Gizli Şeyler

Aşkım üstüne yazmayı düşündüm. Ama yapamayacağım bunu. Önyargı ne kadar güçlü! Ben ondan kurtuldum, ama bu sayfayı görebilecek henüz tutsak insanları düşünüyorum. Ve duruyorum. Ne güçsüzlük! Yine de bir harf yazmak istiyorum - T- bu anı simgelemek için.


9.11.1902



Önceki gün gözlerimin önünden geçen tek şiir, iki çocuğun güzelliğiydi. Eğer belleğim bunun izlerini saklayıp yaratıcı bir heyecan anında bana geri verirse, kim bilir belki de sanatımda bir şeyler kalır bu güzelliğin kısacık geçişinden.


7.10.1911



The Turin Horse Opening Scene (2011, Bela Tarr)

                                                                                                   


Çalışmalarınızın soğuk ve umutsuz olduğu hakkındaki eleştirileri kabul ediyor musunuz? Çok az umut var gibi görünüyor.

Hayır, çünkü umut dolu olduğumuzu sanıyorum. Eğer bir film yapıyorsanız önümüzdeki elli yıl boyunca var olacağına ve belki de sonra birilerinin izleyeceğine inanıyorsunuz ki, bu çok büyük bir iyimserlik.

Bu durumda, insani durumların absürtlüğü (anlamsızlığı) hakkındaki varoluşsal görüşü kabul etmiyor musunuz?

Hayır, bu absürt değil. Dünya dönmeye devam ediyor ve insanlar filmleri izliyorlar. Bu bizim filmimiz, bu kadar. Size ve herkese insani durumların nasıl olduğunu göstermek istiyoruz. Bu kadar. Kimseyi yargılamak istemiyoruz. Herhangi bir şekilde anlam çıkarmak istemiyoruz. Neler olup bittiği hakkında bir şeyler göstermek istiyoruz.

...
Amerikalı eleştirmen Jonathan Rosenbaum’un çalışmalarınız hakkında ‘maneviyatı olmayan Tarkovsky’ olarak değerlendirmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Kendinizi böyle bir durumda görüyor musunuz?

Bu Jonathan Rosenbaum’un kendi düşüncesi. Bilemiyorum, bu onun düşüncesi. Kendisiyle bu konular hakkında konuşmadım. Temel fark Tarkovsky’nin inançlı olması ve bizim olmamamız. Ancak her zaman umudu vardı, Tanrı’ya inanıyordu. Bizden (benden) çok daha masum. Hayır, onun tarzında film yapmak için çok fazla şey gördük. Çoğu zaman onun daha yumuşak ve hassas olan tekniğinin de farklı olduğunu düşünüyorum.

Sizin tarzınız sert mi?

Evet, o benim için fazla iyi.

röportajın tamamını okumak için:
http://avrupasinemasi.blogspot.com/2011/03/bela-tarr-roportaj.html


Not Etme (Roland Barthes)

"Not etme"de şimdiye ait küçük bir parçayı, gözlemimize, bilincimize sıçradığı biçimiyle yakalamak gereği vardır. Not etmenin itkisi önceden kestirilemez türdendir. Demek ki not etme bir dış etkinliktir: Benim masamda olan değil de sokakta, kahvede, dostlarla birlikteyken olan etkinliktir.

Not Defteri :
Bir not etmenin mikro tekniği önemsiz görünebilir ama ben bunu bir kenara atmak istemiyorum: Bir kere büyükçe olmayan bir not defteri gerekir. (Peki ya ceplerin durumu? Modern giysi, ceketlerin artık kullanılmaması - Flaubert'in boyu eninden uzun, güzel deri taklidi kaplı siyah not defterleri; Proust'un not defterleri.Yazları daha uzun not alınır.)

Kalem: Yaylı tükenmez kalem, kapaksız olduğu için kapak çıkarıp takmaya gerek yoktur.

Şunu demek istiyorum:
Bir tek ve bağımlı bir jestin imgesi söz konusudur burada: Tıpkı bir gangsterin colt tabancasını çekmesi gibi not defterlerinin anında (uygun sayfada) çıkarılması ve yazanın çiziktirmeye hazır beklemesi.

Bir not etme pratiğinin gerçekleşmesi, bir tamlık, bir iyi kullanım duygusu vermesi için bir tek koşul geçerlidir: Zamanı olmak, çok zamanı olmak.

Burada bir paradoks vardır: Notun zaman almadığı, nerede olsa, ne zaman olsa not alınabileceği düşünülebilir; not alma gezinti, bekleme, toplantı vb. gibi önemli bir başka etkinliğe ek olacaktır ancak. Oysa, deneyim bize "fikir" sahibi olmak için "müsait", serbest olmak gerektiğini göstermiştir. Ancak bu da güçtür, çünkü insan not defterini sürekli olarak cebinden çıkarmak için özellikle gezintiye çıkamaz. (verimsizleştiricidir bu), ama serbest olmanın bir ağırlığının bulunması gerekir, bu da bir humus işlevi görür. Dalgalanan dikkat türü söz konusudur burada:Yani dikkat üzerinde yoğunlaşmamalı, ama yine de yan olaylara da çok fazla yönelmemelidir. Bu da sonuçta: kahve teraslarında geçirilen biraz boş (isteyerek boş) bir yaşamdır.

Bir bakıma: Rantiye etkinliğidir. (Flaubert, Goncourt, Gide): Bir ders hazırlamak not etmenin karşıtıdır.

Bu paradoksun mantığı: Not etmeye kendini kaptıran kişi, en sonunda, başka her türlü yazı girişimini reddedecek noktaya gelir (Not etmeyi bir yapıt hazırlığı olarak alsak bile): İnsan yolundan şaşmamalıdır. Nihil nisi propositium. (kendime önerdiğim şey dışında hiçbir şey)

...buraya kadar not etmeden, bir şeyi anında yakalama olarak söz ettim; sanki görülen, gözlemlenen şey ile yazılan şey arasında anlık bir uyum varmış gibi.

Ayvalık'ta


Öğle üzeri Ayvalık'ın dar sokaklarında dalgın ve yarı uyur bir halde dolaşırken bir evin açık kapısından içeri giren bakışlarım karşı duvardaki raflara dizilmiş kitaplarla karşılaştı. Bir dükkan olup olmadığını anlayamadım ilkin, yoluma devam etmek üzereyken geri dönüp içeri girdim. İçerde, yaşlıca bir bayan sandalyesine çökmüş kitap okumaktaydı. Kitaplara bakabilir miyim diye sordum, tabi dedi, sonra uzun bir süre oyalandım içeride.

Kişisel bir kitaplıktı bu, bütün bu eserler tesadüf eseri bir araya gelmemişti, hiçbir kişisel kitaplıkta kitaplar tesadüf eseri biraraya gelmez, oldukça tanıdık gelen bir okuma serüvenine ait parçalardı bunlar; okuduğum, okumadığım, okumayı düşündüğüm, aklıma, bir kenara not aldığım, kitaplar, yazarlar... Eski, zengin bir sahaflığa ait kitaplar gibi... önemli bir kısmı da elimde olan kitapların ilk çıkan basımları. Hazine bulmuş gibi oldum. Elimden gelse bütün kitapları alıp götürecektim.

İçerideki bayan kitapların kızına ait olduğunu söyledi. Kızım yönetmen dedi, belki tanıyorsunuzdur, Nur Akalın Tanıdık gelmiyor ama ben de sinema öğrencisiyim dedim. Kızına ait uzun metrajlı bir filmin dvd'sini gösterdi, yazmış olduğu çeşitli yayınevlerinden çıkan birkaç kitabı da vardı. Gözüm kitaplıktaydı ama her birine kısa kısa göz gezdirdim. Bütün bu kitapları nasıl olur da satar anlamıyorum dedim sonra, insanın ömrü boyunca dönüp dönüp okuyacağı, besleneceği, bağlı kalacağı, Nietzsche'nin deyimiyle kanla yazılan ve ezberlenmek isteyen kitaplardı bunlar. Yukarıda da (odasında mı?) kitaplar olduğunu söyledi. Bazılarını satmak istememiş, sattıkları kitapların isimlerini de bir kenara not almasını rica etmiş annesinden.

İçerde yalnız kitaplar yoktu, yabancı şehirlerden gelen çeşitli eşyalar ve giysiler de satılıyordu, bir köşede kısa zaman önce seyrettiğim Stranger Than Paradise filminin çerçeve içindeki küçük bir afişi dikkatimi çekti. Filmlerinin afişlerini içeriye astırmadı dedi annesi, (memnun kalmamış mıydı yoksa filmlerinden?) Siz dedi tatlılıkla, hepiniz kitap kurdusunuz. (Öyle miyiz?) Öyleyiz dedim.

Böylesi bir okuma serüvenine tanıklık ettikten sonra okur'un kendisine ait kitaplarını almamazlık edemezdim: Rika'nın Bahçesi. Sessizlik. Bir de elimde fotokopileri bulunan Rimbaud şiirlerinin Özdemir İnce çevirileri: Ben bir başkasıdır.

 Ayvalık'a her gelişimde yolumu düşüreceğim bu kitaplığa, dönüp dolaşıp buraya uğrayacağım. Başka çare var mı?


Yalnız İnsan  

Huzursuzluk Kitabı (Fernando Pessoa'nın kitabın kahramanı Bernardo Soares'i takdimi)

Otuz yaşlarında, oldukça iri bir adamdı bu; oturduğunda aşırı kambur duruyor, ayaktayken sırtı biraz düzeliyordu; üstüne başına pek özenmiyordu belki, ama tamamen kendini salmış da denemezdi. Dikkat çekici bir tarafı olmayan solgun yüzünde, hatlarına herhangi bir özellik katmayan acılı bir hava seziliyordu. Bunun altında ne tür bir acının yattığını anlamak kolay değildi - Birçok ıstırabı kendinde toplamıştı adeta, mahrumiyet, bunalım, kayıtsızlıktan doğan acı, ki kayıtsızlık da zaten aşırı acı çekmekten olur.

...giderek gözümde netleşmeye başladı. Belli belirsiz de olsa, yüzündeki çizgilerde bir zeka parıltısı yakalamıştım. Ne var ki ifadesine öyle bir bitkinlik, yürek sıkıntısından ileri gelen buz gibi bir durgunluk sinmişti ki, daha ötesini okumak zordu.

Bir keresinde sokakta, tam pencerenin önünde bir olay oldu; iki adam kavgaya tutuştu. Ben dahil, asma katta kim varsa pencereye koşuştu; tabii sözünü ettiğim adam da. Ona öylesine bir laf attım; o da bana aynı perdeden yanıt verdi. Sesi, artık umutların kar etmediği, bunun için de her şeyden umutlarını kesmiş insanların ki gibi donuk, pütürlüydü. Ama akşamcı lokanta arkadaşım hakkında böyle kesin konuşmakla saçmalamış oluyorum.
...
O güne dek mecburiyetleri olmamıştı. Çocukluğunda insanlardan uzak durmuştu. Ne bir gruba katılmış ne de okula gitmişti anlaşılan. Asla sürüye dahil olmamıştı. Onun başına, başkalarının da ( belki de kim bilir, herkesin) başına gelen gelmişti: Hayatındaki beklenmedik olaylar, içgüdülerine göre, içgüdülerinin çizdiği yolda şekillenmişti -hiç kıpırdamamak, hayattan kopmak yönünde.

Devletin ya da toplumun dayattığı zorunluluklarla uğraşmak zorunda kalmamıştı hiç. İçgüdüsel ihtiyaçlarını bile görmezden gelmişti. Sevgili ya da dost olabileceği insanlara hiçbir nedenle yakınlık duyamamıştı. Onun iç dünyasına bir ölçüde de olsa, kabul edilen tek varlık oldum.

İlginçtir; tesadüfler de denk gelmiş, tam da derdine deva olabilecek, benim gibi bir insanı karşısına çıkarmıştı.





*
Huzursuzluk Kitabı
sf. 19

Ben ne olursa olsun ait olduğu ortamın hep kıyısında duran ve yalnızca bir parçası olduğu kalabalığı değil, aynı zamanda yanı başındaki büyük boşlukları da görebilenlerdenim. İşte bu nedenle tanrıyı da onlar gibi büsbütün terk etmedim, ama insanlık düşüncesini de kabullenmiş değildim kesinlikle. Düşük bir ihtimal de olsa tanrı var olabilirdi, bu durumda ona tapmak da gerekebilirdi; insanlık ise, adına insan denen bir hayvan türünü ifade eden, basit, biyolojik bir kavramdan öteye gitmiyor, bu nedenle herhangi bir hayvan soyundan daha fazla hak etmiyordu tapınılmayı. İnsanlık kültü, özgürlük ve eşitlik gibi kutsal kavramlarıyla hayvanların tanrı sayıldığı, tanrıların da hayvan kafalı olduğu antik dinlerin dirilmiş hali gibi gelmiştir bana hep.Tanrıya inanmadığımı biliyordum, fakat düpedüz bir hayvan sürüsüne de inanamazdım; böylece ben de bazı insanlar gibi kalabalıkların sınırında, yani halk arasında Çöküş diye tabir edilen o her şeye uzak noktada kaldım. Çöküş, bilinçaltının tamamen yitirilmesi demektir, çünkü bilinçaltı yaşamın temelidir.

Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.

Yaşamayı bilmeden yaşayan bizlere (benim ender benzerlerime ve bana), her şeyi reddetmekten başka hayat tarzı, dünyayı seyretmekten başka yazgı kalıyor muydu? Dinle yaşamanın ne olduğunu bilemiyorduk, inanca akıl yoluyla ulaşılamayacağına göre bilemezdik de; insanın bir kenara atılabileceğine inanamıyor,bu açıdan düşününce kendimizi nereye koyacağımızı da bilemiyorduk; bu durumda sahip olduğumuz ruh, hayatı estetiğin gözüyle seyretmekte işe yarayabilirdi ancak. Böylece,dünyanın cafcaflı görüntüsüne yabancı, ilahi olana ilgisiz, insanı horgören bireyler olarak, kendimizi, boşu boşuna,beyin sinirlerimize uygun düşen karmaşık bir Epikurosçuluğun bağrında serpilmiş amaçsız duygulara bıraktık.

Vigny hayatı, vakit doldurmak için boş işlerle uğraştığı bir hapishane gibi görürdü. Karamsar olmak olayları en kötü ve acıklı tarafından almak demektir ve böyle bir tutum hem aşırı, hem rahatsız edicidir. Elimizde ürettiğimiz yapıtın değerini ölçmek için hiçbir kıstas yok elbette. Tek derdimiz kendimizi oyalamak bu doğru; ne var ki yazgısını unutmak için boş işlerle uğraşan tutuklular gibi değil, vakit geçirmek için yastık kenarı işleyen genç kızlar gibiyiz, hepsi bu.

Hayatı bir han olarak tahayyül ediyorum, çöküş arabası gelene kadar orada olacakmışım. Araba beni nereye götürecek, bilmiyorum, çünkü hiçbir şey bilmiyorum. Dört duvar arasında beklemek zorunda olduğuma göre, hanı bir hapishane olarak da kabul edebilirim, çeşit çeşit insanla karşılaştığım için, dostlukların yeşerdiği bir yer olarak da. Huysuz ya da görgüsüz biri sayılmam. Odasına kapanıp, kendini yatağa atıp gözünü bile kırpmadan bekleyip duranları kendi hallerine bırakıyorum; kulağıma hoş seslerin ve müziklerin çalındığı salonlarda gevezelik edenlere de ilişmiyorum. Kapının önüne oturup gözlerimi ve kulaklarımı manzaranın renkleriyle ve müziğiyle sarhoş ediyor, arabayı beklerken alçak sesle, yalnızca kendim için bestelediğim anlaşılmaz şarkıları söylüyorum.

Gece çökecek, o posta arabası kapıya dayanıp hepimize seslenecek. Bana bahşedilmiş hafif rüzgarın ve onun tadını çıkarabilmem için bahşedilmiş ruhun tadını çıkarıyorum; ve daha fazlasını ne soruyor ne kurcalıyorum.

Handaki anı defterime yazıp bıraktığım şeyleri günün birinde benden başkaları da okur, bunlarla yol boyunca oyalanabilirse, ne ala. Kimse okumazsa ya da zevk almazsa,o da kabulüm.

Asleep








Nedir, iyi okumak?

...dört yüz sayfalık bir kitabın topu topu üç sayfasını normal bir okuyucudan daha dikkatli okumamız, hepsini okuyan, ama bir tek sayfasını bile dikkatle okumayandan daha iyidir, Bir kitabın on iki satırını en yüksek yoğunlukla okumak ve böylece, söylenebileceği üzere, bütünün içine girmek, normal bir okuyucu gibi kitabı okumamızdan daha iyidir, o, sonunda okuduğu kitabı tıpkı bir uçak yolcusunun üzerinden uçtuğu manzarayı tanıyacağı gibi az bilir. O, çevreyi bile göremez. İşte bugün herkes her şeyi uçarken okuyor, her şeyi okuyorlar ama hiçbir şeyi bilmiyorlar. Ben bir kitaba girer ve onun üzerine çökerim, her şeyimle, düşünün, bir iki sayfa üzerinde felsefi bir çalışma, sanki ben de oradaymışım gibi, bir manzaraya girmek, bir doğa, bir devlet oluşumu, bir toprak ayrıntısını isterseniz, bu toprak ayrıntısına yarım bir güçle ve yarım bir yürekle değil de tam olarak girmek, onu keşfetmek için ve sonra keşfedildiği anda elimdeki tüm titizlikle onu bütüne götürmek.

Her şeyi okuyan, hiçbir şey anlamamıştır, dedi...



Bernhard'ın pek çok gevezeliği arasından, 
Eski Ustalar kitabından

Laurence Anyways (2012, Xavier Dolan)


Xavier Dolan, üçüncü uzun metrajlı filmi (168 dakika) Laurence Anyways'de.



Devlet

Gerçekte devlet doğuruyor çocukları, yalnızca devletin çocukları doğurulur, gerçek bu. Özgür bir çocuk yoktur, yalnızca devletin kendisiyle istediğini yapabileceği devlet çocuğu vardır, çocukları devlet dünyaya getirir, annelere ise yalnızca çocukları dünyaya getirdikleri telkin edilir, çocukların çıktıkları karın devletin karnıdır, doğrusu bu. Her yıl yüzbinlercesi devlet çocukları olarak devletin karnından çıkar, doğrusu bu. Devlet çocukları devletin karnından dünyaya gelir ve devlet okuluna giderler, orada devletin öğretmenleri tarafından eğitime alınırlar. Devlet çocuklarını devlete doğurur, doğrusu bu, devlet kendi devlet çocuklarını devlete doğurur ve onları bir daha bırakmaz. Biz nereye bakarsak bakalım yalnız devlet çocukları, devlet öğrencileri, devlet işçileri, devlet memurları, devlet yaşlıları, devlet ölüleri görürüz, doğrusu bu. Devlet yalnızca devlet insanları yapar ve buna olanak sağlar, doğrusu bu. Doğal insan yoktur artık, yalnızca devlet insanı vardır ve doğal insan varsa eğer bir yerde, izlenir ve ölümüne kadar kovalanır ve /ya da devlet insanına dönüştürülür.

İnsan gördüğümüzde, yalnızca devlet insanlarını görürüz, devlet hizmetlilerini, ne kadar doğru söylenmiş bir sözdür bu, doğal insanlar görmeyiz, tersine tamamen yapaylaşmış, devlet hizmetlileri olmuş, ömürleri boyunca  devlete hizmet eden ve dolayısıyla ömürleri boyunca yapaylığa hizmet eden devlet insanlarını görürüz. İnsan gördüğümüzde, yalnızca devlet ahmaklığının hizmetine girmiş, yapaylaşmış devlet insanları görürüz. İnsan gördüğümüzde, devlete teslim olmuş ve devlete hizmet eden, devletin kapanına düşmüş insanlar görürüz. Bizim gördüğümüz insanlar devlet kurbanlarıdır ve gördüğümüz insanlık, devlet yeminden başka bir şey değildir, onunla gittikçe daha da oburlaşan devlet beslenir. İnsanlık artık yalnızca devlet insanlığıdır ve yüzyıllardan beri, yani devletin varoluşundan bu yana kimliğini yitirmiştir, diye düşünüyorum.

İnsanlık, bugün artık kendisi devlet olmuş insanlıkdışılıktan başka bir şey değildir, diye düşünüyorum. Bugün insan artık yalnızca devlet insanıdır ve bu yüzden de o bugün artık mahvedilmiş insandır ve devlet insanı, düşünülebilecek en insan olabilen insandır, diye düşünüyorum. Doğal insan artık asla olamaz, diye düşünüyorum. Büyük kentlerde yığılmış milyonlarca devleti gördüğümüzde midemiz bulanmaktadır. Her gün uyandığımızda, şu bizim devletimiz yüzünden midemiz bulanır ve sokağa çıktığımızda, bu devletin nüfusu olan devlet insanlarından midemiz bulanır. İnsanlık devasa bir devlettir, ondan, eğer doğruyu söyleyecek olursak, her uyandığımızda midemiz bulanır. Her insan gibi ben de uyandığımızda midemi bulandıran bir devlette yaşıyorum. Bizdeki öğretmenler insanlara devleti öğretirler ve devletin tüm korkunçluğunu ve ürkütücülüğünü ve devletin tüm yalancılığını, bir tek tüm bu korkunçluğun ve ürkütücülüğün ve yalancılığın devletin kendisi olduğunu öğretmezler. Öğretmenler yüzyıllardan beri öğrencilerini devletin kıskacına alıp onlara yıllarca ve onyıllarca işkence eder ve onları paramparça ederler. İşte burada bu öğretmenler devlet emriyle öğrencileriyle müzeyi dolaşır ve o ahmaklıklarıyla onları sanattan da tiksindirirler.

...


Eski Ustalar
sf 30 -33

Thomas Bernhard



Blogda Bernhard:

http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/05/thomas-bernhard
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/01/thomas-bernhardla-konusmalar.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/don-thomas-bernhard.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/beton-thomas-bernhard.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/bitik-adam-thomas-bernhard.html

Anüs Flower



Jimmy Bites

Huzursuzluk Kitabı


"Ben, kendi varlığına yetişemeyen"

Huzursuzluk Kitabı'nda 1913 yılında yazılmaya başlanmış ve yazarın büyük bir bölümünü yayımlamadan bıraktığı bir günce söz konusudur.Bu günce mutlak bir kuşkuculukla doludur, ya da, daha doğru bir biçimde dile getirmek gerekirse, bu kitapta, ilerlemeye, eşitliğe ve hatta güzelliğe duyulan inancın ya da en azından metafizik olana yönelik gerçek bir yeteneğe duyulan inancın bütünüyle eksikliği hissedilir. Kimileri bu yapıtı sahici bir dekadans itirafı olarak yorumladılar. Kitapta aşırı bir olumsuzluk vardır...

Ancak Pessoa tüm "olumsuzluğuna" karşın bazı çıkış yolları önerir görünüyor. Böylece 1920 yılından başlayarak, değişik şiirlerinde düşünmeye başlıyor.

Negativizm kavramının Caeiro'nun Sürü Çobanı kitabında Pessoa'nın ölümüne dek süren yirmi yıllık takma adla sürdürülen yaratı çalışmasına uygulanması abartı olurdu. Ricardo Reis ve Alvaro de Campos imzasını taşıyan şiirlerin çoğunun bu tanımlamaya kesinlikle uysa da, aynı şey ne Alberto Caeiro'nun panteizmi için ne de daha genel konuşmak gerekirse bu düşünceyi destekler görünen belirli izlekler ve konular için söylenebilir; çünkü Pessoa'nın olgunluk dönemini belirleyen şiirler için mizah duygusu mutlak bir istençsizliği ya da aldırışsızlığı sergilemektedir.

J. F. Coelho yolculuğu bu izleklerden biri olarak görmüştür.Araştırmacıya göre Portekiz dilinde Camoes'ten bu yana, yolculuk simgeleri açısından bu denli zengin bir başka şiir bulunamaz -ama elbette özellikle öznel yolculuk yolları biçiminde. Huzursuzluk Kitabı'nın 400 numaralı fragmanı,yolculuk düşüncesini "ben olmayan herhangi birini baştan çıkarmaya uygun düşünce" olarak tanımlıyor ve bununla bağlantılı olarak okumayı yolculuk etmeyle karşılaştırıyor. 389 numaralı fragman, hayal gücünün şaşırtıcı yeteneklerini yüceltmek için, gerçek yolculukların gereksiz olduğunu açıklıyor. 384 numaralı şiir, yaşamı, dalınç içindeki ruhlara, eylem gücü bulunan ruhların herhangi bir zamanda yaşayabildiklerinden daha yoğun bir heyecan sunan deneysel bir yolculuk olarak tanımlıyor; ondan sonraki fragman (yolculuk eden insan) izleğinden yararlanıyor: bizler," bu dünyada yolculuk edenleriz gönüllü ya da gönülsüz biçimde" ...

"Nihai olan yolculuğun en iyi biçimi hissetmektir" diye yazdı Campos; ve Pessoa, en ünlü ve en yanıltıcı itiraflarından birini Casais Monteiro'ya yazdığı bir mektupta yaptı: "Kendimi geliştirmiyorum,yolculuk ediyorum"

...gerçek Şu ki Pessoa'yı mutlak olumsuzluğun bütüncül karanlığından,modernizmin o yaygın akıl hastalığından, takma isimler oyunu kurtarmıştır.

Jose Guilhermo Merquior 



Fernando Pessoa strolling down Chiado Square (Lisbon), with his friend, journalist Augusto Ferreira Gomes
c. 1925
(via hinted-by-the-winter: / cafeparaacordarosmortos:)Fernando Pessoa strolling down Chiado Square (Lisbon), with his friend, journalist Augusto Ferreira Gomes
c. 1925
(via hinted-by-the-winter: / cafeparaacordarosmortos:)

Fernando Pessoa strolling down Chiado Square (Lisbon), with his friend, journalist Augusto Ferreira Gomes
c. 1925
(via hinted-by-the-winter: / cafeparaacordarosmortos:)        Fernando Pessoa strolling down Chiado Square (Lisbon), with his friend, journalist Augusto Ferreira Gomes
c. 1925
(via hinted-by-the-winter: / cafeparaacordarosmortos:)



*

Durmaksızın hayal kurmak, sürekli tahliller yapmak, 
temel olarak hayatın verebileceğinden farklı bir şey sundu mu bana?
İnsanlardan koptum, ama kendimi bulamadım (...)
Bu kitap her açıdan tahlil edilmiş,
enine boyuna taranmış tek bir ruh halidir.

...

Yaşamöyküsü yazılabilenlere ya da oturup kendi yazabilenlere gıpta ediyorum, aslında gıpta mı ediyorum, bilmeksizin. Ben bu dağınık, ilintisiz duygularla (zaten başka türlüsünü de istemiyorum) olaysız yaşamöykümü, hayatsız hikayemi anlatıyorum. Bunlar benim İtiraflar'ım; ve bu itiraflarda hiçbir şey söylemiyorsam bu, söyleyecek bir şeyim olmadığındandır.

İnsan, ilginç ya da yararlı ne anlatabilir? Başımıza gelmiş olan şeyler, ya herkesin başına gelmiş ya da yalnızca bizim başımıza gelmiştir; ilk durumda bayatlamıştır, ikinci durumda da bizden başkası anlayamaz onları. Hissettiklerimi yazıyorsam, hissetmenin ateşini azaltmak için başka çarem olmadığından. İtiraflarım önemli değil, çünkü hiçbir şey önemli değil. Hissettiklerimle manzaralar çiziyorum ben. Duyularımı tatil ediyorum. Üzüntülerini bastırmak için nakış işleyen, hayat denen şey varolduğu için örgü ören kadınları çok iyi anlıyorum. Yaşlı teyzem, sonu gelmez akşamlarda fal açıp dururdu. Duygularımı anlattığım bu itiraflarda benim fallarım. Gelecekten haber almak için iskambillerden medet umanlar gibi yorumluyor değilim onları. Kulak da vermiyorum yazdıklarıma, çünkü fallarda, kağıtların yalnız başlarına hiçbir değeri yoktur. Rengarenk bir yumak gibi kendimi açıyorum ya da çocukların ipleri açık parmaklarına dolayıp sonra da elden ele geçirdikleri ip oyununu oynuyorum kendimle. Dikkat ettiğim tek şey, başparmağın altına denk gelen düğümü kaçırmamak. Sonra ellerimi ters çeviriyorum ve ortaya yeni bir şekil çıkıyor. Arkasından yeniden başlıyorum.

Yaşamak, başkalarının niyetleriyle örgü örmektir. Bununla birlikte, ömür süresince zihnimiz özgürdür ve bütün beyaz atlı prensler, ucu kancalı fildişi tığla iki ilmek atımı süresince, kendi büyülü bahçelerinde gezinebilir. Varlıklarla yapılan tığ işi... Aralıklar... Hiçbir şey...

Zaten, kendimde ne bulabilirim? Ne anlatabilirim? Duygularımın korkunç derecede yoğun olduğunu, duygularımın sapına kadar bilincinde olduğumu... Kendimi mahvetmek için kullandığım keskin zekamı ve beni oyalamaya doymayan düş gücümü... Ölü irademi ve onu capcanlı yavrusu gibi kollarında sallayan düş gücümü. Tığ işi, evet...

sf. 31   

Buzdan Hayaller



Barthes'ın bir kitabından, Heinrich Heine şiiri,
 başlık bana ait.

Bir Çeviri İçin Önsöz

Bu çeviri

Bir tek dil için
bir tek dil içinde var oluşu
yaşayan ve yaşatan
bir yazarın
kendi kendine bakışını

Bir başka dil için
bir başka dil içinde
yaşamaya ve yaşatmaya çalışan
bir çevirmenin
"zorlu" bir serüveni
olarak da 
okunabilir.


Sema Rifat
(Roland Barthes par Roland Barthes)

Yazmak - Marguerite Duras



İnsan, ancak evin içinde yalnız. Ve kendinin dışında değil, içinde. Parkta kuşlar var, kediler. Ama bir kez de bir sincap, bir gelincik. İnsan, parkta yalnız değil. Ama evin içinde öyle yalnız, öyle yalnız ki ara sıra kayboluyor. On yıldır eve kapanıp kaldığımı yeni algılıyorum. Yalnız. Ve bunu, kendime ve başkalarına bugün olduğum yazar olduğumu belleten kitaplar yazmak için yaptığımı. Nasıl oldu bu? Ve nasıl anlatılabilir? Söyleyebileceğim, Neauphle yalnızlığını benim yaratmış olduğum. Kendim için. Ve yalnızca o evin içinde yalnız olabildiğim için. Şimdiye kadar yazmadığım biçimde yazabilmek için. Ama henüz benim de bilmediğim, daha hiç kararlaştırmadığım, kimsenin hiç kararlaştırmadığı kitaplar yazmak için. Le Ravissement de Lol V. Stein'i ve Konsolos Yardımcısı'nı orada yazdım. Ve daha başkalarını, onlardan sonra. Yazı'mla baş başa kalmış, yalnız biri olduğumu, her şeyden çok uzak olduğumu anladım. Bu belki de on yıl sürdü, artık bilemiyorum, yazmakla geçirdiğim zamanı, kısaca zamanı ender olarak hesapladığım oldu.

Kitap yazan birinin,çevresindeki öteki insanlarla arasına her zaman bir mesafe koyması gerekir.Yalnızlıktır bu. Yazarın,yazılı şeyin yalnızlığıdır. İşe başlamak için, insan kendi kendine, çevresindeki o yalnızlığın ne olduğunu sorar. Ve bunun aslında evin içinde attığı her adımda, günün her saatinde, ister dışarıdan gelsin, ister gün ortasında yakılan lambaların ışığından gelsin, her türlü ışık altında kendine sorar. Bedenin bu gerçek yalnızlığı, yazının dokunulamaz yalnızlığı haline gelir. Bundan kimseye söz etmiyordum. İlk yalnızlığımın o döneminde, yapmam gereken şeyin yazmak olduğunu bulgulamıştım bile. Raymond Queneau daha o zaman doğrulamıştı beni. Bunu doğrulayan, onun şu tek cümlesindeki yargıydı: "Başka hiçbir şey yapmayın, yazın."

Yazmak; yaşamımı dolduran, beni büyüleyen tek şey buydu. Ben de öyle yaptım. Yazma edimi hiç ayrılmadı benden.

Yalnızlık hazır bulunmaz, oluşturulur. Yalnızlık, yalnız başına oluşturulur. Ben öyle yaptım. Çünkü orada yalnız olmam, kitap yazmak için yalnız kalmam gerektiğine karar vermiştim. İşte böyle oldu. Bu evde yalnızdım. Bu eve kapandım - tabii korkuyordum da, buna kuşku yok. Sonra da sevdim yalnızlığı. Bu ev, yazı evi haline geldi. Kitaplarım bu evden çıkıyor. Ayrıca bu ışıktan da, bu bahçeden. Küçük gölden yansıyan bu ışıktan. Şu söylediğim şeyi yazabilmek için yirmi yıl beklemem gerekti bana. 

İstediğimi istediğim kadar söyleyeyim, insanın neden yazdığını ve nasıl olup da yazmadığını hiç bulamayacağım.

Bir deliğin içinde, o deliğin dibinde neredeyse tam bir yalnızlık içinde olmak ve sizi bundan yalnızca yazının kurtarabileceğini bulgulamak. Kafanızda hiçbir kitap konusu, kitap düşüncesi yoksa bu, önünüzde bir kitap var, yeni bir kitapla karşı karşıyasınız demektir. Bir sonsuz büyüklük, bomboş. Olası bir kitap. Hiçliğin karşısında. Canlı ve çıplak bir yazının karşısındaymışsınız gibi, korkunç, aşılması korkunç bir şey. Yazan kişinin kafasında kitap düşüncesi yoktur, sanırım, elleri boştur, kafasının içi boştur ve bu kitap macerası onun için yalnızca kuru ve çıplak yazıdır, geleceksiz, yankısız, uzak, altın kurallarıyla, temel kurallarıyla: yazım, anlam.

Ben evde yazarken, benimle birlikte her şey yazıyordu. Yazı her yerdeydi. Ve dostlarımla karşılaştığımda, onları hemen tanıyamadığım oluyordu. Böyle bir çok yıl geçti, zor, benim için, evet, belki on yıl, sürdü bu. Ve dostlar, en yakın dostlarım bile beni görmeye geldiğinde, bir felaket oluyordu. Benimle ilgili hiçbir şeyden haberleri yoktu dostların: Bana iyilik yapmak istiyorlardı ve ince düşünceli olduklarından beni dolaşmaya geliyorlardı, iyi yaptıklarını düşünerek. Ve işin en garip yanı, ben hiç de böyle düşünmüyordum.

Yazı, yabanıl kılıyor insanı. Yaşam öncesi bir yabanıllığa ulaşıyorsunuz. Ve bu size her seferinde aşina geliyor; ormanların yabanıllığı bu, zaman kadar eski. Her şeyden korkmanın yabanıllığı, farklı ve yaşamın özünden koparılamaz bir yabanıllık. Bütün varlığınızla sarılıyorsunuz. Beden gücü olmadan yazılamaz. yazının başına oturabilmek için, kendinizden daha güçlü olmanız gerekir, yazdığınız şeyden daha güçlü olmanız gerekir. Tuhaf mı tuhaf bir şey bu, evet. Yalnızca yazma edimi değil, yazılan şey de gece ortaya çıkan hayvanların çığlıklarıdır; hepimizin, sizin ve benim, köpeklerin. Toplumun kitlesel, umut kırıcı sıradanlığı. Çekilen acıdır, İsa'dır ve de Musa ve firavunlar ve bütün yahudiler ve aynı zamanda mutluluğun en şiddetli sancısıdır. Böyle olduğuna hep inandım.

Tuhaf kişidir yazar. Bir çelişkidir, aynı zamanda da bir anlamsızlık. Yazmak konuşmamaktır da. Susmaktır. Sessiz çığlıklar atmaktır. Huzur veren biridir yazar, çoğu kez; çok dinler. Çok konuşmaz, çünkü insanın yazmış olduğu bir kitaptan birine söz etmesi olanaksızdır, özellikle de yazmakta olduğu bir kitaptan. Olanaksızdır bu. Kitap sinemanın karşıtıdır, tiyatronun ve öteki gösterilerin karşıtıdır. Bütün okumaların karşıtıdır. Hepsinden zordur. En berbat olandır. Çünkü kitap, bilinmez olandır, gecedir, kapalıdır, evet, öyledir. İlerleyen kitaptır, büyüyen, bildiğinizi sandığınız yönlerde ilerleyen, kendi yazgısına doğru, bu arada yazarının yazgısına doğru ilerleyen, yayımlandığında yok olan yazarın: ondan ayrılmak, düşlenen kitaptan, son doğan çocuk gibi, hep en çok sevilen. 

"Sakatlar işleriniz gani olsun" (Brueghel)


1565


Tablonun sırtına, bir köşesine kumaşın, uçlu fırçasıyla "Sakatlar, işleriniz gani olsun" yazmış. Uzmanlar, sanat tarihçileri, yaşlı Brueghel'in yaşlılık döneminde gerçekleştirdiği bu ünlü tablonun bildirisi bağlamında yorumdan yoruma koşuyorlar. Belki de son bitirdiği yapıtı bu - tam bilinemiyor. Bir tür vasiyet sayılabilir mi? Yoksa, ressamın Hayat'tan çıkardığı ana sonuçla mı karşıkarşıyayız? Çağ simgelerin, dolayımlı anlatımın gözde olduğu bir çağ.

Beş kötürüm dilenci, tahta bacaklarının üzerinde, köy meydanını andıran bir yerden beş ayrı yöne doğru harekete geçiyorlar: Sanki oradan, yeryüzüne yayılacaklar. Giysileri, özellikle de şapkaları dikkat çekmiş öteden beri. Kralı, papazı, askeri, kentliyi, köylüyü taşıdıkları doğru mu? Düpedüz onlar mı, onlar gibi mi giyinmişler? Brueghel'in toplumun her üyesi, her sınıf için bir dilenci temsilci yerleştirmiş olduğu tablosuna, mantıksız görünmüyor bana: Rastladığım berduşları gözümün önüne getiriyorum, her birinin bir başka şey (yönetici, işadamı, tüccar, aydın şair, emekçi, toprak adamı) pekala olabilecekken kaymayı seçtiklerini, kaymaya seçildiklerini farkediyorum. Sonra, aynı işlemi ters yönde gerçekleştirmeyi deniyorum: Şapkalarıyla insanları seçiyorum gözümden, tıpatıp yerine oturuyor her şey bu avuçiçi kadar (18x21cm.) tabloda.

Ya altıncı kişi, diye sorulacaktır tabii. Resmin sağ üst köşesindeki, sanat tarihinin "gizemli" olarak nitelemekle yetindiği, iki adım daha atınca tablodan çıkacak şahıs kim gerçekten de? Yalnızca arka plandan geçip giden, geçip gitmeyi üstlenen biri mi?

Elinde tuttuğu çanağı andıran nesneye bakılacak olursa: Toplamış o.

Burada, o toplayasıya dağınık duran birşeyleri toplamış - yanyana, biraraya getirmiş.

Nereden gelmiş olabileceğini kestiremiyoruz.
Nereye gittiğini de.
Ola ki, diyorum, tablonun arkasına, topladığı cümleye yönelen,
cümlesini, 
cümlemizi,
içeren, taşıyan, ileten  
Kelimdir.


Sonra, iki cümle arası, gene susuyorum. 

E.B.



Darwin'in Defterleri

Darwin, M ve N adı verilen defterleri, 1838 ve 1839'da, 1842 ve 1844 tarihli taslaklarına temel olarak dönüşüm notlarını derlediği sırada yazmıştı. Bu defterler Darwin'in felsefe, estetik, psikoloji ve antropoloji üzerine düşüncelerini içerir. Darwin bunları 1856'da yeniden okuduktan sonra, "ahlak metafiziğiyle dolu" sözcükleriyle tanımlamıştır. Bu defterlerde, evrim düşüncesinden daha aykırı bulduğu bir şeyi, felsefi maddeciliği -bütün varoluşun gerecinin madde olduğu ve bütün zihinsel ve ruhsal görüngülerin maddenin yan ürünleri olduğu temel önermesini- desteklemeye karar verdiğini, ancak bunu dışa vurmaktan korktuğunu gösteren birçok ifade yer alır. Aklın -ne kadar karmaşık ve güçlü olursa olsun -sadece beynin bir ürünü olduğu iddiası kadar, Batı düşüncesinin köklü geleneklerini altüst edebilecek bir şey olamazdı. John Milton'ın, aklı geçici konağı olan bedenden ayrı ve üstün tutan anlayışını düşünün:

Ya da ışığım, ortasında gecenin,
Yansın içinde, yüksek yalnız bir kulenin
Durmadan baktığım yerde Ayı'ya
Ve üç kez yüce Hermes'e, açılsın ya da
Eflatun'un ruhu, ortaya sermek için
İçinde tuttuğunu, alem ve feleklerin
Ölümsüz aklı, ki bırakıp yüzüstü gitti
Konağını, bu ten diyarındaki


Bu notlar Darwin'in felsefeyle ilgilendiğini ve içermelerini bildiğini gösterir. Kendi kuramını diğer tüm evrim öğretilerinden ayıran ana özelliğin ödün vermez felsefi maddeciliği olduğunun farkındaydı. Diğer evrimciler yaşamsal kuvvetlerden, yönlendirilmiş tarihten, organik mücadeleden ve aklın temel indirgenemezliğinden -Hristiyanların Tanrı'sının yaratılış yerine evrimle iş görmesine açık kapı bıraktıkları için, geleneksel Hristiyanlığın uzlaşmayla kabul edebileceği bir dizi görkemli kavramdan- söz ediyordu. Darwin ise sadece rastlantısal değişim ve doğal seçilim diyordu.

Darwin notlarında, maddeci evrim kuramını, kendi deyimiyle "kalenin kendisi" olan insan aklı da dahil, yaşamın bütün görüngülerine kararlılıkla uyguladı. Akılın beynin ötesinde gerçek bir varoluşu yoksa, Tanrı bir yanılsamanın yanılsamasından başka ne olabilirdi? Darwin dönüşüm defterlerinin birini şöyle yazar:

"Düzenin doğurduğu tanrısallık aşkı, ey maddeci! (...) Beynin bir ürünü olan düşünce, maddenin bir özelliği olan kütleçekiminden niçin daha hayret verici olsun? Bu bizim kibrimiz, kendimize olan hayranlığımızdır."


Bu öyle aykırı bir inançtı ki, Darwin Türlerin Kökeni'nde bunun üzerinden atladı ve "insanın kökeni ve tarihe ışık tutulacaktır" gibi şifreli bir ifadeden fazlasını göze alamadı. İnançlarını, artık daha fazla gizleyemediğinde, Descent of Man (İnsanın Türeyişi, 1871) ve The Expression of the Emotions in Man and Animals (İnsanda ve hayvanlarda duyguların ifadesi, 1872) kitaplarında açığa vurdu. Doğal seçilimin eş zamanlı kaşifi A. R. Wallace, bu kavramı hiçbir zaman insan aklına uygulamaya cesaret edemedi ve aklı, Tanrı'nın yaşam tarihine tek katkısı olarak gördü. Oysa Darwin, M defterindeki en dikkate değer ifadesinde, 2000 yıllık felsefe ve dine karşı koyuyordu:

"Platon Fedon'da, "imgesel idealarımızın" ruhun önoluşundan kaynaklandığını ve deneyimden türetilemeyeceğini söyler - önoluş için maymunlara bakmak gerek."


Gruber, M ve N defterleriyle ilgili yorumlarından maddeciliği "o zamanlar evrimden daha büyük bir küstahlıktı" sözleriyle betimler.



*

On dokuzuncu yüzyılın en ateşli maddecileri olan Marx ve Engels, Darwinin neyi başardığını anlamakta ve bunun köktenci içeriğinden yararlanmakta gecikmediler. Marx 1869'da Engels'e, Darwin'in Türlerin Kökeni adlı yapıtı hakkında şunları yazdı:

"Kaba İngiliz tarzıyla yazılmış olmasına karşın bu kitap, görüşümüzün doğa tarihindeki temelini içermektedir."

Marx'ın Das Kapital'in 2. cildini Darwin'e adamayı teklif ettiği (ve Darwin'in reddettiği) yolundaki söylencenin doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. Ama Marx ile Darwin yazışmışlardı ve Marx Darwin'e büyük saygı gösterirdi. (Darwin'in Down House'daki kütüphanesinde Kapital'in bir kopyasına gördüm. Kendisini Darwin'in "içten bir hayranı" olarak tanımlayan Marx tarafından imzalanmıştı. Sayfa kenarları açılmamıştı; Darwin alman dilinin hayranlarından değildi.)

Aslında Darwin yumuşak başlı bir devrimciydi. Yapıtını uzun süre geciktirmekle kalmadı, kuramın felsefi yönlerini halka açıklamaktan da özenle kaçındı. 1880'de şunları yazdı:

"Bana (doğru ya da yanlış) öyle geliyor ki, Hristiyanlığa ve Tanrıcılığa karşı yürütülen dolaysız tartışmaların halk üzerinde neredeyse hiçbir etkisi olmuyor. Düşünce özgürlüğünün yaygınlaşmasının en etkili yolu, insan aklının, bilimsel ilerlemeyi izleyerek adım adım aydınlanması olacaktır.Bu nedenle din hakkında yazmaktan özenle kaçındım ve kendimi hep bilimin sınırları içinde tuttum."

Ancak yapıtlarının içeriği geleneksel Batı düşüncesi için o kadar yıkıcıydı ki, onları hala bütünüyle benimseyebilmiş değiliz. Örneğin, Arthur Koestler'in Darwin karşıtı kampanyasının temelinde, Darwin'ci maddeciliği kabul etmek istemeyişi ve yaşayan maddeye bir kez daha ayrıcalıklı bir özellik atfetmeye yönelik ateşli arzusu yatar. Doğrusu ben bunu anlayamıyorum. Merakı ve bilgiyi el üstünde tutmamız gerektiğini düşünüyorum. Sergilediği uyum planlı değil diye doğanın güzelliğini daha mı az takdir edeceğiz? Kafamızın içinde milyarlarca nöron var diye aklımızın potansiyeli içimizde artık hayranlık ve korku uyandırmayacak mı?

Mektup

           


Düşüncelerimin beni nereye sürükleyeceğini kestiremiyorum, ve bazen, beni yaşamdan zevk almamaya götürecek kadar içimde bir bıkkınlık, anlamsızlık ve sevgisizlik de seziyorum. Kendimi bırakacağım bir akıntı yok... Kuşkusuz şair ruhlu bir insanım ben, ve her şair ruhlu insan gibi ruhum bir gezginin ruhu, evsiz barksız ve zamansızım, sonsuzluğa -açım.

yaşayamıyorum ve insanlara bakıyor ve hiçbir şey görmüyorum onlarda. kurnazlıklarından tiksiniyorum.

bende yolunda gitmeyen bir şey var. Ruhumda yolunda gitmeyen bir şey var. üzerinde çalışıyorum ve öyle sanıyorum ki bu güçlüğü yenersem hayatım yoluna girecek. sadece kafaca biraz temizlik ve disiplin. insanlar karşısında güçsüz de kalsan değerli ve manen ne kadar derin olduğunu bilmek...

ruhumda gizlice ve usul usul süren bir değişimi gözlemliyorum. terk edeceğim burayı haberin olsun. sadece zamanını kolluyorum.

Darwinci Perspektif

Darwin evrimin amacı olmadığını ileri sürmüştür. Bireyler genlerinin gelecek kuşaklarda temsil edilmesi için mücadele ederler o kadar. Dünya bir ahenk ve düzen sergiliyorsa, bu yalnızca bireylerin kendi çıkarlarını gözetmelerinin rastlantısal bir sonucudur - Adam Smith'in ekonomisinin doğaya uyarlanmış biçimi. İkincisi, Darwin evrimin belirli bir yönü olmadığını savunmuştur; evrim mutlaka daha yüce varlıklara doğru ilerlemez. Organizmalar yerel çevrelerine daha iyi uyum sağlar o kadar. Bir asalağın "soysuzluğu" bir ceylanın sekişi kadar kusursuzdur. Üçüncüsü, Darwin doğa açıklamasına tutarlı bir maddecilik felsefesi uygulamıştır. Madde tüm varoluşun zeminidir; akıl, ruh ve hatta tanrı, sinirsel karmaşıklığın muhteşem sonuçlarına verilen adlardan başka bir şey değildir. Thomas Hardy, doğayı konuştururken amaç, yönelim ve ruhun sürgün kararı karşısında duyduğu üzüntüyü dile getirir:

Tan ağarırken düştüm yola, gölcük
Tarla, sürü ve bir ağaç, yalnız
Sanki bana bomboş bakarsınız
Cezalı okul çocukları gibi sessiz, sönük

Fısıldar küçük göl her bir dalgada
(Bir zamanlar göl ve davetkar sesi
Şimdilerde pek dar gibi nefesi)
"Bilmeyiz, bilemeyiz, ne işimiz var burada!"


Evet, Darwin'den sonra dünya değişti. Ama daha heyecansız, daha sıkıcı ya da daha az büyüleyici değil; çünkü doğada amaç bulamıyorsak, onu bizim tanımlamamız gerekecektir. Darwin bir ahlak düşmanı değildi; yalnızca, karşısında doğa dururken batı düşüncesinin derin önyargılarıyla yetinmeye yanaşmadı. Hatta gerçek Darwinci ruhun, Batılı kendini beğenmişliğin gözde bir kanısı olan, önceden belirlenmiş sürecin en yüce ürünü olarak yeryüzüne ve yaşama hakim olmak için yaratıldığımız kanısını çürüterek, tükenmiş dünyamız için son bir kurtuluş umudu olabileceğine inanıyorum.


Sigmund Freud, evrimin insan yaşamı ve düşüncesi üzerindeki geri dönüşü olmayan etkisini şöyle ifade etmiştir:

Zamanın akışı içindeki insanlık, bilimin ellerinden gelen darbelerle iki kez, naif öz sevgisinin incinmesinin acısını yaşamak zorunda kalmıştır. Birincisi, Dünya'nın evrenin merkezinde olmadığını, akıl almaz büyüklükte bir dünyalar sistemi içinde bir nokta olduğunu anladığında. (...) İkincisi, biyolojik araştırmalar özel yaratılmışlık ayrıcalığını elinden alıp soykütüğünü hayvanlar alemine düşürdüğünde."

Bu düşüşün bilincinde olmamızın, kırılgan dünyamızın sürekliliği için en büyük umudumuz olduğuna inanıyorum. Umalım ki yaşamın bu görünüşü ikinci yüzyılında çiçeklensin ve - bizler Hardy'nin tarlaları ve ağaçları gibi burada ne işimiz olduğunu merak etmeyi sürdürürken- bilimsel aklın sınırlarını ve verdiği dersleri anlamamıza yardımcı olsun.


Stephan Jay Gould'un
Darwin ve Sonrası kitabından

The Atheism Tapes


The Atheism Tapes (2004, Jonathan Miller )

*
Jonathan Miller'ın yönetimindeki Atheism Tapes, Richard Dawkins (biyolog), Colin Mcginn,(felsefeci) Arthur Miller (yazar), Daniel Dennett,(felsefeci) Denys Turner (teolog) ve Steven Weinberg (Fizikçi) gibi isimlerle yapılan otuzar dakikalık söyleşilerden oluşuyor.

Nobelli fizikçi Weinberg'in söyleşisi belgeselin en keyiflilerinden biri..


*

" Füze savunma sistemleri veya post-yapısalcılık ...ve neo-modernizm gibi  bir çok sorun ile uğraştım. Ama sanırım dinle ilgilenmem gerekenden biraz daha fazla ilgilendim ve ona karşı kesin bir düşmanlık edindim. Sanırım en rasyonel neden dinin gördüğüm zararlarıdır. Daha öncesi hakkında konuşuyorduk. Bir çok insan samimi dindarlardan dolayı korkunç şeyler yapar. Saddam Hüseyin gibi dini kendisine zırh olarak kullanmadan, ama gerçekte onlar bu yapılanların tanrının kendilerinden istediği şey olduğuna inanırlar. Tüm bunlar İshak'ı gönüllü olarak kurban etmeye razı olan İbrahim'e kadar gidiyor çünkü tanrı ona bunu 
yapmasını söylemişti. Tanrıyı insanlığın karşısına  koymak korkunç bir şey.

Başka bir sebep de etrafımızda olan yılışık sofuluğa karşı kırgın olmamdır. Muhtemelen Amerika'da 
Avrupa'dan daha fazla var. Aslında zararlı değiller... aşırı değiller hatta 
ciddiye bile alınmamalılar ama işte -- 

Bir süre sonra rahibin çeşitli  toplulukların kutlamalarında ettiği duaları duymaktan sıkılıyorsunuz. Ve bunun dışında yaşayamaz mıyız?  Bunları dinlemek zorunda mıyız? Ama belki bunun temelindeki şey --
Tanrıyı gerçekten sevmiyorum. Tanrıyı sevmiyorum demek aptalca  çünkü tanrıya inanmıyorum  ama bazı durumlarda Iago'yu da sevmiyorum... ya da Reverend Slope'u sevmiyorum... ya da edebiyattaki 
öteki canileri sevmiyorum.

Geleneksel Yahudilik,  Hristiyanlık ve İslam'daki tanrı bana korkunç bir  karakter olarak görünüyor. O, kendisine tapan insanları derecelendirme  konusunda saplantılı ve kendisine doğru şekilde tapmayanları... korkunç işkencelerle cezalandırma konusunda kaygılı bir tanrı.

 Bir çok insanın artık kendisini müslüman, yahudi ve hristiyan  olarak tanımlamadığının farkındayım. Geleneksel bir tanrı var ve berbat bir karakter. Hoşlanmıyorum ondan. Bir arkadaşım var  -ya da vardı, öldü- adı Abdul Salam... Gulf'daki üniversitelere bilimi getirmeye çalışan çok sadık bir müslümandı ve bana çok kötü zamanlar geçirdiğinden bahsetmişti. Teknolojiye karşı çok açık  fikirli olmalarına karşın bilimin dindarların inançları  için aşındırıcı bir şey olabileceğini düşünüyorlardı ve bu konuda endişeleniyorlardı.
Kahretsin, sanırım haklıydılar.

Bilim, dindarların inançlarını yıpratır...
...ve bu da iyi bir şey.

Korkunç bir şey bu! "


What God Wants (Waters)


Tanrının İsteği (Bölüm I) – What God Wants Part I

Tanrı ne isterse o olur Tanrı hepimizin yardımcısıdır
Tanrı ne isterse o olur
Köşedeki çocuk rahibe baktı
Ve soluk mavi Japon gitarına dokundu
Rahip dedi ki
Tanrı iyilik ister
Tanrı ışık ister
Tanrı kargaşa ister
Tanrı hilesiz bir dövüş olsun ister
Tanrı ne isterse o olur
Öyle şaşkın bakma
Yalnızca dogma bu
Haykırdı yabancı peygamber
Böcek ve antilop
Kaptı İncil’i onun kancasından
Köşedeki maymun
Yazdı kitabındaki dersi
Tanrı ne isterse o olur Tanrı hepimizin yardımcısıdır
Tanrı barış ister
Tanrı savaş ister
Tanrı kıtlık ister
Tanrı zincir marketler ister
Tanrı ne isterse o olur
Tanrı fitne ister
Tanrı seks ister
Tanrı özgürlük ister
Tanrı patlayıcı madde ister
Tanrı ne isterse o olur Tanrı hepimizin yardımcısıdır
Öyle şaşkın bakma
Yalnızca şaka yapıyorum
Yabancı komedyenin yalanı
Eşek ve sırtlan
Kaptı tüyü onun kancasından
Köşedeki maymun
Yazdı kitabındaki şakayı
Tanrı ne isterse o olur
Tanrı sınırlar ister
Tanrı uyuşturucu ister
Tanrı yağmurları ister
Tanrı kaçakları ister
Tanrı ne isterse o olur
Tanrı vodoo ister
Tanrı tapınaklar ister
Tanrı hukuk ister
Tanrı organize suç ister
Tanrı haçlı seferi ister
Tanrı cihat ister
Tanrı iyilik ister
Tanrı kötülük ister
Tanrı ne isterse o olur

Je Crois Entendre Encore (Gilmour)


...dinlemesi olduğu kadar izlemesi de
 güzel Gilmour'u

Eternal Gaze

"İnsan ve Zamanın Altı Bin Ayak Ötesinde"




Şu hayat -ebedi hayatınız

Hayattan en iyi biçimde yararlanmak ile en kötü biçimde yararlanmak arasındaki farktır bu, böylece başka bir zamanda ve mekânda daha iyi bir hayat elde edeceksiniz. Acaba, bundan da en iyi biçimde yararlanmak bir günah mı olacak diye merak ediyorum; ve şu anda olduğu kadar gelecekteki bir durumda da bize rüşvet verilmesi mi gerekecek?  Henry James, “The Author of Beltraffio"

Nietzsche’nin fikirleri hakkında başka ne söylemeye kalkışırsak kalkışalım, fikirlerinin çoğunun sağduyulu olduğunu söyleme olasılığımız düşüktür. Nietzsche, sağduyunun dokusunun, sıradan dilin kavrayışının, makul düşüncenin dilinin üstüne tekrar tekrar çullanır. Direttiği ve gurur duyduğu yazma biçiminin ayırt edici özelliğidir bu. “Kendimi daha bugünden işitilecek kulaklar bulanlarla nasıl karıştırabilirim ki?” diye sorar, “Ancak öbür gündür benim olan. Kimileri öldükten sonra doğar” (A, Önsöz). Cari von Gersdorff’a yazdığı bir mektupta kibirli bir yalınlıkla şöyle der: “Bugün Zerdüşt'e, benzer herhangi bir şey kaleme alabilecek yaşayan biri yok."

Nietzsche, düşünce tarihindeki benzersiz konumunda, projesi açısından temel olabileceği üzere, böylesine şiddetli bir biçimde direterek, aslında kendisine büyük bir zarar vermiş olabilir, çünkü böyle yaparak, kabul edilmeleri genellikle imkânsız olan ve dolayısıyla, hem henüz zamanı gelmemiş görüşler olarak haklı bir gerekçe olmaksızın savunulmaları zor hem de öğretici olmaktan çok insanları afallatmakla ilgilenen birinin düşünceleri olarak doğru dürüst ele alınmadıkça göz ardı edilmeleri zor görüşlerin kendisine yakıştırılmasını kolaylaştırmıştır. Ama insanları afallatmaya kesinlikle can atıyor olmasına rağmen, aynı ölçüde istekli olduğu öğretici olmakla bağdaşmayan bir afallatmayı asla aklından geçirmemiştir. Yine de, görüşlerinin hiçbiri bunu, hem Zerdüşt'ün (Z. III, 13) hem de kendisinin (TI, X, 5) birer öğreticisi olduğunu söylediği bir görüşten inanılması daha zor kılmaz: Bu ise, birçok özgün fikri arasında en özgün olanı, ebedi tekerrür görüşüdür.

Ebedi tekerrür, çoğunlukla kozmolojik bir hipotez olarak yorumlanır. Kozmolojik bir görüş olma sıfatıyla da, evrende zaten olup bitmiş olan her şeyin ve tam da şu anda gerçekleşmekte olan her şeyin ve gelecekte gerçekleşecek her şeyin, çoktan gerçekleşmiş olduğunu ve tamamen aynı düzende ve sonsuz kereler, tamamen aynı olaylarca öncelenerek ve izlenerek tekrar gerçekleşeceğini savunur. Bu döngülerin her biri diğer döngülerin her biriyle tamamen aynıdır; aslında yalnızca, sonsuzluğa uzanarak üst üste tekrarlanan tek bir döngü oluştuğunu söylemek daha doğru olurdu (tabii eğer bu bağlamda herhangi bir şey doğru olabilirse. Bu durumda, biri çıkıp “dünyadan kendisini zaten sonsuz biçimde sık sık tekrarlamakta olan ve oyununu in infinitum'da. oynayan döngüsel bir hareket olarak” söz edebilir pekala (WP, 1066). Bu tekrarlamalar arasında hiçbir çeşitleme, dolayısıyla hiçbir etkileşim yoktur. Şu an yapmakta olduğumuz her şeyi, hatırlaması imkânsız olsa da. geçmişte zaten yapmışızdır, bunun hatırlanması olanaklı değildir, çünkü bu, döngünün tekrarlarının ikisi arasında bir etkileşim oluştururdu. Ve her şeyi, tam da şu an yapmakta olduğumuz haliyle, sonsuz kereler yapacağız gelecekte de.

Bazı yorumcular, Nietzsche’nin bu mahiyette bir teoriyi gerçekten de benimsemiş olabileceğine kolay kolay inanamasa da, Nietzsche’nin metinlerinde bu tür bir okumayı destekleyecek şeyler bulunması imkânsız değildir. Ama elde edilecek kanıtlar aydınlatıcı olmaktan uzaktır. Bir kere, Nietzsche’nin tekerrürü tartıştığı birtakım pasajlarda bu kozmolojik öğretiye rastlanmaz. İkincisi, Nietzsche’nin aslında tekerrür ve tekerrürün psikolojik etkisi hakkında yazdıklarının çoğu, kendisini bu kozmolojik hipoteze adamasını gerektirmez. Nietzsche’nin ebedi tekerrürü böylesine özel bir şekilde yerleştirdiği psikolojik kullanım, herhangi bir fiziksel evren teorisinden tümüyle bağımsız daha zayıf bir görüşü önvarsayar. Bu daha zayıf görüşse, Nietzsche yorumcularının, hatta belki de bazen kendisinin ebedi tekerrürü özdeşleştirdiği kozmolojik teoriden çok daha ciddi bir dikkat gerektirir.

Nietzsche zaman zaman, bu kozmolojinin kendisi için yararsız olduğundan kuşkulanmış olabilir. Şayet bu doğruysa, kozmolojik olarak yorumlanması durumunda teorinin bazı ispatlardan yoksun olamayacağı gerçeğine rağmen, Nietzsche’nin tekerrürün “ispatlarını” asla yayımlamamış olmasının nedeni açıklanmaktadır.

Muhtemelen hiçbir ampirik desteğe sahip olamayacak bir teori olması nedeniyle tekerrür temelde, bir tür a priori ispattan bağımsız olarak pek de inandırıcı bir görünüm arz etmez. Bu öyle önemsiz bir mesele de değildir, çünkü Nietzsche ünlü bir pasajda tekerrürü Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün “temel anlayışı” olarak tanımlar (EH. III, Z üstüne, 1) ve tam da belirttiğimiz gibi, Zerdüşt’ü tekerrürün öğreticisi addeder. Ama bir evren teorisini öğretmek en azından bu teorinin doğru olduğunu göstermeye bir ölçüde çaba harcanmasını gerektirir ve Nietzsche yayımlanan yapıtlarında bu tür bir çabaya asla girmemiştir. Zerdüşt'ün yazıldığı üslubun, teorinin bilimsel bir ispatına yönelik bir girişime izin vermediği iddia edilebilir. Zerdüşt’ün birazdan ayrıntılı bir şekilde tartışacağım “Görü ve Bulmaca Üstüne” (Z, III, 2) başlıklı bölümcesinin, çalışmanın lirik üslubuyla bağdaşabilecek ölçüde bu tür bir ispat sunmaya yaklaştığı öne sürülebilir. Ama Nietzsche’nin Putların Alacakaranlığı'nda kendisini ebedi tekerrürün öğreticisi olarak tanımladığını da zaten görmüştük. Bu çalışmanın üslubu ve gücü, Zerdüşt'ün tonundan kesin bir biçimde farklılık gösterir ve kozmolojik öğretinin titiz ve kesin bir ispatına kolaylıkla olanak tanıyabilir, ama yine de, Nietzsche bu metinde de bu tür ispata yer vermemeyi tercih etmiştir.

Nietzsche notlarında kozmolojinin ispatına ilişkin bazı taslaklar bırakmıştı ve Elizabeth Förster-Nietzsche bunlardan bazılarına Güç istemi' nde yer vermiş, bu taslakları kitabın sonuna ekleyerek büyük bir ağırlık kazanmalarını da sağlamıştı (M’P, 1053-1067). Ama bu taslakların amacının ne olduğunu saptamak çok zordur. Yayımlanmamış olma statüleri değil de sırf bu durum, söz konusu ispat taslaklarının Nietzsche’nin görüşünün merkezinde yer aldıklarını düşünmeyi zorlaştırmaktadır. Acaba Nietzsche asla yazamamış olduğu bir çalışmada bunlara yer vermeyi mi planlamıştı? Bulduğu bu ispattan pek hoşnut olmamıştı da, tatmin oluncaya dek yayımlamamaya mı karar vermişti? Yoksa, tekerrürün düşüncesi açısından taşıdığı öneme karşın öğretinin bir ispatının sonuçta hiç gerekli olmadığını mı düşünüyordu?

Bu sorulara verilecek yanıtlar ne olursa olsun, Nietzsche tamamlanmamış ve geçersiz olan “ispatı”ndan son derece hoşnutsuz olsa gerektir. Bu soruna iyiden iyiye ayrıntılı bir şekilde eğilmeksizin, evren tarihinin kendisini ebediyen tekrarlamakta olduğu sonucuna ulaşabilmek için en azından iki önermenin gerekli olduğunu görebiliriz:

(1) Evrendeki enerji toplamı sonludur
(2) Evrendeki enerji hallerinin toplam sayısı sonludur

Bu önermeleri açık bir biçimde tartışan Nietzsche, birinci önermenin İkincisini gerektirdiğini düşünüyor gibidir (KGW, V2, 421). Ama bu doğru değil. Bir sistem ancak sınırlı miktarda enerjiye sahip olabilir, ama yine de, bu toplam sonsuz sayıda farklı şekilde dağıtılabilir; öyleyse, bu da, Nietzsche’nin düşündüğü tekrarlanmayı engelleyecektir. İkinci önerme bağımsız bir şekilde haklı çıkarılmalıdır, ama bu tür bir haklı çıkarmanın ne olacağı sonuçta açık değildir. Ne olursa olsun, bu ve benzeri değerlendirmelerin arkasında, George Simmel'in 2. önermenin doğru olduğunu ve sistemde yalnızca sınırlı sayıda hal (kesin bir dille, üç hal) bulunduğunu kabul eden; ama yine de bu hallerin belirli bir kombinasyonunun asla tekerrür etmeyeceğini gösteren klasik çürütmesi yatmaktadır.

Tekerrürün kozmolojik yorumunu desteklemek üzere yaygın olarak kullanılan pasajlara ilişkin dikkatli bir okuma, her ne kadar bu pasajlar tekerrüre dair bir ispat önermese de, bu teoriyi öne sürdüklerinin bile kesin olmadığını gösterir. Örneğin, aslında Nietzsche’nin ebedi tekerrürü “tüm muhtemel hipotezlerin en bilimsel olanı” diye tanımladığı farklı notlarından derlenen pasajlardan oluşan Güç İstemi'nin 55. notu bu tür pasajlardan biridir. Nietzsche’nin “bilimsel” sıfatıyla “nesnelliği” kastetmesi gerektiği ve bununla da “fizikseli” ifade ediyor olması gerektiği varsayılarak, dolayısıyla söz konusu hipotezi kozmolojik olarak değerlendirdiği öne sürülmektedir (cf. Kaufmann, s. 326). Ama bu varsayım yersizdir. Öncelikle, wissenschaftlich'ın yan anlamlarının İngilizce scientifıc (bilimsel) sözcüğünün yan anlamlarından çok daha geniş olduğu klişesini bir yana bırakıp, Nietzsche’nin doğa bilimlerine duyduğu şüpheyi anımsayalım: “Fiziğin de dünyanın bir açıklaması değil, yalnızca (af buyurursanız, bize göre!) bir yorumu ve tefsiri olduğu, beş altı kafaya dank ediyor belki de” (BGE, 14); “bugün kendisini ‘nesnellik’ diye, ‘bilimsel olmak’ diye, ... ‘istemden bağımsız saf bilgi’ diye gösteren şeyin çoğu sadece ve sadece kuşkuculuk ve istemin felce uğraması görünümüne bürünmüştür” (BGE, 208). Bu yüzden, ebedi tekerrürün Nietzsche’nin fiziği yine fiziğin oyununda; her halükârda geleneksel değişkesiyle kabul etmediği oyununda alt etme çabasını yansıttığını elde kanıt olmadan varsayamayız. Keza, Nietzsche’nin bu açıklamasını yorumlayacaksak, içerisinde hasıl olduğu bağlama da dikkat etmemiz gerekir. Bu sözün geçtiği pasaj şöyle başlar: “Gelin bu düşünceyi en korkunç biçimiyle düşünelim: Olduğu haliyle, hiçbir anlamı veya amacı olmayan varoluş, yine de kaçınılmaz olarak, herhangi bir hiçlik finali olmaksızın tekerrür eden bu varoluş: ‘Ebedi tekerrür.’ Nihilizmin en uç biçimidir bu: Ebedi hiçlik! (‘anlamsızlık’!)" (WP, 55). Burada söz konusu olan kesinlikle, evrenin herhangi bir şekilde ilerlemediği, yöneldiği özgül hiçbir şey bulunmadığı ve sonsuz biçimde şimdi olduğu haliyle devam edeceği düşüncesidir yalnızca -tam da kendisinde gerçekleşen aynı olay teklerinin ebediyen tekrarlanacağı görüşü değil. Nietzsche Hıristiyanlığın ve bütün dünyanın olduğu kadar her bireysel hayatın da kendisine ait bir amacı olduğu fikrinin çöküşünü tartışmaktadır. Bu çöküş artık, “sanki varoluşun sonuçta hiçbir anlamı olmadığını, her şeyin boşuna olduğunu ... Hiçbir hedefi veya ereği olmayan ‘sonuçsuz’ zaman diliminin en kötürümleştirici fikir olduğunu" gösteriyor gibidir (WP, 55).

Nietzsche bu pasajın tümünde, tekerrürün genellikle bir tutulduğu özgül kozmolojik görüşü bir kerecik olsun dile getirmez. Dünyanın var olduğu sürece bu ya da şu şekilde hep olduğu gibi olmaya devam edeceği, hiçbir nihai halin, daha önce göçüp gidenleri kurtarmayacağı kavrayışıyla ilgilenir yalnızca. Bu pasajın bizi ilgilendiren terime ilişkin kendi yorumunu sunduğunu fark ettiğimizdeyse, bu daha da açıklık kazanır. Nietzsche, yukarıda tanımlandığı şekliyle tekerrürün “tüm muhtemel hipotezlerin en bilimsel olanı” olduğunu yazdıktan sonra, hiç ara vermeden “Nihai amaçları yadsıyoruz; varoluşun böyle bir amacı olsaydı, çoktan ulaşılırdı” (\VP, 55) der. Bu ise, nesnel olmak veya olgulara tekabül ediyor olmak yerine (Nietzsche’nin ne olursa olsun tutarsız bulduğu nosyonlardır bunlar), ebedi tekerrürün, tam anlamıyla teleolojik olmaması anlamında “bilimsel” olduğunu gösterir; sonuçta bu nokta, bu notun ilişkili olduğu ana temadır. Bu bölümde sunulan tekerrür yorumu kesinlikle terimin bu anlamıyla “bi-limsel”dir.

Aslında, Nietzsche’nin yayımlanmış tekerrür tartışmalarında kozmolojiye belirgin bir gönderme yapıldığına rastlamak çok zordur. Bir yerde, “en yüksek-tine sahip, canlı ve dünyayı onaylayan insan ideali, olmuş olan ve olmakta olanla uyum içinde olmayı kabul etmeye ve öğrenmeye yanaşmakla kalmayıp, doymak bilmeksizin da capo diye haykırarak, olmuş olan ve olmakta olanın sonsuza dek tekrarlanmasını isteyen insan ideali”ne (BGE, 56) övgüler yağdırır. Ama burada ima edilen, “olmuş olan ve olmakta olan”ın ebediyen tekerrür etmesi arzusudur. Pasaj, tekrarlanacak şeyin ne olduğu konusunda, ebedi tekerrürle ilişkilendirilen kozmolojinin doğru olup olmadığı konusunda ve hatta sonuçta tutarlı olup olmadığı konusunda oldukça muğlaktır. Bu hipotezin doğruluğu şu pasajda hiçbir şekilde önvarsayılmamaktadır: “Bir insan için büyüklük formülüm: amor fati; kişinin ne ileride ne geçmişte ne de ebediyette, hiçbir şeyin farklı olmasını istememesi. Zorunlu olana katlanmak yetmez sadece, hele hele onu gizlemek hiç yetmez -her tür idealizm zorunlu olan karşısında bir aldatmacadır- mesele onu sevmekte" (EH. II, 10).

Bütünüyle aydınlatıcı görünen şu metin bile, dikkatli bir okuru şüphe içinde bırakır:

Ölüp gitmenin ve yok etmenin onaylanması. Dionysosça bir felsefenin ayırıcı özelliğidir bu; muhalefet ve savaşa bile Evet demek; varlık kavramının ta kendisinin kökten yadsınmasıyla birlikte, oluş -tüm bunlar kesinlikle, bugüne dek düşünülen başka her şeyden çok daha yakından ilgili benimle. “Ebedi tekerrür" öğretisi, tüm şeylerin koşulsuzca ve sonsuzca tekrarlanan döngüsel akışının öğretisi yani (alle Dinge] -Zerdüşt’ün bu öğretisi sonuçta zaten Herakleitos tarafından öğretilmiş olmalıydı. (EH, III. AT üstüne, 3)

Sanırım, alle Dinge ifadesinin dünya tarihinde tüm tekil meydana gelişlerin her birine gönderme yaptığını sorgusuz sualsiz varsaysaydık hata yapmış olurduk; çünkü Nietzsche tekerrürü, dünya tarihini oluşturan tekil olaylarla değil, doğanın döngülerinin sonsuz tekrarlanışını vurgulayan bir din olan Dionysosçulukla ilişkilendirir. Nietzsche’nin kendisinin burada altını çizdiği nokta, Dionysosçuluğun bu döngülerin her boyutunu, hatta yozlaşma ve bozulmaya dayanan evreleri bile yücelttiği gerçeğidir. Nietzsche’nin görüşünün Herakleitos’un görüşüyle bağlantısı ise, kozmoloji aracılığıyla değil, Herakleitos’un savaş ve ölümün, barış ve hayatın diğer yakaları olduğunu, bunların hiçbirinin bir diğeri olmaksızın var olamayacağını yazmasıyla sağlanır. Aslında, Nietzsche bazen kendisine bu kadar sık atfedilen kozmolojiyi tümüyle yadsıyor görünür: “Yakınımızdaki yıldızların döngüsel hareketleri kadar zarif bir şeyi genel bir şekilde ve her yerde koyutlamaktan kaçınalım" (GS, 109).

Böyle Buyurdu Zerdüşt'te bir kozmoloji sunmaya iyice yaklaşan iki pasaj yer alır. “İyileşen Kişi” (Z, III, 13) başlıklı bölümcede Zerdüşt sonunda, “en berbat düşünce”si (tekerrürle olan bağlantısı ilerledikçe açıklık kazanması gereken bir fikir) olarak tanımlanan şeyle hesaplaşmayı başarır. Bu düşünce öylesine korkunçtur ki, karşılaştığında tam tamına yedi yıl duygularını belli etmeden sakin görünmeye çalışarak yalan söyler. Bu dönemin sonunda, kendisini bekleyip korumakta olan hayvanları ona seslenip şöyle derler:

Her şey gider, her şey geri gelir, sonsuzca döner varlık çarkı. Her şey ölür, her şey yine çiçeklenir; sonsuzca sürer varlık yılı. Her şey parçalanır, her şey yeniden birleşir; sonsuzca inşa edilir aynı ev. Her şey ayrılır, her şey diğer her şeyle esenleşir yine; sonsuzca sadık kalır kendine varlık halkası. Her Şimdide yeniden başlar varlık; Orası denen halka Burası denen her yerin etrafında döner. Merkez ise her yerdir. Eğridir ebediyetin yolu. (Z, III, 13)

Ama bu bir kez daha, önceden tartışmış olduğum Dionysosça doğa görüşünden başka bir şey değildir. Yine de, hayvanlar Zerdüşt’ü “ebedi tekerrürün öğreticisi” olarak tanımaya devam eder ve ona “bu öğretiyi öğretecek ilk” kişi olduğunu söyler. Ardından, şu iddiada bulunurlar: “Senin öğrettiğin şeyi biliyoruz: Her şeyin sonsuz olarak döndüğünü ve her şeyle birlikte bizim de; önceden sonsuz kez var olduk ve bizimle birlikte her şey de” (Z, III, 13). Hayvanların Zerdüşt’ün bir öğretiyi (eğer doğruysa) zaten sonsuz kereler öğretilmiş olan bir öğretiyi öğretecek ilk kişi olması gerektiğini iddia etmeleri gerçeğinde bir ironi yatmaktadır. Bu öğretiyi ilk sunacak olanın onlar (hayvanlar) değil de Zerdüşt olmasında ise daha da güçlü bir ironi bulunmaktadır. Ama daha da önemlisi, sevgiyle ama yine de tepeden bakarak hayvanlarını “soytarılar ve laternalar” diye çağıran ve onları düşüncelerini “bir laterna türküsüne” dönüştürmekle suçlayan Zerdüşt'ün kendisinin tümüyle sessiz kalması ve hayvanlarının kendisine yakıştırdığı düşünceyi hiç mi hiç kabul etmemesidir. Hatta bu fikrin bile, bir kozmoloji olarak ebedi tekerrürün katı bir değişkesi olması da gerekmez. Hayvanların Dionysosçuluğuyla tutarlı biçimde, bizi oluşturan şeyin zaten tüm farklı kombinasyonlarda sonsuz kere var olmuş olduğu ve tekrar tekerrür edeceği fikri olabilir bu. Nietzsche şunları yazarken kafasında böyle bir fikir bulunuyor olabilir “Dünya var olan bir şey, yitip giden bir şey değil. Ya da bunun yerine: Oluyor, yitip gidiyor, ama yitip gitmeye asla son vermiyor -dışkıları onun besini” (WP, 1066). Gerçekten de, Nietzsche Eğitimci Olarak Schopenhauer'da, aynı insanın bir kozmik orantılar tesadüfü aracılığıyla bile iki kez var olamayacağını öne sürer kesin bir şekilde: “Yüreklerimizde hepimiz de çok iyi biliyoruz, bizim benzersiz olarak dünyada yalnızca bir kez olacağımızı ve tahayyül edilebilir hiçbir tesadüfün, bizim (olduğumuz) gibi böylesine tuhaf biçimde renk renk, alacalı bulacalı bir karışımdan oluşan bir bütünlüğü oluşturmak üzere ikinci kez bir araya gelmeyeceğini" (UM, III, 1).

Bulantı'nın Oluşumu

Sartre'ın meslek yaşamında Bulantı'nın (La Nausee) yerini belirtmek kolaydır: İlk büyük yapıtıdır bu onun; 1938'de yayımlanmasından başlayarak Sartre'ın büyük yazar olmasını sağlayan ve bugün artık tartışmasız klasik yapıt düzeyine ulaşmış bir yapıttır, ama kesinlikle modern niteliklidir; etkililiğinden de, yapıt ile okur arasında kişisel ve neredeyse özel olan, duygulanım türünden bir ilişki yaratan o tuhaf gücünden de bir şey yitirmemiştir. Aime Cesaire'in Doğduğum Ülkeye Bir Dönüşün Notları, Julien Gracq'ın Argol Şatosunda ve Michaux'nun en iyi yapıtlarıyla aynı dönemde yayımlanmış olan Bulantı'nın apayrı bir tarihsel önemi vardır; bir yandan otuzlu yılların gündelik yaşamı ile ilgili eşsiz bir belgedir; öte yandan da, yazın açısından da yeni bir hareket noktasını belirtir. 19 Ekim 1945 tarihli Carrefour'da Armand Hoog'un da dediği gibi bu kitap, "bir tür kurtuluşu olarak alımlanmıştı: Bir Fransız yeni romanının sezinlenmesine olanak vermişti."

Özyaşamöyküsü açısından Bulantı Sartre'ın bütün geçmişini özetleyen ve yoğun biçimde sunan bir bütündür. 1931 ile 1936 yılları arasında Sartre'ın yaşadığı deneyimlerle zenginleşmiştir ve iletide gerçekleşecek olan yapıtın haberini verir, geriye dönük olarak da değişikliğe uğratılmaya açıktır. Sartre da Bulantı'yı belirgin biçimde öbürlerine yeğ tuttuğunu gözü kapalı kabul eder ve şöyle der: "Aslında bir tek şeye sadıkım, Bulantı'ya."

Günümüzde Simone de Beauvoir'ın anıları ve yeni ortaya çıkan belgeler sayesinde kitabın nasıl doğduğunu biliyoruz. Bulantı dört evrede oluşmuş: Yirmili yılların sonundan başlayarak "Sevgili arkadaşı" Nizan gibi Sartre da olumsallık üstüne bir deneme yazmayı düşünür. (Bu kavramı daha gençlik yıllarındaki yazılarında bile, özellikle de "Ruhsal Yaşamda İmge" adlı yüksek okul bitirme çalışmasında "Une Defaite" (Bir Bozgun) adlı metninde kullandığı görülür) Sartre 1931'de Le Havre' a gittiğinde "Olumsallık üstüne bir savunma metni"ni yazmaya girişir. Yazar başlangıçta güçlüklerle karşılaşmış olsa da bu metin iki üç yıllık bir çalışma sonunda Bulantı'nın ilk biçimini (versiyonunu) oluşturacaktır. Peki neden ama 1931 yılı? Çünkü 1931 yılı Sartre için; "akıl çağı"na bir ilk geçişi belirtir; bu geçiş öğrenim ve askerliğin sona ermesi, yoksullaşarak toplumsal yaşama katılımla gerçekleşmiştir; bu yıl aynı zamanda La Legende de verite'nin (Hakikatin Efsanesi) birçok yayıncı tarafından reddedilip başarısızlığa uğradığı ve yazacağı kitap için tamamlayıcı okumalar (Valery'nin Eupalinos'u -Çakıltaşı bölümü ile Rilke'nin Malte Laudris Bridge'nin Notları adlı kitabı) yaptığı yıldır. Simone de Beauvoir Marsilya'ya atanınca Sartre Le Havre'da tek başına kalır; felsefe dersleri vermektedir; yankılarını Nietzsche'de bulduğu ve La legente de verite'de de işlemiş olduğu bir serüveni yaşamaya, yalnız adam serüvenini somut olarak yaşamaya hazırdır.

Sartre henüz yayımlanmamış bir söyleşide şu açıklamayı yapar: "Le Havre'a geldiğimde, önceden yazılmış ufak tefek yazılarım da vardı, şimdi artık yazmaya başlama vaktidir diye düşünüyordum. Gerçekten de ilk orada başladım, ama çok zaman aldı..." Atkestanesinin fark edilişi Ekim 1931'e rastlar, Sartre'ın bize yapıtı içinde verdiği tarihlerinde sanırız ciddiye alınması gerekir. Romandaki kronolojinin tam bir incelemesi bize, tarih taşımayan yaprağın dışında, romanın Pazartesi 25 Ocak 1932'yle (özgün baskıda yanlış olarak belirtildiği gibi 29 Ocak değil) Çarşamba 24 Şubat (1932) arasında geçtiğini gösteriyor.

Bulantı'nın tasarısının gerçekten somutlaşması ve süreklilik kazanması Sartre'ın tarihsel olarak  belli bir dönem boyunca günlük tutmaya karar verdiği sırada gerçekleşmiştir. Roquentin'i (okunuşu: Rokanten) Printania otelinde betimleyen kesitlerde, yapıtı bir serüven romanına ya da polisiye bir romana yaklaştırabilecek olan kesitlerde ilk biçime aittir. (Mutsuz Roquentin'in başına gelenlerin sorumlusu kim dersiniz? - Olumsallıktır!)

Bilindiği gibi Sartre kitabın ikinci biçimini 1934'de tamamlamıştır; o sıralarda Berlin'deki Fransız enstitüsü'nde burslu olarak kalmakta ve Husserl'in İdeen'ini okumaktadır. Bulantı için yararlı olmuş olan fenomenolojinin keşfi ve daha kesin bir felsefi çatıya kavuşması burada gerçekleşmiştir denebilir.

Bulantı'nın üçüncü birimi 1936'da tamamlanmıştır; bu çalışmada yeni bir yaşanmışlığın bazı öğelerini (müzeleri ve psikiyatri kliniğin ziyaretler) özellikle de Şubat 1935'ten başlayarak yazarın meskalin kaynaklı depresyonundan doğan sonuçları (yengeç ve akbaba, şemsiye hayalleri, vb.) bir araya getirilmiştir. Artık Melancholia başlığını taşıyan kitabın fantastik olma özelliği de asıl burada güçlenir.

Elyazılı olarak elimize geçmiş tek biçim bu üçüncü versiyondur. Kitabın hazırlanmasındaki dördüncü evre olumsuz nitelikte olacaktır: (Oto)sansür evresidir bu. Beklenmedik çeşitli olaylardan sonra elyazılı metin Gallimard tarafından kabul edilir, ama Brice Parain aracılığıyla kendisinden birçok bölümü çıkartması, ayrıca en cüretkar kesitleri ve en açık saçık sözcükleri atması istenir. Bu konuda başvurulan kişi de avukat Maurice Garçon'dur.

Kitabı çok uzum tuttuğunun farkında olan Sartre, Brice Parain'in uyarılarını kabul eder ve özellikle Roquentin geçmişiyle, Printania otelindeki yaşamıyla ilgili elli kadar yaprağı çıkarır (bu arada, iki roman kişisi hizmetçiyi de atar, bunlar yayımlanan versiyonda hiç yer almazlar), Bouville'deki yaşamla ilgili ayrıntıları, tecavüz sahnesini, atkestanesinin kökü ve Anny'le karşılaşma sahnelerini de çıkarıp atar. Böylece Sartre Roquentin'e artık "Ben ne bir başkan, ne bir sorumlu, ne de bir başka enayiyim" ya da "burjuva erdemlerinin içine tükürüyorum, ayrıca sizi de iplemiyorum" dedirtmez. "Doigt" (parmak) sözcüğü çoğu zaman "queue" ( kamış) sözcüğünün yerini alır. Roquentin artık "çadır kurmaz", "bir çift küçük külrengi t.ş.k" "bir çift kül rengi yumru"ya dönüşür. Görüldüğü gibi bu çıkartılanlar ya da değişiklikler daha çok popülist ve erotik özellikleriyle ilgilidir. Çıkarılanlar kendi içlerinde ilginç olmasına ve yayımlanmış olan metnin kimi karanlık noktalarının anlaşılmasına olanak vermesine karşın, sonuçta hiçbir önemli şeyi metinden çekip almazlar; hatta denilebilir ki paradoksal olarak, bunun yapılması yerinde olmuş, yapıtı hantallaştıracak ve gereksiz yinelemelere yol açabilecek şeylerden kurtarmıştır.