Alkaios & Sappho

 Alcaeus and Sappho. Side A of an Attic red-figure kalathos, ca. 470 BC. From Akragas (Sicily).

Alkaios, Lesbos’taki Mytilene’de yerleşik eski bir soydan gelir. Bu adanın bile paçayı kurtaramadığı iç savaşlarda büyük bir şevkle soyluların yanında yer almıştır. Lesbos’un Solon’u olan Pittakos’u '“düztabanlı bir yağ tulumu” ve “palavracı bir çapkın” diye tanımlar, oysa Pittakos yedi bilgeden biriydi ve onu bağışlamıştı, daha sonra sikkeler üzerinde birlikte yer almışlardır. Alkaios tutkulu genç asilzade kişiliğine sahipti; ana temaları spor, içki, parti kavgası ile kulüp yaşamıydı, özellikle de şaraptan aldığı haz şarkılarını bir renk cümbüşüne boğar.

Alkaios ode’lerinden birinde Sappho’nun aşkı için yalvarır: “Siyah lüleli, gül yüzlü Sappho, sana bir şey söylemek istiyorum, lakin utanıyorum, söyleyemiyorum.” Sappho ise şöyle karşılık verir: “Erdemi sevseydin ve de soylu bir niyetin olsaydı, dilinin ucundaki sözlerden utanıp gözlerini yere indirmezdin.” Gelmiş geçmiş en şık red cevaplarından biridir bu. Sappho’nun kalbi hemcinslerine aitti. Oğlan sevgisini haykıran ozanlarda boş yere aradığımız o duygusal derinlik Sappho’nun aşk şiirlerinde fazlasıyla mevcuttu. Dünya edebiyatının ilk kadın şairi, aynı zamanda da en büyük kadın şairidir o. Vezin sanatı bakımından onun dizeleri Alkaios’un dizelerinden üstündür, yumuşaklık ve yarattığı atmosferin sihri bakımından da ancak yeniçağ lirizminin sonlarına doğru aşılabilmiştir. Öte yandan, gemi azıya almış tutkusu ve dobralığı sanatına eril bir hava katar. Eros’un gücünü, meşe ağaçlarını sarsan bir fırtınaya, tatlı dilli bir yılana benzetir. Geç eskiçağ Sappho’nun güzel oğlan Phaon’a duyduğu mutsuz aşktan dolayı kendisini Leukas kayalıklarından aşağı attığı efsanesini uydurmuştur. Grillparzer daha sonra bu efsaneyi bir Viyana varoş tragedyasına dönüştürdü: Ünlü bir opera yıldızı delikanlının birine aşık olur ama delikanlı “cici kız” Melitta’yı tercih eder. Bununla beraber, kadında şehveti ruhsallıktan ayrı düşünmek erkeğe nazaran daha zordur. Ovidius, Sappho’nun şiirlerinden daha duyusal bir şeyin olmadığını ileri sürmüş ve Romalı genç hanımlara bunları hararetle tavsiye etmiştir. Tabii Ovidius bu şairin bütün eserlerini okuma şansına sahipti, ancak Sappho’nun erotizminin inceliklerini bütünüyle kavradığı söylenemez. Eskiler Sappho’yu Sokrates’le kıyaslamaya bayılırdı; bizler de benzer bir biçimde Sappho’yla kız öğrencileri arasındaki ilişkiyi Sokrates’le çömezleri arasındaki ilişkiye benzetebiliriz: Eros, bedensel güzelliğin görünümüyle ateşlenmiş, fakat bir şairin erişebileceği en yüksek tinsellik ve ancak bir kadında olabilecek derin hassasiyetle aydınlanmıştır. Bu konuyu daha fazla deşmek, örneğin Goethe’nin Friederike’sini ve diğer şairlerin aşklarını didik didik eden sayısız araştırma kadar ahmakça ve kabacadır. Bu noktada dünyayı ilgilendirebilecek tek şey, gerek Goethe gerekse de Sappho’da şairin bir kadına yönelen duygu dünyasıdır; gerisi özel yaşamla ilgilidir. Bu arada, insanların güya onurlarını kurtarmayı amaçlayan savunmaların (profesörlerin bundan anladıkları, ilişkilerin aslında platonik olduğunu kanıtlamaya çalışmaktır) en az skandal öyküleri kadar bayağı ve banal olduğunu belirtelim. Herhangi bir ölümlünün, zevk sahibi her insan kadar devletin de reddettiği bu başbelalarına yakayı kaptırması için ne kadar ünlü olması gerektiğini tespit etmek, çalışkan edebiyat tarihçileri için bitmez tükenmez bir konudur....

*
Antik Yunan'ın Kültür Tarihi
Egon Friedell 
sf. 125-126

Erotik Kadın Edebiyatı ve Sappho

Erotik kadın edebiyatı geç ortaya çıkmıştır ve kökenleri kesin olarak belli değildir. Bugüne kadar ilginç, sağlam, hatta büyüleyici eserler yazılmışsa da bunlar başyapıt değildir. Henüz hiçbir kadın romancı, Nicolas Chorier'nin Luisa Sigea'nın Diyalogları'nın, Sade'ın Juliette'nin ya da Nerciat'nın İçimizdeki Şeytan'ının benzerini yaratamadı. Bunun nedeni, erkeğinkinden çok daha az beyinsel olan kadın erotizminin doğasındadır. Kadınlar, cinsel duyumları çok daha canlı ya da derin hissedebilirler, ama onları düşünceye ya da imgeye dönüştürmekte erkekten daha az yeteneklidirler.

İÖ 640'a doğru Lesbos adasının en önemli kent Mitylene'de doğmuş olan Sappho (kendi portresinin bulunduğu madalyalar üzerindeki Yunanca adı Sappho ve hatta Psappho'dur), Antikçağın ilk erotik kadın şairidir. Yine de, her zaman kibarca olan yazdıklarının içeriğini abartmamak gerekir. Lirik şarkılardan oluşan dokuz kitabından bize sadece iki eksik od (birisi Afrodit’e Çağrı'dır) ve yaklaşık yüz yetmiş beş parça kalmıştır; ama bunlar, Archiloque'da rastlanan müstehcenlik kırıntılarından daha az müstehcendir. Sappho'da böyle bir şey yoktur. Sappho eşcinseldi ve üç arkadaşı bilinmektedir: Athis, Telesipa Ve Megara. Oxyrhynchus papirüsü şöyle der: "Kimileri tarafından ahlakça gevşek ve kadınlara düşkün olarak eleştirilmiştir; berbat ve çok çirkin bir fiziği vardı, çünkü koyu tenli ve çok kısa boyluydu." Ama tutkularını öyle uyumlu ifade etmiştir ki, kullandığı kıta tarzı "safik kıta" diye adlandırılmış ve başka şairler tarafından taklit edilmiştir.

Sappho, Huile sur toile de Charles-Auguste Mengin, (1877)

Sappho bir şiir ve müzik okulu yönetiyordu ve Gurina ya da Anactoria gibi az çok aşk dolu şiirler yönelttiği kişiler kendi öğrencileriydi. Bunlar, aşk temalı üslup denemeleri olabilir. Athis'e, Andromeda'yı tercih ettiği için kızdığında, bu başkasına tercih edilen bir öğretmenin duyduğu kıskançlıktandır: Çünkü Andromeda, Sappho'nunkine rakip bir okulu yönetiyordu. Sappho, "Uzun zamandır seni seviyordum, ey Athis" dediğinde bunun bir itiraf olduğu bilinir. Ve belki şu da başka bir itiraftır: "Ey benim güzellerim, sizin karşınızda düşüncem asla değişmeyecektir." Aşk delilikleri üzerine yazdığı od, çok tutkulu olduğunu göstermektedir "Bütün vücudum ter içinde, her tarafımı bir titreme kaplıyor; çimenden daha yeşilim ve neredeyse öldüğümü hissediyorum." Ama bu düşüncenin Sappho'ya dair olduğunu kimse doğrulayamaz: "Ne yapacağımı bilmiyorum: İçimde iki ruh hissediyorum." Hektor ile Adromaque'in zifaf gecesi üzerine, bir delikanlının aşkından eriyip bittiğini annesine itiraf eden bir genç kız üzerine şiirler yazar. Kimi zaman, eşcinsel ilişkilerinin kanıtı olarak yorumlanan Sappho'nun bazı parçaları, bu ilişkilerle hiç ilgisi olmayan eserler olarak da düşünülebilir.

XVIII. yüzyıl çapkınları, Ovidius'dan dolayı, Sappho’nun tüm bir genç kızlar haremini baştan çıkaran çok büyük bir ahlaksız olduğunu sanmışlardır. XX. yüzyılın ilk yıllarında lezbiyenler onu kutsal koruyucuları yaptılar; Renee Vivien, Kitharedler' de, sanki aşırı açıklamalar söz konusuymuş gibi, Sappho'nun ve çağdaşlarının eserlerinden parçaları daha da vurgulayarak çevirdi. Gerçekte, Sappho'nun eşcinselliği ılımlıydı ve hatta kurulu düzene uygundu; en ünlü şiirleri, yeni evliler için Surnameler, evliliğe övgüler ve evlilik şarkılarıdır. Bunlar arasında, erkek kardeşi Charaxos'a yaptığı bir uyarı da vardır, çünkü o, Mısır’da Naucratis’deki bir fahişeye tutulmuştu: Çetin ceviz bir dul, kendi çevresindekilerden birinin uygunsuzluğunu daha erdemlice örtemezdi. Sappho'nun, Andros Adası yurttaşlarından biri olan Kerkolas'ın, evlendiği ve Cleis adlı bir kızının olduğu saptanır. Ama Sappho’nun kitaplarını imha edilmeden önce okumuş olan Maxime de Tyr, Cleis'e olan sevgisini ifade eden şiirlerinin sadece kızına hitap ettiğini doğrulamıştır.

*
Alexandrian
Erotik Edebiyat Tarihi

Sappho & Phaon


Jacques-Louis David - Sappho and Phaon (1809)

Erkek yazarlar yüzyıllardır lezbiyen ilişkilerin geçiciliği fikrini beslemişlerdi. Lezbiyenliğin kalıcı olmadığına baş örnek olarak da (çoğu araştırmacının efsane olduğunu savunduğu) Safo-Phaon öyküsü kullanıldı. İlk ansiklopedilerden biri olan Dictionary Historical and Critical’da(ilk Fransız baskısı 1697, ilk İngiliz baskısı 1710) Pierre Bayle Safo’ya ilişkin makalesinin büyük bölümünü, onun Phaon uğruna kadınları terketmesinin tartışmasına ayırır.

Safo Phaon’a öylesine tutulmuştu ki, tutkusu karşılıksız kaldığında Leucadia’da bir uçurumdan atlayarak intihar etmişti. Bayle, Phaon öyküsünün kaynağı olduğu söylenen Ovid’in “Safo’nun Phaon’a Mektubu” adlı şiirinden uzunca bir bölüm alır kitabına:

İstek yaratmıyor bende artık, bir zamanlar
yasak aşkımın sevgili nesnesi olan lezbiyen kadınlar,
Bütün aşklar eriyip gitti aşkında senin,
Bilemedin, genç adam, değerini böyle bir ateşin.


*
Kitap: Erkek Aşkının Ötesinde / Lillian Faderman

Blue Is the Warmest Color (2013, Abdellatif Kechiche)




Baudelaire & Lezbiyenler

Baudelaire’in yaşam öyküsünü yazan Enid Starkie, şairin lezbiyen şiirlerinin yirmi bir ile yirmi beş yaşları arasında, “çağdaşlarını kızdırmaya çalıştığı ... çıraklık” döneminde yazıldığına işaret etmektedir. 1846 yılında yayıncısı, şiirlerinin kısa bir süre sonra Les Lesbiennes adı altında yayınlanacağını duyurmuştu. Eğer sonunda 1857 yılında çıkan aynı kitapsa, bu ad şiirlerin konusunu yansıtmak üzere değil (açıkça lezbiyenlik hakkında yalnız üç şiir vardır), azami rahatsızlık etkisi nedeniyle seçilmiştir. Les Fleurs du Mal yayınlandığında Baudelaire aradığı kötü üne kavuştu; hakkında üç lezbiyen şiirinden ikisi ile dört ayrı şiirinin pornografik olduğu iddiasıyla müstehcenlik davası açıldı. Kitap kısa sürede bir “skandal başarısı” kazandı.

Eğer Baudelaire’in kitabıyla ilgili sözlerinin alaycı bir dille söylenmediğini kabul edersek, Balzac gibi onun da ne yaptığı hakkında kafasının karışık olduğu ortaya çıkmaktadır. Delikanlılığından beri gelenekdışı davranışlarıyla insanları zor duruma sokmaktan hoşlanmıştı. Kendisine herkesin önünde “işten atılmış bir rahibin oğlu” diye değinmekten, “zavallı yaşlı babamı öldürdüğüm zamandan” söz etmekten, bir yandan inanılmaz öykülerinden birini ağzının içine bakan bir kalabalığa anlatırken birden sözünü kesip bir kadına şöyle laflar atmaktan hoşlanırdı: “Matmazel, başında altın başaklardan bir taç taşıyan ve beni çok içten bir ilgiyle dinleyen siz, biliyor musunuz içimden ne yapmak geçiyor? Beyaz etinizi ısırmak geçiyor. Ve eğer izin verirseniz, sizi nasıl seveceğimi anlatacağım. Ellerinizi tutup, onları birbirine bağlayıp, sonra sizi bileklerinizden odamın tavanına asmak isterdim. Bu iş bitince, önünüzde diz çöküp karbeyazı ayaklarınızdan öperdim.” Bir yandan orta sınıfın terbiye anlayışına ve sıradanlığa düşmanlığını ifade etmek isterken, gene de doğuştan bir burjuva Katolikti. Rimbaud une Saison en Enfer'de onun için "on est esclave de son bapteme" diyordu (kökeninin kölesi). Baudelaire’in burjuva, Katolik ahlakına ve değerlerine karşı benimsemek istediği tutum konusundaki kafa karışıklığı, Les Fleurs'e ilişkin şu sözlerinde de gözlenmektedir: 

“Ahlâksızlığa karşı dehşet ve korkuyu ifade eden bir kitap yazmış olmaktan son derece gurur duyuyorum.” Annesine de yapıtının “Katoliklikten esinlendiğini” yazıyordu. Bir yandan kitabıyla burjuvaziyi kızdırıp şaşırtacağı fikri hoşuna gidiyordu. Ama öte yandan varlığının derinliklerinde, bugün bizim için mümkün olmayan bir biçimde, yazdığı seks ve uyuşturucu konularının gerçekten dehşet verici olduğuna, bu ikisinden birine kendini kaptırmanın insanı derhal ve kesinlikle insanlıktan çıkardığına ve lanetlediğine inanıyordu. Les Fleurs du Mal’ daki şiirler, ikircimleri, röntgenciliği, lanetlenme korkuları ve “günah”ın zevkli çamurlarında bir çocuk gibi yuvarlanmalarıyla, ancak püriten ya da “Viktorya” gibi bir dönemin ürünü olabilirlerdi.

Baudelaire’in yaşam öyküsünü yazanlardan bazıları, lezbiyen şiirlerini yazmasından önce ilişkisi bulunan üç kadının da -Jeanne Duval, La Pomare ve Madam Stoltz- lezbiyen eğilimleri olduğunu öne sürmüşlerdir. Ama şiirler tanıdığı gerçek insanlardan çok, erotik fantezilerle ilgilidir. Konu aldığı kadınlar onları uzaktan seyreden röntgencide boş umutlar ve kızgınlık yaratacak bir görüntü sunarlar. Şiirde ima ettiği gibi, şairin değerler sisteminde en çekici yaratıklardır onlar:

Gece gökleri gibi tutkunum sana...
Kaçtıkça benden, güzelim, daha çok severim seni...
Bir cesede üşüşmüş kurtlar korosu gibi 
Atılır, tırmanır, saldırırım;
Seni amansız, acımasız canavar,
Buz gibi soğukluğundur körükleyen ateşimi

Büyük olasılıkla sonuçsuz kalan Les Lesbiennes'in ilk şiiri olması düşünülen “Lesbos”ta, kadınlar “baygın ve çılgın" Karpuz kadar serinletici, güneş kadar kadar sıcak öpücükler” verirler birbirlerine. Ama sanki bunları, çocukluğundan beri böyle hayalleri hiç kafasından çıkaramadığını söyleyen konuşmacı erkek için yapmaktadırlar. Erkek sonra, hiç bir açıklama getirmeden, şunları söyler: “Çünkü Lesbos beni seçti herkesin içinden/Bu güzel bakirelerin gizini övmeye”. Konuşmacıya göre “Safo’nun kıvancını kıskanması” gereken “Venüs’ten güzeldir” Safo, ama lezbiyenler aynı zamanda lanetlidirler. Öpücükleri onların “aklını başından almış”, “kısır bir hazza” kapılmışlardır. Ama sonunda fallik merkezli adalet işe karışır: “Erkeksi” Safo Phaon’a teslim olur. Yazar kadının acısını, “ölümcül solgunluğunun güzelliğini” ve gece Lesbos’tan yükselen “iniltileri” anlatır. Baudelaire kadının durumuna acımasız kalmadığını iddia eder, hatta “taşkın yüreklerin... bitip tükenmez işkencesinin” onlara af sağlayacağını sezdirir (belli ki bir yandan ruhundan söküp atamadığı, öte yandan ise nefret ettiği ahlaki görüşlere karşı kendi mücadelesi dolayısıyla bu kalplerle kendini özdeşleştirebiliyordu). Gene de, bu yakınlığına karşın, hayal gücünden çekip çıkardığı kadınların arasındaki çılgın, erotik ve egzotik arzudan duyduğu dehşeti aşamaz. Onların aşkları içine “kara umutsuzluk karışmış çılgınca bir neşe”dir. Ama lezbiyenliğin neden çılgınca olması gerektiği ya da bunun burjuva Hıristiyanlığın dışında bir dünya olan Lesbos’a neden kara bir umutsuzluk getirdiği hiç açıklık kazanmaz. Aynı belirsizlik ilk (sansürsüz) “Cehennemlik Kadınlar” şiirinde de görülür.

Alt başlığı “Delfinia ve Hippolita” olan ikinci “Cehennemlik Kadınlar” şiiri, kadınlar arası aşkta seks ve günaha bakışını diğer iki şiirden de iyi vurgulamaktadır. Şiirin başında genç Hippolita, erkek fantezilerinde lezbiyenlerin çoğu kez yaptığı gibi, “kokulu yastıklar” arasında, “kederli bir şehvetle” “onun bakire iffetinin peçesini kaldıracak” usta lezbiyen okşayışlar hayal etmektedir. Baudelaire burada lezbiyenlerin, erkeklerin asla bilemeyeceği tuhaf seks teknikleri, “çok karanlık oyunları” olduğunu ima eder. Onun kendinden yaşlı, kötü lezbiyen sevgilisi Delfinia, kızı “dişleriyle damgasını vurduktan sonra" rahat rahat talihsiz avını hazla seyreden bir canavar” gibi izlemektedir. Çok geçmeden, kaçınılmaz olarak sado-mazoşist lezbiyen ilişkilerinde, Definia’nın çılgın bakışlı bir sadist, Hippolita’nın ise onun “solgun kurbanı” olduğunu anlarız. Delfinia, Hippolita’ya aşkını yineler ve beceriksizlik ve gaddarlıklarıyla canını yakacakları için erkeklerle asla yatmamasını uyarır, oysa kendisi eleştirdiği erkeklerden çok daha acımasızdır.

Hippolita içinden iki kadının “doğadışı şeyler yaptıklarını” bilir. Ama ölüme ve cehenneme sürüklendiğinin farkındayken bile, kendini kaptırdığı arzu onu Delfinia gibi bir canavar yapar. Burada şiiri anlatan işe karışır: “Devam edin, devam edin, zavallı kurbanlar/ Böyle başlar o sonsuz işkenceye hızla giden yol.” Ona göre aldıkları zevk kendi cezasını bizzat doğuracaktır, çünkü bu kadınlar doymak bilmezler ve lezbiyenlerin yaptığı hiç bir şey onların “kudurmuş isteklerini” bastıramaz - “kısır oynaşmaları” yalnızca susuzluklarını daha da kışkırtır. Baudelaire şiirin sonunda, kadınların içlerinde taşıdıkları ve hem tatmini, hem de kurtulması olanaksız olan sınırsız lezbiyen cinsel isteklerinden kaçmaya çalışacaklarını öngörür ve onlara öğüt verir: “Gidin, dolaşın çöllerde kurtlar gibi, Gidin, hastalıklı yaratıklar, elinizden geleni ardınıza koymayın.” Bu şiirlerdeki kadınlar genellikle hem kurban, hem canavar olurlar, çünkü Baudelaire’in onlarda gördüğü çılgınca cinsellik onun burjuva Katolik yanı için korkunç bir şey, radikal estet yanı açısından ise yürekli bir başkaldırıdır.

Baudelaire’in kötü ünü diğer Fransız yazar ve ressamlarının kadınlar arası aşk betimlemelerini de etkilemiş olabilir. Gustave Courbet’nin “Uyku” (1866) adlı resmi, Les Fleurs'ün ardından yaygınlaşan egzotik, erotik imajın bir örneğidir: Yüzlerindeki keder ya da acı uykuda bile silinmeyen iki genç kadın, bir yatakta çıplak olarak yatarlar. Esmer olanın sağ bacağı arkadaşının belinin üstündedir, sol uyluğu onun kasık kemiğine değmektedir. Sarışın kız sağ eliyle ötekinin bacağını okşar. Çenesi sevgilisinin göğsüne dayanmıştır. Yanıbaşlarındaki masanın üstünde bir karafe ile bir şarap kadehi (tabii ki boş) ve bir ucu bardağın içinde, diğeri yatakta olan bir dizi inci vardır - bunlar muhtemelen “çok karanlık oyunları” için kullanılmıştır. İki kız pekala Hippolita ile Delfinia olabilirler. Esmerinde Delfinia’nın “dağınık yelesi”, sarışında ise daha “narin bir güzellik” ve Hippolita’nın sözünü ettiği “kasvetli korkulan” düşlediği izlenimini veren bir ifade bulunmaktadır.


(1866, Gustave Courbet)

Blue Is the Warmest Color


Blue Is the Warmest Color (2013, Abdellatif Kechiche)


Blue Is the Warmest Color (2013, Abdellatif Kechiche)

Cehennemlik Kadınlar


*

lawrence alma tadema

*

Dalgın bir sürü gibi yan yana sokulmuş,
Kumlara yatmışlar da engine dalmışlar,
Elleri, ayakları birbirini bulmuş,
Acı ürpermelerle bayıla kalmışlar.

Gönülleri bitmez gizlere dalıp giden
Çoğu, sular çağlayan ağaçlı yollarda,
Çocuk dilleriyle söz açarlar sevgiden
Körpe fidanların kabuğunu oyar da;

Kimi, ermiş Antoine’in, nazardan çürümüş,
Lavlar gibi kızgın mor memeler gördüğü
Hayaller kaynaşan kayalara yürümüş
Kız kardeşler gibi ağırbaşlı, görgülü;

Sağır, dilsiz putçuluk inlerinde bekler
Devrilmiş çıraların ışığında seni
Yatışması gereken ne kızgın yürekler,
Baküs, eski dertlerin tek şifa vereni!

Kimi papaz atkıları atar boynuna,
Bir kırbaç saklayarak bol önlüklerine,
Loş ormanda, ıssız gecelerde boyuna
Katar deli yaşları zevk köpüklerine.

Ey şeytanlar, ifritler, ey kurbanlık kızlar,
Siz hiçe sayan yüce gönüller gerçeği,
Sonsuzluk düşkünü sofular, utançsızlar,
Bir ağlayacağı tutan, bir delireceği,

Sizi cehenneminizde izledim her an,
Kardeşlerim benim, acır severim sizi,
O bitmez susuzluk, o acı, o dolduran 
Aşk testileri yüzünden gönüllerinizi!

Baudelaire

Sappho: Bir lezbiyenin ruhsal trajedisi


Edouard-Henri Avril

Eski Yunan'ın en ünlü şairlerinden biri Sapho idi. Ancak onu diğerlerinden farklı kılan şiirlerinin özelliği değil, daha çok cinsel eğilimleri ve yansımalarıydı. Sapho, kadın kadına aşkın, yani lezbiyen (sevici) aşkın şairiydi.

O dönemde erotizmin her türüne rastlanıldığı gibi, kadınlararası ilişkilere de sıkça rastlanırdı. İşte bu eğilimin bayraktarlığını yapan Sapho, Midilli (Lezbos) Adası'nda yaşamış ve ünü bugünlere kadar gelmiştir. Şüphesiz, lezbiyen aşk Sapho ile başlamadı, o Sapho'dan önce de vardı. Ancak Sapho ilk kez ona edebi bir nitelik kazandırmış, farkında olmadan bir ekol kurmuştur. Ancak bu arada belirtelim ki, kimi iddiaların aksine Sapho bir fahişe değildi.

Sapho, açtığı okulda genç kızlara şiir, şarkı, dans ve aşk sanatı dersleri vermiştir. Aynı zamanda bu kızlarla lezbiyen ilişki kurduğunu varsayabiliriz. Çünkü ada erkekleri genç kızların yuva kurmasına engel olduğu, onları yanlış yola sevkettiği için Sapho'ya hücum ettiler. ölüm tehditi karşısında Sicilya'ya kaçmak zorunda kaldı.

Sapho'nun erkeklere karşı marazi bir düşmanlığa varan nefreti vardı. Bir kere evlenmiş, o evlilikten bir kızı olmuştu. Sapho'nun güzel değil, ama çekici bir kadın olduğu söylenir. Erkeklere olan nefreti onu kendi cinsine yöneltti.

Sapho, elinde bir Lir çalgısı ile genç kızları etrafına toplar ve onlara ilân-ı aşk ederdi; "Sen benimsin artık / Senin ölmez vücudunu / İlecrpcras'ın meşalesindeki ışığın içinden aldım / Tatlı fısıltıların/ Fırtınadan sonra yorgun denizin kırık sesi gibi / Elim seni okşarken / Gözlerim kapanıyor / Güzel yaratık.."

Sapho, özellikle bakire genç kızlara düşkün idi. Onlara şehvet dolu şiir ve mektuplar yazardı. Ancak Sapho'yu sevgilileri hep terketmişlerdir. Öyle görünüyor ki, Sapho erkek nefreti sonucu sarıldığı lezbiyen aşkta da aradığını bulamamıştır. Kadınlar da ona beklediği sadakat ve mutluluğu verememiştir. Atthis isimli 17 yaşındaki sevgilisi onu terkedince Sapho deliye dönüp, öfke krizlerine tutulmuştur. Onun bu kıskançlık ve aşırılıkları yaşlandıkça daha da çok tepki çekmeye başladı. Giderek tecrit oldu ve yalnızlığa itildi.

Ancak kader ona öyle bir oyun oynadı ki, o güne dek reddettiği, "kaba", "vahşi" bulduğu erkeklerden birine aşık oldu. Facon adındaki genç balıkçı ona yüz vermedi. Sapho, ona delice bağlandı. Her zaman ki duygusal aşırılıkları onu bu kez bir erkeğe yöneltmişti ama çok geçti. Aşkı tek yanlı kaldı. Bunun üzerine Sapho'nun zaten dalgalı olan ruh dengesi iyice bozuldu.

Midilli Adası'nı terketti. Korfu Adası'ndaki mitolojik kayalıklara gitti. Efsaneye göre bu kayalıklardan kendisini denize atan kara sevdadan kurtulurdu. Sapho, kayalara çıktı, ağlayarak şiirler okudu ve kendisini boşluğa bıraktı. Rivayete göre parçalanmış cedesi Midilli'ye getirilmiş ve gömülmüştür.

Öyle veya böyle, Sapho’nun duygusal dalgalanmalarını sonuçta Akdeniz'in dalgaları dindirmişti. Sapho, böylelikle adını erotizm tarihine yazdırdı.

 * 
kitap: Yalnızlık Adasının Erkekleri  / Pınar Çekirge

David Hamilton's Girls


http://onlinebrowsing.blogspot.com.tr/2010/11/ Les Demoiselles - D. Hamilton


http://onlinebrowsing.blogspot.com.tr/2010/03/ David Hamilton - The Age of Innocence


Vajina Üzerine

Vajinayı ilk görüşümde ona tapacak kadar aşırı bir içine girme susuzluğu yaşamadım. Ona penisimle girmeden önce, onu öpmem için bilinmeyen bir güç tarafından çekildim ve bunun ödülü tadını ve aromasını tanımam oldu. O zamandan beri bir ayin geliştirdim. Her yeni vajinayı önce öpüyorum. Genellikle bu öpüş o gelene kadar devam ediyor.

Vajina hakkında, asla kötü konuşmak ya da ondan iğrenmeyle bahsetme arzum olmadı ve Lyceum’dayken şaşırmıştım ve onun hakkında saygısız ve hor görücü kelimeler duyuyordum. Birçok hafif süvari askeri vajinanın kokusuna duydukları nefreti dile getiriyorlardı. Buna vajina için tutkuyla karşı koydum ve herkes şiirsel olanına ek olarak, benim için büyük bir gelecek olduğu kehanetinde bulundular. Benim için bir hanımefendiye ya da ucuz bir fahişeye de ait olsa, her vajina kutsaldı ve kutsaldır.

Beni şehvete ve tapınmaya yöneltmesi yanında, bir vajina beni bir bebeğe, kedi yavrusuna, ya da köpek yavrusuna her bakışımda hissettiklerime yöneltiyor. Sanırım bizim çocuklar tarafından yönlendirilmemiz onların vajinada yakın zamanda geçici olarak bulunmaları yüzünden. İçinde olan her şeye sihrini bulaştırıyor. Penisimi vajinanın kalbine girme şansına sahip olduğu için o kadar kıskanıyorum ki. Ah! Onun derinliklerine, dilim, burnum ve gözlerimle girebilseydim.


The Origin of the World, 1866, Gustave Courbet


Vajina iki narin komşunun -kıç ve sidik deliği- eşlik ettiği paha biçilmez bir elmas gibidir. Vajina iyiliğiyle bok kokusunu, idrarı ve üç kokunun oluşturduğu buketi kutsar. Kadının vücudunun her yerinde vajinayı görürüz. Lazımlıkta kalmış bok ya da idrar kokusu bana bok ya da idrar kokusunu değil vajinasını hatırlatır. Vajina bir kadının vücudundaki her oyukta görünür. Koltukaltındaki kılları, kasık kıllarını hatırlatır ve kasık kılları vajinanın bayrağıdır.

Vajinanın benim üzerimdeki büyüleyici etkisi, kasılmalarla gelen hayal kırıcı ferahlamanın ardından sona erer ve ben sakin ve rüya görür bir halde ona, fırındaki bir ateşe ya da denizdeki dalgalara bakan biri gibi bakarım. Sonra onun kutsal dış hatları su yüzüne çıkmaya başlar, bir duygu seline kapılırım ve bedenim tutuşur. Belki ateşin bana bu kadar çekici gelmesinin nedeni budur. Onun oburluğu ve dikkatsiz her şeyi tüketme yeteneği. Ateşten güvenli bir mesafede hoşlanırım. Her ne kadar beni yaksalar ve ruhumu sonuna kadar tüketse de, vajinalardan uzak durabilmek için gerekli karaktere sahip değilim.

Vajinaya üzerine o kadar düşünmeme rağmen, hala ona baktığımda neden böylesine güçlü duygulara neden olduğunu tam olarak anlayabilmiş değilim. Benim için ona bakmayı sürdürmek her zaman zor oluyor ve vajinanın çiğ etini gören bir hayvan gibi saldırmamak ve onu sivri uzun dişlerimle delmemek için kendimi zor tutuyorum. Sevgili vajina ilişki süresince görülmez ve eğer ona bakmak için penisimi tamamen dışarı çıkarmadan geri çekilirsem vajinayı kılla süslenmiş ama kahretsin ki penisle tıkanmış görürüm. Bunun yanında tattığım zevk beni çıldırtır ve sona götürerek susuzluğumu vajinaya zihinsel sokuş uğruna gidermek zorundayım. Oysa düzerken, vajinayı değil sevgilinin yüzünü görürüm. Yalarken bile vajina gözlerime o kadar yakındır ki yeterince dikkat edemem; Çünkü görüşüm bulanıktır ve onu ağzımla kapatırım. Ona hayranlık duymak için uzaklaşırsam, sahibi ateşli bir bakış değil ateşli bir dokunuş istemeye başlar. Önünüzde utanmadan alışılmış olarak bacaklarını ayırmış ve dizlerini kırmış vaziyette yatmış kadın. Harikaya bakıyorsunuz ve üzerinizdeki gücü muhakkak. Akıl zeki olmaya ve vajinanın sadece derinin kıvrımları olduğunu mırıldanarak ateşinizi soğutma girişiminde bulunur ama kalbiniz farklı şekilde inanmaktadır. Vajina hayatın ve ölümün sırrıdır. Bu pembe, kıvırcık kıllarla gölgeli, nemli et vajinanın bu hipnotize edici görünüşü Tanrı’nın suretidir.

Bir vajinaya iman etmek tek Tanrıya imandır. Ahlaksızlık, birçok vajinaya tapmak paganların çoktanrıcılığına benzer. Altın Çağ’ın paganizm zamanlarında özlenmesinin nedeni bu mudur?

*
Puşkin
Gizli Günce

raylar

Lindenstrasse'deki Jüdisches Museum Berlin, yukarıdan bakıldığında kırılmış bir Davud yıldızını anıştırsın istemiş Daniel Libeskind. Shoah'nın toplam karabasanını simgeleyen acı açılarla, eğimlerle, sivri, batıcı çizgilerle hareket eden yapının dış cephelerinde,  pencere düzenlemelerinde de sürüp gidiyor çizgilerin çekişmeleri. Çektiğim karelerden birini yerleştiriyorum buraya, çizme beceriksizliğimin kuyusuna daha fazla düşmemek için: Kamplara yönelen, tek yön rayların paramparça karşılığını okudum onlarda -

Enis Batur / Siyah Sert Berlin



Claude Lanzmann’ın Shoah belgeseli, geniş kitlelere, II. Dünya Savaşı boyunca yaşanan soykırım kâbusunda trenlerin oynadığı rolü gösterdi. Avrupa’nın dörtbir yanından toplanan Yahudiler, Çingeneler, Komünistler, Eşcinseller istasyonlara yığıldılar. Yük vagonları tıkabasa dolduruldu. Nihai hedefin ‘nihai çözüm’ olduğunu bilmiyorlardı. Raylar onları Dachau’ya, Auschwitz’e, Treblinka’ya, başka toplama kamplarının kapılarına götürdü.

Raul Hilberg’in araştırmaları, ‘sistem’in nasıl çalıştığını aydınlatıyor: Büyük, karmaşık bir kara dul ağını çağrıştırıyor ölüm trenlerinin güzergâhları. Kendi kendini besleyen, yöneten, masraf yükü bindirmeyen özel bir ekonomi bekliyor demiryolu örgüsünün arkasında.

Tren, ona ırkçı Azrail ordusunun biçtiği bu rolle yaralı, tarihinin silinmez sayfaları arasından son istasyona varıyor.

Ondan mıdır, trenden korkanlar vardır: Siderodromofobi, Freud’da da varmış!


Enis Batur / Başkalaşımlar  XXI - XXX



Sade: Güneşe Saldırı


...

Sade, bütün evrene karşı bir kundakçılık düşünür: "Tiksiniyorum doğadan. ..Tasarılarını bozmak, yürüyüşünü çelmelemek, yıldızların çarkını durdurmak, uzayda uçuşan küreleri altüst etmek, ona hizmet edeni yoketmek, ona zarar vereni korumak, kısacası yapıtlarında alçaltmak isterdim onu, ama bunu başaramıyorum," Evreni tuzla buz edecek bir makinist tasarlasa da boşuna, kürelerin tozunda yaşamın gene süreceğini bilir. Evrene karşı kundakçılık olur şey değildir. Her şey yokedilemez, bir kalıntı vardır her zaman. "Bunu başaramıyorum...", bu yatışmaz ve donmuş evren birdenbire zorlu bir hüzünde gevşeyiverir, Sade da hiç istemediği bir sırada bizi etkiler böylece: "Belki de güneşe saldırarak evreni ondan yoksun bırakabilir, belki de ondan yararlanıp dünyayı ateşe verebilirdik, işte bunlar gerçek birer cinayet olurdu doğrusu..." 

Başkaldıran Sade /Albert Camus

The Normal Heart (2014, Ryan Murphy)












GENET

249./

Jean Genet
iliklerine kadar tiksiniyor
kapitalist-burjuva toplumdan.
Özellikle kendi yurdundan, Fransa'dan.
Peki, Genet
sosyalist bir toplumda
bir "yaşa-dışı" olarak 
özgürlüğüne sahip olabilir miydi? 
Yazar Genet, böylesi bir toplumda 
ortaya çıkabilir miydi?

250./

J. Genet, evet, 
yetimhanede yetişti 
mahpushaneye düştü 
ama yaratıcı yüzünü 
ortaya koyabildi.
Sıradan bir yazar olarak değil,
XX. yüzyılın
en büyük yazarlarından biri 
olarak.

Böylece kabul gördü.
Ama gene de tek yataklı bir 
otel odasında öldü.
Daha fazlasını da beklemiyordu. 
Kitaplarının tüm gelirini de 
bir Arap çocuğuna bıraktı.


251./ 
Gene, J. Genet
Fransızlardan ve Fransa'dan
öylesine tiksiniyordu ki
Fransa'ya karşı olan herkese
gönül verebilirdi.
Almanlara gönül verdi.
Zencilere gönül verdi.
Araplara gönül verdi.
Fransa'ya onu bağlayan tek şey dildi. 
Kuşkusuz, bir başka dilde yazabilse 
(Beckett örneğinde olduğu gibi) 
o dilde yazardı.
Ama Fransızca yazarken de, 
burjuvalara olan tiksintisini 
öylesine dile yansıttı ki dili, 
o güzel Fransızcayı onların 
elinden aldı.
Serserilere, eşcinsellere, 
katillere, hırsızlara mâl etti.
Onlar için bir dil yarattı.
Kusursuz, eksiksiz, yanlışsız 
ve... olağanüstü.

Edgü / Ders Notları

Blog'da Genet:
...

Ayıp!


Ne krallar, ne kilise; ne otoriter, ne totaliter rejimler; ne anneler babalar, ne hocalar; ne coğrafya, ne de tarih, cinselliğin dışa vurmasının bir şiire, bir resme, bir romana, bir türküye, bir filme dönüşmesinin önüne geçememişlerdir. Çünkü cinsellik insan gerçeğinin bir parçasıdır. Zaman içinde, toplum töresi, gelenekleri değişir, ama bu gerçek değişmez. Bir gerçek varolsun da, insanoğlu onu dile getirmesin, o gerçek sanat yapıtlarına yansımasın, görülmüş şey midir bu? Görülmediği için de, insanoğlu kendini bildi bileli, cinsellik gerçeğini, kimi dönemlerde ve ülkelerde özgürce, kimi ülkelerde gizlice dile getirmiştir. Bunun da kimilerinin sandığı gibi ümmet ahlakıyla millet ahlakıyla bir ilgisi yoktur.

Yunan/Latin edebiyatı erotizmin başyapıtlarıyla doludur. Hindistan'da, tüm duvarları cinsel aşkın sahneleriyle donanmış tapınaklar vardır. Zen dininin Tantra mezhebinde, kadın ve erkek organları kutsal simgelerdir. Tantra'nun kutsal el yazmaları, cinsel organların (Yin ve Yang) ve çiftleşme (daha doğrusu tekleşme) sahnelerinin resimleriyle bezelidir.

Nietzsche'nin ünlü, "Eros'u zehirleyen tektanrılı dinler olmuştur" sözü bir gerçektir, ama zehirlenmiş de olsa, Eros yaşamını sürdürmeyi başarmıştır. Kilise baskısının en ağır olduğu Ortaçağ Avrupa'sı, cinsellikle dolu türküler, şiirler, destanlar, öyküler, masallar yaratmıştır. Belki tektanrıya inanan toplumlarda, cinsel sanat, Japonya'da, Çin'de olduğu gibi bir gelişme göstermemiştir, ama insan suretini yasaklayan İslam dininin geçerli olduğu ülkelerde, topluluklarda bile erotik bir sanat vardır. Kuşkusuz, her toplum, kendi özellikleri içinde bir cinsel aşk sanatı yaratmıştır. Bu nedenledir ki bugün, bir Japon, bir Hint, bir Çin, bir Avrupa, bir İslam, bir Afrika, bir Okyanusya erotizminden söz edilmektedir.

Başta, Binbir Gece Masalları olmak üzere, tüm İran ve Osmanlı (hem halk, hem divan) şiiri, Mevlana'nın ulu Mesnevisi erotik öğelerle, anlatılarla, betimlemelerle doludur. Tüm bunlar herkesin bildiği gerçekler.

Bu bilinen gerçeklere, daha az bilinen bir gerçeği ekleyelim: Cinsel aşk sanatının geliştiği dönemler, o toplumların en az sorunlu olduğu dönemlerdir. Yunan/Roma sanatına bakalım, Çin ve Japon erotizminin doruğa ulaştığı dönemleri inceleyelim, toplumun görece huzur içinde olduğu dönemlerdir bunlar. Yasaklamaların ağırlaştığı dönemlere baktığımızda ise, savaşları, toplumsal kargaşaları, ekonomik çöküntüyü ve siyasal yönetimin kendine olan güvenini yitirmeye başladığını görüyoruz.
Bugün, bizde olduğu gibi.

Dün, Batı toplumlarında olduğu gibi.

Örneğin, çok değil otuz yıl önce, 1956 yılının Kasım ayında bugün cep kitabı olarak satılıp da pek fazla bir okurun ilgisini çekmeyen cinsel aşk edebiyatının en cesur yazarı Marquis de Sade'ın kitaplarını yayımlayan Jean Jacqjues Pauvert adlı yayman kendini yargı organlarının önünde bulur.

Quills (2000, Philip Kaufmann)
Birçoğu 475 adet basılmış; en yüksek tirajı 2.000 olan bu kitapları yayımlayarak kamu ahlakını bozmakla suçlanan Pauvert'i savunan ünlü hukukçu Maurice Garçon, görkemli savunmasında, düşünce özgürlüğü ve yasaklamalarla ilgili tarihsel bilgileri verdikten sonra şöyle der: "İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi"ne çağımızın bu kutsal kitabına varabilmek için yüzyıllarca süren bir çaba göstermiştir filozoflar, bunun savaşımını vermişlerdir. Tüm uygar devletlerin imzaladığı bu bildirge kişinin inançlarından ötürü 'rahatsız' edilemeyeceğini öngörür. 3 Eylül 1971 Anayasası, her kişiye düşüncelerini söylemek, yazmak, basmak ve yaymak özgürlüğünü verir, yazılan, basılan, yayımlanan hiçbir şey sansüre tabi tutulamaz, önceden denetlenemez, der. (İki yüz yıl önceki bu anayasa maddesini, güncelliği dolayısıyla, "özel olarak" aktardım buraya.) Daha sonra şöyle der yargıçlara savunma avukatı Maurice Garçon: "Şunu da belirteyim ki kamu ahlakı konusunda, yargı organları, her zaman yaşadıkları zamanın otuz yıl gerisindedir."

Quills (2000, Philip Kaufmann)
Fransa'nın en saygın yazarlarının, düşünürlerinin savunma tanığı olarak yer aldığı bu dava sonucunda yayımcı Pauvert mahkum olmuş, Marquis de Sade'ın kitapları toplatılıp yok edilmiştir.

1956... Cezayir savaşının en kızgın dönemidir. Aradan otuz değil, on beş yıl geçmeden bu kitaplar, binlerce adet yayımlanmış ve hiçbir kovuşturmaya uğramamıştır. On beş yıl içinde kamu ahlakında ne değişmiştir ki Sade'ın kitapları, ahlak bozucu, yıkıcı, kışkırtıcı niteliklerini bu arada yitirmiştir?

Tek örnek ne Fransa'dır, ne de Marquis de Sade olayı. Örnekler her dönemde, her ülkede vardır.
Henry Miller'ın, kendi yurdunda, Amerika'da yayımlanması için otuz yıl beklemesi, Fransa'da ünlenmesi gerekmiştir. İngiltere, bırakın Lady Chatterley'nin Aşığı'nı, Majestelerinin bile okuyup anlamakta güçlük çekeceği Joyce'un Ulysses’inin yayımına izin vermemiştir. Eh, düşünce özgürlüğünün "Kâbeleri"nden sonra başka bir örnek vermek gerekir mi?

Quills (2000, Philip Kaufmann)
Tüm yasaklar, koruyacakları hiçbir şey kalmadığı zaman, bir şeyi korurmuş gibi görünmek isteyen siyasal iktidarların döneminde ortaya çıkar ve belli toplumsal tabakalardan güç alma amacı taşır. Bugün, Türkiye'deki durum da budur. Sağdan ya da soldan, ya da ortadan biri çıkıp sorabilir: Kamu ahlakını korumak gerekmez mi? Kuşkusuz gerekir. Ama kamu ahlakını yalnız uçkura indirgeyenlerin koruyamadıkları başka ahlak değerleri vardır, demektir. Toplumun tüm "maddi ve manevi' değerleri korunduğunda, cinsellik de, onun dışa vurumu da, sanatı da, yayını da, o ahlakın çerçevesi içindeki gerçek yerlerini alır. Böylece, yasaklamadan ve yasaklanmaktan kurtulunur. Yasaklama tutkusunu niteleyecek en hafif sözcük "AYIP"tır.

Ferit Edgü'nün 
1986 tarihli bir yazısı





The Normal Heart (2014, Ryan Murphy)

Ders Notları



"Yaşamın onun içine girmesi gerekti, o yaşamın içine girmeksizin."

Flaubert'in "sanatçı"dan söz eden bu cümlesi kadar Kafka'yı tarif eden bir yazı, bir kitap okumadım.
Kafka yaşamın içine girmedi. Bunun için gereken her şeyden yoksundu sanki.
Ama yaşam onun içine öylesine girmişti. (http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/10/kafka.html)


136./ 

Biz yazarlar birer çöpçüyüz
Hammaddemiz insanoğlunun çöplüğüdür.
Çöplükte gezinmeden 
o iğrenç kokuyu içine çekmeden 
yazar olunmaz.


151./

"In solıs sis tibi turba locis." (Tibullus)
(Yalnızlığında kendine bir kalabalık yarat!)
Kafka gibi.



227./
Kawapatha'nın intiharı
A. gazetede okumuş, ondan öğreniyorum.
A'ya şöyle dedim:
"Demek o da kendini ciddiye alanlardanmış."


**
Hölderlin tımarhanedeyken şiiri, 
dağlarda, ormanlarda dolaşıyordu özgürce. 

The Normal Heart (2014, Ryan Murphy)





Ders Notları


109./
Jean Genet'yi çıldırtacak bir imge:
"Geçen gece düşümde tüm bedenimin sözcüklerden oluştuğunu gördüm." (Abdelkebir Khatibi)

Beni de çıldırttı.



204./
Erotik yazın (başta Marquis de Sade olmak üzere)
kendime, içinde yaşadığım topluma, dünyaya
başka açılardan bakıp değerlendirmeye itti beni.
Marksçılığın başyapıtlarında olduğu gibi.


234./

Bacaklarının arasında bir yanardağı duymamış kişilerden
(kadın ya da erkek) erotik bir yapıt beklemeyin.
Eros düşlerde yaşamaz.
Yalnızca bacak aralarında dolanır.

Edgü / Ders Notları

FERİT EDGÜ

Yirmi yaşımdayken
ya Sartre gibi olurum
ya da hiçbir şey, diyordum. 

Şimdi kırkımdayım.
Sartre gibi olamadım.
Kendim gibi oldum.
Sartre'a olan hayranlığım değilse de 
saygım sürüyor.
Ama bugün, yeteneklerimin sınırlarını biliyorum.
Gün geçtikçe, daha da 
kendim gibi olmaya çalışıyorum.
(45./ Ders Notları)


***

Beni yazmaya iten okuma oldu. Okumaya itense yalnızlık, mutsuzluk. Yalnızlığın en korkuncu çocuk yalnızlığı, çocuk mutsuzluğu.

Yaşadığım dünyadan kaçmak, kurtulmak istiyordum. Böylece, nasıl oldu bilmiyorum, yavaş yavaş, kendi kendime okuma yazma ve hesap (dört işlem!) öğrendim. Okula gitmeden okuyor, yazıyor ve hesap yapabiliyordum. Hiçbir şey anlamadan, eve gelen gazeteyi (yanılmıyorsam TAN) okuyordum. Savaş yıllarıydı. Savaş haberlerini okuyordum. Babam okumaya meraklı olduğumu görünce kitap almam için para verdi, ama beni bir kitapçıya götürüp kitap seçmedi. Onu da kendim yaptım. Bu uzun ve acıklı bir öyküdür. Bir şansım oldu, hiç kötü kitap, yani piyasa romanları okumadım. Hemen hemen hiç. Kuşkusuz, rastlantıların da yardımı oldu. Hangi rastlantının sonucu geçti elime 12-13 yaşındayken Tolstoy'un Basübadelmevt başlıklı çevirisi. Sonra Dostoyevski, Gorki? Bilmiyorum.
Niçin hep Ruslar? Onu da bilmiyorum. Ama ortaokul son sınıfa geldiğimde artık yazmak istiyordum; Ama yazdıklarımı beğenmiyor, yok ediyordum. (Tıpkı bugünkü gibi!) Tabii, ilk "denemelerim" herkesinki gibi şiirdi. Ama mutlu bir rastlantı sonucu, lise birinci sınıftayken bir kitapla tanıştım: Şahmerdan. Küçük yeğenime yaş günü armağanı olarak Şahmeran masalını aldığımı sanıyordum. Armağanı vermeden önce bir okuyayım dedim ve... adına edebiyat denilen o tutkulu dünyanın kapısı önümde açılıverdi. Bunlar ne mene öykülerdi? Hiçbir olağanüstülük yoktu. Süslü cümleler yoktu. Bana öyle geldi ki bunları herkes yazabilirdi. Ben bile. Kimdi bu Sait Faik? Başka kitapları var mıydı? Kitabın sonunda yer alan Varlık Yayınlarından satın almak için, iki gün sonra Ankara Caddesindeki Varlık Yayınlarında, Yaşar Nabi'nin karşısındayım. (Yayınevinden aldığınız kitaplarda yüzde yirmi beş indirim vardı.) O gün aldığım kitaplar hangileriydi, tam olarak anımsamıyorum.
Orhan Velinin, Cahit Sıtkı'nın şiirleri, Sait Faik'in başka kitapları, bir de Panait İstrati olmalı. (Kuşkusuz, Yaşar Nabi Bey, kitap seçiminde bu yeni yetmeye yardım etmiş olmalı.) işte böyle başladı serüven. Sonrası çok çabuk geldi. Biraz fazla çabuk.

...

Sait Faik, o sıralar, bir takım kurma peşindeki Attila İlhan'la tanıştırdı beni. Çok kısa zamanda çok yakın iki dost olduk. Onun kitaplığından çok yararlandım. Neruda'nın, Eluard'ın, Aragon'un şiirleriyle tanıştım. Attila İlhanın bana bir yararı daha oldu: beni öyküye yönlendirdi. Ama tüm bunlardan önce, Taksim'deki, Fransızcamı ilerletmek için gittiğim Fransız Kültürde, tüm yaşamım boyunca dostum olacak, o günlerde benim gibi geleceğin yazar adayı Demir Özlü'yle tanışmıştım. Kabataş'ta okuyordu ve Necatigil gibi bir edebiyat öğretmeni vardı. Tanrım ne günler!
Beyoğlu, Baylan, Pano, Augiri... Yavaş yavaş değil, birdenbire kendimi bohem sanatçı yaşamının içinde buldum. 16 ya da 17 yaşındaydım. Ve aşağı yukarı aynı yaştaki yazar şair adayları, kaçınılmaz olarak birbirleriyle tanışmak zorundaydı. Onat Kutlar, Adnan Özyalçıner, Orhan Duru, Tahsin Yücel (o hepsinden önce), sonra Ankaralılar, Ahmet Oktay, Yılmaz Gruda, Özdemir Nutku...
 Bu arada, ortaokuldan arkadaşım Adnan Tayiz (o da şiir yazıyordu), "Gel, seni unutamayacağın biriyle tanıştıracağım. Amerika'dan yeni döndü. Bu cumartesi bizi bekliyor” dedi.
Beni bekleyen Vedat Günyol'du. Her şeyi merak eden ben, Yeni Ufuklarda yazmaya başladıktan sonra, kendimi çiçeği burnunda da olsa, bir yazar olarak görmeye başladım.

İşin garibi, çevremdekiler de.

(bkz: 50'ler - Ferit Edgü)











ARSLAN, NE SERÜVEN!


Resmin (plastik) değerlerine karşı çıkan
ressamlarla doludur yüzyılımız.
Bir tuvalin üstüne gelişigüzel atılan boyalardan oluşan resim
bir tuvali yırtarak oluşan resim
bir tuvali yakarak oluşan resim
bir tuvali tek bir renge boyayarak oluşan resim
bir tuvalin ortasına bir dörtgen oturtarak oluşan
resim...

Bunlar (yalnızca birkaçını saydım) resim sanatının öldüğünü
ama yeni bir resim dilinin yaratılabileceğini gösteren örneklerdir.

Arslan için, resmin, tek başına resmin
yani plastik değerlerin araştırıldığı
ya da eski değerlerin yadsınıp
yeni plastik değerlerin
(ya da karşı-plastik değerlerin)
yaratıldığı resmin
hiçbir anlamı yoktur.
O, bir düşünceyi resmetmek ister.
Bu nedenle, ressam sözcüğü ona pek yakışmaz. 
Öteden beri kendine yakıştırdığı sözcük 
"çizer-boyar"dır.
Oysa, "çizer-yazar" daha uygun düşer onun uğraşma.

Çünkü o, çizdiği kadar yazardır.
Esin kaynağı doğa değil, kitaplardır.
Onun resmi "bir şeyler" anlatır.
Resim sanatının kendine özgü değerleriyle
yalnız onlarla varolmayı seçmemiş biri
neyi anlatabiliyorsa, onu.
Her resmin bir öyküsü vardır.
Ama bu öykü, yazarın yazdığı öykü değildir.
Ressamın öyküsüdür.
Onun öyküsünü, yazar yazamaz
ya da (yazınsal anlatmaya kalksa) ister istemez
bambaşka bir biçimde anlatacaktır
-çünkü yazar sözcüklere mahkûmdur.
Arslan'ın sözcükleri ise
(onun resimlerinde öteden beri
çok sayıda sözcükler, heceler, harfler yer alır)
bir biçimdir, bir karalamadır, bir silmedir,
bir kazımadır.

II/

Resmin sorunsalı 
hemen hemen hiçbir zaman Arslan'ın sorunu olmadı.
Başlangıçta, Miro'ya, Klee'ye ilgi duydu.
Daha sonra ana kaynaklara gitti.
Halk sanatlarıyla, Karagöz figürleriyle,
Siyah Kalemle ilişki kurdu.
Ama plastik değerler, bu dönemlerde bile
onun üstünde durduğu birincil konular değildi.

Sorduğu soru,"Düşüncemi nasıl resmedeyim?"
oldu hep.

Bu sorusunun karşılığını
sanırım, bir resimden çok
bir kitapta
bir ressamdan çok
bir yazarda, bir düşünürde buldu.

III/

Sürrealizm ve Arslan

Sürrealist sanatı, alıştığımız sanat ölçülerinden hareket ederek anlamağa kalkışmamalı. Çünkü bu sanat, bu ölçülerin tümüne karşıdır. Gayesi bizi burjuva dünyasının kalıpları dışına çıkarmak; istediği hoşa gitmek değil, tepki uyandırmak. Akıl ve tabiata aykırı ne varsa, onu programlaştırıp bir korkuluk gibi öne sürmesi, bu işte başarı göstermesi için yetiyor. Vakar ve ciddiyeti ile, alışkanlıkları, idealleri ve kutsal saydığı herşeyle eğleniliyormuş gibi geldiği için, karşısındakini canevinden vuruyor ; bu etkinin karşılığı da yerine göre alınganlık, kırgınlık, öfke yahut şaşırma, yadırgama, ürküntü, hatta tiksinti oluyor.

Yüksel Arslan’ın da eserleri karşısında belki bu tepkileri gösterenler bulunabilir. Yüksel Arslan’ın dünyası iradenin işe karışmadığı, başı boş kalan şuuraltı kuvvetlerinin insan kişiliğini devirip onu otomatizme sürüklediği yerde başlıyor. Resimleri her türlü kontrolü iten böyle bir dünyadan haber veriyor. Şuuraltına itilmiş olan ne varsa ortaya çıkmış, loş bir yeraltı- dünyasının renksiz, insanla hayvan karışımı acaip yaratıkları, birbirine dolanan kopmuş organları ve kenetlenen ahtapot kolları ile her tarafı sarmış, haklarını arıyorlar. Her şekil, kılı kırk yaran bir incelikle işlenmiş, büyüteç altında görülmüşcesine bize yaklaşıyor, kâbus gibi üzerimize çöküyor.

Resimlerin çözümünü çok defa edebî bir eserin metninde, yahut konuşma dilinin bir deyiminde buluyoruz. Koçun güttüğü sürü, yahut üşüşen sinek motifleri Zarathustra’nın sembol dilinden alınmış ( Önsözler ve III. bahis « Çarşısının sinekleri »). « Nietzsche'nin portresi», kayalar, böcekler ve bir insan başından sürrealist bir montajla meydana getirilmiş bir Avrupa haritası Marquis de Sade’in bir cümlesine dayanıyor. Bu resimleri, kavramların tasviri, yahut metinlerin illüstrasyonu saymamalı. Kelime ile anlatılan fikrin resim diline çevrilmesi, şuuraltı mekanizmasının bir ürünü. Yüksel Arslan için kelime ve fikirler bu mekanizmayı sadece işletmeye yarıyorlar. O da Max Ernst gibi sanatçının «pasif» olması gerektiğine inanıyor. Sanatın ve sanatçının yaratıcılık gücü onun için de bir masaldan ibaret, «yaratma mitinin hazin bir kalıntısı.»

Eserlerin anlaşılmasını belki kolaylaştırır diye son bir söz daha: Yüksel Arslan'ın kendine yakın duyduğu yazarlar arasında Stirner, Nietzsche, Marquis de Sade, A. Jarry ve Rimbaud gibi burjuva dünyasının huzurunu kaçıran, uzlaşma tanımıyan davranışları yüzünden tek kalanlar geliyor. Psikoanalise karşı büyük bir ilgi duyuyor, yalnız bu gün salgın halinde herkesin yüreğine işleyen kompleks korkusunu yersiz buluyor. Kompleksler hayvanda değil, insan varlığında ürüyorlar; onlarla hesaplaşma tek insanın işi olmalı, psiko-analizi bir «îman» haline getirmemeli. Sanat alanında manieristleri rönesans ustalarından çok seviyor. Bu sonuncular arasında yalnız Leonardo’yu —gene zamanının dışında kalan biri— ayırıyor. Leonardo’nun eserlerinden anatomi ve teknik buluşları ile ilgili olan desenleri onu çok etkiliyor. Sürrealist ressamlar arasında en çok sevdikleri: H. Bosch, Arcimboldo ve Max Ernst.

M. Ş. İpşiroğlu

Yüksel Arslan / Ferit Edgü

Yüksel Arslan'ın Atölyesinde (Sanat Dünyamız 75)
"... Gözlerini Haliç’in kirli sularında aç dünyaya, mezarlıklar arasında büyü / kıçında don yokken / kendi çabanla bir yabancı dil öğren / o dilden, Nietzsche’leri, Sade’ları, Sartre’ları, Kafka’ları oku / bu arada kendi resmini öğren / boyanı bul, kişisel bir teknik geliştir / yepyeni bir resim dili yarat / Marx’ı bul / sonra kimsenin cesaret edemeyeceği bir işe başla / Das Kapital'i resme dökmeye çalış / Bu ancak bir Türk sanatçısının geçtiği yollar olabilir / Benzeri yoktur Yüksel’in...”

Ferit Edgü


Yüksel Arslan'ın Atölyesinde (Sanat Dünyamız 75)