Sade'dan Queer Öyküler

Sade'dan Queer öyküler

Augustine de Villeblanche ya da
 Aşk Uğruna Çevrilen Dolaplar


Az sonra kendisinden söz etme fırsatı bulacağımız Matmazel de Villeblanche “doğadaki sapmalar arasında o yarı filozofları, hiçbir şey anlamaksızın her şeyi incelemeye, çözümlemeye çalışan o yarı filozofları en fazla düşündüren, onlara en garip gelen, belli yapıda ya da belli yaradılıştaki kadınların kendi cinsiyetlerindeki insanlara karşı duydukları o tuhaf istektir” diyordu bir gün en iyi bayan arkadaşlarından birine. “Ölümsüz Sapho’nun çok öncesinde ve sonrasında bize bu tür fantezileri, bu tür tercihleri olan kadınları sunmamış ne tek bir ülke ne de tek bir kent vardır evrende. Böylesine güçlü kanıtlardan sonra da kalkıp bu kadınları doğaya karşı suç işlemekle suçlamak yerine bu tuhaflıklarından ötürü doğayı suçlamak çok daha akıllıca olacaktır sanırım. Oysa yine de hep ayıplanıp durmuştur bu kadınlar. Kimbilir, cinsiyetimizin her zamanki o buyurgan etkisine, çekiciliğine kapılmamış olsalardı kimi Cujas’lar, kimi Bartole’ler, kimi IX. Louisler bu duygusal ve mutsuz yaratıklara karşı erkekler için resmen açıklamış oldukları aykırı eğilimlerin yasalarını aynen uygulamayı düşünecekler miydi dersiniz. Aynı tuhaf biçimde yaratılmış ve hiç kuşkusuz aynı geçerli nedenlerle birbirlerine yeteceklerini sanan bu insanlara göre üreme için çok önemli olan karşı cinslerin birleşmesi belki de hazlar için aynı derecede önemli değildir. Tanrı şahit, hiç kimsenin tarafını tutuyor değiliz burada... değil mi, cicim?” diye sürdürüyordu konuşmasını güzel Augustine de Villeblanche bayan arkadaşına biraz kuşku uyandıran öpücükler göndererek.Ama bütün aykırılıklar, bütün nefretler, bütün acı alaylar, günümüzde artık körleşmiş olan bu silahlar yerine, toplumun umrunda bile olmayan, Tanrı’ya vız gelen, belki de doğaya sanıldığından daha yararlı olan bu eylemle herkesi davranışında özgür bırakmak çok daha yerinde olmaz mıydı?... Bu bozulmanın, bu yoldan çıkmanın ne gibi ürkütücü bir yanı olabilir ki?.. Gerçekten bilge olan bütün insanların gözünde bu, belki çok daha büyük bozulmaların habercisidir ama asla çok daha tehlikelilerinin değil... Ah, ulu Tanrı’m, kadın ya da erkek, bu insanların fantezilerinin dünyanın sonunu getireceğinden, o değerli insan soyunu tehlikeye atacağından ve çoğalmaya yardımcı olmadığı için bu sözümona suçun Adem soyunun artışını yavaşlatacağından mı korkuluyor? İyi düşünüldüğünde bu hayali kayıpların doğayı hiç ilgilendirmediği, onları suçlamak şöyle dursun doğanın onları istediğini, onları arzuladığını bize binlerce örnekle kanıtladığı görülecektir. Üstelik, bu kayıplar onu ürkütüyor olsaydı, binlerce durumda böylesine hoşgörülü davranır mıydı? Üremek onun için böylesine büyük önem taşısaydı eğer bir kadının yaşamının ancak üçte birinde kendisine bu alanda hizmet etmesine, eline doğan insanların da yarısının çoluk çocuk sahibi olmaya ters düşen zevkler edinmesine izin verir miydi hiç? Daha iyisi şöyle söyleyelim, türlerin çoğalmalarına izin verir doğa ama bunun için hiç mi hiç zorlamaz. Her zaman kendisine gerekenden fazla insana sahip olacağı apaçık ortadadır ve temelinde üremeyle ilgili bir olgu bulunmayan, hatta bu üreme olgusundan tiksinti duyan eğilimleri engellemeyi düşünmekten de alabildiğine uzaktır. Rahat bırakalım doğa anayı, kaynaklarının sonsuz olduğuna, yaptığımızı hiçbir şeyin onu aşağılamadığına, yasalarına kastedecek bir suçu işlemeye de gücümüzün yetmeyeceğine inandıralım kendimizi.

Nasıl bir mantığa sahip olduğunu biraz olsun gördüğümüz matmazel de Villeblanche yirmi yaşında dilediği gibi davranma özgürlüğüne kavuşmuş, yılda otuz binlik bir geliri de bulunduğundan hiç evlenmemeye karar vermişti. İyi bir aileden geliyordu, Hindistan'da servet sahibi olmuş, kendisi daha çocukken, adına evlilik kararı verilemeyecek bir yaştayken ölmüş bir babanın kızıydı. İster öğüt, ister eğitim, ister organın niteliği ya da kanın kaynaması (Madras'ta doğmuştu) ya da doğanın dürtüsü deyin, kısacası nasıl tanımlarsanız tanımlayın, ne derseniz deyin Matmazel de Villeblanche erkeklerden nefret ediyordu, iffetli kulaklar safoculuk sözcüğünden ne anlıyorlarsa kendini tümüyle ona kaptırmış, hazzı yalnızca kendi cinsiyetindeki insanlarda buluyor, Aşk’tan duyduğu nefreti Venüs’ün tanrıçalarında gideriyordu.

Augustine erkekler için gerçek bir kayıptı aslında: Uzun bir boy, resmi yapılacak kadar çekici, kestane rengi güzel saçlar, hafif kartalımsı bir burun, olağanüstü dişler... Hele o gözlerindeki anlam, canlılık... o yumuşacık, bembeyaz ten... ve bütün bunlar insanın içini hoplatan bir şehvet duygusu yaratıyordu tek kelimeyle. Onun bu denli aşk için yaratılmış ama bunu kabul etmemekte öylesine kesin kararlı olduğunu gördüklerinde erkeklerin kendilerine hizmet etmek için dünyaya getirilmiş evrenin bu en güzel yaratıklarından birinin, Paphos sunaklarını kendilerine yasaklayan ama Venüs mabedinin müridlerine bir yığın haz tattıran bu sapkın zevkle acı acı alay etmelerinden daha doğal ne olabilirdi ki. Matmazel de Villeblanche bütün bu sitemlere, kınamalara, bütün bu kem sözlere kahkahalarla gülüyor, fantezilerinden bir an olsun vazgeçmiyordu.

Çılgınlıkların en büyüğü doğanın bize verdiği eğilimlerden dolayı yüzümüzün kızarmasıdır" diyordu. "Tuhaf zevkleri olan bir insanla alay etmek, en az tek gözlü ya da topal doğmuş bir insanla alay etmek kadar barbarcadır ve bu aptallara mantıklı ilkeleri anlatmaya kalkışmak da yıldızların akışını durdurmaya çalışmaktan pek farklı değildir. Kendinde olmayan bir kusurla alay etmekte gururu okşayan, tatmin eden bir şeyler vardır ve bu zevkler insanoğlu, özellikle de geri zekâlı insanlar için öylesine tatlıdır ki, bundan bir türlü vazgeçemezler... Tabii bu bazı iblisliklere, bazı alaylara, pek yavan cinaslara yol açar. Topluluk için, yani sıkıntının bir araya getirdiği ve aptallığın farklılaştırdığı bir insan topluluğu için hiçbir şey söylemeden bir iki saat konuşmak öylesine güzel, kendilerinde varolmayan bir kusuru, bir kötü alışkanlığı kınayarak ortaya koymak ve bu sayede başkalarının gözünde parıldamak öylesine tadına doyum olmaz bir şeydir ki... Aslında üstü kapalı olarak bir tür övgü yağdırmaktadırlar bana farkında olmaksızın, bu uğurda başkalarıyla birleşmeyi bile kabul ederler, en büyük suçu kendileri gibi düşünmemek olan kişiyi ezmek için komplolar kurar, entrikalar düzenler ve davranışlarının ukalalık ve aptallıktan başka bir şey olmadığı kendilerine kanıtlanmadığından zekâlarından gurur duyarak, koltukları kabararak evlerine dönerler.”

İşte böyle düşünüyordu Matmazel de Villeblanche; duygularını bastırmamaya kesin kararlı, dedikodularla alay eden, kendi kendine fazlasıyla yetecek kadar zengin, ününün de ötesinde şehvet dolu bir yaşamı tenetaparcasına hedefleyen, buna karşılık tanrısal mutluluğa pek fazla inanmayan, duyuların ölümsüzlüğü gibi boş hayallere hiç mi hiç inanmayan, çevresi kendisiyle aynı görüşleri paylaşan kadınlarla sarılmış olan sevgili Augustine, büyük zevk aldığı hazlara safça terk etmişti kendini. Pek çok hayranı olmuştu ama onlara öylesine kötü davranmıştı ki, hepsi de böyle bir zafer elde etmekten neredeyse tümden vazgeçecek duruma gelmişti, işte tam o sıralarda, onunla hemen hemen aynı sosyal konumda, en az onun kadar zengin olan Franville adlı genç bir erkek çılgıncasına âşık olmuştu kendisine. Kabalıklarından tiksinti duymadığı gibi zafer kazanmadan sahayı terk etmemeye de kesin kararlıydı. Tasarısından arkadaşlarına söz etti, alay ettiler kendisiyle, kazanacağı konusunda diretti, kazanamayacağına bahse girdiler, kabul etti. Franville, Matmazel de Villeblanche’tan iki yaş küçüktü, sakalı daha yeni çıkıyordu, çok güzel bir vücuda, çok çekici hatlara, dünyanın en güzel saçlarına sahipti. Kadın kılığına girdiğinde her iki cinsi de her zaman şaşırtırdı, kimisini yolundan saptırır kimisi de çılgınca aşkını ilan ederdi kendisine ve böylece aynı gün içinde kimi Adrien’ların Antonius’u, ya da kimi Psyche’lerin Adonis’i oluverirdi. İşte Franville, Matmazel de Villeblanche’ı bu giysiler içinde baştan çıkarmayı kurdu, nasıl davrandığını, neler yaptığını az sonra göreceğiz.

Arture 619



 A 619:  Svevo çok önemlidir. Zeno'nun Bilinci. Kitabın sonunda insanlara çatar, insanlığı savunur, tabii gerçek insanlıktan söz ediyorum burada! Günümüzde dünyayı yöneten dört devlet başkanını betimleyip üstlerini karaladım. Benim için, hiçbir şeyi, insanı bile simgelemiyorlar. Küçük küçük canavarlar onlar sadece, içlerinde, insanlık namına hiçbir şey yok!

"Günümüzde hayat kökünden yozlaşmış, insanoğlu ağaçların, hayvanların yerini almış, havayı kirletmiş, özgür boşluğa sınırlar koymuş. Yarın daha da beteri olabilir. Bu dur durak bilmeyen uğursuz hayvan başka güçler bulup kendi hizmetine sokabilir.

Havada böyle bir tehdidin kokusu dolaşıyor. (...) Gözlük takmış insanoğlu, kendi bedeninin dışında
aygıt yapıp yakıştırır; icadı yapanlar sağlıklı ve soylu bile olsalar, kullananlar o niteliklerden hemen her zaman yoksundurlar. (...) Yaptığı ilk aygıtlar kolunun uzantısı gibiydiler, ancak kolunun kuvvetiyle etkili olabiliyorlardı, ama artık aygıtın gücü ile yöneten kolun gücü arasında hiçbir denge kalmadı (...) Boğucu gazlar yetersiz kalınca, tıpkı öteki insanlara benzeyen bir insan, odasında gizlice başkalarıyla kıyaslanamaz bir patlayıcı icat edecektir, öyle bir patlayıcı ki, bugün bildiğimiz tüm patlayıcılar yanında zararsız birer çocuk oyuncağı gibi kalacaklardır. Ve yine tıpkı öteki insanlara benzeyen, ama onlardan birazcık daha hasta bir insan o patlayıcıyı çalıp götürecek, yeryüzünün merkezine, etkisinin en fazla olacağı noktaya yerleştirecektir. Hiç kimsenin duyamayacağı dev bir patlama olacak, yeniden bulutsuya dönüşen yeryüzü, asalaklardan da, hastalıklardan da kurtulmuş olarak uzayda, öyle, başıboş dolaşacaktır."  (Zeno'nun Bilinci, çev. Neyire Gül Işık Can Yayınları)

21 Mayıs 1866, Pazartesi 

Çatı Katının Altında

(Sabah, saat 6.30) Güzel havaya rağmen kutup buzlarının güneye doğru soğuk inişi hala hissediliyor. Hava oldukça soğuk. Yalnızlık duygusu içime işliyor ve beni sarıyor. Toplum olarak güncem ve ailem olarak kırlangıçlar var. Çatı katının altında, biyografimin bugünkü bölümünün başlığı haline geliyor. Sıkıldım mı? Hayır. Hasta  mıyım? Hayır. Hüzünlü müyüm? Tam olarak değil. Ancak, kemerini sıktığım zırh altında, kalbimin biraz sıkıldığını zannediyorum. Şunu diyebilirim: Acı, sen kötü bir şey değilsin, buna rağmen iğnesini hissediyorum. Ve eğer hasta ve yoksul olsaydım ne olacaktı? Ne kadar da hızlı iç karartıcı uyuşukluğa ve umutsuzluğa varıyorum!

Alev gibi titreyen ucunun vahşi bir sevinçle zamanı oburca yediği, saniye ibresine değil de gökyüzüne bakalım. İşte güzel bir gün. Bundan yararlanalım. Düşünelim ve çalışalım.

Denizden Gelen Güzellik: Ludovisi Tahtı


Mö 470-450 


Bir kadın, bedeninin alt tarafı, yanında duran iki kadın görevlinin tuttuğu kalın kumaş parçasının ardına gizlemiş olarak yükselir. Kadınlar ellerini onun omuzlarının arkasına hafifçe koyarak, hareketini sabitlerler. Kadın, zarif profilini, keskin bakışlarını ve alçakgönüllülükle kapanmış dudaklarını sergileyecek şekilde başını sertçe sağa çevirmiştir. Bu özel durum için hazırlanmış saçları, kulağının üst kısmını açığa çıkaracak biçimde bir saç bandıyla toplanmıştır. Elbisesinin (bir chiton) narin kumaşı, göğüs hatlarını, göğüs kafesinin yapısını ve zayıf karnını ortaya çıkaracak kadar bedenini sarar.

Kabartmanın üstündeki üçgen bölümün zarar görmesi nedeniyle, kadına eşlik eden figürler başsız kalmış. Ancak bedenleri, hem cinsiyetlerini hem de eşlik ettikleri kadına karşı gösterdikleri ilgide saklı olan niyeti açığa çıkarır. Duruşları tıpatıp olmasına rağmen bu iki kadın, yine de birbirinden açıkça farklıdır. İkisinin de elbisesinin katları, bedenlerini meraklı bakışlardan korur. Sol taraftaki figür yandan iliklenen yün bir peplos, sağdaki ise kolları boyunca ve omuzlarda iliklenen keten bir chiton giymektedir. Bu elbiseler, birbirlerinden oldukça farklı dökümlere sahiptir ve bu dökümün yarattığı karmaşada çizgileri saklayamayan bacaklara doğru uzanır. Çıplak ayakla çakıl taşları üzerinde olmaları, ortadaki figürün bir havuzdan ya da denizden çıktığını belli ederler, tuttukları kumaş perde ardında kalan bedene karşı duyulan merakı da kışkırtır.

Ancak bu yapıtta yalnız bu üç kadın figürü yer almaz. İki yanda oturmuş iki kadın daha vardır. Sandaletli kadın, başını da örten pelerini bir koza gibi sarmış, sıkı bir yastıkta oturur. Elindeki kutudan çıkardığı tütsü parçalarını, önündeki buhurdanlığa koymaktadır. Diğer kadının üzerinde oturduğu yastığın yumuşaklığı, genç ve çıplak teninin yumuşaklığıyla uyum sağlar. Saçlarını eşarpla toplamış, bacak bacak üzerine atmış bu kadın pan flüt çalmaktadır. Bu “tahtın” iki ucu arasında zıtlıklar vurgulanmıştır. Giyinik olanla çıplak olan, müzikle koku, haz ile görev. Bu figürlerin ana sahnedekileri çerçevelemesi izleyiciyi, figürlerin duyusal farklılıklarını algılamaya davet eder. Bu bedenlere dokunmayı, bu sesleri işitmeyi, denizi ve tütsüyü koklamayı arzularız.

Bu dizili kadınlardan ne anlamalıyız? Yunan efsanelerinde, birçok kadın figürü ya denizden ya da topraktan çıkar ya da onların içinde kaybolur. Bu anlatılar cinsel arzuya dayanmaktadır. Erkeklerin ilgisini çekmek üzere topraktan yaratılan ilk kadın olan Pandora, Hades’in karısı olması için yeraltına götürdüğü ve her baharda bir mevsim için serbest bıraktığı Persephone, denizin köpüklerinden doğan Aphrodite gibi. Ancak bu üç kadın da oldukça farklı karakterlere sahiptir: Kurnaz ve birçok sorunun kaynağı Pandora, doğaya yakın, genç ve masum kız çocuğu Persephone, büyüleyici gülümsemesiyle baştan çıkarmaya eğilimli Aphrodite. Bu yapıtta hangi figürü önemli kabul edersek edelim -ki bu Aphrodite’den yana tavır koymamanın zor olduğu bir elemedir- beş figürün tümü de kadınlık hallerini yansıtır. Heykeltıraş bize, kadınların kendilerini nasıl gösterdiklerini butun yönleriyle, çıplaklıkla ve örtülü alçakgönüllük uçlarıyla, sunuyor.

Ludovisi Tahtı'nın çekici yanları, yalnızca güzelliğinden ve tartılmaz erotizminden değil, aynı zamanda onu çevreleyen sır perdesinden de kaynaklanır. Her ne kadar 1887 yılında Roma’daki Ludovisi Sarayı’nın, o dönemde büyük bir olasılıkla Sallustius’un Bahçeleri olarak bilinen topraklardan gün ışığına çıkarılsa da tahtın tam olarak bulunduğu yer tarihe farklı biçimlerde geçmiştir, ilk tanıtımı sırasında böyle bir biçime sahip yapıt daha önce görülmemişti ve bu parça bir tahtın kültleşecek heykeli olarak tanımlanmıştı. Ama kaidesi ya da ayakları olmadığından, bir tür paravan olması muhtemel gözüküyor: Nasıl bir tür ve nereye ait, bilinmiyor. Roma’da yapılmış olamayacağından, üslubu onu MÖ 5. yüzyıla ait bir Yunan eseri olarak tanımlıyor.
Özgün konumu açısından üzerinde en çok durulan ihtimal, güney İtalya’daki Lokroi Kpizephyrioi şehridir. Burası, arkeolojik açıdan kült sayılan binaları ve “taht”ın üslubu ve tarihiyle benzer özelliklere sahip kutsal sahnelerin tasvir edildiği kabartmalarıyla bilinen bir Yunan şehridir. Arkeolojiden ve eski metinlerden bilindiği üzere, Lokroi şehrinin kadınlarla kurduğu zengin anıtsal ilişki, imgeleme dair çağrışımların çok fazla olduğu bir alan sunuyor. Kutsal bir çukurun etrafında paravan olarak kullanıldığı düşünülen “taht”ın bulunduğu yer, bu bölgede saptanmıştır.

Ludovisi “Tahtı”yla ilgili ilk bilimsel yayının yapıldığı 1892 yılından yalnızca iki yıl sonra, bir başka “taht” daha gün ışığına çıkarıldı ve Amerikalı bir koleksiyoner tarafından hemen satın alınarak, Boston Güzel Sanatlar Müzesi’ne verildi. Aynı Yunan adasının mermerinden yapılmış ve benzer şekilde iki ucunda bulunan karşıt karakterlerle (kumaşla her yanını örtmüş yaşlı bir kadın ve çıplak, genç bir kadın figürü) bu eser, Ludovisi “Tahtı”nın ikizi gibi duruyordu. Ana sahnesi, ruhların kaderlerini belirleyecek bir tartıyı simgeliyordu ve her iki “taht”ın arasında, hayatı ve ölümü, kadını ve erkeği gösteren bir karşıtlığı kapsıyordu. Ancak, Boston “Tahtı”nın yontusu ve ikonografisi şüphelidir. Bu modern bir sahtekârlık mı yoksa? MÖ 5. yüzyıla ait, Ludovisi “Tahtı”yla aynı yerden gelen bir eser midir? Ya da 5. yüzyıldan kalma özgün bir eserin Roma dönemine ait bir kopyası mı? İç rahatlığıyla Ludovisi “Tabtı”nın üzerindeki karmaşık dini yorumları benimsememiz ya da yok saymamız, bu henüz cevaplanamamış sorulara bağlı. Ancak bu gizemli nesnenin güzelliği, bu sorulara hiç de bağlı değildir.

Robin Osborne
28 Şubat 1866, Çarşamba

(Sabah, saat 9) Kötü bir gece, sperm boşalımı. Yatak odamın penceresine şiddetle çarpan yağmurla uyandım. Şiddetli bir şimşek gürültüsü bu sulu borayı sona erdiriyor ama kapalı ve kurşuni gökyüzüne ışık getirmiyor.

Bu, hipokondri mi? ama dün akşamdan beri vasatlığın, güçsüzlüğün ve neredeyse entelektüel hiçliğin acı duygusunu hissediyorum. Bana öyle geliyor ki, her şeyin altında bir hiçim; yeğenlerim çoktan beni geçtiler, hocalık görevimi bırakmak, yalnızlığımın içine gizlenmek ve her sorumluluğu reddetmek zorundayım. Kendimde ne bellek, ne merak, ne yaratma ne de coşku bulamıyorum. Her şey bana zor ve ulaşılmaz görünüyor. Artık hiçbir şey bilmiyorum, artık hiçbir şeye cesaret edemiyorum. Bitkinlik, gevşeklik, güçsüzlük.

Bu duygu aldatıcı mı? Sanrısal bir hayal veya içe işleyen bir sezgi mi? Gerçek bir olgu mu yoksa düş kırıklığımın yol açtığı bir yanlışlık mı? Bende aşırı bir güvensizlik veya zayıflık mı var? Bunlar, düşüşe geçen yetilerim veya enerjim mi? Bu hipokondri mi, öyleyse nereden kaynaklanıyor?

Evet,  bu melankoli ve hatta hipokondri! Bu nevrozların özelliklerini yeniden okuduğum zaman bundan emin oldum. O halde, bu ruh halinin tüm sıkıntıları, tüm kaygıları ve tüm tedirginlik konularını abartması anlamında, bu düşsel bir hastalık. - Nedenleri Şunlar:

kendini aşırı bir şekilde inceleme
ilgi ve belli bir amaç eksikliği
istencin çalışmaması
iletişim ve toplumsallık eksikliği.

Bu durum bütün sinirsel bozukluklara, sıkıntıya, deliliğe, maniye, ve varoluşun tiksintisi yoluyla da intihara yol açabilir. - Tasse, Pascal, Rousseau melankoliktiler.

O halde hipokondriye doğru yönleniyorsun. Ve uğraşlarının yapısı seni oraya doğru itiyor. Kendini sürekli inceleme, devingen duygularının otokritiği, hastalıklı ve tehlikeli hale gelebilecek bu duyarlılığı artırıyor: küçük mutsuzlukları büyütmesiyle hastalıklı ve cesareti yok etmesiyle de tehlikeli.

Ve tedavi? Daha fazla kendi dışına çıkmak.
Düş kurmayı eğlencelerle,
faydasız dönüp durmaları yürümeyle,
cansızlığı çalışmayla
ebedi güvensizliği eylemle
savunmayı görevle değiştirmek.

İstencin çilesi, disiplin, ruhun daha iyi bir sağlık bilgisi, işte tedavi için izlenecek yol. - Hipokondri bir umut, atılım, cesaret eksikliğinden başka bir şey değil. Bu da istencin geri çekilmesinin bir sonucu. Bu, enerjiye egemen olan duygululuk, etkinliği boğan edilgenlik, bizdeki özgürlüğü bastıran yapı, yüksek yaşamımızı köleliğe indirgeyen alçak yaşamımızdır. Boyunduruğundan kurtulmak bir görevdir. 

Larrend and Karl



Bu moral hastalığı nasıl iyileştirilir? şiddet kullanarak. Bu ölümcül uyuşukluğu sars! Yalnızlıktan kurtul! Eşini ara! Doğal çekingenliğine ve tedirgin içgüdülerine teslim olma. Kanının son damlasına kadar bu uyku ve intihar eğilimine karşı diren. Sağduyuya, cesarete, enerjiye geri dön. Yeniden bir erkek ol. Bu dingincilik kadınsallaşmaktır. Kalbin laf ebeliğiyle ve gevşeklikle yağlanıyor. Gücü yeniden bulmak için düzenli bir işi zorunlu kılmak, kaslarını kamçılamak ve istencini sertleştirmek gerekir. Bu uyuşukluk günahtır. Yapılabilen yapılmalıdır ve ancak istenen yapılabilir ve ancak inanılırsa istenilir ve ancak kendi barışı sağlanırsa inanılır.

Kendini yalınlaştır: Dürtülerin çokluğu her şeyi karmaşıklaştırıyor ve engelliyor. Artık yalnızca görevini iste ve yaşamın hafifleyecek. 

Kendini sabitle: Değişkenlik, hiçbir tohumun büyümesine izin vermeyerek her şeyi kaybeder. Günlük üstün ve baskın bir ilgin olsun ve tinsel serseriliğin bitecektir.

Yoğunlaş: Yan çizmeden en önemlisine git ve üretimini düzene sok.
Bir gün sürpriz bir şekilde ölürsem, bu durum neden hiçbir zaman geleceğime inanmadığımı ve neden bir şeyde kökleşemediğimi yeteri kadar açıklamış olacaktır. Geçiciye olan eğilimim kehanetsel bir önseziden türemiş olabilir. Her zaman yolumun birkaç adım ötede bittiği ve devamı olmadığı hissine kapılıyorum.

...

Gölgemin dışına zıplamak, yazgımın dışına fırlamak, varlığımı, adımı, yapımı ve köleliğimi pekiştiren her şeyi silkip atmak isterdim. Bir değişimi, tam bir başkalaşımı çok isterdim. Benden sözedildiğini artık duymayabilseydim ve yeni koşullar içinde yeniden doğabilseydim, bana iyileşirmişim gibi geliyor. Yaşandığı şekliyle yaşamımdan sıkıldım, yoruldum ve doydum veya daha doğrusu ayrıcalıklarından bu kadar kötü yararlanan ve yeteneğimi ve günlerimi bu kadar kötü idare ederken kendimden hoşnut değilim. Ve kendimi mutlak olarak inkar ettiğim ve kendimden vazgeçtiğim için, mirasımı kabul etmek ve içine arzumu koymadan katlandığım bir durumun sorumluluğunu yüklenmek beni tiksindiriyor. - Olduğumdan ve olabildiğimden başka biri olmak isterdim. Sabırsızlıkla kendimden utanıyorum.  

Beau travail (dans scene)

Beau travail by Claire Denis (1999)
Can sıkıntısına neden olan nedir? yetilerin uyuşukluğu. Hiçbir şey bizi harekete geçirmediği veya teşvik etmediği zaman, tinsel olarak durgunlaşıyoruz ve ruhun bu durgunluğu, bu içsel boşluk can sıkıntısıdır. Bize vereceği hiçbir şeyi olmayan ve bizden hiçbir şey almak istemeyen kişi varlığıyla bizi kötürümleştirir. Bu kişi, sevincimizi, ruhumuzu, yaşam gücümüzü sızdıran ve kendini zenginleştirmeden bizi daha yoksul hale getiren bir emicidir. -Varlığından can sıkıntısını atmak, ne büyük bir tutumluluktur! Bunun için çok zaman yalnız kalmayı bilmek gerekir. Ama özbeğeniyi rahatsız etmeden yalnız kalmayı bilmek çok zahmetli bir sanattır.

...


15 Şubat 1866, perşembe

Uyumsuz ve sessiz yapımın ortasında her zaman bulduğum şey, eylemden derin bir korkudur. Kendimi denize atmak, gemilerimi yakmak, güvensizliğimi olduğu gibi tembelliğimi dehşete düşürüyor; ve önceki bütün düşüncelerim bana her zaman, çizilmesi ve yeniden yapılması gereken yanlış, boşluklu, sahte hesaplarmış gibi görünüyor. Bilinmez için, riskli için, kesin olan için duyduğum nefret her şeyin sonunda oluşuyor ve önceki akşamın tüm kararlarının üzerinde kalıyor. Sağduyu, akıl ve hatta kalp sessiz kalıyorlar ve sözü içgüdüye, her zaman reddetmeyi, çekimser olmayı ve rahat durmayı tercih eden pısırık içgüdüye bırakıyor. İşleri yalınlaştırmak için ölmeyi tercih edeceğim kesindir. Kendimi yönetmek benim için katlanılmaz bir şey. Korkum çok büyük ve bütün iyi atılımlar buna karşı hiçbir şey yapamıyorlar. Sorunsuzca, gevşekçe, özgürce ölmek, aynı zamanda önünde kaygılı benimizin geri çekildiği içsel bir ölümdür. İçimizde bize uygun olanı istemeyen ve acıdan daha fazla mutluluktan korkan bir şey vardır.

İntihar taşkınlığının çok fazla yumuşak ve türevsel biçimleri vardır. Eylemin tiksindirmesinin ve yaşamın titretmesinin nedeni insanın kendi içinde hem evet hem hayır olması ve paylaşılmasıdır. İstekten nefret edilir çünkü neyin arzu edilmesinin gerektiği bilinmemekte ve bir kararın uzun zaman destekleneceğine inanılmamaktadır.

...

"Mesleklerin en yorucusu, diyor Chourbuliez, susma mesleğidir." İşte yirmi yıldır boşuna buna uymaya çalışıyorum.

Batağın Derinlerinde: Amiel ve Pessoa

François Leuret, Val-de-Marne'daki Bicetre Hastanesi'ne başhekim olduğunda otuz iki yaşındaydı. Bicetre o tarihlerde akıl hastalarına “kucak açan" bir yerdi, ve o güne dek edindiği tecrübeler Leuret'de kesin bir inanç doğurmuştu: Deliler, yanlış davranışlar gösteren yaratıklardır ve iyileştirilmeye muhtaçtırlar. Bu doğrultuda hastaları korkutmaktan soğuk duşa sokmaya, hafif işkenceden geçirmeye dek uygulanmadık yöntem bırakmadı. Ancak 1834’te yayınlanan kitabında (Delilik Hakkında Psikolojik Değinmeler) şunları yazacak:  “Ne kadar uğraştıysam da... delice bir düşünceyi mantıklı bir düşünceden ayırt etmem mümkün  olmadı. Charenton’da, Bicetre'de, Salpetriere'de en çılgınca düşüncenin peşine düştüm; sonra onu dünyada hüküm süren fikirlerle kıyasladığımda şaşkınlıkla, hatta utançla arada fark olmadığını gördüm.” 

Leuret bilemezdi ama, o sıralar on üç yaşlarında bir delikanlı tam  da  Leuret'in dediği türden, delilikle mantığın birbirine karıştığı bir hayatın başındaydı. Kendi uçurumunu zihninde kazmaya başlamıştı daha doğrusu. Adı Henri Frederic Amiel'di.  Cenevre’de doğmuştu. Annesi o on bir yaşındayken veremden ölmüştü. Leuret'nin yapıtının Fransa’da yayınlandığı yıl, babası da kendini nehre atarak intihar edecekti. Henri Frederic ve kardeşleri amcalarının yanında büyüdüler. Henri Frederic önce Cenevre'de, ardından Heide1berg'de ve Berlin’de iyi bir eğitim gördü, coğrafya, tarih, estetik ve filoloji okudu ama en büyük ilgi alanı teoloji ve felsefeydi. 1849'da Cenevre Akademisi'nde boşalan estetik kürsüsünün yeni sahibi oldu. 1854'te ise felsefe kürsüsüne geçti, ölene kadar da burada kaldı. Flaubert’in ve Baudelaire'in çağdaşıydı, ne var ki ikisiyle de  tanışmadı. Paris’e, Londra’ya, İta1ya'ya yaptığı kısa yolculukların haricinde kendi köşesinde üç beş makale, birkaç şiir kitabı yayımlayarak sakin, durgun bir hayat sürdü. Bu barışsever adam, ne tuhaftır ki halk arasında tek bir eseriyle ün kazandı: Prusya kralı İsviçre sınırını tehdit ederken kaleme aldığı askeri marşla. Hayatının eserini yazmadı, hayatının kadınını bulamadı, bir bataklık durgunluğundaydı hayatı. Edebiyatın hep içinde olmuş, ama meselenin özünü ıskalamıştı. Duyguları olduysa da, görünüşe bakılırsa edebiyat ummanına bunları savurma fırsatını elden kaçırmış, ya da böyle bir işe gücü soluğu yetmemişti.

 Bu heyecan yaratmayan, renksiz yaşam öyküsü 1884 yılında sona erdi. Henri Frederic Amiel’in onu sıradan, sıkıcı bir akademisyen olarak tanıyan dostlarına, iş arkadaşlarına, ailesine nasıl büyük bir oyun oynadığı ise, iki yıl sonra ortaya çıktı. Amiel, yıllar boyunca günlük tutmuştu. İlk başta ara sıra, sonra gayet düzenli bir şekilde ömrünü kağıda dökmüştü. Günlerinin  akışını, okuldaki sınavları, yazdıklarını, her şeyini. Aslında bir ömürden daha fazlasını anlatmıştı. Dışarıda akademisyen Amiel rolünde dolaşan o kişiyi yazmıştı. Ve kendisinin, belki de yazdıklarında suretini gördüğü kişinin onun hakkındaki hislerini. Başarısızlık onda bir saplantıydı. Başarmak için her şeye sahipti: Sağlam bir eğitim görmüştü. İyi bir hatipti. Ancak istedikleri hep olağanın üstündeydi. "Bilinç, ancak mükemmeliyete ulaştığında huzur bulabilir,' demişti yayımlanan bir kitabında. Ve o mükemmeliyet, ona ulaşamamak korkusu onu usulca kendinden koparmış, gerçek eylemlerin, gerçek girişimlerin, gerçek insan ilişkilerinin yerine günlüğü geçirmişti.

Günlük yazan Amiel, akademisyen Amiel'in hayatını bu kelimeler hapishanesinin içinden izlerken bazen ayılıyor, kendine günlüğün anlamını soruyordu. Ve her seferinde onun yoldaşı, dostu, eczacısı, “yalnız insanın doktoru” olduğuna karar veriyordu. Öte yandan, kimse  fark  etmese de günlük sayesinde  çabuk  karışan  aklını da toplayabiliyordu. 31 Ocak 1853'te yazdığı gibi “hayatının dağılmasına, parçalanmasına”  bu  şekilde karşı koyuyordu.

Günlükte gördüğümüz Amiel, olayları analiz etmekte, kendisini  karşısındakinin yerine koymakta, kılıktan kılığa girmekte, büyük  yeteneğe sahip biridir. Dünyayı çok çeşitli açılardan kavrayabilmektedir, gördüğü çokyönlü eğitim yorumlarına da yansımaktadır. Ancak Amiel bu yetenekleri dışardaki hayata yansıtamayacağını düşünür. Sürekli hastalıklardan yakınır, üstelik ürkektir, sıkıntılıdır. Bir öğrencisinin ona sevimli bir mektup yazması, kız kardeşinin çiçek göndermesi, onda ancak ağır bir hastalığa yakalandığı şüphesini uyandırabilir. Çevresinde bir sürü kadın vardır, ancak hiçbiri onun hayat arkadaşı olamaz, zira gene mükemmeliyetçilik  devrededir.  “Bir kadının bütün ötekilerin  yerini  tutabilmesi için,” diye yazar 1860'da, “bir dalga gibi kıvrak, ışık gibi mükemmel olması lazım.” Böylece önce hayat karşısında cesareti kırıldığından, ardından başka çare bulamadığından ya da bulmayı istemediğinden bu acı verici yalnızlığa kendini bırakır. Bu hayat, 16900 sayfa sürer.

 Yıllar sonra, 1913'le 1935 arasında bir tarihte, Portekiz’de bir yazar “Amiel’in günlüğü hep canımı yakmıştır - ama kendi yüzümden," diye yazıyordu. "Scherer'in aklın meyvesini bilinci bilinci olarak tarif ettiğini söylediği yere geldiğimde, dosdoğru benim ruhumu ima ettiğini sezdim." Adı geçen Scherer, Amiel'i tanıyan biriydi ve günlükler ilk kez yayımlanırken başına ayrıntılı bir önsöz yazmıştı.


Yazarın adı Bernardo Soares’ti. Belki de Fernando Pessoa. Yirmi yıla yakın bir süre anlatılması imkansız, ya da ortak noktası sadece huzursuzluğu tarif etmek olan yazılar yazacaktı. Fernando masasının başına  çöktüğünde Bernardo'nun elinden, kaleminden deliliğini kağıda akıtıyordu. Sonra, bambaşka bir yüzle elini bu kez Ricardo Reis'in, Alvaro de Campos'un ya da Pero Botelho'nun hizmetine veriyordu. Yavaş yavaş, bir ömür boyunca insan ruhunun batağından çıkan yetmiş kadar hayalet o odadan, herkesin memur olarak bildiği Fernando Pessoa' nın evinden gelip geçecekti. Aralarında eşcinseller, kadınlar da vardı hatta, çünkü evreni kucaklamak isteyen, başlı başına bir edebiyat olmak isteyen birinin göğsünde bunlar da yasar.

Pessoa, dışarıda sıradan olabilmek için bunu yapmak zorundaydı. Huzursuzluğun Kitabı'nın 128. bölümünde şöyle yazıyordu: “Anlaşılmak bana hep dehşet vermiştir. Anlaşılmak, insanın kendini satması demektir. Olmadığım gibi sanılmayı, gayet doğal bir biçimde, usulca, bir insan olarak gözden kaçmayı cidden tercih ederim. Hayatta hiçbir şey, iş yerindeki arkadaşlarımın beni 'farklı' bulması kadar öfkemi kabartmazdı. Onların gözünde farklı olmama ironisinin tadını çıkarmak  isterim.  Onların beni kendilerine benzetmesinin çilesini çekmeyi, fark edilmemek işkencesine katlanmayı isterim. Azizlerden, keşişlerden daha üstün nice şehitler vardır. Tıpkı  beden ve arzu azabı gibi, akıl azabı da vardır. Bütün işkenceler gibi bu da belli bir haz veriyor.”

Amiel, hayatta savaşırken kendini ikiye bölmüştü. Bir aynada suretini görmek değildi onun yaptığı, kendi ve günlüğü birer ayna olarak birbirlerine bakmış, baktıkça çoğalmışlardı. Tamamı hala bilinmeyen karakterlerin yaratıcısı olan, onların adıyla, kimliğiyle, yaşamöyküsüyle kitaplara, makalelere imza atan Pessoa ise, kendi içindeki aynayı kırmıştı. Yazarken, her bir kırık parçadan yansıyan görüntüyü seyretmişti. Hiçbiri tam olarak o değildi, üstelik bütün parçalar bir araya gelse gene de ondan başka, ondan öte bir kimlik ortaya çıkardı.

6 Haziran 1866, Çarşamba

İnsanın yapısı, kendi dışında hareket etmeyi ve kendi dışına bakmayı gerektirir; kendini sürekli inceleme yıpratıcıdır. Böyle bir şey genelde belki de iyilikten çok kötülük getirir ve verdiği ışıktan daha çok güç sarfettirir. Psikoloji ahlak değildir ve gözlem yücelme değildir. Kendi kendine konuşma yalnız insan için bir gereklilikse, eylem onun için daha da değerlidir. - Gözlemini aşırılığa götürdün ve bu zararlıdır.


Evlilik herkesin ve özellikle edebiyat adamı olan kişilerin harcı olmayan bir lükstür.

Tanrı kuş yavrularına yem verir
Ama iyiliği edebiyata gelince durur...


...

Yaşamın elimden kaçıp gittiğini hissediyorum ve ölüm bana hoş gelmiyor. Ne şimdiden, ne de gelecekten umudum yok. Bunun sonucu olarak, karanlık yıkım, sessiz hüzün, iç karartıcı melankoli. Zaten mutluluğa olduğu gibi mutsuzluğa da ciddi olarak inanmamanın sıkıntısını çekiyorum.

...

Sıkıntının nedeni her zaman aynı: boşluk, utanç, memnuniyetsizlik. Seni hareketsiz ve güçsüz bırakan bu kararsızlık güllesini sürüklüyorsun. Mutsuzluğunla savaşmak yerine onu canlandırıyorsun ve yaşamından soylu ve güzel bir şeyler çıkarma avuntusunu bulamadan onun kaybolup gittiğini hissediyorsun. Ey sıkıntı! ey öfke! ey ızdırap! - Doymayan kaygı gırtlağına yapışmış. Su alan ve denizin dibine ineceğini hisseden bir geminin içler acısı durumu içindesin. Yas, pişmanlığa ve dehşete karışan yas içini kaplamış. Kendinden kaçmayı, gölgenin dışına zıplamayı, lanetini sarsmayı, yazgını değiştirmeyi istiyorsun. Faydasız. Çilen içinden çıkamayacak. Çile, senin doğandır, kararsızlığındır, düş kırıklığındır, tembelliğindir, çekingenliğindir, gururundur. Bu, yitirilen zamanın ve onarılamaz hataların duygusudur, her gelecek sorunu karşısındaki her zaman şaşkın olan tereddütündür, sürekli artan utanç verici güçsüzlüğündür. Çöküntüne eşlik etmek ve küçülenin şarabını tortusuna kadar tatmak çok acı vericidir. Ama bu acı kurtarıcıdır.

Tek bir şey kalbi hafifletiyor: görevini yapmanın kararlılığı. Düzene ve iyiliğe dönüş bu noktadadır.

Arture 638




İtalyan ozan Eugenio Montale'ye adanmış, üzerinde şu sözcükle: 'Hayat' (A 638).

“Önemli biri. Onu okumak istememin nedeni, Italo Svevo’yu keşfetmiş olması, hem de Joyce'un Cremieux ve Larbaud'yla birlikte Paris’te Svevo'nun tanınmasını sağlamasından daha önce... Italo Svevo’yla yazışmalarını ve şiirlerini okudum... Hayatı bir duvarla karşılaştırıyor. (Ezberden okur:)

Ve dolaşırken göz kamaştıran güneşte
 hissetmek hüzünlü bir hayretle
 nasıl da benzediğini, hayatın ve acılarının,
 üstü cam kınklarıyla kaplı
şu duvar boyunca yürümeye.' 

(çev. Egemen Berköz)


Kafam karışmıştı. Epey acımasızdı şiiri. Pessoa’nın dediği gibi: ‘Yaşantı kaşıntıdır.’ Onu üstünde cam parçaları bulunan, kırmızı, tuğla bir duvar boyunca çırılçıplak yürürken betimledim...'



10 şubat 1866,

Yaşamını sakatlama ve taşlaştırma noktasına kadar yalınlaştırmak görev değildir. Yalnızca yokluğu arzulamak bilgelik değildir. Dünyadan elini eteğini çekmek faydasız ve belki de suçlu bir intihardır. Aşırı çekingenlik bir bozukluktur çünkü kişiyi bencillikle aynı noktaya getiriyor ve bencilliğin tüm görünümlerini alıyor. Kendi için yaşanmaktan korkuluyor ve sanki yalnızca kendi için yaşanılıyormuş gibi yapılıyor. Gözyaşları içinde mutluluktan yoksun kalınıyor ve sanki yalnızca kendi çıkarını düşünüyormuş gibi yapılıyor. Hiçbir konuda başkası rahatsız edilmek istenmiyor ve başkası bu istememeyi bir hakaret gibi görüyor. En azından düşman edinmek istenmiyor ve tüm bağlantılar ve daha sonra tüm dostluklar kaybediliyor. 


12 Şubat 1866, Pazartesi

Ruhun tereddütü ve karakterin kararsızlığı en küçük karalamada bile görülürler. Kusursuz tümce, gözüpekliktir, saf addır, ruhun duruluğudur. Eyleme geçmeyi önleyen güvensizlik aynı zamanda doğaçlama söze, akıcı stile ve kendiliğindenliğimizin bütün iyi yürekli atılımına büyük engeldir. Güvensizlik aslında kendini bırakmayı engeller ve onun yerine sürekli ve inatçı eleştiriyi koyarken sevinci kendi deliğine ve arzuyu sessizliğin içine sokar. (...)

Kulak kendini duyduğu zaman duyma duyusu bozulmuş demektir; kendini sürekli gözlemleme senin acı çekmene yol açan sinirlendirici kötü alışkanlığı yaratmaktadır. Yeteneğinin en büyük düşmanı senin içindedir: bu, ilk hareketine karşı duyduğun aşırı, hastalıklı bir güvensizliktir; bu, bir fikri terketmeden ve ona inanmadan önce onu yirmi defa yeniden gözden geçirme, yeniden okuma ve yeniden düşünme gereksinimidir. Bu ödlekliğin sürekli çoğalan ve hatta biçimleri denenmeden önce geri çektirten tasalanmaları vardır. Yazdığım zaman, bitmeyen bir doğurma ve inatla kendini engelleyen ve kendini son kurtuluşa bırakmadan yalnızca doğurmanın acısını sürdüren bir lohusa çalışması durumunda kalıyorum. Meyvasız doğurma, sahte sunuşun ebedi boğuntusu, onun sıkıntısını, işkencesini bilmek için hissedilmiş olması gereken özel bir duygudur. İşte bu nedenle yazdıklarımı bastırmaktan ve hatta düzenlemekten nefret ediyorum. Böyle bir şeyin alışkanlığını edinmekten ve ustalık kazanmaktan uzakta olduğum için, kendimi her zaman daha yeteneksiz hissediyorum ve bunun artan bir korkusuna maruz kalıyorum.


Derin Okur

Okuyordu. Eşsiz bir dikkat ve titizlikle okuyordu. Her işaretin karşısında, erkek peygamberdevesinin dişisi tarafından öldürülüp yutulduğu anda içinde bulunduğu durumdaydı. Karşılıklı bakışıyorlardı. Ölümcül bir güç kazanan kitaptan çıkan kelimeler, kendileriyle temas kuran bakışın üzerinde hoş ve rahatlatıcı bir etki yapıyorlardı. Her biri, yarı kapalı bir göz gibi, başka koşullarda kabul etmeyeceği aşırı keskin bakışın içeri girmesine izin veriyordu. Böylece Thomas, kelimenin özü tarafından görüldüğü ana kadar, yaklaştığında hiçbir savunmayla karşılaşmadığı bu koridorlara doğru süzüldü. Henüz korkutucu değildi, aksine uzatmak istediği neredeyse hoş bir andı. Okur, uyandırmış olduğundan şüphe etmediği bu küçük hayat kıvılcımına neşeyle bakıyordu. Kendisini gören bu gözde, zevkle kendini görüyordu. Hatta zevki giderek büyüdü. Öyle büyüdü, öyle acımasız oldu ki bunu bir çeşit korkuyla yaşadı ve doğrulup da -o dayanılmaz an-, muhatabından suç ortaklığına benzer bir işaret almayınca, canlı bir varlık tarafından gözleniyormuşçasına bir kelime tarafından gözleniyor olmadaki bütün acayipliği fark etti; hem sadece bir kelime de değil, bu kelimenin içinde bulunan, bu kelimeye eşlik eden ve kendi içlerinde de başka kelimeler barındıran bütün kelimeler -bir melek topluluğu gibi sonsuzluğa, ta mutlağın gözüne açılan kelimeler- tarafından gözleniyordu. Bu kadar iyi savunulan bir metinden ayrılmak şöyle dursun, bakışını geri çekmeyi inatla reddederek, hala derin bir okur olduğuna inanarak, tüm gücüyle metne hakim olmaya uğraştı, halbuki kelimeler onu çoktan ele geçirmiş ve okumaya başlamışlardı bile. Ancak akılla kavranabilen eller tarafından yakalanıp yoğruldu, dipdiri bir diş tarafından ısırıldı; canlı vücuduyla kelimelerinin adsız biçimlerinin içine girip onlara kendi maddesini verdi, aralarındaki bağları kurdu, varlık kelimesine kendi varlığını sundu. Saatlerce, zaman zaman gözlerinin yerini alan göz kelimesiyle birlikte, kımıldamadan durdu; cansızdı, büyülenmişti ve açıktaydı. Hatta daha sonra, kendini koyverip kitabına bakarken, kendini okuduğu metinin biçimi altında tiksintiyle tanıdığında, omuzlarına tünemiş O ve Ben kelimeleri kıyımlarına başlarken, anlamdan yoksun kalmış kişiliğinde, onu derinlemesine keşfe çıkan karanlık sözler -vücudu olmayan ruhlar ve kelime melekleri- kaldığı düşüncesini korudu. (sf. 22 - 23)







Derin Okur'a

Karanlık Thomas - Maurice Blanchot
Türkçe. 111 s.
Çeviri : Sosi Dolanoğlu
6 Ocak 1866, Cumartesi.

(Öğle vakti) Şanssızlık üzerine şanssızlık. Bu sabah her şey başarısızlıkla sonuçlanıyor ve uzun sürüyor. Keyifsizim ve her noktada engelleniyorum. Temizlikçi kadın, terzi, veliler, öğrencilerim, özen, istenç veya saygı eksiklikleriyle bugün bana sıkıntı vermek için aralarında anlaşmış gibiler. Üstelik, kendimden memnun da değilim. Bu engeller beni dalgınlaştırdı ve iyi ders veremedim. Bu başarısızlıklar beni üzüyor ve tiksindirtiyor. Kötü bir haftasonu ve yıla kötü bir başlangıç. - Ama özsaygı olmaz olsun! Yapman gerekeni yap, ne olursa olsun! Görevini yap ve gerisine boşver, özellikle yanılgıların ve başarısızlıkların şansını artırmaktan başka bir şey yapmayan bu keyifsizlik sarsıntılarına boşver. Bilincin ve aklın dinginliğine geri dön... Başkasına bağımlı olan şeylerin hiçbir önemi yok, sana bağımlı olan her şeyi düzelt. Ve ne söylenirse söylensin. - Bu öğleden sonra rövanşı iyi alalım; bu iyileşmeyi sağlamanın yoludur.

21 Ocak 1866, Pazar

Dünyanın geçip gittiğini bana tekrar etmek gerekmiyor; bana her şey kartalın kanatlarıyla kaçıp gidiyormuş ve kendi varlığım da dağılıp gidecek bir kasırgadan başka bir şey değilmiş gibi görünüyor. - Ölecek miyim? Yaşlı mıyım? Filozof mu oluyorum? Her zaman ebedi şeylerin çukuru bana çok yakın göründüğü için mi geçici şeylere duyulan sevgi bana gülünç görünüyor. Bitecek şeye bağlanmak neye yarar? Saçlarımın içinden geçen sonsuzluğun soluğunu çoktan beri hissediyorum ve bana canlılar dünyasına öbür dünyadan bakıyormuşum gibi geliyor.

(Gece, saat 12) Calderon şöyle demişti: Yaşam bir düştür. Ben düşümde düş gördüğümü görüyorum, bu da uyanışın uzak olmadığını gösteriyor. Ne önemi var?

Çünkü bugün eğer sana Tanrı'yı buldurursa
Yüzyıl değerindedir.

BLANCHOT

Monokl Blanchot Özel Sayısı (3)

blanchot biyografi ~ christophe bident, çeviren: atakan karakış
maurice blanchot ~ ahmet soysal
maurice blanchot'ya dair ~ emmanuel levinas, çeviren: damla şıkel
Sayı 3adlardan sonsuzluğa ~ nami başer
bütün zamanların tanığı ~ jacques derrida, çeviren: damla şıkel
unutulmaz blanchot ~ serdar rıfat kırkoğlu
marks'ın üç sözü ~ maurice blanchot, çeviren: nami başer
arkadaşlık (l'amitié) ~ maurice blanchot, çeviren: ahmet soysal
blanchot'nun adı ~ mert bahadır reisoğlu
hayalet ve ışık ~ a. sara kılıç
maurice blanchot ~ rené char, çeviren: ahmet soysal
bekleyiş unutuş ~ maurice blanchot, çeviren: damla şıkel
blanchot üzerine ~ jean luc-nancy, çeviren: mert bahadır reisoğlu
karanlık thomas üzerine ~ jacques lacan, çeviren: özcan doğan
öteye - adım felaket yazısı ~ maurice blanchot, çeviren: ahmet soysal
blanchot: dildeki öteki ~ umut karagöz
ve her şey kaybolur ~ yeşim keskin
dışarının yazısı ~ volkan çelebi / janset karavin



Bizi en az kimin tanıdığını biliyor musun? Yakınlarımız.
 Bu gerçekten bir yasadır. Buna itaat etmeyi bilelim.

...

W.B.


 Paris, 1937


Sanırım günışığına çıkmış bütün fotoğraflarına bakmış olmalıyım Benjamin'in. Her birine dikkatle, uzun uzun bakmışımdır. Kişinin olanaksız bir tanışmanın şartlarını zorlamasında utandırıcı herhangi bir yan görmediğimi söylemeliyim. 

Richelieu'deki kütüphane'nin bir odasında Gisele Freund'ün çektiği kare beni öteden beri düşündürmüştür. Dışarıda neler olup bittiğini biliyoruz: Çember gitgide daralıyor. Asıl ilgilendiğim, burada, içeride neler olduğu. Walter hemen her gün geliyor Bibliotheque Nationale'e; Pasajlar'ın çukuru büyüdükçe büyüyor, doldurduğu fişlerin bir noktadan sonra içinden çıkılmaz bir labirent oluşturduğunu anlamış mıdır? 

Belli ki Gisele'le sözleşmişler o gün. Elinde Leica'sı, gelip etrafında dolanmış epey, ışığın durumunu ölçmüş, "sen rahatına bak" demiş Walter'e: "Çalışmana devam et."

Kalem tombul parmaklarının arasında, kağıdın üzerinde ilerleyen mürekkep lekeleri geniş bir anlam haritasında yol alıyor. Bu bina, bu salon, bu masa ve etrafını kuşatan atmosfer, koku, siyah beyaz egemenliği tanımlanamaz bir mutluluk duygusu yaratıyor Benjamin'de, kendisini yalnızca o rahim noktada huzurlu hissediyor, Gisele farkında durumun, en doğru anı arıyor.

Gece evde, yazı masamda zamanlarını ve adreslerini bir tek benim bildiğim, yanyana içiçe izlerin içinden kurumuş bir yaprağa uzanıyor, sapından tutuyorum: Portbou'daki boş mezardan kopardığım o sarı leke bir şimdiki zaman daha yaşıyor.


26 Mayıs 1866 (Cumartesi) ...İstencim hiç yok, çünkü arzum yok, çünkü hiçbir konuda başarıya inanmıyorum. Ne olursa olsun hiçbir şey hedeflemiyorum çünkü bana sıfır görünen gücüme ve yarın bitecek gibi yaşamıma bel bağlamıyorum. Kendimi başlamadan önce bitmiş ve yaşamadan önce yaşlanmış hissediyorum. Bu mutlak geri çekiliş, benim ebedi eğilimimdir. Buda ile birlikte yaşamın kötülük ve ölümün iyilik olduğunu söylemeyeceğim; ama istemenin benim için yorgunluk olduğunu ve umut etmenin yüreğimin gücünü aştığını söyleyeceğim. Amaçsız yaşamak beni aşıyor ve bir amaca sahip olmak, artık benim için mümkün değil. Kendinden tamamen umudu kesmek aynı anda bütün kasları ve kemikleri parçalıyor. - Ama bu tuhaf ve gülünç bitkinlik nereden geliyor? Bendeki umut tohumunu yokeden gizemli bir incinmeden. Hangi dönemde? Çocukluğumda. Çünkü o dönemden beri başkalarının arzuladığı ve elde ettiği şeyleri ne istedim, ne de düşledim. Daha az zarar görmek için, bütün enerjimi her şeyden vazgeçmeye, bendeki kendini beğenmişlikleri söküp atmaya, kendimi hiçbir şey haline getirmeye harcadım. - O zamandan beri, bütün bu budanmış arzuların yaraları bazen kalbimin içinde kanarlar ve bundan yalnızca ıstırap doğar. 

... 27 Mayıs 1866 Pazartesi (Sabah saat 11) Bütünlülük ve düzenlilik bende olmayan şeyler, çünkü öngörmekten ve istemekten nefret ediyorum. Her uyku önceki günlerin üzerine sünger çekiyor ve her şeye yeniden başlıyorum. Gelecek ve geçmiş siliniyorlar ve yalnızca şimdiyle meşgul oluyorum. Bu her zaman aynı nakarat ve aynı aksaklık. Aldırmazlık benim barınağım oldu, benim tikim haline geldi. Yapacak, isteyecek ve kaygılanacak hiçbir şeyi olmamak, tembelce hayal kurmak veya rastgele okumak, benim zevkim ve tutkumdur. Eylemle ilgilenmemek, işte benim eğilimim ve saplantım. Bana, yaşam tarafından dağıtılmışım ve kovulmuşum gibi geliyor ve bu bilinmemezlikten yararlanıyorum. Her gün biraz daha fazla sessiz gözleme yöneliyorum.

... 29 Mayıs 1866. Salı (Sabah saat 9) Bu sabah üzüntülüyüm. Ahlaksal gücüm, sağduyum, becerim kalmadı. Keyfi bir şekilde her tür aptallıkları yapıyorum ve inatla bütün yeteneklerimi köreltiyorum. Beni rahatsız eden, bana sıkıntı veren veya beni yaralayan şeyleri unutma alışkanlığına kendimi o kadar kaptırdım ki kafamda tutmaya çalıştığım her şeyi unutmaya başladım. Düzensizlik, bozgun, bitkinlik. Bu belirli hiçbir hedefe, sabit bir ilgiye sahip olmamanın ve hiçbir tutkuya kapılmamanın sonucudur. Az inançlı bir insan olarak, neden kuşku duydun, her zaman kendinden ve yazgıdan kuşku duyuyor musun ve her zaman kuşku duyacak mısın? -  Toz gibi ufalanabilir, hava gibi kaygan, dalga gibi devingen biri olarak, ne tutarlılığın, ne de karakterin var. Hiçbir şey yapmıyorsun ve hiçbir şey istemiyorsun; günlerin ne ayı, ne de yılı oluşturabiliyor; düşler ve kararsızlıklar halinde uçup gidiyorsun, ve yaşamının ne planı, ne sürekliliği ve ne de dönüşü var. Bu dayanılmaz bir şey. Bu güçsüzlüğünle ne itaat etme noktasına ne de düzeltilemezliğinin gerçekliğine bile gelemedin. 

Böylece kitapların seni kişisizleştirdiğini ve yolundan saptırdığını, buna karşın insanlarla temasın seni kendine getirdiğini ve bireysel varlığını ortaya çıkardığını biliyorsun; ama sen yalnızca kitaplarla yaşıyorsun ve benzerlerinle konuşmuyorsun. Yalnızlık sana zarar veriyor ve sen onun içine zevkle dalıyorsun. Kendi kendine konuşma seni verimsiz bir şekilde yıpratıyor ve artık bundan başka bir şey de yapmıyorsun. Kendini parçalanışın kılık değiştirmiş tutkusuna ve intiharın sessiz saplantısına bırakıyorsun. İçsel gözlemin kötürümleştirici ve büyüleyici bir özelliği var ve sen bunu inatla geliştiriyorsun.

Arture 580



Arture 580: Karl Marx ve Friedrich Nietzsche

Bu iki Alman düşünürü (Marx için 1818-1883: Nietzsche için 1844-1900) karşılaştırmak geldi aklıma, o kadar. Hayatımın yarısından fazlasını onlarla, onların etkisi altında geçirdim diyebilirim! Ama onlar birbirlerine hiç ilişmemiş. Hafızam beni yanıltmıyorsa, Marx'ın metinlerinde Nietzsche'nin adına rastlamadım hiç. Nietzsche sosyalizmle o kadar ilgilenmiş olmasına rağmen, Marx'ın yazdıklarını hiç görmemiş. Yanılıyor olabilirim. Ne fark eder. 

Buradalar işte, ikisi de, karşı karşıya!

27 mart 1866
Salı

(Gece, saat 9.30) Yağmur geri geldi. Masalarımı ve raflarımı düzelttim, bu düzen sevincini verirken aynı zamanda düzensizlik duygusunu veriyor. Zamanımdan, bana kalan güçlerden, harcayacağım yaşamımdan hiçbir şey yapmadığımı ve bunun sonucu hiçbir şey yapmayacağımı her gün daha iyi görüyorum. Haftalar, aylar birbirini izliyor ve tasarılara ve eyleme gelince kendimi tam olarak aynı noktada yeniden buluyorum. Bu kendi ekseni etrafında dönme, bu yerinde durmayan sabitlik, bu verimsiz çalkantı, beni gelecek için korkutuyor ve şimdi için içimi sızlatıyor. Değirmen taşım hiçbir şey öğütmüyor ve boşuna dönüyor.

Sabit bir amaç olmadan her şey, mutluluk ve ün kaybedilir,
Devam etmeden hiçbir şeye ulaşılmaz.

Günlerim ve mevsimlerim nereye gidiyorlar? hiçlik, iz bırakmayan okumalar, konusuz sohbetler, gereksiz kararsızlıklar, izsiz ziyaretler, devamı olmayan başlangıçlar, yararsız düşler, özet olarak önemsiz şeyler, boş lakırdılar, kendini beğenmişlikler halinde tükeniyorlar. Tüm zamanım öngörülemeyene, günlük aptallıklara harcanıyor ve bir kışın sonunda, kendimi ne daha bilge, ne de daha ileride değil de daha da yaşlanmış olarak buluyorum. Süslenme, gazeteler, mektuplaşma, isimsiz işler, faydasız hareketler en aydınlık saatlerimi emiyorlar; ve buna rağmen hiçbir yerde görülmüyorum, yalnız başına, neredeyse bir keşiş gibi yaşıyorum. Tiyatroları olduğu gibi kütüphaneleri, çalışmayı olduğu gibi zevki savsaklıyorum. Özet olarak, bir budala gibi yaşıyorum ve biyografisini yazmak zorunda olduğum Mornex'nin zavallı keşişinin ayırıcı özelliği olan bu benzersiz güçsüzlük yönüne doğru dev adımlarla ilerliyorum. Zevklerim dadı ve büyükanne zevkleri, yumurcaklarla çocuk oyunları ve kadınlarla sonuçsuz kalan gevezelikler. Bana gevşemişim ve bütün erkeksi tutkular beni terk etmiş gibi geliyor.



Arture 530 - 531


530. ve 531. arture'lerı, Lyonlu psikiyatr P. Max Simon'a borçluyum, akıl hastalarının yazıp çizdikleriyle ilgilenen ilk doktorlardan biri (“Les ecrits et dessıns des alıöns‘. Archives de I 'anthropologie criminelle. no.16.1888).

"Bir dostumun kır evindeydim. Geldiğim günün gecesinde, rüyamda bir çimenliğin önündeydim, harika devekuşları ağır ağır, sessizce dolaşıyordu, olağanüstü boyutlarda tavuklar vardı, devasa, neredeyse korkutucu biçimleriyle moaları andırıyorlardı. Kısa süre sonra uyandığımda, bu rüyanın anlamını çözmek zor olmadı; çünkü yakınlarda bir yerlerden horoz sesleri, kümesten gurk! gurk! eden tavukların gürültüsü geliyordu: anlattığım o düşsel imgeleri uyandıran belli ki bu sesler olmuştu. [...]








Bir başka sefer, yine sabah vakti, parmaklarımı belli bir pozisyonda tuttuğumu çok net bir biçimde fark etmişken, yine rüyamda, kocaman olmuş bir el gördüm, gerçekte parmaklarım ne şekilde duruyorsa, aynen öyle duruyordu. Bir başkasında, elimde gezinen bir sinek olduğunu hissediyordum, ve gözlerim kapalı, aynı böceğin görüş alanımda son derece net bir biçimde belirdiğini gördüm. " (P. Max Simon, Le monde des reves, 1888.)