: dayanılmaz biçimde grotesk. Toplumsal orantısızlığı yaşayan, bu durumu kafkaesk olarak nitelendirir. Bu orantısızlık ya da kötü orantı, bırakılmışlıktan kaynaklanmaz, aksine gereğinden fazla örgütlenmekten kaynaklanır. Kimler adına örgütlenilmişse, bu örgütlenme gene aynı kişilerin zararına işler: işte bu durum kafkaesk'tir. Ve dünyanın her yerinde bu durum vardır. Kafka'nın edebiyat üzerinde etkisi garip biçimde azdır. Yalnız biçimsel, yani yüzeysel bir etkisi vardır. Toplum ve birey arasındaki kötü orantıdan kaynaklanan duyarlılık, Kafka'da kişisel hastalığa dönüşür.

Martin Walser

Otuz Yaş Şiiri (Cocteau)

photo: Lucien Clergue

Dışavurumculuk - Hermann bahr

Yaşamsal olan nokta, insanın kendisini yeniden bulması gerektiğidir.  Schiller şöyle sorar: “ Ne amaçla olursa olsun, insanın yazgısı kendini yitirmek olabilir mi?” Bu yitirilişi kendi doğasına rağmen insana dayatmak, zamanımızın insanlık dışı çabasıdır.  İnsan basit bir alete dönüşüyor., kendi işinin aracı haline geliyor.  Makinenin hizmetinde olduğu için artık duyguları da yok. Makine onu ruhundan çaldı. Ruh şimdi ruh onu geri istiyor. İşte yaşamsal sorun bu. Yaşadıklarımız, ruh ile makinenin insanı ele geçirmek için sürdürdükleri müthiş bir kavgadan başka bir şey değil. Artık yaşamıyoruz, yaşanıyoruz.; hiçbir özgürlüğümüz kalmadı, kendimiz hakkında karar veremiyoruz. Tükendik, ruhsuzlaştık, doğa insansızlaştı. […] Daha önceki hiçbir dönem, böyle bir dehşetle, bu kadar derin bir ölüm korkusuyla sarsılmamıştı. Dünya hiçbir zaman bu kadar sessiz, mezar kadar sessiz olmamıştı.  İnsan hiç bu kadar anlamsızlaşmamış, kendini bu kadar ürkek hissetmemişti.  Mutluluk hiç bu kadar uzak, özgürlük hiç bu kadar ele geçmez olmamıştı.  Kulaklara acının haykırışı doluyor, insan ruhu için ağlıyor. Çok şeye ebe zamanımız bir büyük ıstırap çığlığı. Sanat da bunun dışında; o da bir yardım umarak karanlıklara sesleniyor, o da ruha ağlıyor: İşte dışavurumculuk bu.         

Cocteau's Plastic Poetry






Dışavurumculuk - Hermann Bahr

Doğadan korkarak kendi içinde bir sığınak arayan ilkel insan gibi, biz de ruhumuzu yutmak için bekleyen bir “uygarlık” tan kaçmayı seçmek zorundayız. İlkel insan kendi içinde doğanın tehdit edemeyeceği kadar büyük olma cesaretini bulmuş ve fırtınaların, vahşi hayvanların, bilinmeyen nice tehlikenin doğurduğu korku ve dehşete rağmen onu hiç terk etmeyen, asla teslim olmasına izin vermeyen bu esrarengiz güç onuruna çevresinde koruyucu işaretlerden, doğanın tehdidine karşı koyma işaretlerinden, kendine ait olanı doğanın saldırısına karşı korumak ve ruha inancını muhafaza etmek için çektiği sınırın işaretlerinden oluşan bir çember yaratmıştı. Aynı şekilde “uygarlık” tarafından yok edilmenin eşiğine gelmiş olan bizler de, içimizde yok edilemeyecek güçler buluyoruz. Üstümüzdeki ölüm korkusuyla, bunları alıp uygarlığa karşı tılsım gibi kullanıyoruz. Dışavurumculuk güvendiğimiz, bizi korumasını umduğumuz, içimizdeki bilinmeyen şeyin simgesidir. Hapsedildiği zindandan dışarı çıkmaya çalışan ruhun belirtisidir. Paniğe uğramış ruhların verdiği bir tehlike işaretidir. İşte dışavurumculuk budur.        

Bir Meçhulün Güncesi


Eğer bu kitap dikkatli genç bir insanın eline geçerse, ona fren yapmasını, çok hızlı okunan bir cümleyi yeniden okumasını ve acı çektiği ve kaçıp kurtulmak istediği ortamların karışıklığını hor gören dalgaları yakalamak için kendine uyguladığı işkence üzerinden düşünmesini öğütlüyorum. Ondan kendisini tiksindiren bu çoğuldan kaçıp , kendi gecesinin ona sunduğu tekile girmeye çalışmasını istiyorum. Ona, Gide gibi şunları söylemiyorum: "Git, aileni ve evini terk et." Ona şöyle söylüyorum: "Kal ve karanlıkların içinde kendini kurtar. Bu karanlıkları dikkatle incele. Onları gün ışığına püskürt."

Ondan benim dalgalarımla ilgilenmesini değil, onları ortaya çıkaran araçla karşılaştığında, kendisine uygun ve kendi dalgalarını yayabilen bir araç üretebilmeyi öğrenmesini istiyorum.


 Jean Cocteau

COCTEAU Portraits






Sanatın Anlamı - Donald Kuspit

Çirkinlik her zaman güzelliğe göre daha baştan çıkarıcıdır, çünkü bizde de dünyada da güzellikten çok çirkinlik vardır –ta ki sanat her ikisine de güzellik katana kadar. Sanatta çirkinlik, yaşamın şimdikinden daha güzel olabileceği yanılsamasını körükleyen şey olmuştur. Bu nedenle sanat bizi gündelik yaşamda içinde olduğumuz duygusal noktadan çok daha farklı bir noktaya yerleştirir – burası öyle bir yerdir ki yaşama ne kadar benzerse benzesin yaşamın ötesindeymiş gibi görünür. Halen yaşamaktayken yine de yaşamdan kurtulmanın mümkün olan en iyi yoludur bu. Sanatın amacı çirkinliğin her yerde var olduğunu açığa çıkararak onu güzellik aracılığıyla diyalektik olarak aşmaktır. Sanatın sahip olabileceği en derin anlam budur.     

Bir Sanat Eseri Olarak Bok

Dışkının eğlenceli bir biçimde sergilenmesi –gösteri, bizi gösterdiği şeyden uzaklaştırdığı için, dışkının gerçek doğasının (ayrıca simgelediği hiçliğin ve anlamsızlığın) unutulması amacıyla bir gösteriye dönüştürülmesi- entropik modern sanatın ve postsanatın başlangıcının kusursuz bir ironik örneğidir. Yani sanatın dışkı olduğu düşüncesi, dışkının gündelik ortamının dışında sergilenmesiyle eğlenceli hale getirilmektedir- günlük yaşamın atık maddesi, (giderek kuşkulu hale gelen) sanat statüsü kazandırılarak yüceltilmesiyle eğlenceli bir gösteriye dönüşür. Dışkı, aslında yaşamın entropik mamulüdür- yaşamın tüketilmiş, boş, değerini yitirmiş halidir ve bu nedenle ilke olarak ölüdür (dışkı cansızdır) – ve bu sıfatla gerçekliğin yapısöküme uğramış nihai maddesidir, özellikle de patlayıcı bir anal olayla sonuçlanan zorunlu bir yıkıcı sindirim sürecinin homojen sonucu olması yüzünden böyledir. Sanatın bir konu/tema – mükemmel biçimsiz içerik- olarak dışkıya yönelmesi, iktidarsızlığını ve kısırlılığını da gösterir, çünkü eğer dışkı penisin yerini alıyorsa ve çocukların sanatı artık yaratıcı bir edim değilse, bu durumda sanat, kişinin ruhsal bağırsağını boşaltmasından ibarettir. 

Sanatın Sonu
Donald Kuspit


Artist's Shit - 1961,  Piero Manzoni



Sanatın Anlamı - Donald Kuspit

Sanat, öznellikteki nüansları, aklın yapabileceğinden daha ince bir biçimde kaydeder, çünkü sanat, öznelliğin var olduğu şeyleştirilemeyen anda var olur, oysa akıl zamanı şeyleştirerek zamansallığa ilişkin tüm izlerinin, onunla birlikte de öznel öneminin yitmesine neden olur. Sanat, şeyleştirilemeyecek bir zamanda –sonsuz olan tek şey- var olduğundan, yıkım ve ölümün çirkinliğini şeyleştirmeye yönelik her türlü girişimin zorunlu olarak başarısızlıkla sonuçlanacağına işaret eder. Yıkım ve ölüme yönelik ciddi bir bilinç benliği derinden sarsar, çünkü bunlar benliğin yabancılaşılamayacak temel parçalar olduğu bilincini içerir. Kendi kendinin yıkımıyla karşılaşan benlik, kendilik duygusunu yitirir. Yok olacağını, öleceğini fark ettiği içindir ki –nihai olarak hiçbir şey olmadığını en derinlerinde fark ettiği içindir ki- kendi duygularını yönetemez ve aklını kaybeder. Ama eğer tüm bunları sanat aracılığıyla yeniden fark ederse, benlik kendindeki ve dünyadaki yıkım ve ölümün derinliklerine dalabilir. Benlik onları hiçbir zaman anlayamaz, ama sanat sayesinde kendi yaşam anlayışı üzerindeki etkilerini inceleyerek, bütün güvensizliğine rağmen kendi kendini kontrol edebilir. Sanat hiçbir zaman benliğe, Buda’nın sunacağı aydınlığı sunmaz, ama estetik deneyim, benliğe yaşamın sınırlı olsa da boşuna olmadığını gösterebilir.

Yaşamın travmatik çirkinliğine karşı sanatı değil de saf aklı savunmak yetersiz kalır, çünkü çirkinliğe karşı ruhun bir parçasıyla değil, tamamıyla savunma yapılması gerekir. Bu saf akıl yoluyla başarılabilseydi bile, düşünsel nesnelliğin ruhsal yaşam üzerinde derin bir etkisi olmayacaktı.  Düşünsel nesnellik, tanım gereği duygusal açıdan boştur, bu nedenle rahatlatıcı bile olamaz.  Anlama iddiasında bulunduğu şeyin varlığını, yalın bir verimlilikle göstermekten başka bir şey yapamaz. Çirkinliğin fiziksel ve ruhsal gerçekliği karşısında hiçbir kuram adil olamaz. İçimizde hissettiğimiz ve dünyada yaşarken deneyimlediğimiz yıkım ve ölümden bedensel egomuzu korumanın tek yolu, güzel sanat eserleriyle kendimizi özdeşleştirmektir. Sanat ancak gerçek anlamda güzel olduğunda yaşamdaki çirkinliğe meydan okuyabilir –onu alt edemese de ona karşı direnebilir. (kimi zaman modern sanat yaşama karşı kazanılmış boş bir zafer gibi görünse bile böyledir bu). Böylece daha büyük, bunaltıcı ve sonsuz çirkinlik ortamında küçük bir anlık mutluluk alanı yaratılmış olur, hem de bu alan icra ve yanılsamada bir duraksama anından ibaret olsa bile. Dolayısıyla çirkinliğin estetik açıdan dönüştürülmesi, kendi yıkımımız ve ölümümüze dair – dünyadaki çirkinliğin bir parçası olduğumuzu onaylayan- bilincimizin yarattığı duyguların – bilinç eşiği altında- kontrolünde olma hissi yaratır. Çirkinliğin sanatta yarattığı bu trajik hale, varoluşumuzda sürekli bir aksaklık bulunduğunu onaylasa da, bizi çirkinliğe karşı daha güçlü kılar.

Bir başka deyişle yıkım ve ölüm, sanatta artık yaşama ilişkin o çıplak çirkin gerçek- yaşamla ilgili tüm gerçeklerin boyun eğdiği üstün gerçek-   yaşamı anlamsız ve çirkin kılan nihai gerçek- olmaktan çıkmış, estetik bir kılıfın ardında gizli bir gerçek haline gelmiştir.


Sanatın Sonu
sf. 203 - 205     Donald Kuspit            

The Enigma of Isıdore Ducasse


"Bir teşhir masası üstünde bir dikiş makinesi ile bir 
şemsiyenin beklenmedik karşılaşması ne kadar güzel!" 

1920 - Man Ray

Pisuar Sorunsalı

Cezanne’ın yazışmalarından, eserinin stilini arayan bir ressamın değil, ‘resim nedir?’ sorusuna cevap arayan bir sanatçının eseri olduğu anlaşılır. Bu arayış, geçerli olan sanat kavrayışlarını sorgulamak demektir. Lyotard’ın sözleriyle, “görüleni değil, gördürteni göstermek”, bunun için modernliği sökmek. “Avangard gerçekte, modernitenin berisindeki varsayımları soruşturan, son derece sorumlu, zahmetli, sebat isteyen bir mesaidir.”

Duchamp hazır- nesneleri böyle bir mesainin ürünleridir. Hazır nesnelerin en kışkırtıcı olanı da kuşkusuz pisuardır: Duchamp’ın bir sıhhi tesisat firmasına ait R. Mutt adına imzalayıp, reddedileceğini bile bile, kendisinin de jüri üyesi olduğu ve 1917’de New York’ta ilk kez düzenlenen Müstakiller Salonu’na sunduğu ‘heykel’. Binlerce üretilen ve basit bir ihtiyacı gidermeye yarayan modern bir sanayi ürünü sayesinde Duchamp’ın sergilediği, modernist estetiğin sorunsalıdır, onun kavram ve kurumlarıdır: Özgünlük, yenilik, biriciklik, otantiklik, yararsızlık/çıkarsızlık (Kant), öznellik... sergi, galeri ,müze, müellif/telif, tarih, eleştiri… değer, norm, kanon… Pisuar modernliğinde ötesinde, sanat-zanaat, sanat-sanayi ve mimesis gibi ezelden beri süren kadim meseleleri de uyandırır. Duchamp’a göre, “Bayy Mutt’un pisuarı kendi elleriyle yapıp yapmadığı bir önem taşımaz. Ama pisuarı seçen odur. Gündelik hayata ait sıradan bir şeyi alıp öyle bir sunar ki, onun yararlılık bakımından taşıdığı önem, edindiği yeni unvan ve getirdiği yeni bakış açısı tarafından silinir; Bay Mutt sunduğu nesneye ait yeni bir düşünce yaratır.

(Avangard Kuramı)

*




*


Pisuvar'ı bir sanat nesnesi olarak yüzlerine fırlattım, şimdi estetik güzelliği nedeniyle bir sanat nesnesi olarak hayranlık duyuyorlar ona.

Marcel Duchamp


 " Ama çeşme'nin takdir edilecek birçok niteliği var -sözgelimi, parlak beyaz yüzeyi. Aslına bakılırsa, Brancusi'yle Moore'un yapıtlarındaki nitelikleri andıran birçok niteliğe sahip."
 
George Dickie

Ütopya ve Öngörü Arasında Sanat - Baudrillard

"Tüm sanat hareketleri, gelecekten el ayak çekerek geçmişe yönelmiştir."

Bu cümle, sanatın esas olarak, tüm tarihin içinde zaplayarak ve tam olarak yeni, hiç dokunulmamış alanlar keşfederek değil de, -her şeyden sonra, ola ki estetik dünya da fiziksel evren gibi tükendikten sonra- nesnelerin somut ve gerekli eğilimleri doğrultusunda hareket ederek, geçmişte kalan bütün biçimleri az çok otantik ya da yapay bir biçimde yeniden canlanma içinde ortaya çıkarttığı ve kendi tarihinden bu güne doğru gelen uzun bir "kaydırma" hareketi içinde işlediği fikrini geliştirmektedir. Nasıl insanoğlunun ilerlemesini çizgisel bir üslülük denklemi içine oturtamıyorsak, bunu sanat konusunda yapmak da çok zor olacaktır, çünkü sanatın çizgisel işlevi hep bir sorun olagelmiştir; hiç kimse sanatın bir uçtan bir uca, bir son noktaya doğru ilerlediğini düşünmemiştir.

*

Kıyamet odaklı bir tasarım söz konusu değil. Buradaki sorun sanat için de, ekonomi vb. içinde aynı. Aslında tabii, çağın gelişmeleri içinde sanat adına belirleyici, travmatik bir şeylerin olup olmadığını soruşturmak ilginç olabilir, Duchamp gibi birinin birdenbire ortaya çıkıvermesi, örneğin.         

*

Soyutlamaya geçiş çok önemli bir olgudur; bir tür temsil dizgesinin sonuna işaret eder; sanatın sonuna değil de, tam tersine işaret ettiği kuşku götürmez; ama ben yine de soyutlamada aynı anda hem nesnelerin tümel bir yenilenmesini, hem de soyutlamanın (ve de tüm modernitenin), nesnenin analitik keşfine doğru ilerleme, yani nesnenin ve dünyanın analitik gerçekliğini görünümlerin ardında bulmak amacıyla betimlemenin maskesini indirme erekliliğinde olduğu ölçüde sanat için gizil bir tehlike taşıyacak olan bir tür yanılgıyı görüyorum.


*

Gerçek dönüm noktası Duchamp ile başlar (burada onu kutsallaştırmak niyetinde değilim): Hazır-yapıt olgusu, sanatsal eylemin, ortaya çıkmak için gündelik nesnenin sanat nesnesi bağlamında oturtulmasından başka bir şeye ihtiyaç duymadığı bir öznellik karasızlığına işaret eder; bu durumda sanat, neredeyse sihirli bir işlemden başka bir şey değildir artık: tüm bayağılığı içinde nesne, tüm dünyayı hazır yapıt'a dönüştüren bir estetiğe nakledilmiştir. Duchamp'ın eylemi, kendi içinde son derece küçük bir eylemdir, ama ondan itibaren, dünyanın tüm bayağılığı estetik bir ulama ve buna karşılık, tüm estetiği de bayağılık konumuna geçer: Bu iki alan arasında, terimin geleneksel anlamında estetiğe gerçekten son noktayı koyan bir yer değiştirme söz konusudur.
Ve benim için, tüm dünyanın estetik hale gelmesi olgusu, sanatın ve estetiğin sonu anlamına gelmektedir. Daha sonra ortaya çıkanların tümü de -buna, sanatın geçmişte kalan biçimlerinin yeniden canlandırılması da dahildir- birer hazır-yapıttır (bir şişe bir olay ya da onun remake'i). Sanat tarihinin biçimlerini, oldukları gibi, yeniden kullanmak mümkündür; hazır-yapıtlar üretmek için, onları bir başka boyuta nakletmek yeterlidir, tıpkı, Millet'in Angelus'unu kendi tarzında yeniden kullanan Martin O'Connors örneğinde olduğu gibi, ama bu hazır-yapıt, Duchamp'ın, eylemin yokluk için bir tür yetkinliğe ulaştığı hazır-yapıt'ına oranla daha az saftır.      

*

Bir açıdan Duchamp’i tüm betileme yapılarının ve özellikle de anlatımcı öznelliğini yanılsama tiyatrosunun üzerine bir çizgi çekmiştir: Dünya, bir hazır-yapıt'tır. Ve tüm yapabileceğimiz de, sanat yanılsamasını ve boş inancını, nesnelerin bağlamını değiştiren ve ister istemez bir müze haline gelecek olan bir uzam aracılığıyla korumaya çalışmaktan ibarettir. Ama ardından da anlaşılacağı gibi, müze her şeye rağmen, bir lahittir.

Maecel Duchamp

Visconti & Mann

Venedik’te Ölüm Visconti ile Mann’ın gerçek bir ruh akrabalığı taşıdığı bir kitaptır. Yazarla yönetmen insana bakışlarında soylu entelektüel titizlikleriyle belirirler.

Yönetmen Visconti kitabı senaryolaştırırken bir felsefeci yazar olarak anlatılan başkişiyi Prof. Gustav von Aschenbach'ı ünlü bir Alman besteci olarak değiştirir. Gustav Mahler'in mü­ziği de pek çok bölümde yer alır, 5. Senfoni. Bu anıştırma elbette bir metafor olarak da düşünülebilir. Mann’ın yakın dostu Mahler’le güzelliği kadar aşkları, parlak kişiliği çok yerde sık sık anılan eşi Alma Mahler evliliklerinde acaba bir gözün önündeki örtü gibi midir?

Hem Mann, hem Visconti tensel doyumsuzlukları, kuşkuları, yozlaşmaları, tükenişi aynı adamda fakat bir sanatçıda, düşünürde göstererek sanki ortak bir paydada-buluşmuşlardır. Mann'in kitapta felsefeci yazar diye çizilen, yaşlılığının sorularıyla özgeçmişiyle didişen roman kahramanına yaklaşımı; yönetmende, ayrı bir yola geçişle belirgin bir değişime uğrar.

 Filmin en etkili sahneleri Venedik’e ulaşamamış savaşın neredeyse bir adım uzağında yaşananlardan kurulur. Savaştan kaçan soylu bir ailenin kaldığı oteldeki kişilerin, tanışmasalar
bile, arkalarından esen bastırılmış ortak kaygı havasıyla, örtülü tedirginliklerinde odaklaşır.
Gustav von Aschenbach’tn Venedik’e adımını attığı anda karşılaştığı ilk kişi yüzü utan­mazca boyalı, giyimi aşırı süslü yaşlı bir adamdır. Unrat’ın başka bir yansıması sanki. Besteci­nin toplumla ilişkilerinde, sorularıyla deştiği hayatının verdiği doyumsuzluk sonucu geçirdiği bunalım; kişiliğinde peş peşe gedikler açmaktadır. Bu geziyi de bundan ötürü gereksinmiştir. Çevresindeki ortamdan kurtulmak, iç dünyasında bir şeyleri sağaltır diye ummaktadır. Vene­dik’e adım atar atmaz ilk karşılaştığı o kişi bir kötü habercidir sanki. Bedenin gemlenmez isteklerinin karşı konmazlığını ön bakıcısı, o boyalı yüzlü, o süslü yaşlı adam, Von Aschenbach’ı ürkütmüş, hatta tiksindirmiştir. Sarsıcı çelişkileri içinde otelde yerini alır. Venedik onda yaşlılık, ölüm fikrini başka bir boyutta kışkırtacaktır oysa. Kendisiyle yüzleşmenin ilk keskin yarılmasıdır bu.

Kansı Alma Mahler’e olan tutkunluğu nedeniyle, tanıyanların da, özel tarihlerinin de her şeye razı bir aşık olarak anlattığı Gustav Mahler’in gölgedeki portresi midir Visconti’nin çizdi­ği; önde görünenin ardındaki saklı bir pentimento mudur? Bir melek yüzlünün, ulaşılmaz, ölümcül güzelliğinde eriyip; kösnüllüğün arsız iştahına kayışın, bir gizemin art arda gelen karşılaşmalar sonucu gündelik hayatın bunaltıcı egemenliğini silmesi olarak da düşünülebilir bu sahneler.


Besteci yıllanmış alışkanlıklarının bedensel duyarlığını da körelttiği, örselediği bir dünyanın dışındadır sanki. Çok özel bir zaman oluverir oteldeki günler. Dilleri anlaşılmayan, soy­lu, güzellikleriyle göz alan ailenin tüm bireylerinin yemeğe inişi, otel müşterileri arasında kim­senin yönelmekten kendini alıkoyamadığı bir odak noktasına dönüşür. Yumuşak seslerden örülen dillerinin, Lehçe mi Rusça mı, Macarca mı olduğunun çıkarılamaması, özel bir aylâ ile donatıp daha da çekici kılar bu grubu. İpek tuallerle, pastel satenlerle, titreşen otrişlerle, de­ğerli takılarla bezeli seçkin bir incelikle giyinen genç güzel anne “Silvana Mangano" otel çalışanlarıyla ancak gerektiğinde Fransızca konuşur. Her an emre hazırdır dadı. Çocuklar, büyümenin ilk adımlarını süren oğul, melek yüzlü benzersiz Tadzio (Bjöm Andersen), nazik uçucu kızkardeşler. Lobide çevresini süzen Ashencbach’ın Tadzio’yu gördüğü o an...

Venedik'te Ölüm - Thomas Mann


Aschenbach hayretle, oğlanın eşsiz bir güzellikte olduğunu gördü. Bal sarısı saçlarla çerçevelenmiş, şirin bir sessizlikteki solgun yüzü, çekme burnu, sevimli ağzı, tatlı ve tanrısal bir vakar taşıyan edasıyla Grek dünyasının en soylu çağından kalma heykelleri hatırlatıyordu. Biçimin pürüzsüz bir şekilde kendini açığa vurduğu bu yüzde, öyle özgün ve kişisel bir çekicilik vardı ki, bunu seyreden Aschenbach, ne doğada ne de güzel sanatlarda buna benzer bir başarıya rastladığına hiç ihtimal vemiyordu. (sf. 43)


Tam o anda Tadzio camlı kapıdan içeri girdi.
Ailesinin masasına giderken, yerinden kalkmış, yürümekte olan Aschenbach ile karşılaştı, bu kır saçlı yüksek alınlı beyin önünde gözlerini edepli terbiyeli yere eğdi, fakat bir an sonra, o sevimli tavrıyla bakışlarını, yine yumuşak ve dolgun, kaldırıp ona baktı ve yanından geçip gitti. " Adieu (elveda).. Tadzio" diye düşündü Aschenbach. "Seni görmem kısa sürdü." Alışkanlığına aykırı düşüncesini dudaklarıyla ifade ederek hafif sesle ekledi: "Tanrıya emanet ol." (sf. 58) 



Corydon

La Rochefoucault'un şu derin sözünü hatırlayınız: "Eğer aşktan söz edildiğini duymasa, hiçbir zaman sevmeyecek insanlar vardır." Düşününüz ki, yaşadığımız toplumda, törelerimizde, her şey öbür cinse karşı bir istek duymaya zorlar bizi, her şey karşı cinse dönmeyi öğretir, her şey ona yöneltir kişiyi, her şey bu duyguyu körükler, tiyatrolar, kitaplar, gazeteler, büyüklerden alınan örnekler, salonlardaki gösteriler, sokaktakiler. Dumas fils " La Question d'argent"ın önsözünde ne güzel söylüyor: "Bütün bunlara karşın aşık olunmazsa, o zaman yetişmede bir bozukluk var demektir." Bak hele! Bir genç sonunda çevresindeki bu ağız birliğine kendisini kaptırırsa, bu yolu seçmesinde öğütlerin etkisi olduğunu, arzularının baskılarla istenen yöne çevrildiğini nasıl kabul etmezsiniz! Ama olur da bunca öğüte, çağrıya, isteklendirmeye bakmayıp kendi cinsine dönüklük eğilimi gösterse hemen şu kitabı, bu etkiyi suçluyorsunuz; (ve bütün bir ülke, bir toplum için de böyle düşünüyorsunuz); 'bu sonradan edinilmiş bir eğilimdir' deyip duruyorsunuz.

Gerçek şudur ki, doğaya karşı olduğunu söylediğiniz bu içgüdü, tüm doğal istekler gibi, hemen hemen aynı güçle, her çağda, her zaman ve her yerde var olup durmuştur.


Her iki cinste de kendi cinsine dönüklüğün, karşı cinse dönüklükten daha içten gelme, daha yapmacıksız olduğu kanısındayım.       






 


Andre Gide'in 
Corydon kitabından
 bir kuple...








Venedik'te Ölüm - Thomas Mann


Kusursuz uğruna didinen mükemmelde dinlenmeye can atar; hiçlikse mükemmelin bir biçimi değil midir sadece? Aschenbach böyle derin hayallere daldığı sırada, kıyının ufuk çizgisi bir insan siluetiyle birdenbire kesildi; bakışlarını sınırsızdan çekip da toplayınca, bunun sol yandan gelen, kumların içinde yürüyerek önünden geçen polanyalı güzel olduğunu anladı. Çocuk, pantolonu dizlerine kadar sıvalı, ince uzun bacakları açıkta, suda yürümeye hazırlanmış, yalınayak, yavaş, fakat ayakkabısız gezmeye tamamen alışıkmış gibi gayet hafif ve mağrur yürüyordu... (sf. 50)  


Tadzio yüzüyordu. Onu gözden kaybetmiş olan Aschenbach, denizin ötelerinde başını ve yüzerken kürek gibi kullandığı kolunu gördü: Deniz enginlere kadar dümdüz uzanıyordu anlaşılan. Ama şimdiden onun için telaşa düşenler oluyor, şimdiden kabinlerden kendisine bağıran kadınların sesleri duyuluyor, plaja hemen hemen bir parola gibi hakim, yumuşak seslisiyle hem tatlı, hem de vahşi bir eda taşıyan bu isim tekrarlanıyordu: "Tadziu! Tadziu!". Çocuk geri döndü, karşı koyan suları ayağıyla çırpıp köpürterek, geriye atılmış başıyla koşa koşa dalgaları geçti; bu canlı varlığın buluğ çağının edası ve burukluğu içinde, gökle denizin derinlerinden gelen narin bir tanrı kadar güzel, sular sızan perçemiyle dalgalardan çıkışını, sıyrılışını seyretmek, insana mitolojik düşünceler esinliyordu. Dünyanın kuruluş dönemlerine, biçimin kökenine ve tanrıların doğuşuna ait şiirleri andırıyordu bu manzara. Aschenbach, gözleri kapalı, gönlüne başlayan bu şarkıyı dinliyor, yine buradan memnun olduğunu, ayrılmak istemediğini düşünüyordu.

Az sonra Tadzio, sağ koltuğu altından geçen beyaz bir havluya sarılı, başı çıplak koluna dayalı, kumlara uzanmış, deniz yorgunluğunu çıkarıyor, Aschenbach ona bakmaksızın kitabından birkaç sayfa okurken bile onun orada yattığı ve hayran olunası bu çocuğu görmek için başını hafifçe sağa çevirmesinin yeteceği neredeyse hiç aklından çıkmıyordu. (sf. 52-53)


 Tadzio'ya göz kulak olan kadınlar taraçanın arka tarafında oturuyorlardı; iş o dereceye gelmişti ki, tutkun adamın göze batmaktan, şüphe uyandırmaktan çekinmesi gerekiyordu. Hatta birçok defa plajda, otelin lobisinde, San Marco Meydanı'nda yakınında duran Tadzio'yu yanlarına çağırdıklarını, çocuğun kendisinden uzakta bulunmasına dikkat ettiklerini görmüş, adeta donup kalmış, bundan korkunç bir hakaret anlamı çıkarmaya zorlanmış, bu duygunun etkisi altında gururu o zamana kadar tanımadığı acılar içinde kıvranmış, bu hakareti reddetmesine vicdanı elvermemişti. (sf. 88) 





 Death in Venice (1971) Directed by Luchino Visconti




Dorian Gray'in Portresi - Oscar Wilde

Fiziki görünüm ile entelektüellik arasında kapanmayacak bir uçurum var. Bu kralın ayakları altında sürünen köpeğin, kralla farkı gibi bir şey. Birinin arkadaşından farklı olmamak en iyisidir. Çirkinler ve aptallar bu dünyada en iyi yere sahiptir. Rahat koltuklarında oturup gün boyu esnerler. Zafer hakkında bir şey bilmiyorlarsa da, yenilgi hakkında da bir şey bilmezler. Onlar bizim yaşamamız gerektiği gibi yaşarlar, hiçbir şeye karışmadan; sıradan ve endişesiz. 

Güzellik, dehanın bir formudur -açıklamaya gerek olmadığı için dehadan daha yüksek bir form, gerçekten. Bu dünyanın en büyük gerçeklerinden biridir. Bu tanrının verdiği bir hükümdarlık hakkıdır. Ona sahip olanları prens yapar.

Güzellik mucizelerin mucizesidir.

Venedik'te Ölüm - Thomas Mann


Seyirci Aschenbach, böyle güzel bir zemin önünde kendini bu kadar sere serpe sergileyen bu vücudun her çizgisini, her davranışını çoktan öğrenmişti; artık aşinası olduğu bu vücudun ayrı ayrı güzelliklerini her görüşte sevinçle karşılıyor,hayranlığının, duyduğu ince hazların sonunu getiremiyordu. Çocuğu kalbinin önündeki kadınları ziyarete gelmiş bir misafire görünmesi için çağırırlar, belki üzerinde denizin ıslaklığıyla koşarak gelir, saçlarını geriye atar, elini uzatırken bir ayağını yere basıp ötekinin ucu üzerinde durur, vücudunda hoş bir bükülüş, zarif bir gerilme, nezaketten doğan bir utanç,asaletten gelen bir beğendirme arzusu görülürdü. Havlu göğsüne sarılı uzanıp yattığı zamanlar ince işçilikle yontulmuş kolunu kuma dayar, çenesini avucuna alır, "Jaschu" diye çağrılan çocuk ise hemen yanına çömelerek onu okşardı; özel davranış gören bu çocuğun kendisine bağlı olana, hizmet edene doğru, yukarıya bakarken dudaklarında ve gözlerinde beliren gülümsemeden daha sevimli bir manzara düşünülemezdi. Bazen de denizin kenarında ayrı tek başına, arkadaşlarından ayrı, Aschenbach'ın hemen yakınında, elleri ensesinde kenetli, ayakta durur, parmaklarının ucuna basarak ağır ağır sağa sola sallanır, dalgın dalgın maviliklere bakar, ayak parmakları kıyıya vuran küçük dalgalarla yıkanırdı. Bal rengi saçları kıvrım kıvrım şakaklarına ve ensesine sarkar, belkemiğinin yukarı kısmındaki ayva tüyleri güneşte parlar, kaburgaları, ince çizgileri, göğsünün güzelliği, vücuduna yapışmış dar mayodan belli olur, koltuk altları bir heykeldeki gibi kılsız, göze çarpar, diz çukurları parlar, bu çukurların morumsu damarları vücudunu saydam bir maddeden yapılmış gibi gösterirdi. Yaşının mükemmelliğini taşıyan bu dimdik vücutta ne kadar kuvvetli bir disiplin, ne kadar keskin bir fikir ifade edilmişti!  (sf. 67)







 Death in Venice (1971) Directed by Luchino Visconti