Shine On You Crazy Diamond (Christy Moore)

KAFKA


"Kafamın içindeki muazzam dünya. Ama kırıp parçalamadan nasıl kendimi, nasıl bu dünyayı esenliğe çıkarabilirim? Onu kendime alıkoymaktan ya da içime gömmektense, kırıp parçalamam bin kez daha iyi. Zaten bu yüzden buradayım ve çok iyi biliyorum böyle olduğunu." (21 Haziran 1913)

"Zaten bu yüzden buradayım..."

Nerde? diye soruyorsunuz.

Roland Barthes'ın deyişiyle, "yazarın sıfırıncı noktasında". Çünkü ancak bu noktada kırıp parçalayabilir bir yazar. Yaşamla yazı arasındaki sınırı aşmanın, yazının (daha doğrusu yazılanın) yaşamla buluşması ve onun anlamı durumuna gelmesinin belki bir başka yolu yoktur. Varsa eğer, bu da, o yollardan biridir.

"O daha yaşamın içine girmeden, yaşam onun içine girdi." Kafka ile ilgili sayısız deneme, inceleme okudum. Groethuysen'den Sartre'a; Max Brod'dan Camus'ye; Lukacs'dan Wagenbach'a; Blanchot'dan Marthe Robert'e, Fischer'e vb. değin.

Ama hiçbirinde, Flaubert'in yukarda andığım cümlesindeki kadar Kafka'yı bulduğum olmadı. Kafka'nın hayranlık duyduğu, öykünmeye çalıştığı Flaubert, "sanatçının tarifi"ni yaparken, insan ve ya­zar olarak, Kafka gibilerin dünyasını, bu sözcüklerle açıklıyordu: 

"O, daha yaşamın içine girmeden, yaşam onun içine girdi."

Kafka'yı okuduktan sonra ekleyebiliriz: 

"Ve yaşam hiçbir zaman ya­kasını bırakmadı. Son soluğunda bile."

Ferit Edgü

uzak

 



















iç dengemi korumak pahasına yaşama, insanlara sırt çevirişlerim... kafka geliyor bu noktada aklıma, edebiyatın sanatın dışında hiçbir şeyden söz edilmesini istemeyen, herkesi kendime düşman edeceğim diyen; aruoba'nın sahicilik / sahtelik başlıklı metni, en son batur'un bir kitabında blanchot hakkında okuduğum anekdot... kimseyle görüşmemek, konuşmamak noktasına kadar da vardırır mıyım işi bir gün? iletişimin de mahrem bir şey olduğunu düşünür oldum git gide, susmak, susayazmak "bir şey" söylemekten iyidir gibi geliyor. yazgım hangi edebiyatçının yazgısıyla bir, hangi meçhulün sonu bekliyor beni, kayıp biri olmaktan bunca korku duyulan şey nedir? Siz benim kendimi yücelttiğimi düşünedurun, her insan güzel, adil bir kitap olsaydı bunca çalkantı da olmazdı herhalde içimizde.

hayatımdaki metamorfozik bir değişimden söz ediyordun ya, yok öyle bir değişim;
olsa da, ne varsa kendi içimde yaşanıyor.

BATMAK

 “BATMAK. Umutsuzluk ya da tatmin sonucu, aşık özneyi sarmalayan yıkılış esintisi.

1. Hem yaralandığım, hem de mutlu olduğum için, bazen bir batma arzusu sarar içimi.

Bu sabah, (kırda), hava kapalı ve yumuşak. Acı çekiyorum (hangi olaydan dolayı bilmiyorum). Aklıma intihar düşüncesi geliyor, her tür hınçtan arınmış biçimde (hiç kimseye karşı bir şantaj söz konusu değil); tatsız tuzsuz bir düşünce bu; hiçbir şeyle ilişkisini koparmıyor (hiçbir şeyle ilişkisini “kesip atmıyor”), bu sabahın rengiyle (sessizliğe, ayrılıp gitmeye) uyuşuyor.

Bir başka gün, yağmur altında, bir göl kıyısında vapur bekliyorum bu kez de, mutluluktan, aynı yıkılış esintisi içimi sarmalıyor. İşte böyle, bazen, mutsuzluk ya da sevinç geliverir birden, ardından hiçbir kargaşa da çıkmadan: Artık pathos diye bir şey kalmaz ortalıkta: eridim, parçalanmadım; düşer, akar, tükenirim. Aklımızın ucundan geçen, hoşumuza giden, yoklanan (ayağımızla suyu yoklayışımız gibi) bu düşünce geri dönebilir.

Hiçbir görkemliliği yoktur.
Bunun adı tam anlamıyla tatlılıktır".

*
Aşk Söyleminden Parçalar
Roland Barthes

Arture 562


Mein Liebe F...

Nihayet biraz eğlenebileceğiz! Thomas Bernhard'ın Kant okurken nasıl delice kahkahalar attığını hatırlar mısın? Burada, aynı filozofun başka bir dikkatli okuru var: Heiner Müller. Eğer tanımıyorsan, Heiner Müller hakkında bir şey söyleyeyim sana. Bana kalırsa. B. Brecht sonrası Alman tiyatrosunun en önemli dramaturglarından biri. Bazı oyunlarını çok sevdim, otobiyografik yazılarını daha da çok. Amerikalı müzisyen John Cage gibi, "söyleşi"lere bayılıyor. İşte burada Alexandre Kluge'yle sohbete dalmış:

Müller.- Evet öyle ya da böyle. Kant'la çalkantılı bir ilişkim var. İlk kez on yaşımdayken okudum onu. Babamda Ahlak Metafiziği vardı. Doğal olarak öncelikle mastürbasyon üstüne olan bölümü okudum. Ve derinden incindim. Kant bu işi kesinlikle suç olarak görüyordu, uzak durulması gereken, insanlığa yakışmayan bir suç olarak.

Kluge - Neye dayanarak söylüyordu bunu?

Müller - Doğanın kanununa aykırı düştüğü için, ayrıca...

Müller ve Kluge.- (aynı anda) üreme zorunluluğuna.

ONANİSTAN (A 390)

"Onanistan" (A 390 - İnsan XXXI)

"Onanistan" (A 390 - İnsan XXXI) için daha iyi ne bulabilirdim ki, çünkü “31 çekmek” Türkçede mastürbasyon yapmak anlamına geliyor! Erkeklerin, kadınların, elli tane farklı mastürbasyon yöntemleri var. Ellıs, vajinalarda ya da sidiktorbalarında bulunup ancak cerrahi müdahalelerden sonra çıkarılabilmiş nesnelerin bir listesini veriyor -ama her zaman böyle aşırı durumlar olmuyor: “Kalemler, balmumu mühür parçaları, saç tokaları, makaralar, kemik iğneler, saç maşaları, dikiş iğneleri ya da örgü şişleri, iğnedanlıklar, pergeller, kristal tıpalar, mumlar, mantar tıpalar, maşrapalar, çatallar, kürdanlar, diş fırçaları, krem kutuları (sözü edilen vakada, kutunun içinde bir mayısböceği bulunmuş, ki bu da Japon rinnotama'sının yerini tutuyor), tavuk yumurtası, vb. Bu yabancı cisimlerin yüzde doksanı mastürbasyon amacıyla vajinaya sokulmuş."


Mastürbasyon tüm topluluklarda rastlanan doğal bir olgu... Hayvanlarda da. Atlar mastürbasyon yapıyor. Boğalar ve tekeler boşalmak için ön ayaklarını kullanıyorlar. Ayılar arka ayaklarıyla penislerini sıvazlıyorlar, sırtlanlar rahatlamak için birbirlerinin cinsel organlarını yalıyorlar. “Geyikler kızıştıklarında, eşleri yoksa eğer, doyuma ulaşmak için ağaçlara sürtünürler. Koçlar mastürbasyon yapar; develer de öyle, çömelip uygun nesnelere sürtünürler; filler ise penislerini arka ayakları arasına sıkıştırırlar. (...) Erkek maymunlar penislerini sıvazlamak ve sallamak için ellerini kullanırlar." İçgüdüler çok güçlü. Mastürbasyonun istem dışı başladığı insan türünde yaş sınırlaması yok. Ellis mastürbasyonu alışkanlık haline getirmiş bir yaşın altında birkaç çocuktan söz ediyor. Bir sinir hastalıkları uzmanı, genç erkeklerle genç kadınların %99’unun fırsat düştüğünde mastürbasyon yaptığını, % 1 'inin de bunu sakladığını belirtiyor. Kierkegaard, Gogol, Moussorgski, Rousseau ya da Goethe gibileri bu konuda ne kadar aşırıya kaçtıklarını itiraf ediyorlar. Yalnızca çok büyük bir sıklıkla yapıldığında, ya da pek kutsal bir suçluluk duygusu neticesinde dramlar yaşanabiliyor. Histeri, “mastürbasyon çılgınlığı"... Bu sorun çoğu zaman bir çiftleşme bozukluğuna ya da bir tür yetersizliğe bağlı olabiliyor. 

Zulu kahramanı Cetewayo: "Ötsün kuşun elinde, aksi değmez zahmete."

Ölümsüz Franklin: "Masturbasyon icadın anasıdır."
Ayrıca: "En sağlam ilke masturbasyondur."

Tartışmasız bir otorite olan uzman Brigham Young şöyle der: "Diğer şeyle kıyaslandığında yıldızböceği ile yıldırım arasındaki fark gibidir."

Masturbasyon ilmi üzerine
  birkaç düşünce 


Onanistan II (A 452)


31

Commentaries şöyle der: "Yalnızın yoldaşıdır; terk edilmişin arkadaşı; yaşlı ve iktidarsızın velinimeti; bu görkemli oyalanmaları oldukça beş parasız olmayanlar bile zengindir."

Başka bir yerde bu harika gözlemci şöyle der: "Onu oğlancılığa tercih ettiğim zamanlar var"

Robinson Crusoe: "Bu hassas sanata ne kadar borçlu olduğumu anlatamam."

Kraliçe Elizabeth: "Bekaretin siperidir."

Masturbasyon ilmi üzerine
  birkaç düşünce











Etimdeki kama
Seni yaşadım
Seni öldüm
(B.K.)

Çeşitlemeli Korku'dan


"Ara Olaylar"

Ölümünden beri Barthes’a neler oldu? Dikkat edilmesi gereken en az üç olay gerçekleşti. 1987’de, Barthes’ın yazınsal varisi konumundaki François Wahl, Barthes’ın adı altında lncidents başlıklı ince bir cilt yayımladı. Kitap iki çok kısa metin ve iki daha uzunca metinden oluşur; bu metinler, Wahl’ın ileri sürdüğüne göre, yazmanın ivedi olanı yakalama (“se saisir de l’immediat”) çabasını paylaşırlar. Wahl'ın  bu kitabı oluşturma kararı büyük ölçüde muhalefetle karşılaştı çünkü iki uzun metin İncidents ve Soirees de Paris, Barthes'ın en otobiyografik yazılarında bile ilan etmemeyi tercih ettiği bir şeyi dile getirmektedir: homoseksüelliğini. “Incidents” 1968 ile 1969’da gerçekleşen karşılaşmaların kısa anlatımlarını -çoğu birkaç tümce biçiminde- sunar; bu karşılaşmalarda Faslı oğlanlar ön plandadır. Andre Gide’in Kuzey Afrika’daki homoseksüel karşılaşmaları anlatan günlüğünden çok az etkilenen Barthes’ın metni anlatıdan kaçınır ve homoseksüel karşılaşmaları az ve öz parçacıklarla betimlemek yerine geçiştirir: “Mustafa şapkasına âşık. ‘Benim şapkam - onu seviyorum.’ Aşk yapmak için bile çıkarmaz kafasından." (Incidents) Barthes par Barthes “Incidents (küçük metinler, tek satırlar, haiku, notasyonlar, sözcük oyunları, tıpkı bir yaprak gibi düşen her şey)” başlığını taşıyacak bir kitap projesinden bahsetmekteydi; bu metnin söz konusu projeyle ilişkili olduğu kesindir. Ancak, “Incidents” olaylardan, sözcük oyunlarından, şakalardan ya da haikuyu biçimsel yönden bile andıracak notasyonlardan tamamen yoksun olduğu için, dikkatler ayrıntısız gözlemlerin ardında yatıyor olabilecek cinsel durumlara çekilmektedir.

Wahl'ın “Soirees de Paris” başlığıyla yayımladığı ama Barthes’ın “Vaines soirees" (Anlamsız Geceler) olarak değindiği günlük parçaları daha büyük ilgi gördü ve daha büyük dehşete neden oldu. Barthes’ın öldüğü yılın yaz mevsiminden kalma bu sayfalar fazlaca hiçbir şeyin gerçekleşmediği Paris akşamlarını anlatır: arkadaşlarıyla akşam yemeği yer, gidecek bir sinema arar, kafelerde dolanır, kararsızca delikanlıları takip eder ya da onların yaklaşımlarını can sıkıcı bulur, huzur içinde gazetesini okuyabilmek için yalnız bırakılmayı diler. Barthes daha önceleri “Deliberation” başlıklı bir denemede günlük konusu üzerinde düşüncelerini açıklamıştı: yayımlatma düşüncesiyle bir günlük tutmalı mıyım? Dezavantajları sıralar: günlüğün hiçbir “misyon”u, hiçbir gerekliliği yoktur; yazarını poz vermeye zorlar ve tüm önemsizliği, gereksizliği ve yapaylığıyla sürekli şu komik soruyu ortaya atar: “Ben miyim?” (Le Bruissement de la langue) Ama Barthes'ı günlük konusuna çekenin de bu dezavantajlar olduğu görülür. Olaysızlıkların notasyonu yazmanın “neredeyse olanaksız” bir biçimi halini alır, çekiciliğini reddettiği şeylerden alır: anlam, süreklilik, olay örgüsü, yapılandırma.

Ancak, pratikte, “Soirees de Paris" Barthes’ın onlarla geçirdiği gecelerin “boş” olarak nitelendirilmesi karşısında gücenen dostların bir ölçüde gizli tutulması (adlarının baş harfleri kullanılır) durumunda bile insanları taciz eder. Her şeyin ötesinde, amaçsızlığı kabul etmesi açısından çekicidir. Paris gecelerinden bıkan ve çekingen bir tavırla cinsel eşler arayan ünlü entelektüelin dokunaklı gösterisi kasvetli bir tonda sonlanır:

Üzerime bir tür umutsuzluk çöktü, içimden ağlamak geldi. Oğlanlardan vazgeçmem gerektiğini, ne kadar da açık bir biçimde gördüm, çünkü hiçbiri beni arzulamıyordu ve ben de onlara duyduğum arzuyu sergileme konusunda ya gereğinden fazla titiz ya da gereğinden fazla beceriksizdim; bunun kaçınılamaz bir gerçek olduğunu flört etmeye yönelik bütün çabalarım gösterdi - benim melankolik bir yaşantım olduğunu, sonunda bundan çok sıkıldığımı, yaşamımı ilgiden ya da umuttan yoksun bırakmam gerektiğini (...) Benim için geride dolandırıcılardan başka hiçbir şey kalmayacak. (Peki ama dışarı çıktığımda ne yaparım ben? Gözüme sürekli delikanlılar çarpıyor, hemen onlarla aşk yapmak istiyorum. Dünyamın bu görünümünün sonu ne olacak?) - Bir parça O. [Olivier’nin eve getirdiği genç bir arkadaş] için piyano çaldım, bunu benden istemesinin ardından, tam o anda ondan vazgeçtiğimi bilerek: gözleri ne kadar sevimliydi, ne de narin bir yüz, uzun saçlarıyla daha da bir narin: narin ama erişilemez ve esrarengiz bir yaratık, hoş yaratılışlı ama uzak. Sonra onu gönderdim, çalışmam gerektiğini söyleyerek, sona erdiğini bilerek, ve bir Olivier’den fazlasının bittiğini bilerek: tek bir delikanlının sevgisi. 

Kitap böyle sona erer: “artık delikanlılar yok” demek yerine tek bir delikanlının hissettiği ya da tek bir delikanlıya hissedilen sevgi olasılığından fazlasını istemeyerek.

*
Barthes (Kültür Kitaplığı 80)
Jonathan Culler


Neden arkamda en ufak bir gelecek kuşak bırakma isteği, peşimden gelecek en küçük bir iz bırakma isteği duyacakmışım, en çok sevmiş olduğum, en çok sevdiğim varlıklar da, ben ya da hayatta kalan birkaç kişi de gittikten sonra arkalarında bir şey bırakmayacaklarına göre? Benim, benden sonra, Tarih'in soğuk ve yalancı bilinmezliği içinde sürüp gitmemin ne önemi var, anneciğimin anısı, benden sonra ve onu tanımış olup da sırası geldiğinde ölecek olanlardan sonra sürmeyeceğine göre? 

Ben bir tek kendime ait bir "anıt"a sahip olmak istemem.

Yas Günlüğü'nden,
Roland Barthes

Arture 555, 556, 569, 630, 650 : Cesare Pavese



"Daha önce yanımda bir kadınla uyanmadığımı, sevdiğim kadınların beni asla ciddiye almadıklarını ve doyuma ermiş bir kadının erkeğe yönelen o minnettar bakışını görmediğimi söyleyebilir miyim sana, aşkım."

 Çabucak boşalıveren şu adam olarak doğmasa çok daha iyi olurdu. 
İntiharı haklı gösteren bir kusur bu.

İşte sevgili dostum Pavese'nin durumu. Yaşama Uğraşı'na kendisi tarafından korkunç bir açıklıkla verilen özeti! Tragedya mı, komedya mı? Bu konuda hiç doktora danışmadığına göre, ikisi birden diyebilirim.


"Aradığım şeyin, yalnızca daha önce gördüğüm bir şeyi görmek olduğunu açıklayabilir miydim birine? Yük arabaları görmek, ambar görmek, fıçı görmek, demir parmaklık görmek, hindiba görmek, mavi kareli bir mendil, su matarası, bir kazma sapı görmek olduğunu? Yüzler de hoşuma gidiyordu böyle, onları hep görmüş olduğum şekilde: kırışıklarla dolu yaşlı yüzler, güvercinlik biçiminde damlar. Benim için, mevsimler geçiyordu, yıllar değil. Rastladığım şeyler ve konuşmalar öncekilerle ne kadar aynı olursa, -kızıl sıcaklar, panayırlar, eski, dünyanın yaratılışından önceki hasatlar- o kadar haz duyuyordum. Çorbalar, şişeler, budama bıçakları, harman yerindeki ağaç gövdeleri için de aynı şey geçerliydi."


Henri Frederich Amiel (1821 - 1881)

22 Ocak Pazartesi
(sabah saat 9 30)

...

Uyum, sağlamlık ve devamlılıktan yoksunum, tüm atılımlarım gelgeç isteklerden başka bir şey değil. Aynı zamanda hiçbir yere varamıyorum. Günümün bir bütün oluşturması çok zor; haftam, ayım ve yılım hiçbir bütünlük oluşturmuyor. Tüm okumalarım, çalışma saatlerim, düşüncelerim ve istençlerim, bir piramit veya bir kolye bile oluşturmayı başaramadan ufalanıyorlar, dağılıyorlar ve taneleniyor. Anlamsız şeyler beni tüketiyor. Düzenlenmiş iki durum arasındaki vekillikte veya kısa bir okul tatilinde, yolculukta yapıldığı gibi yalnızca günü gününe yaşıyorum. — Akademideki derslerim ve özel günlüğüm olmadan, bir yıl içinde ne yaptığımı bile söyleyemem, gidiş çizgim o kadar rastlantısal, tuhaf ve kesik kesik ki; duygulara ve durumlara o kadar uyarak dalgalanıyorum ki, yaşamımı o kadar az yönetiyorum ki. Güçlerini ve etkinliğini belirli bir amaç için eğitmek; öngörülemeyenin istilasına karşı genel istencini savunmak; saatlerini düzenli bir şekilde kullanmak ve bir planı gerçekleştirmek, benim için her zaman bir özlem ve bir imkansızlık olmuştur. Bana ait istençler beni o kadar az ilgilendirirlerdir ki, önlerine çıkan en küçük şey onların önüne geçmeye hak kazanırlar, ve bu şekilde yaşam erteleye erteleye sürüp gider,


Gün, ay, yıl erteleyerek kaybedilir,  
Ve çocuk bir gün ak saçlarla uyanır!


Seçilen bir görev benim için her zaman, değeri olmayan ve hiçbir saygıya hakkı olmayan ve tamamen keyfi olan bir zevk ve kişisel bir kapris haline gelerek biter. Kendimi bağlamayı ve kararlarımın birinin önünde eğilmeyi bilemiyorum. Beni keyfince yönetmek, onu sanki bir ast gibi vesayet altına almak, yalancısı ve öğrencisi yapmak isteyen kendime gülüyorum. Bir eşitinin büyük havalarını ciddiye almak olanaksızdır. Kendim için ve dolayısıyla kendi üzerimde otoritem yoktur. Buradan disiplinsizlik, anarşi ve güçsüzlük ortaya çıkıyor. - Hiçbir zaman olumlu bir görevin ve bana bir zorunluluk yaratan açık bir üstünlüğün net görünümüne sahip olmadım; toplumsal durumum konusunda hiçbir açık bilince ve bunun sonucu belirli bir iddiaya, sınırlandırılmış bir tutkuya ve çok belirgin bir amaca sahip olmadım. O halde yaşamda saf bir hevesli, hiçbir üstünlüğe göz dikmeyen ve sorumsuzluğumdan turist olarak yararlanan, çok şeyde amatör biri olarak kaldım. — Bu durum kararsızlığımın bir sonucu, mutlak, mükemmel veya en azından en iyi olmayan her şeye karşı kayıtsızlığımın bir sonucu olmuştur. En iyi yapabileceğim şeyi bilmediğim için, buna keyfi olarak karar vermeye ve bu karara inanmaya çaba göstermedim. Ve böylece insan doğasının çeşitliliğini hissetmenin ve herkese sempatiyle ve düşlerle her şeyi yapmanın dışında amaçsız ve sürekli bir şeye karşı ilgisiz dalgalandım. Ruhun tam merkezinde birbiri ardına oluşan bu kesilmeyen diziye özenle eşlik etmek, mikrokozmosu ve içinde fiziksel ve ahlaksal dünyanın tüm hareketlerini izlemek, sabit bir şekilde yaptığım tek şeyin bu olduğunu zannediyorum. Psikolojiden daha iyi bildiğim bir şey yok. Bunda bile sonuca varamadım, yalnızca materyalleri, deneyimleri, algılamaları, sezgileri, eğilimleri toplayıp biraraya getirdim. — İstenç eksikliği tüm bu istidatları faydasız hale getiriyor ve yeteneklerinden sonuç çıkarma yeteneği olmadan bu yetenekler ha var ha yok. Yaşama sanatı yeteneklerini yönetme, entellektüel sermayeyi işletme ve güçlerini kullanma sanatını içerir. Kurnazlara olan antipatin, sanatın bu tarafını küçümsetti, yani akla başkaldırdı. Cezan güçsüzlük ve verimsizlik oldu. Yaşamın en iyisini düşlemekten vazgeçtin ve sana ayrılan tüm meyvelerin başkaları tarafından toplanmasına izin verdin. Kopma seni avuttu ama tüm arzu edilebilir iyiliği yapmanı ve söz verdiğini düşündüğün şeyi yerine getirmeni engelleyen bir yanlışlığa üzülebilirsin. İçsel kararsızlığına eklenen gizle kırgınlık onbeş yıldan beri seni yıkıma götürdü. İlk aşkının solduğunu gören kadın gibi, toplum tarafından dışlandığım, bağışık tutulduğunu, uzaklaştırıldığını zannettin ve o kadın gibi, yeni bir yanılgının elmasını dişlememek için artık yalnızca alçakgönüllülükle yaşayabildin. Erkeğin kaba ve egemen sertliğinden yoksun oldun. Kazanma gereksinimi, etkileme coşkusu, yönetme açlığı, yaşam gururu, ortaya çıkma ve kendini kabul ettirme tutkusu sende eksik olan şeyler. Kaygılanmadan ve başka birini ezmeden kabul edilmeyi, hoşlanmayı, beğenilmeyi, sevilmeyi istemiş olman gerekirdi; Çaba göstermek ve kendinden daha az kuşku duymak için teşvik edilmiş olmayı istemen gerekirdi. Duyarsızlık ve kötü niyet seni dilsizleştirdi. İyilikten başka bir şey yapmak istenilmediği zaman neden doğayı zorlamalı ve kendini beğenmişliği oynamalı? Bu durumda sen oyun alanının dışına çekildin. Erkek doğası uyarıcısını içinde taşırken kadın doğası bunu dışarıdan bekliyor. Ve bu anlamda kendimi kadın olmaya bıraktım. İstemediğin için sana bir şey verilmedi; bakirenin sakınımlılığını ve gururunu taklit ettin. Böylece bütün bu sakıncalar sıralanıyorlar. Hepsi, daha az bir erkekliğe benzeyen bir organizasyon boşluğuna, doğuştan gelen bir tür güçsüzlüğe bağlanıyorlar. Disiplin, enerji, direşme, gözüpeklik, tutku, ataklık ve uyarıcı eksikliği, hepsi aynı kapıya çıkıyor. Savunmacı, yoksun tarafta bırakıcı, savsaklayacı eğilim, kopma, düş kırıklığı, istenç eksikliğinin sonuçlarıdır. Çocukluğun çekiciliği, anneye özgü bir içgüdüdür. Ve buna rağmen, haksızlığa karşı öfkeyle, düşünce zevkiyle, inada karşı eğilmemezlikle ve başka birçok şeyle kendimi erkek olarak hissediyorum. Faydasız bir şey, önemsiz bir amaç, bir oyun olması koşuluyla dayanıklılığım sınırsız hale gelebilir. Bu durumda beni kötürümleştiren şey, kalbin hissettiği belirli bir aşılamaz tiksintidir, ama bu tiksinti kimin için, ne için? Beni oluşturan yaşam için ve belki de toplumun anladığı ve uyguladığı şekliyle olan yaşam için. Parçalanan ideal ve ölen umut, belki de hastalığımın gerçek adı budur, diğer bir anlatımla: sessiz ve derin düş kırıklığı, çabaların ve arzuların faydasızlığı duygusu, boyun eğen hareketsizlik, Budizm. Özümün dingin dalgalarının dibinde her zaman bulduğum yılan bu biçimde. Kendi üzerine kıvrılmış ve kendini yoketmeden tükenen bu yılan kuşkusuz kuşkudur, iyileştirilemeyen, yeniden doğan ve yokedilemeyen kuşkudur.

...

Benim için söylenen şu sözü anımsadım:

Kendisinden daha büyük bir düşmanı ve daha aşağılayıcı bir eleştirmeni yoktur.

Weekend (2011) Directed by Andrew Haigh
25 Şubat 1866, Pazar

çeşitli izlenimler: temiz meltem, gölün ve kıyılarının güzelliği, sade, pürüzsüz Alpler, yaşamın esnekliği ve başdöndürücülüğü. - Daha sonra anıların gelgiti, yılların kayboluşu duygusu, artan melankoli. Boğulan özlemlerin, uyanan sıkıntıların korosu, yazgıyla uyumsuzluk. Teslim olmak istemeyen gururun yeniden uyanan başkaldırısı. Özgür ve efendisiz bir insan olunduğu zaman, intiharın, durdurulmasının yol açtığı kemirilmeden çok daha kolay oduğunu farkettim. Bir kez daha bağımlılığın (aşkın istenen bağımlılığı hariç) benim için katlanılmaz olduğunu ve ufukta görünmesinin bile beni öfkelendirdiğini gördüm. İnsanlara karşı olan güvensizliğimin ve dünyaya olan uzaklığımın büyük ölçüde arttığını hissediyorum. - Bağımsızlığım babacan, hoşgörülü, uysal olmamı sağladı ama insanlardan baskı gördüğüm zaman bende oluşabilecek değişimi ölçmeye cesaret edemem. İçgüdümün neden bağımsızlığa sımsıkı sarıldığını anlıyorum. Bunun nedeni zevk değil, kaygıdır. Bu, yakındığım ve küçümsediğim insanlar gibi kıskanç, intikamcı, çıkarcı, açgözlü, zalim veya en azından basit hale gelme kaygısıdır. İyi ve sevimli bir insan olarak kalabilmeyi isterim, işte bu nedenle bir kez yaralandıktan ve kırıldıktan sonra içsel bir kangrene yolaçabilecek gururumu her tür saldırıdan koruyorum.


Gizli Günce

De Sade’ı okurken, sapıklığının kaynağını anladım. Başlangıcında, küçük bir aslana yapacağınız gibi, onu iyileştirirsiniz. Ama Tanrı sizi onun büyümesini beklemekten ve sonra da sadece onu küçükken gördüğünüz için zararsız olduğunu düşünmekten korusun.

N. gelirken sık bir şekilde zor anlar yaşıyor. Herhangi bir anda arzulanan kasılmalar vücudunda patlayabilir ama vücudu beklemenin gerilimine dayanamıyor ve onu tekrar Cennete itmem gereken büyük mağaraya giriyor. Ani ve şiddetli acıları daha uzun sürdükçe, en son kasılmaları zevkten çok acıyı daha da fazla andırıyor. Rahatlama getiren acı, bu zevkin tanımlarından biri değil mi? Bununla birlikte N. böyle bir acıyı, onu getirmek için harcadığım çabaları durdurmaya tercih ediyor.

Eğer bir kadın zevk ve acı konusunda sınırsızsa, acı için zevk duyabilir sonra zevk için acı çekebilir.

Bir defasında N. kasılmaların ulaşılmazlığının rahatsızlığıyla acı çekerken göğsünü ısırdım ve geldi. Dişlerimin izi sosyetenin erkeklerini mutsuz eden kapalı giysileri bir ay boyunca giymeye zorladı. Bundan zevk alıyorum, onu ısırıyor ve çimdikliyorum. Yakın bir zamanda tekrar yaptım. N. çıldırdı ve taşaklarımı diziyle tekmeledi. İki büklüm oldum ve ilk gecemizin anısı acıyla hücum etti. Sadece o zaman kasıtlıydı.

Korktu ve gereksizce telaş etmeye ve yüksek sesle bana yardım etmek için ne yapacağımı bilmeden ağlamaya başladı. Burada zeki bir karar verdi, kafasını göbeğime çekilmiş olan dizlerimin arasına soktu ve ona daha önce hiç vermediği kadar zevk verdi. Başlangıçta taşaklarımdaki ağrı ağır basıyordu ve onu ittirmemekten için kendimi zor tutuyordum. Sonra acı zevkle azalmaya başladı ama acı hâlâ vardı ve bu ona yeni bir renk veriyordu.

Hülyalı bir şekilde

“İşte senin De Sade’ın” dedim.

N. penisimi yanağının altına koyarak

" Ne? " diye sordu.

*
Aleksandr Puşkin
GİZLİ GÜNCE
1836 - 1837

DOĞA

Doğa, Şeytanın bayram yeridir, bütün iblislerin şenliğidir.

Doğada her şey erir. Nesneleri gördüğümüzü sanırız, oysa gözlerimiz yavaş ve sınırlıdır. Doğa uzun soluklar sonucunda çiçeklenir ve solar; okyanussu dalga hareketleriyle yükselir ve alçalır. Duygusal önyargılar olmaksızın kendini tamamıyla doğaya açan bir zihin, doğanın kaba maddeciliği ve huzursuz taşkınlığı içinde boğulacaktır. 

Antichrist (2009, Lars Von Trier)

Meyveyle yüklü bir elma ağacı: Nasıl da huzurlu, nasıl da pitoresk. Ama bir de bakışınızın önündeki insancıl filtreyi kaldırarak bakalım. Doğanın köpürüşünü, çılgın gibi hareket eden sperm baloncuklarının nasıl da biteviye fışkırıp, bu çürümüş ve gayri insani kıyımın ortasında patladığını tahayyül edelim. Bizleri birer cinsel varlığa dönüştüren kitonyen dünyanın kara büyüsü; Hıristiyanlığın ilk günah olarak tanımladığı ve bizleri arındırabileceğini iddia ettiği daemonik kimlik budur işte. Üreyen kadının Hıristiyanlığın evrenselleşmesine en büyük engel olduğunu Lekesiz Döllenme ve Bakire Doğum öğretileri aracılığıyla göstermek mümkündür. Kitonyen dünyanın doğurganlığı. Batı metafiziğine ve anneye rağmen kimlik arayışı içinde olan her erkeğin önünde duran bir engeldir. Doğa, varlığın kaynayıp fokurdayan aşırılığıdır.

Camille Paglia

DOĞA

Başlangıçta doğa vardı. Tanrı hakkındaki fikirlerimizin kendisinden çıka­rak ve kendisine karşı biçimlendiği arka plan olan doğa, en yüce ahlaki sorun olarak kalır. Doğaya karşı tutumumuzu açıklığa kavuşturmadıkça, cinsellik ve cinsiyeti anlamayı umamayız. Cinsellik doğanın bir alt küme­sidir. Cinsellik insanda doğal olanın ta kendisidir.

Yapay bir inşa olan toplum, doğanın gücü karşısındaki bir korunaktır. Toplum olmasaydı, doğa denen barbar denizin kasırgalarında perişan olur­duk. Toplum, doğa karşısındaki o aşağılayıcı edilginliğimizi azaltan, mi­ras alınmış bir biçimler sistemidir. Bu biçimleri tedricen ya da hızlıca de­ğiştirebiliriz, ama toplumdaki hiçbir değişiklik doğayı değiştiremeyecek­tir. İnsanlar, doğanın özel kayırmasına mazhar değildir. Biz insanlar, do­ğanın üstlerinde herhangi bir ayrım gözetmeden kudretini sergilediği çok sayıdaki türden biriyiz sadece. Doğanın bizim ancak birazcık farkında ola­bileceğimiz bir temel işleyişi vardır.

İnsani hayat, korku ve kaçışla başladı. Din, yatıştırma törenlerinden, azap verici unsurları teskin etmeye yönelik efsunlardan doğmuştur. Bugü­ne değin sıcaktan kavrulan ya da soğuktan donan bölgelere pek az toplu­luk yerleşmiştir. Uygar insan, doğaya ne kadar boyun eğmiş durumda ol­duğunu kendinden gizler. Kültürün görkemi, dinin yatıştırıcılığı dikkatini çeker, inancını kazanır. Ama doğanın herhangi bir kımıldanışı her şeyi tuz­la buz etmeye yeter. Yangınlar, seller, yıldırımlar, fırtınalar, kasırgalar, ya­nardağlar, depremler - her zaman her yerde hazır ve nazırdır. Felaketler iyiyi kötüden ayırmadan vurur. Uygarlaşmış hayatın bir yanılsama haline ihtiyacı vardır. İnsanın hayatta kalma mekanizmaları arasında en kuvvetli olanı, doğanın ve Tanrının nihai iyilikseverliği fikridir. Mevcut kültür, bu fikir olmadan korku ve umutsuzluğa geri dönerdi.

Cinsellik ve erotizm doğayla kültürün iç içe geçtiği buluşma noktası­dır. Cinsellik sorunu, feministlerin bir toplumsal uzlaşma nesnesine indir­gemesi nedeniyle, kabaca aşırı basitleştirilmiş oluyor: Toplumu yeniden düzenleyin, cinsel eşitsizliği ortadan kaldırın, cinsel rolleri arıtın, böylece her yerde mutluluk ve uyum hâkim oluverecektir. Bu noktada feminizm, son iki yüzyılın tüm liberal hareketleri gibi, Rousseau’nun mirasçısıdır.

Toplum Sözleşmesi (1762) şu sözlerle başlar: “İnsan özgür doğar ama her yerde zincirlere vurulmuştur.” İyi huylu Romantik doğayı yozlaşmış top­lumun karşısına çıkartan Rousseau, toplumsal reformlar yoluyla dünyada cennetin yaratılabileceğini sanan on dokuzuncu yüzyıl ilerlemeci akımını üretmişti. Bu içi boş umutlar, iki dünya savaşının felaketleriyle yerle bir edildi. Fakat Rousseauculuk, çağdaş feminizmin kendisinden kaynakla­narak geliştiği 1960’ların savaş sonrası kuşağında, yeniden doğdu.

Rousseau, ilk günahı, Hristiyanlığın insanın kötülüğe teşne biçimde kirli ve suçlu doğduğu itikatından kaynaklanan kötümser anlayışını redde­der. Rousseau’nun insanın doğuştan iyiliğine dair Locke’tan kaynaklanan kendi düşüncesi, bugün ABD'de toplumsal hizmetlerde, ceza hukuku mevzuatında ve davranışçı terapi uygulamalarında hâkim etik durumdaki toplumsal çevreciliğin yolunu açtı. Bu anlayış, saldırganlığın, şiddetin ve suçun toplumsal yoksunluktan - yoksul bir mahallede kötü bir evde ya­şamaktan - kaynaklandığını varsayar. Dolayısıyla da, feminizm, ırza teca­vüzün suçunu pornografiden bilir ve kendi kendini doğrulayan döngüsel bir akıl yürütmeyle sadizm tezahürlerini kendisine karşı bir tepki olarak yorumlar. Ne var ki ırza geçme ve sadizm tarih boyunca bütün kültürler­de rastlanan vakalardır.

730 sf. 
Bu kitap, Batı edebiyatının önemli yazarlarından en az okunmuşu olan Sade’ın bakış açısını benimsiyor. Sade’ın, ilk büyük Rousseaucu deney olan ve politik cennetle değil, Terör Dönemi’nin cehenneminde sonuçla­nan Fransız Devrimi’nden on yıl sonra kaleme aldığı eserleri, hiciv tarzın­da yazılmış geniş kapsamlı Rousseau eleştirileridir. Sade, Locke’dan zi­yade Hobbes’un yolunu izlemiştir. Saldırganlık doğadan gelir; Nietzsche’nin güç istemi olarak adlandıracağı şeydir. Sade'e göre, doğaya dön­mek (cinsel danışma merkezlerinden lifli yiyecek reklamlarına, hâlâ kül­türümüze işlemeye devam eden Romantik zorunluluk) dizginleri şiddet ve şehvete bırakmak demektir. Bu görüşe katılıyorum. Toplum suçlu de­ğildir, ama suçu denetim altında tutan güçtür. Toplumsal denetim zayıfla­dığında, insan doğasında varolan bütün acımasızlık açığa çıkar. Tecavüzcü­yü yaratan toplumsal koşulların kötülüğü değil, esasen toplumsal koşul­lanmanın iflasıdır. İktidar ilişkilerini cinsellikten kapı dışarı etmeye çalı­şan Feministler, kendilerini doğaya karşı konumlandırmıştır. Cinsellik güçtür. Kimlik, güçtür. Batı kültüründe, sömürücü olmayan tek bir ilişki biçimi yoktur. Herkes hayatta kalmak için öldürmüştür. Doğanın evrensel kanunu olan yok ederek yaratmak, maddede olduğu gibi düşüncede de iş­ler. Kimlik, Nietzsche’nin vârisi Freud’un ileri sürdüğü gibi, kimlik, ça­tışmadır. Her kuşak sabanını ölülerin kemikleri üzerinde sürer.

Arture 277 " SADE HALÂ KURBAN ! "

Etkiler, 1982, 

"Sade is still the victim!"

  Yüksel Arslan

→ SADE

Doğa

Cinsellik nesnesi, sanat eseri, kişilik: Batı deneyimi hücresel ve bölücüdür. Doğanın sürekliliği ve akışı üzerinde belirlenmiş bölgelerin haritasını bize dayatır. Bizler doğaya karşı birer ritüel kalkan işlevi gören Apollonik sınırlar çizdik; karmaşık kriminal kodlarımız ve ihlâlin incelikli erotizmi gibi. Cinselliğe ve topluma dair radikal eleştirilerin zayıf noktası, daemonik doğasına hükmedebilmek için cinselliğin ritüel bağlara ihtiyacı olduğunu ve toplumun baskısının cinsel hazzı artırdığını fark edememiş olmaktır. Çıplak yaşayan bir koloniden daha az erotik bir şey yoktur. Arzu, ritüel kısıtlarla yoğunlaşır. Sado-mazoşizmin maskeleri, koşumları ve zincirleri bunun içindir. (Camille Paglia)

KİNSEY

Kinsey rolünde Liam Neeson, (2004, dir: Bill Condon) 

İnsanoğlu her tür cinsel dışavuruma müsaittir. Her seksin aşkla kutsanması, duygularla zenginleşmesi gerekmez. Çoğu insan, cinsellikte yaptığı şeyin herkes tarafından yapıldığını düşünür. Ya da yapması gerektiğini. Fakat neredeyse bütün cinsel sapkınlık adı verilen şeyler biyolojik normallik sınırlarında kalmaktadır. Örneğin, mastürbasyon, ağız cinsel organ teması ve homoseksüel faaliyetler insanoğlu dâhil bütün memelilerde sık rastlanan şeylerdir. Toplum bu tür faaliyetleri ahlaki açıdan kınamaktadır. Oysa bunları "gayri tabii" nitelemek gülünçtür. Fakat yaratılışın ilk kitabına ve halkın görüşüne göre bir tek doğru cinsel denklem vardır: Erkek artı kadın eşittir bebek.





Bunun dışındaki her şey ahlaksızlıktır. Fakat sırf bu sınıftaki erkeklerin orgazm kayıtları. toplumsal kısıtlamaların etkisizliği ve biyolojik ihtiyaç zorunluluğunu kanıtlamaktadır. Neden bazı inekler hat safhada seks ister de diğerleri sadece yerinde durur? Neden bazı erkekler haftada 30 kez orgazm olurken bazıları hiç olmaz? Çünkü herkes farklıdır. Esas sorun çoğu insanın birbiriyle aynı olmak istemesidir. Bu insanlık halinin temel açısını basit bir şekilde görmezden gelmek onlara daha kolay gelir. Grubun bir parçası olmaya o kadar isteklidirler ki orada bulunmak için kendi doğalarına ihanet ederler. Eğer hoşa giden ve kuvvetle arzu edilen bir şey yasaklanırsa anında bir takıntıya dönüşür.

Bunu bir düşünün.

Alfred Kinsey
(1894 –  1956)