"Our Childhood's playing with cotton reels"
Tanrı beni çocuk yaratmış.
Düş
kurmakla geçti ömrüm. Hayatımın anlamı buydu, evet, yalnızca buydu. İç
hayatımın dışındaki hiçbir şeye dönüp bakmadım. Hayatımdaki en büyük
üzüntüler, gönlüme bakan pencereyi açıp oradaki bitip tükenmez kaynaşmayı
seyrederek kendimi unutmamla eriyip gitti.
Baştan beri sadece
hayalci olmayı istedim.Yaşamaktan bahsedenleri yarım kulak
dinledim. Olduğum yerde olmayana, asla olamadığım şeye ait oldum hep. Ne
kadar değersiz olursa olsun, ben olmamak kaydıyla her şeyi şiirsel
buldum. Ben, bir tek hiçlik'i sevdim. Düşünü bile kuramayacaklarımı
arzuladım sadece. Hayat akıp gittiğini hissettirmeksizin bana şöyle bir
değip geçsin istedim. Aşktan tek dileğim, uzak bir düş olarak
kalmasıydı. Tamamen gerçek dışı olan gönlümdeki manzaralarda bile hep
uzaklar cazip geldi, gittikçe silinerek neredeyse ufka uzanan su
kemerlerinde, manzaranın geri kalanında olmayan bir düş dinginliği
vardı; işte bu dinginliğin hatırına sevdim onları.
Kendime bir düş
dünyası kurma saplantısı hiç terk etmedi beni, öldüğüm güne kadar da
sürecek. Çekmecelerimin dibine rengarenk makaralar ya da - içlerinde
bazen çekmeceye sığmayacak kadar büyük bir atın ya da filin de olduğu -
satranç taşları dizmiyorum artık, ama özlüyorum... bugün düş
evrenime, kışın şöminenin başında ısınırcasına, iç dünyamda yaşayan
capcanlı yaratıkları diziyorum keyfimce.
İçimin derinliklerinde yığınla
dostum var benim, her biri kendine has, gerçek, sınırları gayet iyi
çizilmiş ve hep yarım kalmış bir varlığa sahip.
...
Düş evrenim baştan beri benim biricik gerçek dünyam oldu. Tepeden
tırnağa uyduruk kişilerle yaşadığım aşklar kadar gerçek, onlar kadar
ateş, kan ve hayat dolu başka aşk yaşamadım. Ne delilik ! Üstelik özlemi
bile kaldı içimde, ne de olsa tıpkı ötekiler gibi bu aşklar da gelip
geçici...
Hayatla benim aramda, baştan beri mat camlar oldu; ne
gözümle, ne elimle algıladım onları; ve ne hayatımı yaşadım ne
tasarladıklarımı, olmak istediğim kişinin düşüydüm sadece; düş bizzat
irademle başlamıştı, tasarılarım asla olmadığım o insanın en büyük
hayalleriydi.
Düş uyuşturucuların en doğalı, bunun için de en
kötüsüdür. En kolay alışkanlık yapan odur, farkında olmadan zehirli bir
şeyi yutarcasına, nasıl başladığımızı bile anlamadan başlarız düşe. Can
yakmaz, insanı sararıp soldurmaz, dermansız da bırakmaz, ama düşün tadını
bir kere alan ruh bir daha iflah olmaz, çünkü zehirden vazgeçemez olur,
ki zehir kendinden başka bir şey değildir.
Bazen düşünüyorum da, düşlerimi birleştirerek kendime kesintisizce
akacak ikinci bir hayat kursam ne hoş olurdu, günlerimi düşsel
konuklarla, uyduruk insanlarla geçireceğim, acısını da keyfini de
yaşayacağım, ikinci bir hayat. Öyle bir dünyada başıma felaketler
gelir, büyük sevinçler üzerimde erirdi. Ve bana dair hiçbir şey gerçek
olmazdı. Ama her şeyin kendine has, muhteşem bir mantığı olurdu, her şey
haz verici bir yalanın ritmiyle akıp giderdi, her şey ruhumdan yapılmış
bir şehirde olup biterdi, ruhum ise sakin bir trenle içimde çok
uzaklara, çok uzaklardaki bir perona gidip kaybolurdu... ve bütün bunlar
hem dış hayattaki gibi, hem de Güneşin Ölümü'ndeki estetik gibi açık,
kaçınılmaz olurdu.
Düşlediğim manzaraları gerçek manzaralar kadar net görüyorum. Düşlerimin
üzerine eğildiğimde, gayet gerçek bir şeylerin üzerine eğilmiş
oluyorum. Geçip giden hayata baksam aynı anda düş görüyorum.
...ve bütün
bunları düşlerken, elimi kolumu sallayarak, yüksek sesle konuşarak
odamda
bir aşağı bir yukarı yürürken - derin bir sevinç dolar içime, tamama
ererim, neşeyle zıplarım, gözlerim parlar, kollarımı kocaman açarım
kucaklamak için dostlarımı ve elle tutulur, engin bir mutluluk duyarım.
Bir keresinde birisi için düşlerindeki kişilerin gerçek hayattakiler
kadar belirgin ve canlı olduğunu söylemişlerdi. Benim hakkımda böyle
konuşulsa yadırgamazdım, ama söyleneni üzerime alınmazdım. Düşlediğim
kişiler, bana göre gerçek hayattakilere benzemiyor. Her iki hayat -düşteki
ve dünyadaki hayatlar- kendine özgü, sahici, fakat farklı birer
gerçeklik.
Kendimde
farklı kişiler yarattım, yenilerini yaratmaya da aralıksız devam
ediyorum. Her düşüm doğar doğmaz bir başkası olup canlanıyor, o başkası da
benim yerime düş görmeye başlıyor.
Yaratmak uğruna kendimi yok
ettim; kendi içimde o kadar dışıma attım ki kendimi, kendimin dışında
varlık sürüyorum artık. Farklı oyuncuların farklı oyunlar oynadığı boş
bir sahneyim ben.
Ah, düşlerim
kaç kez, elle tutulur şeyler gibi dikilmiştir karşıma; gerçekliğin yerini
almak değil, kendilerinin de gerçeğe ne kadar benzediğini bana
anlatmaktır dertleri...
Yalnızlığım beni kendine göre biçimlendirdi, kendine
benzetti. Bir başkasının varlığı -bir tek kişi bile olsa- düşünmemi hemen
engelliyor ve normal bir insan için bir başkasıyla ilişki
kurmak, kendini ifade etmesi, konuşması için uyarıcı görevi görürken, aynı
ilişki bende bir uyarmayıcıya dönüşüyor - bu çok zorlama deyiş dilde
kabul görürse tabii. Kendimle baş başayken sayısız kişilik özelliği hayal
edebiliyor, şimdiye kadar kimsenin kurmadığı cümleleri hemen, şıp diye
söyleyebiliyorum, etrafta kimse olmadığı halde akılla sosyalleşmenin
parıltılı sonuçları bunlar; ne var ki, birinin fiziksel olarak yanıma
gelmesiyle bunların uçup gitmesi bir oluyor; aptallaşıyorum, ağzımdan tek
sözcük çıkmıyor ve aradan bir saat geçmeden uykudan ölecek hale
geliyorum. Evet, insanlarla konuşmak uykumu getiriyor.
Benim için, yalnızca
düşler dünyasında yaşayan düş dostlarım, yalnızca düşlerdeki sohbetlerim
sahiden gerçek ve belirgin ve aynadaki suret gibi birer ruhları da var.
...
"Benim
törelerim yalnızlığın töreleri, insanların töreleri değil
kesinlikle"; bunu kimin söylediğini bilmiyorum, Rousseau ya da Senancour
olabilir. Ama benimkiyle aynı türden bir zihin olduğu açık - belki tek
farkı, aynı ırktan olmamasıdır.
Hayır, hiçbir hüzün varolmamış şeylerin acısı kadar işleyemez insanın içine! Gerçek zamanda yaşanmış geçmişimi düşünürken, yol kenarına atılmış çocukluğumun cesedine ağlarken hissettiklerim... Bu bile düşlerimdeki o mütevazi yaratıkların gerçek olmadığını düşününce bastıran coşkun acıya, ağlarken kapıldığım heyecana yetişemez; hatta figüranlara, sahte varlığımla düşlerimde yürürken bir köşe başında ya da hayalimde bin kez inip çıktığım o dar sokaklardan birinde, bir kapı önünde, tesadüfen, bir kerecik gözümün iliştiği insanlara bile içim yanar. Bu yaratıklara can vermenin, ayağa kaldırmanın imkansızlığının verdiği üzüntü, düş dostlarımın bilincimdeki yerlerinden bağımsız olarak, gerçekten bağımsız olabilecekleri bir uzama ait olmadıklarını düşününce, işte o zaman en çok da Tanrı'ya karşı hınca dönüşür; kurmaca hayatımda neler yaşamışızdır o dostlarla, hayali kafelerde ne parlak sohbetler etmişizdir. Benim dışımda zerrece varolmamış, ne biçim ölü bir geçmiştir bu içimde taşıdığım! Yalnızca gönlümde gerçek olmuş, küçük köy evinin bahçesindeki çiçekler. O düş çiftlikte sebze bahçeleri, çam ormanları! Düşsel yazlıklar, hiçbir yerde varolmamış kırlarda gezinmeler! Yol kıyılarında ağaçlar, patikalar, çakıl taşları, gelip geçen köylüler... baştan beri birer düştü hepsi, belleğime kazınmış bunca şey sahte bir acı doğuruyor - ben ise, saatlerimi düşlere verdikten sonra, onları düşlediğimi hatırlamakla da saatler geçiriyorum; ve gerçek, melankolik bir üzüntü duyuyorum, gerçek bir geçmişe ağlıyorum ve ciddiyetle, tabutta yatan ölü bir gerçek-hayatı seyrediyorum.
Tamamen iç dünyama ait olmayan hayatlar ve manzaralar da var. Karşısında saatler geçirdiğim, sanat değeri düşük tabloların ya da bazı renkli taşbaskıların gerçeğin ötesine geçtiği bile oldu gözümde. Böyle durumlarda daha farklı, daha hüzünlü, daha yakıcı olurdu hislerim. Gördüğüm yerler gerçek olsun ya da olmasın, oralarda bulunmadığıma yanardım. Hiç olmazsa, küçücükken uyuduğum bir odada asılı duran o küçük gravürde, mehtabın altında uzanan ormanın kıyısına fazladan bir figür olarak çizselermiş beni! Nehir kıyısındaki o ormanda, ölümsüz ay ışığının altında (acemice çizgilerle de olsa) durduğumu, gözlerden ırakta, bir söğüdün eğik dallarının altında kayığıyla süzülen adama baktığımı düşleyebilseydim! O an, doludizgin düşlere kapılmamak acı verirdi. Çektiğim özlemin yüzü başka olur, umutsuzluğum ellerini başka türlü uzatırdı. Beni işkencelerle kıvrandıran imkansızlığın altında yatan sıkıntı ise farklıydı. Demek hiçbirinin ne Tanrı katında bir anlamı vardı, ne arzularımın mantığına uygun bir şekilde gerçekleşme olasılığı - bilmediğim bir yerde, üzüntülerimi ve düşlerimi yöneten mekanizmayla aynı özden, dikey bir zamanın içinde! Demek benim için bile yoktu, hiçbir yerde yoktu düşlerimdeki cennet! Düşlediğim dostlarıma, yarattığım sokaklara asla kavuşamayacaktım demek, kendime verdiğim o köy evine, sabahları o kargaşanın içinde, horozların ve tavukların gıdaklamaları arasında uyanamayacaktım... üstelik her şeyin Tanrı'nın eliyle kusursuzca ayarlanmış, hepsinin varolması için mükemmel bir düzenin kurulmuş olmasına, onlara sahip olabileceğim bir şekle sokulmuş olmalarına rağmen - oysa kendi düşlerim, bu eksiksiz düzene ve şekle ancak - bu zavallı gerçeklikleri barındıran içimdeki uzamın varolmayan bir boyutunda ulaşabilirdi.
...mesele şu ki, aslında ne düşünüyorum, ne konuşuyorum, ne de eyliyorum. Benim yerime hep düşlerimden biri düşünüyor, konuşuyor ya da eyliyor, ben bir an geliyor, onun içinde hayat buluyorum.
Bir şeyler anlatıyorum, konuşan bir başka-ben. Gerçek beni düşündüğümde tek hissettiğim, hayat karşısında alabildiğine yetersizlik, sonsuz bir boşluk, müthiş bir beceriksizlik. Gerçek bir eyleme varan hareketlerden hiçbirini bilmiyorum...(...)
Kesintisiz düş hali bende dikkatin yerini aldı.
Varolmayı hiç öğrenemedim.
Düş evreni gölge gibi peşimde.Ve benim uyumaktan başka isteğim yok.
*
*