Imaginary portrait of Sade (1938, Man Ray)



Kanla yazılan


İnsan kıçı şeklindeki evrene egemen olmak istiyordum, aklımdan hiç çıkmayan bir şeydi, hapishane ve düşkünler evi hücrelerinin içinde ve dışında bana hükmünü geçiren bir takınaktı bu; bütün değişik biçimleriyle bilinçdışımda baş kaldıran şey.  Bazen tepelerin arasında derin bir çatlakta at koşturduğumu hayal ediyordum. Orgazm şiddetinde tanıdığım kendinden vecit halini uyarmak için atımı kırbaçlıyordum. Kamışım çok iriydi. Bir boğa ordusuna meydan okuyabilir ve gücüyle onları alt edebilirdi.

At sırtında koşturmalarımdan tere batmış, otellerde duraklardım. Dağların, tepelerin ışığından yüzüm yanmış, parlamış olurdu. Vadiler gözlerimin altındaki çizgilerde yeniden yaratılmış olurdu. Tenim bağ kokardı, hardal otu, lavanta kokardı. Otelde bir geç kız varsa poposuna şaplak atardım. En çok istediğim şey onu dizlerime yatırmak ve yanaklarına terlikle vurmaktı. Ve benim kendi bildiğim biçimde içine girmemin tamamen doğal bir şey olduğunu düşününceye kadar bu şekilde onu heyecanlandırmak.

Orgazm anında, bir sahil kasabasını yerle bir eden bir kasırgaydım. Sanrılı bir öc alma girdabı parçalardı içimi. Hiçbir güç benim patlamamla karşılaştırılamazdı. Bunun yan etkisiyse çığlık atmaktı. İnsanlar kendilerini odadan dışarı atmaya çalışırdı ama kapılar kilitliydi. Gördükleri şeyle yüz yüze bırakılmışlardı. Onun batmasına, derine inmesine ve gerçekliğe dönüşmesine izin vermeyi öğretmek zorundaydılar. Bense o zaman esriklikten çıkmış, zevkim için gerekli olanların varlığından hemen kurtulmak isterdim. Yalnız kalmayı, dışarıda, sararmakta olan bir meşenin gölgeliğinde yürüyor olmayı, ya da kendi içime çekilmek ve içimdeki haritada insanın sığınıp yalnız kalabileceği noktalar arıyor olmayı isterdim. İnsanın yaşadığı gizli yerlerdir bunlar. Varlığımın izlerini arayacaksam orada, bu içe doğru yolculuktaydı.

Bir sargı bezi tomarına sarılı mikroskobik el yazısıyla yazıyorum. Sargı bezinin uzunluğu otuz dokuz metre. Geceleyin sımsıkı sarıyorum onu ve duvardaki bir taşın arkasına koyuyorum. Toz, kireç ve hapishane küfü kokan bir roman. Sıkılığı tehlikesini gizliyor. Parmak uzunluğundaki o silindirin içinde cinsellikte devrim yaratacak patlayıcı bir parlaklık gizli. Onu kendime özel tutmam onun momentiyle yaşamamı sağlıyor benim. Benim cinsel bir sözlük oluşturmam yeni bir türün yaratılışını gerektirecek. Seksi her organdan düşünebilirim ben. Göz deliğinden neden olmasın örneğin? Erkek psikolojisi görerek yönlenir. Görme heyecan yaratır. Gözlerimizle, denge duyumuzla, nöronlarımız, elektronlarımız, protonlarımız, enzimlerimiz, DNA'mız ve dış yeteneklerimizle sevişebildiğimizi düşünün; göbeğimizle, omuzumun kıvrımıyla, sırt sırta, kıç kıça derinin sürtünmesiyle. Herhangi bir yerde. El ayak parmaklarımızın altında. İşitme, duyu yansıtma alanımızın içersinde. Cinsel birliğin açınlanmamış, ruhsal ve bedensel o kadar çok bölgeleri var ki!



Tek gerçek kitap yayımlanamaz olandır. Bizim her gece sinirlerimize yazdığımız ve bilinçdışımıza gömdüğümüz kitap asla dışlaştıramayacağımız kitaptır. Orada yazılanlar, her birimizi tımarhaneye sokar. Ama her nasılsa benimkini parça parça okumuş gibiler sanki. Ya da bazı bölümleri ben davranışımla yasal hale getirdim.

Seksi herhangi bir insani edimden hiçbir zaman ayıramadım. Yaptığım her şeyi o dölledi kafamda. İçimde, ölü eğrelti otları arasında koşan yangın gibiydi. Oturmuş yazıyor, düşünüyor, sayıların gizemli anlamı üzerinde kafa yoruyor, ya da sırf mavi ve yeşil alevlere parçalanan bir kütüğe bakıyor olurdum, ve kafama hep erotik düşlemler takılırdı, aklımdan çıkaramazdım onları.

Ben her türlü sapıklığın çemberinde döndüğü bir zihindim. Ve ben, her şeyde güzellik bulan biriydim. En pis hapishane helasına bakarken bile zümrütlerin, gökyakutların, kadıköy taşlarının yüzeyde dansedişlerini görebilirim. Bir sorgulama hücresi içinde taşlaşmış bir orman görmüştüm bir defasında, sokağa dökülmüş kandan sinekkuşları yaratmıştım, kamçıyı tutan elimin bir dizi mavi ve mor hamurdan yatay çizgilere döndürdüğü birinin omuzlarından altın kanatları uzadığını seyretmiştim.

 Ne yaptığım ne yapmadığım çağdaş mitin konusu olmakta. Cinsel eğilimlerim yeraltı dünyasının bir kalıtı olmaya doğru gidiyor. Zincirlere asılı, saçları kazınmış genç adam genlerimde canlı buluyor beni. Onun erbezi iç salgısında ruhsal değerim ben. Kasıklarına kadar uzayan çizmeler giymiş olan genç kadınsa benim takınağımı almış kalıt olarak. Benim dişi temsilcim o.

Yaşamın karanlık yanı, yeraltı, insan doğasının arka yanı. Açınsamanın başladığı yer orası işte. Ya orada bana katılıp sanatın için deneyim yönünden zenginleşmiş olarak dönmeyi ya da kendini rahat hissettiğin duyusal yöre içersinde kalmayı seçebilirsin.

Sodom'un Yüz Yirmi Günü'nü okuduğunda yüz elli karmaşık tutkuyu anımsayacaksın. Benim hayallerimi yorumlayabilmek, Picasso'nun Guernica'sının kapsamının resmini yapmak gibi bir şeydir. Yirmi yedi, bir betimleme izleği sunabilir: Erkek, bir kızın anüsünü öpüyordur, o sırada bir ikincisi aynı şeyi kendine yapıyor, bir üçüncü kız penisi üzerinde çalışıyordur. Sonra görevleri değişirler. Böylece sonunda üçünden her biri kendi kıçını öptürmüş, her biri onun penisi üzerinde çalışmış, onun kıçına değmiştir." Basit, ekonomik, fakat küstahça bireysel.

 Yalnızca yön hiçbir zaman sarsılmıyor. Arka yoldan giriyorum. Yaptığını, hoşlandığın şeye döndür.
Sodom'un Yüz Yirmi Günü'nde Piskopos hakkında yazdıklarımı anımsayın yalnızca: "hemen bir ikincisini tasarlamadan asla bir suç işlemez' o.

Jeremy Reed
'Sade'

fetishism (I)



fetish boy

Kırbaç İnince


Belleğin yeniden çekmekte direttiği bir şipşak fotoğraf bu: Bir çiftlik binasının dışındaki bir kulübede bir Alman kızının üstündeyim. Uzun bir ışık sütunu samanların rengini kırmızıya boyuyordu. Artık beni sıkmaya başlamış olan bir tür haz arıyordum. Bir hamle ve karşı hamle konumuydu bu. Bir gece önce bir tilki girmiş olmalıydı içeri, çünkü giriş kapısının hemen sağında yolunmuş tüyler uçuşuyordu havada. Kısıtlı, coşkusuz bir sevişmeydi bu benimkisi. Başımı kaldırdığımda, duvara çakılı bir çividen sarkan bir kamçıyı görebiliyordum. Bu imge asılı duruyordu beynimde. Durgun suyu tadını çıkaran, su altındaki hareketsizliğinde, yabanıl bir oburluk gizli bir turnabalığı gibi öylece yüzüyordum havada. O bastırılmış orgazm anında, hayallediklerim ile kenetlendiğim kız arasında dondurulmaz bir boşluk var gibiydi. Ahırda gittikçe artıyordu ışık. Güneş bulutların ardından çıkmış, ince uzun al renkli flamalar salıyor olmalıydı mavi ve siyah bulut kümeleri arasından. Birden apaydın oldu ortalık. Kendimi fazla açıkta, bu sefil sevişmeden aşağılanmış hissediyordum. Bir an dalgalanan bir kalabalığın parçası oluyordum -erotik akışta ufacık bir dalga-, hemen arkasından kurtuluyordum kalabalıktan, benim sarı saçlı eşimi sarsan bir hızla geri çekilmiştim. O sırada bedeni hala benim ritmime uymaya çalışıyordu. Hayalet bir doruğa doğru koşuyordu. Bütün bildiğim gözümü diktiği kırbacın, benim dengem için gerekli olduğuydu. Daha onu oradan almadan ağırlığını, nasıl bir iz bırakacağını, nasıl ses çıkaracağını biliyordum. Kız yanından kalktığımı farketmemişti. Kollarıyla, dokunulmaz bir bedeni arıyordu. Birden ne yapmama gerektiği şimşek gibi çaktı kafamda. Bütün yaşamım sanki bu saldırı için bir hazırlanma olmuştu. Batan güneşin kızıllığı, kafamın içinde bir kasırgaya dönüşmüştü. Her şey hareketsiz görünüyordu. Zaman durmuş gibiydi. Kız, yapmak istediğim şeyleri istemsizce bekler gibi karın üstü dönmüştü. Kabul etmediğini gizlemeye çalışıyordu, başına üşüşen düşünceleri garip bir karanlığa yönelterek başı ellerinin arasında öylece uzanıyordu. Bir şey koptu içimde. Ayrılmayı hissedebiliyordum, sanki iki telin teması kesilmişti. Ona karşı acıma duymam için onu incitmek istiyordum...



 ...İlk şaklamada sıçradı. 
Vuruşun kendine yapıldığına inanamamıştı. İnanmadığı için daha da büyük bir vahşetle yeniden vurdum. Herhangi bir direnme göstermeyince vurup durdum. Terin alnımda boncuk boncuk toplandığını hissediyordum. Sayıyı şaşırmıştım. Her tarafımdan ter fışkırıyordu. Kız bir ara kaçmış olmalıydı çünkü durmadan dövdüğüm saman yataktan toz yükseliyordu havaya. Bayılmak üzereydim. Aracı kendime yöneltmek istedim, ama insanın kendini etinde mavi ve kestane rengi izler çıkartıncaya kadar dövmesi kolay olmuyordu. Bu sınırlama her zaman vardı. Ne zaman kendime döndürsem kırbacı, bedenin yetmezlikleri karşıma dikiliyordu. Kırbacı samanların içine fırlattım ve vurulmuş bir yılan gibi titreyerek ölüşünü seyrettim. Güneş yükselmişti, açık renk döşemede yol yol gölgeler belirmişti. Yere uzanıp dinlenmek istiyordum, ama bölüğüme dönmenin daha uygun olacağını düşündüm. Giysilerim terimden sırılsıklam olmuştu. Dikbaşlı bir aygıra eyersiz binmekten bitkin düşmüş bir at terbiyecisine benziyordum. Avucumda derin kesikler vardı. Kırbacın sapı yara açmıştı etimde. Benim ilk sadist yaramdı bu.

Bu deneyimi anımsanabilecek bir uzaklıktan yeniden düşününce, sinirlerimin ayağa kalktığını hissediyorum. Omuriliğim boyunca bir elektrik akımı geçiyor. Kırbaçladığım beyaz dolgun kalçalar yeniden avuçlarımın içinde. Hayalimde onun içine giriyorum; arkadan hiç girilmemiş belli; benimkinin büyüklüğü ile onun girişinin darlığı arasındaki uygunsuzluktan korkarak geri çekiliyor. Benim aceleme uyabilmesi için bir tren tüneli olması gerekirdi. Bense durmak nedir bilmiyorum. Yatayım, dikeyleşmek istiyor. Bedenini kamışıma takmak ve döndürmek istiyorum, sanki bir yuva dolusu kaçak karınca gıdıklayıp duruyor sünnet derimi, ucu bir arı kovanının tepesine sokulmuş da yalanıyor gibi hassaslaşmış.

Jeremy Reed
'Sade'

Sadizm

Kötülüğe biraz bulaşıp da, cinayetin duygular üzerindeki
 imparatorluğunu ve boşalmayı nasıl şehvetli hale getirdiğini
bilmeyen yoktur.

Vahşetler, dehşetler, en iğrenç suçlar...en pis olan, en aşağılık olan ve
 yasak olan ne varsa, insan ruhunu en iyi onlar çeler, en iyi kızıştıran onlardır...
 Her zaman için en tatlı zevklerle boşalmamızı bunlar sağlar.

En büyük zevklerimden biri sikim kalktığında Tanrı'ya küfretmektir. O sırada binlerce kez coşmuş olan ruhumun bu iğrenç kuruntuyu iyice küçümsediğini ve nefret ettiğini düşünürüm; ya ona daha iyi sövüp sayacak bir biçim bulmalıyım ya da daha çok ihlal etmeliyim; ve lanetli düşüncelerim kinimin bu iğrenç nesnesinin hiçliğine beni ikna ettiğinde sinirlenirim ve o hortlağı hemen yeniden canlandırmak isterim.

İnsan ne büyük bilmece! - Evet dostum, 
gerçek bir insanın ölçüsünü onu tanıyarak değil,
 onunla cinsel ilişkide bulunarak kestirebiliriz.

İki yürek arasında en kısa yol kamıştır.


Sade, yapıtlarında kendini açıklamaktan çok yaratmak davranışındadır. Bu türde kavranabilecek her şeyi kavradım, ama kuşkusuz kavradığım her şeyi uygulamış değilim, hiçbir zaman da uygulayamayacağım zaten. Yapıtlarının Kraft-Ebbing'in Psychopathologia sexualis'i ile karşılaştırılması nedensiz değildir; ve kimse Sade'ın kataloğunu yaptığı bütün suçları mutlaka uyguladığını söyleyemez; Sade bütüncü bir sanat türünün yöntemlerine göre insandaki cinsel olanakların sistemli bir listesini çıkarmış oluyor: Kuşkusuz onları sınamadığı gibi kendi bedenine uygulamayı aklına da getirmemiştir. Sade, sadece çok şey yapan bir yazar değil, kötü bir anlatıcı aynı zamanda. Öyküleri Justine ile Juliette'in 1797 baskılarındaki gravürlere benzer: Kişilerin duruşları, anatomileri titiz bir gerçeklikle çizilmiştir, ama yüzlerindeki acemi ve tekdüze saflık, katılmış bulundukları çirkin eğlenceleri gerçekle ilgili değillermiş gibi gösterir; Sade'ın düzenlediği bu soğuk şölenlerden diri bir itiraf çıkarmak güçtür. Bununla birlikte romanlarında gönül hoşluğu ile, özel bir beğeni ile ele aldığı durumlar da eksik değildir; Noirceuil, Blanguis, Gernande, hele Doymance gibi bazı kahramanlarına özel bir sevgi beslediği, fikirlerinin, zevklerinin çoğunu onlara temsil ettirdiği gözden kaçmıyor. Kimi zaman da bir mektupta, bir ayrıntıda, bir konuşmada, birdenbire, yabancı bir sesin yankısı olmayan, canlı, görülmedik bir cümlenin parıltısını görüyorsunuz. İşte üstünde düşünülmesi gereken daha çok bu sahneler, bu kişiler, bu seçkin parçalardır.




 Salo or the 120 Days of Sodom, 1975, Pasolini

'La Coste' Sade'ın Şatosu




Yüzyıllar boyu La Coste'ta olmakta olan şey, evrenin hala yazılmamış cinsel tarihidir.

Bu şato, La Coste 1790'da harabeye çevrilmiştir. Kamunun gözünde, korkulan ve saygı duyulan bir insan olan benim korkulan ve saygı duyulan bir kalıntımdır.



Mr. & Mrs. Woodman (Man Ray, 1947)





Kurban

Beni arkadan istediğini söylüyordu bana, seks konusunda hala erden olduğum için böyle cezalandıracaktı beni. Üzerime abanmış ısrarını, acelesini hissedebiliyordum; kanındaki sabuklama uğulduyordu. İçime girmeye zorlanıyor, korkunç cinsel arzusuyla beni kazığa çekmeye çalışıyordu. Karşı koyacak gücüm kalmamıştı. Nefretle boyun eğiyordum.  Olanlar, arzusunun alıcısı olan benim başıma gelmiş olamazdı. İçime girmişse, o değil başka bir kişi olabilirdi bu, ben olduğunu ileri süren biri. Gergin bile değildim, yalnızca kayıtsızdım olanlara.  Bir zamanlar beni isyan ettiren şey şimdi önemsiz görünüyordu. Ama acıyı hissediyordum. Aradaki fark çok büyük olmalıydı: benim darlığıma karşı onun genişliği, benim kasılmama karşı onun şehveti. Yarılıyordum ve yakıyordu. Soluğu hızlı ve düzensizdi. Elinden gelse beni delip karşıya geçeceğine dair bir his vardı içimde -bir uçtan ötekine delik açardı. Seksi öldürmek istiyordu tam da onu yaparken, çünkü bir gelecek vermiyordu seks. Onu şimdiki zaman içine daldırıyordu. 'Burada yaptığımız şey yapmak istediğimiz şeyin bir imgesidir ancak,' diye yazmıştı bana daha sonra. Ama güçlü oğlancılık onun felsefi kavramlarıyla ortadan kaldırılamazdı. Ağızda kalan limon kadar keskin bir tatla daha sonra geliyordu bunlar. Yaşamı gibi sürüyordu.

Kazığa oturmuştum. Daha önce hiç kimsenin yapmadığı gibi girmişti içime. Acıma, en ufak bir gönül indirme bile yoktu. Şaşkınlığın verdiği uyuşma ve kopuş yavaş yavaş yok oluyordu. Oyuyordu beni. En tehlikeli anına yaklaşmış olduğunu düşünüp duruyordum, fakat her gecikişinde doruktan geriye doğru dönüyor ve eski ritmine yeniden başlıyordu. Beni gözetliyor, kendini gözetliyordu. Benim kendisi, kendisinin de ben olmasını istiyordu. Onun haz duygusunu rahatsız eden şey kendi yalıtılmışlığıydı. Her ikisi de olmaya gereksinimi vardı, o ise yalnızca birdi. 'Duyguların hazzı her zaman imgeleme uygun olarak düzenlenir.' Bunu hapishaneden yazıyordu bana.

Daha fazla dayanamadım. Sakatlanıyordum. Üzerinde kasılmaya ve böylece gelmesini sağlamaya karar verdim. Kaslarımı sıktım ve onu kısıtladım. Tuzağa kısılmıştı. Ne kalkabiliyor, ne çıkabiliyordu. Uyguladığım bası nefesini kesmişti. Ağza alınmaz bir sürü laf etti ve boşaldı. Sonunda delirmişti. Gelecek düşüncesini yitirmişti, coşkusunu yeniden kazanamayışı fitilini söndürmüştü.

Bacaklarımın arasından akan kanı hissedebiliyordum. Bu aşağılamadan dolayı bir erkeği bağışlayabilir miydim? Benim bu olaya eşlik etmemi bağışlayabilir miydi? Karaya oturmuştuk, konuşmasız. Ağzımın içinde ölümün tadını duyuyordum.

Sanırım her ikimiz birden, yapacağı tek şeyin beni öldürmek olduğunu anlamıştık. Ama onun sapık tarzına uygun olarak, çürümüşlüğünü sahici kılmak için mani'sine bir tanık olması gerekiyordu. Yalnızca gözleri, elleri ve güdüleri vardı onun. Ben çoğalttım bunları. İkimiz birden dört gözü, dört eli, dört bacağı, iki sırtı, iki popoyu temsil ediyorduk. Ve öykü ne zaman bir başkasına anlatılsa, parçalar çoğalırdı. Aykırı doğası hem özel hem evrensel olmak istiyordu. Yasanın dışında yaşamak istiyor, aynı zamanda doğal cinsel eğilimlerini duyurmak istiyordu.

Salo (or the 120 Days of Sodom)





Salo (or the 120 Days of Sodom)



Salo (or the 120 Days of Sodom)






*
Salo or the 120 Days of Sodom 
1975, Pier Paolo Pasolini

Yeryüzüne Dayanabilmek İçin


Hazırlayanın Notu

Dikkatli okuyucu, Tezer Özlü'nün yurtdışından zamanın dergilerine gönderdiği bu olağanüstü yazıları gördüğünde onun sanatın çeşitli dallarıyla ne derece ilgili olduğunu görecektir. Özellikle de dünya edebiyatı, sinema, yazarlarla karşılaşma, çeviri sorunlarıyla ilgili yazılarında. Bir açıdan haber niteliği taşımalarına rağmen bu yazılar bir başka açıdan da ülkemiz okuyucusuna başka dünyaları açmakta ve asla güncelliğini yitirmemektedir. Aynı zamanda da öğreticidirler. Gerçek bir entelektüelin elinden çıkmışlardır.

Güzelliklerimiz, sanatla ilgilendiğimizde, sanatın içine girdiğimizde ortaya çıkar. Edebiyattan,  resimden, heykelden, sinemadan -gerçekten sanatsallarsa- öğreneceklerimiz sonsuzdur. Bu kahredici düzende bize mutluluk verenler de onları yaratanlar ve yapıtlarıdır.

Bu gözle okunmalı bu yazılar.

Sezer Duru


***


Yaşamla ve Ölümle Hesaplaşmak İçin Yazıyorum

Ma Boheme- Fantaisie (Derbederliğim)

müzik: Leo Ferre
resim: Van Gogh. Starry Night, June, 1889


Gidiyordum, ellerim delik ceplerimde,
Paltoma gelince, o da bin parça;
Yürüyordum göğün altında, Esin Perisi! Kölendim;
Ah! nasıl da görkemli aşklar düşlemekteydim.

Biricik paltomun kocaman bir delik vardı kıçında.
-Ben hayalci Parmak Çocuk, kafiyeler döktürüyordum
Yürürken. Hanımdı benim Büyük Ayı.
-Tatlı bir gösteriş içinde gökteki yıldızlarım.

Oturup yol kıyılarına dinliyordum onları,
Şu güzelim eylül akşamları, sert bir şarap benzeri
Duyumsarken çiğ damlalarını alnımın üzerinde;

Orada kafiye düzerken düşsel gölgeler arasında,
Lirin telleri gibi, çekiyordum lastiklerini yaralı
Ayakkabılarımın, bir ayak yüreğimin yanında.

Arthur Rimbaud
çeviri: Ülker İnce

Leo Ferre & Rimbaud


Les chercheuses de poux 
(Bit Ayıklayan Ablalar)

Yanarken alev alev acı kızıl alnında,
Beyaz düşler kovanında sayıklarken çocuk,
Yatağının yanında belirir iki abla
Tırnakları gümüşten, parmakları incecik.

Pencerenin önüne oturturlar çocuğu,
Mavi gök, maviliğin arıttığı çiçekler..
Ağır gür saçlarında çiylerle tüten buğu,
Ve o narin parmaklar, korkunç büyülü eller.

Gül rengindeki, uzun, bitkisel ballar kokan
Ürkek soluklarının başlar sonra şarkısı,
Bir ıslık, ve çocuğun dudaklarından akan
Salyalar, öpülme özlemi keser şarkıyı.

Kokulu sessizlikte, kara kirpiklerinin
Kıpırtısı duyulur, ablaların elleri
işler çıtırtılarla, elektrikli, serin
Kral tırnaklarında küçük bit ölüleri.

İç çekip sayıklayan armonika ezgisi,
O tembellik şarabı yemden yükseliyor.
Çocukta, okşayışlar yavaşladığı zaman
Bir ağlama arzusu doğup doğup ölüyor.


Chanson de la plus haute tour
 (En Yüksek Kulenin Türküsü)


Sevdalar çağı dönsün,
Dönsün geri gelsin

Ah nasıl dayandım nasıl da
Unutamam artık dünyada,
Nice korkular kaygılardı
Uçup gitti göklere.
Bir belâlı susuzluk
Karartıyor damarlarımı.

Sevdalar çağı dönsün,
Dönsün geri gelsin.

Bir çayır gibi tıpkı
Unutulmuş bir kıyıda,
Karamukların, gülüklerin
Boyatıp çiçek açtığı,
O yabanıl uğultusunda
Korkunç pis sineklerin.

Sevdalar çağı dönsün,
Dönsün geri gelsin.


Maldoror'un Geceleri / Rimbaud'nun Geceleri

Garson, "Şimdi şu küçük fişi," dedi.

Philippe bavulunu yere bıraktı, kalemi aldı, mürekkebe batırdı. Garson, elleri arkasında onu seyrediyordu. Dudaklarında zaptetmeye çabaladığı esneme mi, yoksa gülme mi? Philippe öfkeyle, "Üstüm başım fazla temiz," diye düşündü. Hepsi önce kıyafete bakarlar, üst tarafı, üst tarafını görmezler bile. Kararlı bir elle yazdı:

Isıdore Ducasse
Gezici tüccar.

Garsonun gözlerinin içine bakarak "Odamı gösterin lütfen," dedi.

...

Ben Philippe Gresigne'im, 
General Lacaze'nin üvey oğlu, edebiyat fakültesi mezunu, geleceğin şairi, 
dün, dün, sonsuza dek sürecek olan dün. Soyunmuştu, pijamasını giydi; bu han bozuntusunda bunlar yeni, kararsız, acemi hareketlerdi, alışması gerekti. Rimbaud bavuldaydı, almadı, canı okumak istemiyordu.

... Mağrur, sefil ve rezil hayatım, benim! Gururum; benim! 
Ben hükmedenler soyundanım. Ha ha, diye öfkeyle düşündü. Sonra! Sonra! Beklemek gerek. Sonra bu otelin duvarına bir mermer bir levha koyacaklar, Philippe Gresigne 23 - 24 Eylül 1938 gecesi burada kalmıştı. Ama ben ölmüş olacağım. Belli belirsiz ve yumuşak bir mırıltı kapının altından sızıyordu. Gece bir anda öldü. Geceye, mermer levhanın altında nutuk söyleyen siyah ceketli adamların gözleriyle, geleceğin içinden, derinliklerinden bakıyordu. Her saniye, değerli ve kutsal, şimdiden geçmiş olarak karanlığın içinde akıp gidiyordu. Günün birinde bu gece geçmiş olacaktı, geçmiş ve zaferlerle dolu, 

Maldoror'un geceleri gibi,

 Rimbaud'nun geceleri gibi. 

Benim gecem.



*
Yaşanmayan Zaman
sf. 217..
SARTRE

Rimbaud


J.L. Forain. Rimbaud, 1872

"Ölünce rastlayacağım benim şiirlerimi yazan gence; 
keçe saçlı biri öfkeyle yığılıp kalmış olarak bırakmıştım bizim taşra meydanında..."

Rimbaud yeniden odağa geliyor... Londra rıhtımında, tek başına oturmuş ırmak üzerindeki ticareti seyrediyor. Mavi, boz ve gri ırmak, göğün renkleri birbirine karışıyor. Bir güneş ışını oku sol dizini yalayıp geçiyor. Yandan görünen yüzünün sağı gölgede. Hayatını şiirin altüst ettiğini düşünüyor. Batı Hint adalı bir rıhtım işçisinin gövdesinin çıplak olan üst yanını seyrederken karar veriyor hayatının başka yerde olduğuna, bu kararının kaynağında o adamın sırtı yatıyor. O üst gövdenin iç boşluğunu düşündü. Hafif kıvrımlı sırt kemiğini seyretti. Adamın hayvan gibi çalışmasının acısını duydu. Onun adını asla bilmeyecekti ama hayat yolları önemli bir noktada kesişmişti.

Rimbaud yeniden odağa geliyor. Bu kez derisi çöl güneşinden kapkara yanmış. Bir deri bir kemik; gövdesi bir uyuşturucu bağımlısınınkine benziyor. Kemiklerinin üzerinde hiç et yok. Yüzü, kafa kemiklerinin çatısını izleyerek içeri çökmüş. Bir tabanca taşıyor. Her şeyi havaya uçurmak isterdi. Benim kafamdaki kendi imgesine ateş etmek isterdi.

"Sayıklamalar"
Bir Arthur Rimbaud Yorumu
Jeremy Reed

Özgür olsun bu bahtsızlık



Sabretmeyi bilirim ben
İçebileceğim, sessiz
Ve öleceğim tasasız
Bir akşam vardır bekleyen
Birinde eski kentlerin!

Acım bir gün yatışır da 
Biraz altınım olursa eğer,
Kuzey'imi seçerim
Yoksa Bağlar Diyarı'nı mı?
- Tatsız düşlerden usandım.

Bir şey var yitip kaybolan!
Dolaşıp da köşe bucak,
Döndüğümde açmayacak
Kapısını o yeşil han,
Güler yüzle hiçbir zaman.


Rimbaud'nun Afrika'dan ailesine yazdığı mektupları okumayalım; bir gün ateş çalmak istemiş birinin sonradan ne satıp ne satmadığını öğrenmeye çalışmayalım. Onun yerine bu mezarın önünde duralım, birçok gencin gelmek istediği bu serapsız yerde, Charleville Mezarlığı'nda. Burada, basit bir tarihin yazılı olduğu taşın altında, ölümün kımıltısızlığında, maddedir elbette galip çıkan; sınırlılıktır, Rimbaud'nun savaştığı, gerçekliğin kolayca şeye indirgenişidir. Ve o, som ışığın altın kıvılcımı olarak yaşamak isterken, ölümü varlıkla kaynaşma olarak gördüğü zamanlarda düşlediği gibi, kutsal ve gerçekten mutlu bir biçimde can vermedi: Bu daracık, kamusal, çorak mezar, bu küçük burjuva ya da köylü mezarı, yaşamdan bir yaşamın çalındığını ve bir gencin kendi geleceği yerine yazgıyı, güneşin oğlunun özgürlüğü yerine tüccarın, işçinin bitkinliğini koymak zorunda kaldığını gösterir. Yine de bu yazgıyı mühürlemekle onu oluşturan öğeleri bir araya getirir: İlk Rimbaud, yani kendisini olanaksız bir vaatle kandırdığı için, yaratımlardan ve güçten sonra, olgun insanın kovduğu Cin, şimdi o vaadi kafasından silmek için dünyanın diğer ucuna giden öteki Rimbaud'yla yan yanadır yine. O şiddetli deli cinin ta kendisidir yaklaşanların çoğu için ayakta duran ve konuşan. Çelişkili yetkesini taştan alır sanki. Yenilgi düşüncesini yadsır. Bu izlenimde duralım, bu karşı konulmaz izlenimde. Arthur Rimbaud'nun şiirinin bizlere verdiği en önemli ders buradadır belki de.

Yves Bonnefoy

On yedi yaşlarında gelgeç oluyor yürek,





Roman

On yedi yaşlarında gelgeç oluyor yürek,
Şimdilik hoşça kalın gürültülü kahveler!
Böyle tatlı bir akşam bira neyine gerek -
Yeşil ıhlamurların altı dünyaya değer.

Haziran akşamları bu yollar sanki cennet!
Yum gözlerini solu, hava mis gibi nasıl;
Gürültüyle birlikte rüzgâr -uzak değil kent-
Asma ve bira kokusu taşır usul usul…

- Ve çevrilmiş ince bir dalla gökyüzü, kara
Mini mini tül gibi bir eşarbı andırır,
Tatlı titreşimlerle, küçük, beyaz, maskara,
Bir yıldız bu gergefe girip ışıklandırır…

Küçük bir hayvan gibi çırpınan bir öpücük
Tadı dudaklarında, dolaşırsın başıboş,
Bengisuyu şampanya, kanında köpük köpük.
Ey haziran akşamı! Ey coşkun onyedi yaş!

Solgun, kör ışığında bir sokak lambasının
Bakıp yürüyen genç kız, cilveli, ağır ağır
-Yanında baston yutmuş acayip babasının-
Bilmez, Robenson yürek romanlarla aldanır..

Bir göz atınca anlar, toy oğlanın teki der,
Hemen başını dönüp, küçük adımlarını
Sıklaştırarak hızla yoluna devam eder,
Ölür delikanlının dudaklarında şarkı…

Aşıktır. Kıvançlıdır ağustos ayına dek.
Şiirler yazıp yollar. Sevgilisi boşverir.
Dostları çekip gider, günlerin anlamı yok.
- Derken, bir akşam üstü o tatlı mektup gelir!…

- Bu güzelim akşamı artık kutlamak gerek,
Girersin bir kahveye, gelsin bira, içkiler…
- Onyedi yaşlarında gelgeç oluyor yürek
Yeşil ıhlamurların altı dünyaya değer.

23 Eylül 1870
Arthur Rimbaud

Kırların Parmak Çocuğu

Charleville'de


Esin Perim, yırtık ceplerimde eller,
Üstümde gök, paltom o biçim haliyle
Kırlarda özgür, başıboş yürürken böyle
Sorma bana! Neler geçmedi içimden neler!

Han’ım Büyük Ayı, pantolonumun kıçında
Koca bir delik. Yıldızlar altında gezerek
Dizeler yazıyordum, sayıp heceleri tek tek,
Ben kırların Parmak Çocuğu, düşler içinde.

O tatlı eylül akşamları, yol kıyısına
Çöküp kulak veriyordum yıldızların sesine
Sert bir şarap gibi, alnımda çiy damlaları.

Kırlarda koşmalar söyleyen ozan sazıydım,
Tel gibi çekiyordum yırtık çoraplarımı,
Sokulmuş yüreğime doğru küçük ayağım.


Rimbaud'yu anlamak için Rimbaud'yu okuyalım, kendisine karışmış onca sesten onun sesini ayırmak isteyelim. Rimbaud'nun kendisinin bize söylediği şeyi uzaklarda, başka yerde aramak yarar sağlamaz. Çok az sanatçı vardır ki kendini tanıma, tanımlama, dönüştürme ve kendini tanıyarak bir başka insan olma tutkusunu onun kadar duymuş olsun,öyleyse bu arayışı ciddiye alalım, bundan daha ciddi bir şey olamaz zaten. Bir sesi yeniden bulmayı, onun isteğini ortaya çıkarmayı, vurgusunu, özellikle de o kızgınlıklarını, o benzersiz saflığı, o zaferleri, o çöküşleri yeniden canlandırmayı öneriyorum.

O sesi dinleyelim, Hem onun güçlü büyüsüne kendimizi bırakmak için, hem de onu susturmak istemiş ve tabi susturmuş olan sessizliğin boyutlarını ölçmek için, doğallıkla en büyük tiksintileri anlamına gelen en acı alaylarında dinleyelim onu öncelikle de. Memleketim küçük taşra kentlerinin açık farkla en salak olanıdır, der öğretmenine on altı yaşında bir öğrenci. Rezillik! diye bağırır üç yıl sonra. Ne de masum canavarlardır şu köylüler... Canım iğrenç biçimde sıkkın. Tek bir kitap yok, çevremde tek bir meyhane yok, sokakta tek bir olay yok! Şu Fransız taşrası ne korkunç! Bu upuzun tapınma-karşıtı ilahilerin izine Rimbaud'nun yapıtının her yerinde rastlanabilir. Anlaşılan, Ardenne'ye, tiksindiği taşraya karşı nefretini hiçbir sözcük dile getiremiyor, adeta bu duygu hiçbir nitelemeye sığmıyor, tıpkı kımıltısız, uzak bir tanrı gibi. Nedir, bir büyülenmeye böylesine benzeyen bu kızgınlığın nedeni? İnsanların un ve hamur ürünleriyle beslendiği taşrayı ve Charlestown'ı ya da öyle bir yeri bilenlere kasabalarla köylerin sert çelişkilerini anımsatmak isterim ama. Bir yandan yalnızlık ve toprak, doğa güçlerinin varlığı, sessiz sedasız sürekliliği, tam ortasında hiç konuşmaksızın yaşanabilecek bir madde dünyası - Toprağa geri verildim, yazacaktır bir gün Rimbaud, aranacak bir görev ve kucaklanacak pürtüklü bir gerçeklikle! Köylü!- diğer yandan bu kaynak bolluğunu örten durağan, kaçış olmayan toplum yaşamı, sessizliği çarpıtan, çorak kalmış bir söz, kişinin topluma, toplumun da kişiye bakışında -sözgelimi piposunu baş aşağı çevirmiş tüttüren uzun saçlı Arthur Rimbaud'ya bakışında- tinin hızla değer yitirdiği dar çevrelerin inakçılığı. Ağır akşam gezintileri, başkaldırmak isteyen ruhun daralması, Rimbaud sizden öyle çok çekti ki sizi şiirlerine aldı, ölümsüzlüğünüzü ölümsüzleştirdi:

Ucuz çimenliklere bölünmüş şehir meydanı,
Küçük parkta ağaçlar, çiçekler, her şey yerli yerinde
Sıcaklardan bunalan bütün tıknefes burjuvalar
Kıskanç salaklıklarıyla dolaşır perşembe akşamları

Ucuz çimenliklere bölünmüş şehir meydanı... Müziğe adlı bu şiirde bir savaşımın başlangıcı olan sıkıntılı bir kin vardır. 1870'te gencecik bir Rimbaud vardı, sıkılgan, hırpani, yüreğinde binlerce arzu, o umutsuz ve sevgisiz sokaklarda umutsuzca yürüyen. Sıkıntının sürekli olmasını, tıpatıp aynı istasyonlara açılan o garın önünde, zamandan kopmuş duvar saatinin altında hiçbir geleceğin, hiçbir olanağın kalmamasını kabul etmiyordu. Kabul etmiyordu yaşanacak bir şey olmadığından kardeşi Vitalie gibi caddelerin ağaçlarını saymakla yetinmeyi. "Alles'nin altında yüz on bir, istasyonun gezinti alanının çevresinde altmış üç kestane ağacı," diye yazar ölmek üzere olan Vitalie anılar'ına.

Bir üvey anadır taşra, özgürlüğü yıkar çünkü. Taşra mutlak olarak kötü olandır. Ama bu sözcükte bu kez çok büyük bir tehlike kadar bir şans da bulunduğunu göstermek isterim çünkü mutlaktan mutlak doğar, en büyük yabancılaşma, bir engel aşılırsa, en aşırı şiire de yol açabilir. O apansız sıçramaları, o toparlanışları saptayabilir ve onlara sevinebiliriz Rimbaud söz konusu oldğunda; onlar sıradan görüntüyü taşlaştırır, belediye dairelerini, postaneleri, bilince zarar veren, sonunda da bilincin kanıksadığı her şeyi bir anın yabanıllığında, katıksızlığında önümüze silkelerler. Öyle bir anda hiçbir olanağın bulunmaması bile, bir anda varlık nedenini yitirmiş bir görüntünün gizeminde, geçerliği kalmamış yararlılığın tuhaflığında yepyeni, bambaşka bir olanak, insanla var olanın varlığı arasında yepyeni bir ilişki meydana çıkarır. Sözün Simyası'nın anlattığı bir dönüşümün başlangıcı olan bu şiirsel deneyime ileride döneceğim. En temel özgürlüğün aralanması için belki de taşradaki dışlanmanın çirkin yüzü gerekir.

Rimbaud'yu memleketindeki yalnızlığına konumlandırmayı tamamlamak için, Fransız taşrasının karşı çıkışının bir başka mutlak biçimini anımsatmakla yetineyim şimdilik, 1789'da ortaya çıkan biçimini. Büyük Devrim'de de, belki her şeyden önce, veriye kökten karşı çıkılması, metafizik bir şiddet amacı, varoluşsal bunalımın politik dışavurumu yaşandı. Reims'de halk meydanında, kral ve piskopos kutsamalarının bitmez tükenmez yağının saklandığı kutsal şişeyi kıran Konvansiyoncu Ruhl'u Rimbaud'dan çok uzak tutmamak gerekir. Ruhl bir yıla kalmadan kendini öldürdü. Asla bu toplumdan olmadım ben, yazacaktır Rimbaud Cehennemde Bir Mevsim'de; asla Hristiyan olmadım; ben işkence altında şarkı söyleyenlerin soyundanım; yasaları anlamam, sağduyum yoktur, bir hödüğüm... Rimbaud dirlik düzenlik içinde yaşayan taşra bölgelerinde rastlanan, varlığın o başkaldırmışlarının soyundandır, aşağılık soydandır, eğer bu soy gerçekten alışmayı, mal mülk sahibi olmayı, kazanç sağlamayı bilmeyen, yalnızca ölüme giden soy ise. Ama, sanki bir esinle, bu soyun kutsal olduğunu anlamıştır: Daha çocukken, hep zindana kapatılan o yola gelmez forsaya hayrandım; o konakladığı için kutsallık kazanmış olan o hanları, kiralık odaları ziyaret ederdim. (...) Kentlerde onun alınyazısının kokusunu alırdım. Rimbaud da şiirin forsası olacaktır, demek istediğim, boğucu Batı taşrasını yadsıma gereksinimiyle -Sarhoşluk Sabahı'nda Nietzsche kadar açıkça söylediği gibi- kendini iyi ile kötünün ötesine atan kişi olacaktır.


Yves Bonnefoy
Rimbaud
Sf. 7 - 10

Le Dormeur du val (Vadide Uyuyan)





Total Eclipse, Agnieszka Holland, 1995 



Yemyeşil bir çukurda bir ırmak akar çılgın,
Gümüş paçavraları takıp suda otlara.
Burada güneş parlar üstünde mağrur dağın;
Küçük bir vadi ki bu, köpürür ışıklarla.

Genç bir asker uyuyor, kasketsiz, ağzı açık,
yıkanır mavi derelerde ensesi.
O yeşil yatağına sel gibi yağar ışık,
Bulutların altında, devrilmiş, uçmuş benzi.

Hasta çocuklar gibi uykuda gülümsüyor.
Ayakları zambaklar içinde, askercik üşüyor,
Tabiat, beşiğinde salla onu, sıcacık sar!

Burun kanatları artık,  ürpermiyor korkuyla;
Eli göğsünde, sakin, güneşte dalmış uykuya
Yalnız sağ yanında iki kırmızı delik var.

(çeviri: Hüseyin Demirhan)

Taşra'dan Mektup


Thedore Banville'e
Charleville (Ardennes) 24 Mayıs 1870


Sayın Üstat;
Sevgi dolu aylardayız; yaşım on yedi. Şu umut ve kuruntular çağı dedikleri; ve işte Esi Perisi'nin şöyle parmak ucuyla dokunduğu bir çocuk olan ben -kaba kaçtıysa bağışlayın- inançlarımı, umutlarımı, coşkularımı, şu ozanlara vergi şeyleri dile getirmeye çalıştım, bahar dediğim bu işte benim.

Bu şiirlerden birkaçını size gönderiyorsam -iyi yürekli basımcı Alphonse Lemerre aracılığıyla-, ozan bir parnasyen olduğuna göre bu benim, sizi, biraz safça olacak ama, bir Ronsard torunu, 1830 ustalarımızın bir kardeşi, gerçek bir romantik, gerçek bir ozan görmemdendir. Nedeni bu işte. Aptalca bir şey değil mi ama, yine de? (...)

İki yıla, belki de bir yıla kalmaz Paris'teyim...
Hep iki tanrıçaya, Esi Perisi ve Özgürlüğe tapacağıma ant içerim sayın üstat.
Bu şiirleri okurken pek öyle burun kıvırmayın sakın. Credo i Uman* parçasına parnasyenler arasında ufak bir yer ayırtabilirseniz beni umut ve sevinçten deliye döndürmüş olursunuz...
Bu şiirler hele bir de Parnesse Contemporain'de yer alsalar? Ozanların tek inancı değil mi onlar?
Adım pek duyulmuş değil; ne önemi var ama? Ozanlar kardeş sayılır. İnanç dolu, sevgi dolu, umut doludur bu şiirler: Hepsi bu.

Sayın Üstat, üstadım, bana destek olun biraz: Gencim, biraz el uzatın bana.



***

Güneş ve Ten

Derin sevgilerin, yaşamın ocağı, Güneş
Baygın toprağı kızgın bir aşkla öpen ateş,
Vadide uzanınca insan görüp yaşıyor
Gelinlik kız gibi toprak kanla taşıyor;
Bir elin kaldırdığı geniş göğüslerinden
Akıyor tanrısal aşk,akıyor kadınsal ten,
Köpürmüş besi suyu, ışıklar var içinde,
Nice  can hücreleri kaynaşıyor içinde!

Ey Doğa’nın Anası!

                             -Ey Venüs, ey Tanrıça!

Nerde eski çağların gençliği, kutsal ece,
O peri kızlarının öptüğü nilüferler,
Ağaçları kemirip duran yarı tanrılar!
Kösnülü satyre’ler yok, kır tanrıçaları yok,
Irmağın dalgaları o besi suları yok.
Pan’ın damarlarına koca bir evren  sunan,
Teke ayaklarında toprağı canlandıran
O yeşil ağaçların kırmızı kanı nerde?
Kuş sesleri, göklerin altından perde perde
Dalların arasından seviyi şakıyordu,
Toprak içini diri Doğa’ya döküyordu;
Orda mavi Okyanus ve kuşlar cıvıldayan
Dilsiz dallar, toprak, beşiğimizi sallayan
Tanrıyla kucaklaşan bütün hayvanlar orda!
Nerde geçmiş zamanlar?Bereket Ana nerde?
Derler ki, bir zamanlar yüce bir insan vardı,
Tunç arabalarıyla nice kentler aşardı.
Emerdi Bereket’in memelerini insan
Küçük bir çocuk gibi kucağında oynarken.
Tanrıça ak sütünü cömertçe sunuyordu,
-Eskiden temiz, tatlı, güçlü bir insan vardı.

Yazık! Şimdi bir şeyler bildiğini sanıyor
Oysa kör, sağır, dilsiz, sürekli aldanıyor.
-Yine de tanrılardan, tanrılardan çok yüce,
İnsan Kral, Tanrıdır, betiğine gelince;
Aşktır. Ah! Kana kana içseydi o gözeden,
Tanrıların anası Kibele’nin memesinden;
Ve ten çiçeklerinin kokusuyla arınmış
Masmavi dalgaların aydınlığında yunmuş
Köpüklerin yüzdüğü gülpembe göbeğini
Durgun sulara yayan ölümsüz Asterté’yi
Terk etmeseydi keşke. O iri gözlü, kara
Göklerin Tanrıçası Asterté buyurunca
Şakırdı ağaçlarda bülbül,yüreklerde aşk!

Tek sensin, Kutsal Ana, inandığım tanrı,  tek.
Mavi Afrodit! Şimdi yollar dikenli, çalı
Öbür Tanrı haçını boynumuza takalı;
Ten, Mermer, Çiçek, Venüs, sana inanıyorum!
-İnsan üzgün ve çirkin. Giysiler, sanıyorum
Çıplaklığını değil, saflığını örtüyor,
Tanrısal  bedenini gizleyip kirletiyor.
Olimpos dağlarının kayaları gibi dik
İnsan bir köle oldu, başı haçlara eğik!
Ki solgun kemikleri ölümden sonra bile
O ilk güzelliğine saygısız şekli ile
Yaşamak sevdasında.-Yücelsin diye erkek,
Yükselebilsin diye sonsuz seviye erkek,
Toprağımız, mayamız Kadın sararıp soldu,
Zincirlere vurulup Tanrıya sunak oldu.
“Kadın mıyım, neyim ben, çoktan unuttum” diyor.
Bu kepazeliğe kargalar bile gülüyor
-Ey tatlı, yüce Venüs, n’olur bizi bağışla!