kağıt, kalem ...
...kırtasiye dükkânında camlı
tezgâh ve ardındaki raflara bakıyorum; dizi dizi kalem ve kâğıt. Kanserli
hücrenin terkibinden (kâğıt üzerinde formüle edilemeyen bilimsel buluş geçersizdir)
uzay mekiğinin rotasına kadar nice şeyin ilk tanığı bunlar — tıpkı Stefan Zweig’ın
deyişiyle, “yıldızların parladığı saatler”de insanoğlunun tinsel ufkunu açan ne
var ne yok her şeyin olduğu gibi. Önce kâğıt üzerinde aya gidemeyen kişi,
yeryüzünde kalmaya mahkûmdur; gemi, suda değil, kâğıtta yüzer ilkin.
Raflara baktıkça dalmaya başlayıp, birden ecza deposunda
buluyorum kendimi; rengârenk kutularda sinir hapları. Boş dosya kâğıtları,
farmakolojinin desteğini usulca ikiye bölüyor; bir yanda formüllerin
kaydedildiği yer, öbür tarafta el değmemiş boşluğun taedium witae*yaşama karşı marazi isteksizlik’yi alt etmek
üzere sunduğu seçenek — yazıya geçen “söyle kurtul” ilkesi, çoğu defa en etkin
sinir haplarına bile galebe çalar. Her günce, az ya da çok, intiharın
eşiğindeki biçare için gizli garanti supabıdır; boş kâğıt, “kendi beni”yle
fütursuzca diyaloga girmeye azmeden kişi için hayata açılan köprü ise, kalem de
parmağa geçirilmiş can simididir.
Kırtasiye malzemesiyle intihar,
son nefesin ağır çekimini anımsatır; her gün biraz daha ve parça parça ölen,
bıraktığı izle sessiz sedasız geleceğe kement atar; günce, öznel şimdi'yi
yaydığı ölçüde sahicidir çünkü. Kâğıt, varoluşuna katlanmak üzere kaleme
sarılan kişi için, tenin (beden) metaforudur; kâğıt üzerinde kalan, keskiden
farksız kalemle bedene kazınmıştır aslında — belki de bu yüzden, her gerçek
yazar (has sanatçı), kâğıt bulamamaktan ötürü değil, kâğıdında yer kalmadığı
için ölür; zira varoluşun yol açtığı acıya katlanmakta sendeleyip, bunu
doğurgan yaratıcılığa çevirmekte acze düştüğü noktada, iflas eden hep bedendir.
Pavese, günlüğünde sık
sık intihar ettiği için, her şeye rağmen özgür iradesiyle ölünceye dek hayatta
kalmayı başarabilmiştir— Tıpkı Max Raphael gibi. Belli aralarla
intihar olgusunu irdeleyen Raphael, 1932 yılında yazdığı metinde, Platon’dan
Kant’a kadar çeşitli filozoflardan hareketle, bu konudaki düşüncelerini
adamakıllı derleyip toparlamaya çalışır; 1 Şubat 1916 tarihinde günlüğüne
düştüğü notta ise er ya da geç intihar edeceği alenen ortaya çıkmıştır artık:
“Şayet ölümün, organik olarak, kendi
bedenimizde boy attığı eksiksiz gösterilebilirse, o zaman intihar da mükemmelen
aklanabilir.”
...
Mehmet Ergüven'in
bir yazısından
Etiketler:
Edebiyat
günce
...yanlış ve saçma olduğunu bilmeme
karşın, içimde öyle bir his var ki, güncelerin en hası, en yücesi Cesare
Pavese, Max Raphael vb. gibi yaşamına kendi eliyle son veren
sanatçılardan çıkıyor hep! Sistemli olarak kendini gözlemleyip, yapıp
ettiklerini yazı ile sorgulayan bir insanın, eninde sonunda kendisiyle yüzgöz
olup, intihara kalkışmaması imkânsız gibi geliyor bana! Dahası, intihar güncesi
ile başyapıtlar arasına -hangi dalda olduğu önemli değil, organik bir bağ
olduğu yolundaki saplantıdan da bir türlü kurtaramıyorum kendimi. Buna göre, Francis
Bacon’ın portreleri ile Pavese’nin “Yaşama Uğraşı”, Ingeborg
Bachmann’ın "Malina"sı ile Raphael’in “Savaş
Güncesi" arasında hiçbir fark yok benim için. Hele Kafka, binlerce kez ölen
bu intihar rekortmeninin her satırı, parça parça intihar etmenin non plus
ultra güncesidir bana kalırsa; böyleleri için doğal ölüm de intihardır çünkü...
Mehmet Ergüven'in
bir yazısından
Etiketler:
Edebiyat
Sodomi'nin Tarihi
15. yüzyılın başından 17. yüzyılın sonuna kadar insanlar arasındaki ilişkiler, temel olarak yaşa ve cinsiyete bakılarak değerlendirildi. Anlaşıldığı kadarıyla 15. yüzyılda Floransa ve Venedik gibi şehirlerde alabildiğine gelişkin bir homoseksüel altkültür vardı. Dini reformlar sırasında epeyce yeraltına çekilen bu altkültür, ancak 17. yüzyılın ikinci yarısında, şehirli elit arasında yayılan serbest hayat modasıyla birlikte tekrar su yüzüne çıkacaktı. 18. yüzyılda cinsiyet temelli bu altkültür kendine has bir kimlik, bir "üçüncü cins" kimliği geliştirdi; bu da toplumun ona karşı tavrını, erkek ve kadın cinselliğiyle ilgili yasal mevzuatı da etkileyecekti.
Ortaçağın sonunda Orta ve Kuzey
İtalya'daki bazı şehirlerde kamu ahlakını düzene sokmak amacıyla adli
soruşturma komisyonları kuruldu. Komisyonlara cinsel suçları soruşturmaları ve
cezalandırmaları için özel yetki verilmişti. Suçların kapsamı Tanrı'ya karşı
gelmekten (özellikle manastırlarda, ya da Hıristiyanlarla Yahudiler veya
Müslümanlar arasındaki ilişkiler), "doğaya aykırı" suçlara (mastürbasyon,
hayvansevicilik ve sodomi), muhabbet
tellallığına (genelev çalıştırmak) kadar uzanıyordu. Kadınla erkeğin vajina
dışında birleşmesinden hayvanlarla düşüp kalkmaya, kadınlar ya da erkekler
arasındaki eşcinsel ilişkilere kadar, üreme yeterliği olmayan her tür cinsel
ilişki sodomi kapsamındaydı, fakat
gene de bu terim daha çok erkek eşcinselliğini tarif ediyordu. Sodominin en büyük tehlikesi, toplumun
temel yapısal ilkelerine aykırı olmasıydı -aile, heteroseksüel bağ ve üreme-,
bu yüzden de toplumsal düzeni ve cins kimliklerini tehdit ediyordu.
Hıristiyanlar zina yaptığında ya da bir rahibenin bekâreti bozulduğunda Tanrı
ve dini ahlak yara alabilirdi, fakat sodomi,
böyle işlere göz yuman bütün cemaatlerin üzerine Tanrı'nın gazabını çekerek
bizzat toplumun temellerini yıkardı.
15. yüzyılda Cenova, Lucca,
Floransa ve Venedik gibi şehirlerde, bir felakete yol açmasından korkulan bu
alışkanlıkla savaşmak için özel mahkemeler kuruldu. 1418'de Floransa hükümeti
Ufficio di Notte diye bir büro açtı, hedefi "Sodom ve Gomorra'nın günahının
kökünü kazımaktı, bu doğaya o kadar aykırıdır ki, kadiri mutlak Tanrı'nın
öfkesi sadece o adamın oğullarına değil, cemaatin ve cansız nesnelerin üzerine
de çöker." 1458'de Venedik'te Concilio di Dieci de sodomiyi dizginleyip ilahi cezadan kurtulmak üzere bir dizi yasa
çıkardı: "Kitabı Mukaddes'in bize öğrettiği gibi, kadiri mutlak Tanrımız
lutilik günahından ne kadar nefret ettiğini göstermek üzere Sodom ve Gomorra
şehirlerine öfkesini saldı, akabinde böyle korkunç günahlar yüzünden bütün
dünyayı sular altında bırakarak mahvetti."
John Martin - Sodom and Gomorrah |
Ortaçağ'da bu suça layık görülen ceza, dini sapkınlıklara layık görülenle aynıydı: Asılarak idam edilme, ardından yakılma ve küllerin ortalığa saçılması. Bununla birlikte 15. yüzyılda idam cezası ancak suçüstü yakalananlara ya da tekrar suç işleyenlere verilir oldu. Adli makamlara ulaşan vakaların sayısına oranla, dayak, para cezası, hatta basit uyarılar gibi daha yumuşak kararlar arttı. Floransa'da "gece bekçileri" 1432-1502 arasında sodomiyle suçlanan 10.000'in üzerinde erkek ve oğlan çocuğunun peşine düştüler, fakat bunlardan sadece 2.000'i suçlu bulunarak, basit para cezasından dayağa, hapse atılmaya, sürgün edilmeye, suçun üst üste tekrarlandığı en ciddi durumlarda da asılarak idam edilmeye ve yakılmaya kadar giden farklı cezalara çarptırıldı. Bu kademeli sert tavırla hedeflenen, şehirde erkekler - özellikle gençler- arası sosyal ilişkilerde giderek yayılan, sıradanlaşan gerçek bir alışkanlığın kökünü kazımaktan çok, aşırılıkları törpülemekti. Bununla birlikte gelen ihbarlar şehrin itibarını sarsmaya başlamıştı. Yılda elli vakayla uğraşan -hemen hemen haftada bir tane-, Ufficio di Notte'nin meşguliyeti, bütün toplum için utanç kaynağıydı. Büro Floransa'nın kötüye çıkan adını temizlemek amacıyla 1502'de kapatıldı. Fakat ne zaman Toscana'da bir doğal afet, bir salgın hastalık ya da kıtlık olsa hükümet tekrar ahlaki meselelerle uğraşmaya başlıyordu. Sözgelimi 1542'de arka arkaya gelen alametler I. Cosimo de Medicis'yi alarma geçirdi: Mugello tarafında deprem olup, fırtınada katedralin kubbesiyle hükümet sarayının kulesi yıkılınca Grandük, Tanrı'nın öfkesini çekebilecek bütün kusurlar gibi sodomiye de daha sert yaklaşmak gerektiğine ikna oldu. Fakat aniden uyanıp da baskı altına almaya çalıştıkları zaman bile, devlet makamları sodomiye genellikle geçmişteki gibi nispeten hoşgörülü yaklaştılar. 18. yüzyılın sonuna kadar, ancak suçüstü yakalanan oğlancılara çok sert cezalar reva görüldü.
Burning of Sodomites |
Sodomi
Kabaetlere dair [callipygien] bir
deneyim olan sodomi, cinsiyetler arasındaki belirleyici sınırları ortadan
kaldırdığından Sade'a göre tüm sapkınlıklar için kilit simge durumundadır.
Sade için sapkınlığın merkezinde
sodomi bulunmaktadır. Bütüncül canavarlık olgusunu oluşturacak olan diğer tüm
sapkınlık durumlarını sodomi ile bir benzerlik ilişkisinden yola çıkarak
yorumlar.
Ahlakı teoloji tarafından genel
kabul görmüş bir Kitab-ı Mukaddes terimi olan sodomi’nin içeriği, eşcinsel
pratikle sınırlı değildir: Aynı şekilde, özünde bir sapkınlık olarak niteleyemeyeceğimiz
eşcinsellik olgusunu, bir sapkınlık olan sodomi’den ayırdetmek gerekmektedir.
İnsan topluluklarının tarihinde defalarca görüldüğü üzere, tıpkı heteroseksüel
davranış biçimleri gibi, eşçinsel gelenekler de kurumsal yapılar oluşturmaya
elverişlidir. Buna karşılık sodomi, karşı çoğunluğa ait bir eylem olarak
telaffuz edilmektedir ve Sade'ın gözünde sodomiyi son derece belirleyici kılan
da budur: öyle bir eylem ki insan türünün üreme ve yayılma yasasına darbe
indiriyor ve böylece türün bir bireydeki ölümüne tanıklık ediyor. Sadece bir
red halinin değil aynı zamanda bir saldırganlığın da kanıtı: üreme eyleminin
simülakrı olarak bir yandan da bu eylemin alaya alınması. Bu aynı zamanda, bir
öznenin aynı cinsiyetteki başka bir özne üzerinde uygulamayı hayal ettiği, birbirlerinin
sınırlarının karşılıklı ihlali sayılabilecek bir yıkımın da simülakrıdır.
Karşı cinsten birinin üzerinde uygulandığında ise bir başkalaşım
[metamorphose] simülakrı olur ve her zaman büyülü bir çekiciliği vardır.
Aslında, bireylerin organik özgüllüğünü [specifite oranique] ihlal ettiği sürece,
bu jest varoluşa, insanların birbirleri içinde başkalaşmaları prensibini dahil
eder ki bütüncül canavarlığın yeniden üretmeye yöneldiği ve ateizmin nihai
uygulaması olan evrensel fahişeliğin varsaydığı budur.
Klossowski
"Komşum Sade"
Etiketler:
Sade
Sodom'un 120 Günü
Salo or the 120 Days of Sodom (Pier Paola Pasolini) |
Doymak bilmez bir roman yazarı olan Sade’ın da farkına vardığı gibi, fantezi gücü o kadar enerjikti ki, bu güç onun entelektüel etkinliği ve fiziksel dürtüleri üzerinde egemenlik kurmuştu. Sade, kabaca, diğer bütün insanların da kendisine benzediği genellemesinde bulundu. Bastille’de mahkumken roman yazmaya başladığında, gotiğin bütün korku, zulüm, rastlantı ve tuhaflık etkilerini kullandı; ancak, hapishanede tutulan bir kişiden bekleneceği gibi, görünür kaosun üzerindeki katı denetimini korudu. Tüm romanları içinde, yalnızca çılgınca kaba gotik öyküler, ahlaksızlık ve halkın düşüncelerini öfkeye sevk etmek yerine baştan çıkaran cinsel kandırmacayı da içeren Aşkın Suçları (1800) bir parça mizah içerir. Birçok okuyucuya göre (onun betimlemesinden sakınan püritenlere göre değil sadece) rasgele bir dille zulüm ve aşırılığın uzun, inandırıcılıktan uzak fantezilerini sunan, hayal gücü zayıf bir yazardır. Sade kötülüğün kökenlerinin ve kendi çektiği zorlukların nedeninin özel mülkiyet, sınıf ayrımı, din ve aile yaşantısı gibi başlıca insanlık konumları olduğuna karar verdi. Onun toplumsal ve dinsel kurallara karşı gelen kişileri, mutlak güç elde edilemez olduğuna göre, sahip olmaya değer tek güç hayalgücüne ait olandır şeklindeki inancını örnekliyordu: Gizlilik, en büyük erotik güç oyunuydu. İlk romanı olan Sodomun 120 Günü, (Jean Genet'nin klasik Notre Dame Des Fleurs’ü'gibi) kişisel bir hapishane pornosu olma amacına hizmet ediyordu; ancak, Sade sosyal konulara eğilmeyi ihmal edemeyecek kadar tam bir on sekizinci yüzyıl Fransız erkeğiydi ve seks onun yazılarında iktidar ilişkilerini betimleme yolu olarak kullanılır. Kendi çağdaşları arasında pornografiyi politize etme konusunda yalnız değildi: Bir örnek vermek gerekirse, 1789-91 arasında Kraliçe Marie Antoinette konulu seks partilerine ilişkin müstehcen el ilanlarında büyük artış vardı.
Sade’ın gotik kurmacaları insanların birbirlerini hemen ve insafsızca nasıl kullanıp sömürdüklerini betimler. Sade cinsel baskıyı siyasal baskıyla bir tutuyordu - her ikisinin de devrim türü bir patlamayla sonuçlanması olasıydı. ‘Emilie de Tourville’ başlıklı gotik öykü, bir genç kızla onun gizli kapaklı seks buluşmaları gerçekleştirdiğini keşfeden iki ağabeyi hakkındadır; özgürlüğü kısıtlanan kız için, âşığıyla haftada kaç kez buluşursa her iki kolunda o sayıda kesik açılması talimatı verilir. Sade’ın kan akıtmaya yönelik bu kararı, devrimin kan akıtması anlamını taşıyabilir:
Saçma sapan bir
ciddiyetle yetiştirilen, daha çocukken mutsuzluk çığlıklarına kulaklarını
kapaması öğretilen, beşikten beri kanla sulanan, her şeyi eleştiren ve
kendilerini her şeyin sahibi sanan Themis’in bu taşkın ve savruk
destekleyicilerinin davranışı o kadar kötü bir üne sahiptir ki, kendi gizli
utançlarını ve kaçamak yanıtlarını gizlemenin tek yolu aptallar üzerinde
etkili olmaktan ve akıllı insanların da onların nefret dolu prensiplerinden,
kanlı yasalarından ve aşağılık kişiliklerinden tiksinmesini sağlamaktan başka
bir işe yaramayan ve bunu da onları suça bulayarak başaran katı bir sertlik
sergilemektir.
Sodom'un 120 Günü’nü Sade 1784-85’te Bastille’de yazdı. Sade
romanda kendi hücresinden çok daha geniş bir hayali manzara yarattı (romanın
gizemli fantezisine katkısı olsun diye de, onu duvarın içinde gizlemekteydi).
14 Temmuz 1789’un yağması sonrasında çalınan kitabı Sade bir daha hiç görmedi;
kitap on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Marquis de Villeneuve-Trans’ın malı
olarak yeniden ortaya çıktı. El yazmasının Alman bir koleksiyoncuya satılışının
ardından, kısaltılmış bir versiyonu 1904’te Berlinli seksolog Iwan Block
tarafından sadece bilim adamlarına, tıp insanlarına ve hukukçulara dağıtımı
amaçlanarak sınırlı sayıda basıldı. El yazma nüsha 1929’da bir Fransız vikont
tarafından satın alındı ve Maurie Heine tarafından eksiksiz biçimiyle, üç cilt
olarak yayımlandı (1931-35). Sade’ın anlatımı, Marlborough dükünün komutasındaki
orduların Fransızları Blenheim ve Malplaquet’te bozguna uğrattığı ve Fransa’nın
Avrupa’daki hükümranlığını yok ettiği 1715’te başlar. Kral XIV. Louis yeni
ölmüştür ve torununun oğlu XV. Louis’in (1715-23) çocukluğu sırasında Duc
d’Orleans unvanını taşıyan, çok parlak nitelikleri olsa da ahlaksız ve
şöhretli bir mahkûm olup kendisini mutlak güçle donatan ve zalimlikle karışık
bir yolsuzlukla ülkeyi yöneten Philippe’in başkanlığında bir kral naipliği
konseyi mevcuttu. Sade’ın birinci bölümü şöyle başlar:
XIV. Louıs’e ağır
yükler yükleyen büyük savaşlar bir yandan hâzinenin ve insanların kaynaklarını
tüketirken, diğer yandan da bir kan emiciler sürüsüne zenginliğin gizli
yollarını temin etti. Bu tür insanlar başkalarının sefaletini azaltmak yerine
çıkar sağlayabilmek adına yarattıkları ya da destekledikleri toplu felaketler
için gözlerini açık tutarlar. XIV. Louis’in yüce hükümranlığının sona ermesi,
Fransız tarihinde, kaynakları en az onlara eşlik eden şehvet ve sefahat kadar
belirsiz olan büyük sayıda servetin gizemli bir biçimde ortaya çıkışının
görüldüğü dönemlerden biriydi.
Etiketler:
Sade
The manuscript of The 120 Days of Sodom
The manuscript of The 120 Days of Sodom written by the Marquis de Sade
while he was imprisoned at the Bastille in 1785
*
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/03/sodomun-120-gunu.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/03/120-days-of-sodom.html
Etiketler:
Sade
Liberten
İnançsız hovardalara; Libertenlere
Bilumum yaş ve cinsiyetten şehvetperestler; bu kitabı
yalnızca sizlere armağan ediyorum: Bu kitaptaki ilkelerle beslenin, sizin
tutkularınızın destekçisidir onlar. Sevimsiz, duygusuz, kişiliksiz ve dalkavuk
ahlâkçıların sizi korkuttukları bu tutkular, doğanın insanı eriştirmek istediği
yere ulaştırmada kullandığı araçlardan başka bir şey değildir; tadına doyum
olmaz bu tutkulardan başkasına kulak vermeyin; sizi mutluluğa yalnızca bu
tutkuların sesleri götürebilir.
Şehvetli kadınlar; şehvetperest
Saint-Ange size örnek olsun! Onun tüm yaşamı boyunca bağlı kaldığı ilahi zevk
yasalarına karşı duran ne varsa siz de onun gibi küçümseyin!
Hayali bir erdemin ve tiksinti
verici bir dinin tehlikeli ve saçma sapan bağları içinde uzun zamandır kapalı
tutulan genç kızlar; cesur Eugenie’yi taklit edin! Sersem ana babalarınızın
kafalarınıza kazıdığı gülünç davranış kurallarının tümünü, tüm öğütleri siz de
Eugenie gibi bir çırpıda yok edin, ayaklarınız altına alıp çiğneyin!
Ve sizler, pek kibar hovardalar;
siz ki, gençliğinizden beri, kendi arzularınızdan başka fren, heveslerinizden
başka yasa bilmediniz, kinik, hayasız Dolmance size örnek olsun! Siz de onun
gibi şehvetin sizin için hazırladığı çiçekli yolların tümünden geçmek
istiyorsanız onun kadar ileri gidin; siz de onun ekolüne katılın ve bu hüzün
dolu evrene kendisine rağmen fırlatılıp atılmış, insan denen bu zavallı
yaratığın, ancak zevklerinin ve fantezilerinin alanını genişleterek, şehveti
için her şeyi feda ederek yaşamın dikenleri üzerinden birkaç gül derlemeyi başarabileceğine
inanın.
SADE
(Yatak Odasında Felsefe için önsöz)
SADE
(Yatak Odasında Felsefe için önsöz)
Biberstein de Sade's portrait |
*Libertin, ahlâksal ya da
cinsel açıdan kendini hiçbir baskı altında hissetmeyen,
özgür düşünen ve yaşayan kişidir. Libertin'lik, cinsel ya da dinsel konularda otorite ya da
yerleşik anlayışların baskısını tanımayan bir yaşama tarzını içerir.
özgür düşünen ve yaşayan kişidir. Libertin'lik, cinsel ya da dinsel konularda otorite ya da
yerleşik anlayışların baskısını tanımayan bir yaşama tarzını içerir.
Libertin’de, dinle erotizm
arasında bir birlik söz konusu değil; tam tersine, kesin ve açık bir bölünme
var. Libertin, hazzı, geri kalan her şeyi dışta tutan bir amaç olarak görür.
Bedeni aşkınlığa teslim eden dinsel ya da etik değerlerle inançların nerdeyse
hepsine canla başla karşı koymuştur. Uç noktalarından birinde libertin'lik,
eleştiri alanına yaklaşır ve bir felsefe olur; bir başka uçta, dinsel adanmaya
ters düşen sapkınlık, ilenç, haram gibi kavramlara yaklaşır. Marquis de Sade, uzlaşmaz bir felsefi
tanrıtanımazlığı savunmakla övünmüştü. Gelgelelim kitapları, din karşıtı
dinsel ateşle yüklü bölümlerle dolup taşar, özel yaşamında da dine
saygısızlık, inançsızlık suçlamalarıyla karşılaştı; 1772’de Marsilya’da görülen
davası sırasında ileri sürüldüğü üzre. Andre Breton, bana bir keresinde
Sade’ın tanrıtanımazlığının bir inanç olduğunu söylemişti: Libertin'liğin tersyüz
edilmiş bir din olduğu söylenebilir. Libertin, doğaüstü dünyayı öylesine
ateşle reddeder ki, saldırılan bir adanma, bir kutsama katına yükselir zaman
zaman. Çileci ile libertin arasındaki asıl fark, çilecinin erotizminin aracısız,
tek başına bir yücelme olması, libertin'in erotizminin ise uygulamaya geçilince
bir suç ortağına ya da bir kurbana gereksinim duymasıdır. Libertin, her zaman
Öteki'ni ister. Onun laneti de budur: Ereğine güvenir ve kurbanına köle olur.
Tutkunun
ve çılgına dönmüş imgelemin tanımıyla libertin'lik zamanla sınırlı değildir.
Felsefe olarak oldukça moderndir. Libertinlik ve Libertine sözcüklerinin garip
evrimi, erotizmin çağımızdaki -gariplikte bundan geri kalmayan- yazgısını kavramamıza
yardım eder, lspanyolca'da libertin: (Libertino), önceleri “azat edilmiş bir
adamın oğlu" anlamına geliyordu, haz peşinde koşan çapkın anlamında sonradan
kullanıldı. Fransızcada, on yedinci yüzyıl boyunca liberal ve liberallik'e
yakındı anlamca: Cömertlik, özveri. Libertin'ler aslında şairdiler ya da Cyrano
de Bergerac gibi felsefeci şairlerdiler. Theophile' de Viau ve Tristan
L'Hermite gibi düşlemleri canlı, çılgın bir imgelemin güdüsünde serüvenci kişilerdi.
Libertinlik sözcüğüyle ilişkili uçarılık ve kayıtsızlık, en hoş haliyle Madame
de Sevigne'nin kaleminden dile getirilir: "Yazarken öylesine
libertin'imdir ki, attığım ilk adımı bütün mektubum boyunca izlerim. Libertinlik,
on sekizinci yüzyılda felsefe oldu. Libertin, dinin, yasaların ve geleneklerin entelektüel
eleştirmeniydi. Anlamdaki kayma göze batmıyordu, libertin felsefe erotizmi
ahlaki eleştiriye çevirdi. Zamana sığmayan erotizmin modern çağa geldiğinde
aydınlanan maskesi buydu. Din ya da sapkınlık olmaktan vazgeçti, iki durumu da
ayinle bağlantılı buldu, ideoloji ve düşünce konumuna girdi. O dönemden bu yana,
falluslarla vulvalar, sofistlere dönüşüp geleneklerimizi ve yasalarımızı
eleştirdiler.
Libertin felsefenin en eksiksiz
ve keskin anlatımı Sade’ın
romanlarında bulunur. Onlarda din de en az ruha ve aşka duyulan öfkeyle
reddedilir. Açıklanabilir bir şey. Libertin için ideal erotik ilişki, cinsel
nesne üstünde kesin egemenlik demektir, onun yazgısına karşı da aynı ölçüde
kesin bir kayıtsızlık; bu arada cinsel nesne, efendisinin istekleri ve esintileri
karşısında eğilir. Bu yüzden Sade’ın libertin'leri, kurbanlarından tam bir
boyun eğme beklerler. Bu durum felsefî bir tasımdır, psikolojik bir gerçeklik
değil. Tutkusunu doyurmak adına libertin, dokunduğu bedenin acı çeken bir
duyarlık ve bir istenç taşıdığını bilmelidir (ona göre bilmek, hissetmek
demektir). Libertin’lik, kurbandan belli ölçüde bir özerklik ister, çünkü o
olmadan haz/acı dediğimiz çelişkili duygu doğamaz. Sadomazohizm, libertin'liğin
merkezi ve tahtı, bu nedenle onun yadsınmasıdır da. Duygu, libertin’i
nesnelerin duyarlığına bağımlı kılarak onun üstünlüğünü yadsır, ayrıca
kurbanın edilginliğini de yadsır. Libertin ile kurbanı, alışılmadık bir
felsefî yenilgi pahasına suç ortağı olurlar: Libertin'in kayıtsızlığıyla
kurbanın edilginliği aynı anda uzlaşır. Bir duygu felsefesi olan libertin’lik,
olanaksız bir duygu yoksunluğu tasarlar: Eskilerin ataraksiya dedikleri durum.
Libertin çelişkilidir: Öteki’nin hem ölümünü, hem de yeniden doğmasını ister.
Cezası, Öteki’nin hayata bir beden olarak değil, bir gölge olarak dönmesidir.
Libertin’in gördüğü ve dokunduğu her şey gerçekliğini yitirir, onun gerçekliği
kurbanınkine bağlıdır. Oysa kurban -kadın ya da erkek- yalnızca bir çığlık,
uçucu bir el hareketidir. Kendisi de gölgeler arasında bir gölge olup çıkar.
Erotik edebiyatın tarihinde Sade ve onu izleyenler, benzersiz bir
konumdadırlar. Sade’ın somurtkan
yadsımalarını ne kadar derin bir sevinçle bir araya getirseler de, Varlık’ı hep
yücelten Platon’un soyundandır onlar, kara gecenin ışıksız Lucifer’inin
çocuklarıdır. Felsefe geleneğine göre Eros, karanlığı ışıkla, maddeyi tinle,
cinselliği düşünceyle, burayı orayla kaynaştıran bir tanrısal güçtür. Bu
felsefecilerde kara ışıktır konuşan, erotizmin yarısı: Yan tutan bir
felsefe... Daha eksiksiz görünümler bulmak için yalnızca felsefecilere değil
şairlerle romancılara da bakmamız gerek. Eros ve onun alanları üstüne düşünmek,
onları dile getirmekle aynı değildir; dile getirme sanatçının ve şairin yeteneğidir.
Sade, çok geveze, yavan bir yazardı,
bir sanatçının tam tersine. Sade ile
çağdaş tilmizleri erotik tutkuyu felsefî bir söyleme dönüştürmek için canlarını
dişlerine taktıkları halde, Shakespeare ile Stendhal bize daha ayrıntılı bilgi
verirler. Sadomazohizmin zindanlarıyla usturaları, haz/acı İkilisinin bitimsiz
tartışmalara giriştikleri sıkıcı bir akademik toplantıya dönüştü çoktan.
Freud'un üstünlüğü, bir doktor olarak deneyimini şiirsel imgelemiyle nasıl
bağdaştıracağını bilmesindeydi. Bir bilim adamı ve trajik bir şair kimliğiyle,
bize erotizmi kavrama yolunda kılavuzluk etti. Biyoloji bilimleri, büyük
şairlerin sezisiyle el ele. Eros
güneşçil ve gececildir: Herkes onun varolduğunu bilir de göreni çok azdır.
Sevgilisi Psykhe'ye göre varlığı görülmezdi, gün ortasında güneş nasıl
görünmezse: Işık fazlalığı yüzünden. Eros'un aydınlık ve karanlık olan ikili
yüzü. Yunan edebiyatı şairlerinin bin kere yineledikleri bir imgede durulaşıyor:
Yatak odasının karanlığındaki lamba.
Erotizmin aydınlık yanını, hayata
verdiği ışıltılı onayı öğrenmek istiyorsak, Neolitik dönemden kalma bereket
heykelciklerine göz atmamız yeter: O körpe incelik, kalçaların dolgunluğu,
küçük figürün kendi memelerini meyve gibi sıkan elleri, o esrik gülümseme.
Yerinde göremesek bile en azından Hindistan’da Budacıların Karli tapınağına
oyulmuş dev erkek ve kadın heykellerinin fotoğraflarına bakabiliriz. Güçlü
ırmaklar ya da durgun dağlar gibi bedenler, sonunda doyuma ermiş bir doğanın
imgeleri, dünyayla uyum anında yakalanmış, sonra da cinsel doruğa ulaşan
benlik. Güneşçil mutluluk: Dünya gülümsüyordur. Ne süreyle? Bir iç çekiş
boyunca: Bir sonsuzluk. Ama erotizm kendini cinsellikten koparır, değiştirir,
çiftleşmeyi amacından saptırır: Ne ki bu kopuş, bir dönüştür aynı zamanda.
Çift, cinsellik denizine döner, dalgaların sonsuz, usul hışırtısında gidip
gelirler. Orada, hayvanların masumluğunu edinirler. Erotizm bir ritimdir;
tellerinden biri ayrılık, öteki sılaya dönüştür, uzlaşmış doğaya dönüş
yolculuğu. Erotik öğe burada, bu andadır. Bütün kadınlarla erkekler yaşamıştır
böylesi anları: Cennetten budur payımıza düşen.
Erotizmden, aşktan, dalgınlık
esrimesinden önceki bu ilk an, bu dönüş, ne ölümden bir kaçıştır, ne de
erotizmin göz korkutucu özelliklerini yok sayış: Onları anlama, bir bütüne
yerleştirme çabasıdır. Entelektüel bir kavrayış değil, duyumsal bir kavrayış,
duyuların aklı. D. H. Lawrence, hayatı boyunca bu aklı aradı, ölümünden kısa
bir sıra önce bulgusunun kanıtını mucizevî bir ödül olarak bir şiirde bıraktı:
Büyük Bütün’e dönüş, derinlere inmektir. Pluton ile Persephone’nin, her bahar
yeryüzüne dönen kızın, yeraltındaki saraylarına inmektir. Ölümle hayatın
kucaklaştığı ana kaynağa bir dönüş:
Bir belemir uzat bana, bir meşale ver!
yolumu bulayım, çatallı mavi meşalesinde bu çiçeğin,
indikçe daha da kararan basamaklardan, mavinin
koyulukta koyulduğu
şimdi Persephone’nin de gittiği, kırağı kesilmiş
Eylül'den
karanlığın karanlığa uyandığı
ve Persephone’nin kendisinin
bir sesten başka bir şey olmadığı ülkeye
ya da Plutonsu zifirî kollarla sarılı
ve kapkara ezinçle yaralı
görünmez bir karanlığa,
karanlığın meşaleleri
karartırken yitik gelinle damadı.
(d.h lawrence)
Octavio Paz'ın
Çifte Alev kitabından
Çifte Alev kitabından
Etiketler:
Sade
S/A/D/E
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/03/ La Coste |
Sade’ın yaşamı ve görüşleri on
dokuzuncu yüzyıl boyunca gizli tutuldu ve yirminci yüzyıl boyunca da bilinçli
olarak çarpıtıldı. Sade titiz, huysuz, soğuk ve kendini beğenmiş bir soylunun
hayatta kalan tek çocuğuydu. Ailesinin sahip olduğu mülklerin Sade üzerinde
hayal gücünü besleyici güçlü bir etkisi oldu. Ailenin şatosu La Coste,
güneyinde Luberon Dağları ile Provence’in kuzey sınırındaki Mont Ventous
arasında, güzel ve verimli bir ovadaydı. Donald Thomas’ın tarif ettiği gibi,
“Sade ailesinin La Coste ve Saumane’daki şatoları, Salvator Rosa’nın yazacağı
ya da gotik bir romanın giriş sayfalarında bulunacak türden dramatik bir
çalışmayı akla getiren, vadilerden akan nehirleri ve taraçalar halindeki bağları
yukarıdan gören bir konumdaydı”. Otranto Kalesi için Strawberry Hill'i kullanan
Horace Walpole ya da Vasık’ta kendi evinin özelliklerini kullanan William
Beckford gibi, Sade da Sodom’un 120 Günü’nde, Silling’deki korku salan kaleyi
hayal ederken kendi aile konutundan yola çıkmaktaydı:
Vaucluse Sıradağları’nın dik, ağaçlarla kaplı boğazları ve
çağlayarak akan nehirleri, heyecanla, zevk ve zorbalık vaadiyle, ve tüm bu
arzuları ancak uzaklardaki şatonun kötülüklerinin dindirebileceği denetlenemez
zevk düşkünlüğüyle yüklüydü. (...) Saumane Şatosu -yeraltı geçitleri, zarif
merdiveni, galerisi, odaları, vadinin üzerindeki alçak masif duvarlarda
görünen kanatlı pencereleriyle- Sade’nin romanında karakteristik nitelikler ve
dekorlardı.
Annesi, yetim Bourbon prensi de Conde’nin ailesindendi.
Sade, 1744’te henüz dört yaşındayken (kendisinden dört yaş büyük) prens de Conde’yi
dövünce, önce büyükannesinin Avignon’daki on beşinci yüzyıldan kalma gotik
konutuna, oradan da Saumone’daki aile şatosuna, son olarak da Ebreuil'deki eski
manastıra gönderildi. 1754’te, on dört yaşındayken, Yedi Yıl Savaşı’nın patlak
vermesi üzerine genç bir subay olarak Almanya’ya gönderildi ve burada bazı
katliam sahnelerine tanık oldu.
İlk kez 1763’te, Parisli bir
fahişeyi satanist ritüellerin eşlik ettiği kırbaçlamayla tehdit etmesi
sonucunda tutuklandı. Polisten cesaret alan bir çok Paris genelevi Sade’a
kapılarını kapadı. 1768 Paskalyasında, bir pasta aşçısının orta yaşlı dul eşini
kırbaçladı. Kadının şikayetleri öylesine büyük bir skandal yarattı ki, daha on
gün geçmeden Parisli Madame du Deffand olayın ayrıntılarını Londralı dostu
Horace Walpole’a yazıyordu. Sade’ın şiddet dolu, tek yönlü cinsel ritüelleri
tercih etmesi, onu yaygın bir nefretin kötü şöhrete sahip hedefi haline
getirdi; ancak rağbet gören şiddet zevki ve sansürsüz uygulanan halka açık
cezalandırmalar göz önünde bulundurulduğunda, verilen tepkilerin yoğunluğu Sade’a
ikiyüzlülük gibi geliyordu. 1768'deki suçlamanın ardından Sade birkaç ay
hapiste tutulduktan sonra, Paris’ten La Coste’a sürgüne gönderildi. 1772’de,
Marsilya’daki bir seks partisinin ardından, zehirleme (iki kadına öldürücü
olmayan dozlarda bir afrodizyak vermişti) ve uşağıyla cinsel ilişkiye girmekten
suçlu bulundu. Aix’de kafası kesilerek öldürülmeye mahkum edildiyse de, cellat
bir kuklanın boynunu vurdu ve Sade Sardinya Krallığı'na kapağı attı.
Mülküne el konuldu ve çocuklarının velayeti karısına bırakıldı. Sade’ın, kızını
terk etmesini asla affetmeyen zengin, acımasız ve becerikli bir kaynanası
vardı; kadın onun medeni hukuka göre cezalandırılmasını sağladı. 1777’de Sade,
kaynanasının kışkırtmasıyla, Bourbon Fransa’sının lettres de cachet adıyla
bilinen adaletsiz yasal düzenlemesi gereği, hiç yargılanmadan Vincennes
Hapishanesine atıldı.
Vincennes, rutubetli, dar,
havasız ve çok az ışık alan hücreleri olan, kasvetli ve kuleli bir kaleydi.
Sade orada tam bir tecrit hayatı yaşadı; adı gizlendi (hücre numarasından ötürü
‘Monsieur le 6’ olarak, biliniyordu); ve sanki vahşi, kafese kapatılmış bir
hayvanmış gibi yiyeceği kapıdaki bir delikten veriliyordu. Müdür hapishanede
kalanların kesin bir sessizlik içinde durmaları için Önlemler alıyor ve sert,
kurallı bir şiddet politikası uyguluyordu. Hapse atılması Sade’ı öfkelendirip
dehşete düştüyse de akıl sağlığını yitirmedi. Saplantıları hapishanenin
yalıtılmış ortamında iyice büyüdü; burada, genellikle felsefi etiğe hitap eden,
büyük bir heves, tutku ve mantıkla yüklü mektuplar yazmaya başladı. Ancak,
yayımlanacak eserler yazmaya 1784’te Bastille’e gönderilmesinin ardından
başladı. Bastille’in baskına uğrayışından birkaç gün önce, kalenin kulelerinden
kendisini ve diğer mahkûmları katlediliyorlar diye aşağıdan geçenlere bağırdığı
için buradan alındı ve Charenton akıl hastanesinde silahla korunan bölüme
gönderildi. İlk eseri olan Sodom’un 120 Günü’nün el yazısı nüshalarının yok
olduğunu zannediyordu ve eserin sonuçta ele geçmesinden hiç haberi olmadı.
1790’da, Sade gibi lettres de cachet'den ötürü mahkum edilenlere genel af ilan
edilince yeniden özgürlüğünü kazandı.
Demokratik bir coşkunluk ânında
idam edilebileceğini anlayınca, yeni rejim için yavan denecek düzeyde
propaganda yaparak tam bir broşür tasarımcısı olarak çalıştı. Bir süre,
Paris’in kendi sorumluluğu altındaki bölgesinde sulh yargıcı olarak görev
yaptıysa da, yumuşaklığı yüzünden devrimcilerin tepkisini topladı: İdam
cezasına her zaman karşıydı - tek etik cezanın sanığın ıslah edilmesi
olasılığını içeren ceza olduğunu savunuyordu; inancına göre bir kişi zevkleri
uğruna ceza işleyebilirdi ama adalet adına cinayet işlemek yanlıştı. Radikal
görüşlerinde samimiydi. Ancien regime ona düşmanmış gibi davranmıştı ve
Jakobenciliğin dehşeti belirginleştikten sonra bile, “başkentlerinde tapınma
amacıyla durmaları amaçlanan kralların, kendilerini isteyen kalabalıktan
kaçtıkları, ihtiras, tutku, intikam ve gururun her gün can sıkıntısının
kanatlarında uçarak çıkagelen günün tapınacak kişisine kurbanlar sunduğu, kendi
mülklerinde sorumluluk sahibi liderler olmaları gereken Fransız asillerin
ziyafet salonlarında utanca kapıldıkları Versailles denen o çirkin, iğrenç
köy”ü nefretle anmayı sürdürdü.
La Coste Sade's Castle |
Etiketler:
Sade
Giyotin
"Yeryüzünde bir cennet; çok güzel bir ev, harika bir bahçe, seçkin bir topluluk, tapılası kadınlar; ve bir anda pencerelerimizin altına yerleştirilen idam sehpası; bahçemizin orta yeri kafası kesilenlerin mezarlığına döndü. Beş gün içinde, sevgili dostum, giyotinden geçmiş bin sekiz yüz kişi kaldırdık, üçte biri de bizim bedbaht evimizin sakinlerindendi.
...
Tüm bunların ortasında, kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Devletin zindanlarındaki tutukluluğum, gözümün önündeki giyotin, hayal edilebilecek bütün Bastille'lerin bana hiçbir zaman veremeyeceği kadar acı verdi." (Sade, Picpus'taki tutukluluğu sırasında)
XVI. Louis |
18. yüzyılın son çeyreğinde, cezalandırmada
başvurulan bedensel yöntemler eleştirilmeye başlar. 1788'de, işkence
-"öncelikli sorun"- Fransa'da yürürlükten kaldırılır. Yaşamanın ve
ölümün krala bağlı olmasına karşı olan Beccaria, ölüm cezasının kaldırılması
gerektiğini savunur. Ne var ki sesini tüm Avrupa'ya duyurduğunu söylemek
oldukça güçtür. Felsefecilerin hepsi katılmaz onun görüşlerine. Bununla
birlikte, birçok bilgili despot bu yeni duyarlılığa uyum gösterir. II.
Gustaf'ın İsveç'inde, II. Yekatarina'nın Rusya'sında ve II. Friedrich'in
Prusya'sında ölüm cezası kalkar. "1782 tarihinde II. Joseph'in ilan ettiği
Avusturya Ceza Yasası'yla ölüm cezası yürürlükten kaldırılır"; kaldı ki,
İmparatorluk'ta 1796-1803 yılları arasında dönem dönem yeniden uygulamaya
konur.
İdamlara az rastlanılan başka
yerler de vardır, bu da cezalarda bir yumuşamaya işaret etmektedir.
İngiltere'de, 18. yüzyılın sonunda yılda 20 kişinin asıldığı görülür. Oysa bu
sayı Elizabeth'in saltanatının sonunda 140'tır. 1780'den sonra, Paris Yüksek
Mahkemesi'nde verilen ölüm cezalarına gitgide daha az rastlanır. Cenevre'de,
asılarak idam edilenlerin sayısı 1755'ten başlayarak azalır. "Kilisenin
ve adaletin seçkin tabakası" diye yazar Michel Porret, "ölüm cezasına
karşı gittikçe büyüyen bir düşmanlık sergiler."
Yeni duyarlılığı doğrulayan bu
verilere karşın, en büyük ceza "sanayi öncesi Avrupa'da ceza sisteminin
temel taşı" olmayı sürdürür. Dolayısıyla, idam edilen beden ve onun kızgın
demirle damgalanması "devletin tekeline aldığı ceza düzeninin
merkezinde" bulunmaktadır hâlâ. Fransa'da olduğu gibi İngiltere'de de
idam halkın önünde gerçekleşir. 1757'de, Damiens'in ölüm cezasına çarptırılması
suçun canavarca yapısının sergilendiği bu ayinin en dikkat çekici örneğidir.
Ceza tiyatrosu bir şekilde kıyımın suçlunun bedenine kazınmasını sağlar. Michel
Foucault'nun yazdığı gibi, zarara uğrayan hükümdarlığın yeniden toparlanmasını
sağlar. İktidarı belirleyen kuralların merkezini oluşturur. İdam hukukun
kutsallığını kanıtlar. Özellikle Fransa'da, bedenine suçun saldırdığı kralın
gücünü ve öfkeli üstünlüğünü simgeler.
Bütün bunlar tüyler ürpertici
sefaletiyle gösterilen ve incelenen bedenin oluşturduğu acı gösterisini,
"istemli görsel şok"u içerir. Elbette, idam bir dehşet eğitiminin
parçasıdır. 1814'te, Joseph de Maistre bunu şu sözlerle anlatır: "Cellat
[suçluyu] tutar, yatırır, yatay duran bir çarmıha bağlar, kolunu kaldırır:
İşte o anda korkutucu bir sessizlik olur, yalnızca sopanın altında ezilen
kemiklerin sesiyle kurbanın çığlıkları duyulur. Derken, onu çözer, bir çarkın
üstüne taşır: Kırık kollarla bacaklar çarkın parmaklarına dolanır; baş sarkar;
saçlar diken diken olur ve fırın kapısı gibi açık ağızdan sadece ölümü çağıran
birkaç iç parçalayıcı sözcük çıkar." Acının dolaysız olarak görülebilmesi
cezanın örnek oluşturması düşüncesini güçlendirir ve suçun önlenmesine katkıda
bulunur.
İdam sırasında, öldürme işleminin
süresi deneyime dayalı bir beceriye sahip cellat tarafından kısaltılır ya da
uzatılır. Michel Foucault bu farklı acı üretimlerinin ne kadar önemli olduğunun
altını çizmiştir. "İşkenceler" katilin önemine göre değişen ve bilgi
gerektiren "genel bedensel acı ilkeleri"ni yansıtır. Sözgelimi, kral
katilinin kollarıyla bacakları kopartılır, eşkıyalar çark işkencesine sokulur,
ana ya da baba katilinin elleri kesilir. Burnun ya da kulakların kesilmesi,
dilin kızgın demirle delinmesi de ölüm cezasına çarptırılan kişinin bedenini
yavaş yavaş insanlıktan uzak bir kalıntıya dönüştüren bu anatomik parçalama
işleminin bir parçasıdır. Kimi zaman en sonda, baş ya da bedenin başka bir
parçası sergilenir. 16. ve 17. yüzyıllarda, bu acı ilkeleri özellikle
İngiltere'de son derece gelişmiştir. Krallıkta, idam mahkumunun cesedi anatomi
odasına götürülür. 1832'ye dek, yargıçlar ölüm cezasına ek bir işlem olarak
bedenin açılması kararını verirler. Böylece kıyımın sonundaki, başka koşullar
altındaki bedenin aşağılanması yöntemi yasallaşır.
İsa'nın öldüğü akşam cennete
giden iyi hırsıza göndermeyle, idam suçluya kurtulma fırsatı sunar. Suçun halk
önünde itirafı, suçlu olunduğunun kabul edilip af dilenmesi ayini, eksiksiz
bir utanç ve aşağılama düzeni, pişmanlık duygusu yaratıp onu açığa vurdurur.
Cenevre'de, yalınayak biçimde, boynunda ip, elinde yanan bir meşaleyle, kent
kavşaklarında diz çöken mahkûm pişmanlığını ifade ederek kurtuluşu hak etmeden
önce hemcinslerinin saygısını kazanır. İdam, suçlunun şehide
dönüşümünü gösterme fırsatı yaratır. Hatta lütfün izlediği yolu bile gözler
önüne serebilir.
Etiketler:
Sade
Kanlı Devrim
Massacre, hayvanlar aleminde de öncesinde av olmaksızın, oyun
aracılığıyla toplumsallaşma biçimlerini açığa çıkarmaksızın, gerçek toplu heyecanlar
içermeden, şeyleştirmeden, kurbanın bedeninin ete dönüştürülmesinden başka bir
şey olmayan kesimden derinlemesine farklıdır. Hayvanın kesilmesi ayinsel bir
yöntemden ziyade basit bir tekniktir.
19. yüzyılda insan kıyımındaki
uygulamaların ve figürlerin anlaşılması için, en azından 18. yüzyılın
ortasında yerleşmiş ve ondan sonra Devrim'in farklı evrelerinin nispeten
acımasızlığı üstüne kapanmak bilmeyen tartışmayı belirlemiş antropolojik
doğanın ve duyusal kültürün altüst oluşuna bakmak gerekir. Hiç kuşku yok ki,
bugün tarihçi iyilerle kötülerin edimlerinin karşılaştırmalı olarak
incelenmesine kapılarak bir yargı ileri sürmemelidir; çünkü bu incelemenin
işlevi geçmişi anlamaktan ziyade karşıt cephelerin resmini çizmektir.
Bununla birlikte, Devrim eski
kıyım uygulamasını yeniden başlatmış -yalnızca kin zincirlerini yaratarak ya da
harekete geçirerek olsa da- ve kıyım yöntemlerinin yeniden düzenlenmesine neden
olmuştur. 1789 yazı, Temmuz ve Ağustos ayları (taşrada), 1792 Eylül'ü
(Paris'te), 1793 ilkbaharı ("Vendee"de) bu zincirinden boşanmanın
başlıca süreçleri yaşanır. Bu tarihlerde bazı açılardan idamın teatralliğiyle
uyumlu bir şiddet gösterisi açığa çıkar. Kendisini kanlı bir temsile
kaptırmış; kararlılıkla edimlerinin meşruluğunu kanıtlamak, bu edimlerin
varsayılan etkisinin tadını çıkarmak ve kendiliğinden gelen cezalandırma
aracılığıyla tehdit altında gördüğü dengeyi yeniden kurmak isteyen bir
kalabalığın işidir bu gösteri. Bu dramatik sahneler öykünme oyunuyla ve içinde
sorumlulukların azaldığı toplu bir güdümlülük doğuran gizli bir tehdit
duygusuyla sürer gider. Kıyım kimi zaman bedenin gerçekliğine gerçekdışı
tarafların varlığını katmayı, o zamana dek aşırı bulanık olan sınırları
belirlemeyi ve bilinçli olarak kin akımları başlatmayı amaçlayan şiddetli bir
özgürleşmedir.
Bu kıyımlar, söz konusu olan
ister köylü ayaklanması örneğinin etkisinin kestirilmesi, ister bu dramların
idam ve darağacıyla olan ilişkilerinin belirlenmesi, isterse karnavalla olan
benzerliklerinin bulunması olsun, farklı okumalara konu olmuştur. Öyle ya da
böyle, bu toplu şiddet hareketlerinin kendilerine özgü birtakım özellikleri
vardır. Kamusal alanda -sokak, meydan, liman-, gündüz, çoğunlukla da yaz
güneşinin altında gerçekleşmişlerdir. Bu görünürlük sesli alarmların sıklığıyla
uyum içindedir. Alarm çanı, harekete geçirdiği kıyımla bağlantılıdır. Çan sesi
o korkunç koşullarda, söylentiye gerçeklik kazandırır. Komplo tehdidini var
eder.
Şiddetin zincirinden boşanmasının
özelliklerinden biri de hem hareket hem de dil alanında, görünüşte
kendiliğinden, hatta tiyatro sahnesini akla getiren belli bir buluşla
gelişmesidir. Bu yaratıcılığın yansıttığı bayram havası, kıyımı şölenle
ilişkilendirir. Düşmanın kolunun bacağının koparılıp karnının deşilmesi
görüntüsünün verdiği hazla; kısacası, Devrim'in kendisini algılamasını,
düşünmesini ve dile getirmesini sağlayan, düşmanın eğretilemesel canavar
bedenine uyarlanışının gösterisiyle devrimci enerjinin açığa çıkmasını
sağlayabilir.
Devrim'in ilk yıllarındaki kıyımlarda
16. yüzyılın sonunu kana bulayan aşırılık sahnelerinden birçok öğeye rastlarız
yeniden; bunun dışında, bazı hareketlerin anlamı, karmaşık bir ifade aktarımı
sonucunda yitmiş gibidir. Yakın zamanlı birtakım çalışmalarda incelendikleri
için, örnek olarak Machecoul ve La Rochelle (Mart 1793) kıyımlarını ele alalım.
Dram bu olaylarda bir "yığın"ın, bir "ayaktakımı"nın
işidir. İnsan topluluğu kalabalığa, tesadüfi toplaşma da bilinçli toplanma
haline dönüştüğünde kıyım patlak verir; harekete geçmenin olmazsa olmaz
koşuludur bu. La Rochelle'de,
21 Mart'ta kıyıma katılan ya da tanık olan dört yüz kişilik bir topluluk vardır. Söz konusu korkunç kalabalık suçlulardan, serserilerden, "yabancılar"dan oluşmuş bir sürü değildir; o insanların dörtte birini kentli zanaatçılar ve kadınlar oluşturur.
21 Mart'ta kıyıma katılan ya da tanık olan dört yüz kişilik bir topluluk vardır. Söz konusu korkunç kalabalık suçlulardan, serserilerden, "yabancılar"dan oluşmuş bir sürü değildir; o insanların dörtte birini kentli zanaatçılar ve kadınlar oluşturur.
Öldürme işi sözlü duyuru
aracılığıyla teatralleştirilmiştir. Bir antik tragedya korosunu akla getiren,
iç içe geçmiş diyaloglar ve büyüleyici sözler kıyımı bir gösteri haline
getirir. Sanki kalabalığın bu şiddete alışma süresine gereksinimi vardır.
Meydan okuma ve kutsallığa küfür içermeyen vurgulu "sövgüler" dramın
bu ilk aşamasını besler. "Düzmek" (foutre) sözcüğünün sık kullanımı,
Antoine Baecque'in "düzücü enerji"nin iktidarsız hükümdardan, güçlü
ve halkçı Herakles'e geçişine adadığı sayfaları desteklemektedir. Koronun
sözleri ("topluca" haykırırlar: "Ölüm", bir başka
topluluksa şöyle bağırır: "Kafasını keselim!") kıyımdan sonraki
kahramanlaştırıcı yorumu hazırlayan bireysel övünmelere ara verdirir (gemici
Bellouard: "Lime lime doğrayacağım onları").
Etiketler:
Sade
Justine
Sade, düşünsel macerasını iki
kadın figüre emanet eder. Bu kadınlar, her biri kendine göre, Sade'ın
fikirlerinin bedelini ödeyecektir; biri bu fikirlere maruz kalarak, diğeri bu
fikirleri hayata geçirip deneyimleyerek; Sade, erkek karakterlerinden ziyade,
bu iki kadın karakteriyle bütünleşir; iki kız kardeş olan Justine ve Juliette’de
kendini bütünüyle ortaya koyar. Her ikisi de güzel fakat çok farklı mizaçlara
sahip olan, benzer durumlara düşüp, birbirine taban tabana zıt prensipler
doğrultusunda tepki gösteren bu iki genç kadının paralel hayatlarını anlatmak,
hiç kuşkusuz ahlaki bir ilginin yanında, Sade'ın göstermeye ve kanıtlamaya
çalıştığı her şey için mutlak bir avantaj sağlamaktadır. Açıktır ki, kendini bu
iki kadın kahramanıyla özdeşleştiren, kadınlar nasıl heyecanlanırsa öyle
heyecanlanan Justine ve Juliette'in yaratıcısı, benliğinin derinliklerinde olduğu
kadar deneyimlerinde de bu iki kadının özünü taşımaktadır. Sade’ın Justine
karakterinde, kendi vicdanının acısını, sıkıntılarını, açık sözlülüğü yüzünden
maruz kaldığı aşağılanma ve incinmeleri ifade etmiş olması kuvvetle
muhtemeldir. Aslında, duyarlığının masumiyetinde Hıristiyan ahlakının kişileştirildiği
Justine’in talihi, kabul ettiği
ateizminden her türlü ahlaki sonucu çıkarmış, hiç kuşkusuz Hıristiyan bir
toplumun zulümlerine maruz kalabilecek birinin kaderini de pekâlâ temsil ediyor
olabilirdi. Oysa Justine bu toplumun
bağrında yetişmektedir ve dürüstlüğünden, bu toplumun oyununu oynadığını
düşünür. Fakat nasıl ki normal bir insan doğasının varlığından söz edemezsek, bu
toplumun da var olduğu söylenemez. Aslında bu toplum yoktur. Bu ilüzyona sadık
kalan Justine, tüm alçaklıkların,
tüm zulümlerin, tüm suçların, yani tüm “anomalilerin” bizzat hem bahanesi hem
de çıkış noktası haline gelir. Bunun da ötesinde, kendi yanılsaması, kendi
saflığı, nerede olursa olsun yalnızca kendi olarak ortaya çıkması nedeniyle
Justine karşılaştığı kişilerin içindeki kötülüğü kışkırtır. Erkekler ve
kadınlar üzerinde uyguladığı çekim gücü, başkasından gelecek yeni sapkınlık
formlarını tanımasını mümkün kılar fakat her yeni durumda saflığının yol açtığı
dilemmalar, onu çevresinde işlenen suçların ortağı yapar.
Photograph by Jindrich Styrsky |
Dolayısıyla Justine, sadist girişim için olmazsa olmaz tabunun kişileşmiş
halidir. Aksiyon, varolan durumdan, kabul edilmiş normlardan, alt üst edilmesi
istenen kurumlardan -ki bu kuramların, öncelikle, sözcülüğünü üstlenmiş ama
daima engellenen, taciz edilen ve sürekli gözyaşı döken kadın karakterlerin
içinde alt-üst edilmesi gereklidir- hareketle gelişir ve devam eder. Sade, Justine’i, uğradığı ilk tecavüzden,
sonrasında maruz kalacağı en beter pis durumlara kadar, hiçbir durumda
değişmeyen, hep baştaki Justine ile
aynı kalan bir Justine olarak
gösterir; son siperlerine kadar ulaşılmış bir bilincin korku ve
sıkıntılarından -ki bu bilinç kendine sahip olmanın ihlal edilemezliği
noktasında kendini tecavüze uğramış biri olarak görmektedir, benin kendi
dürüstlüğüne ilişkin bir tasavvuru vardır- nasıl yararlanacağını çok iyi bilir.
Halbuki, bilinç, Justine’in gözünde
çoktan kaybedilmiş olan bedenden ayrı kalamaz, tensel refleksler, onu sırrını
dışa vurmakla tehdit eder. Bu sır, benin yine kendisi tarafından ele
geçirilmesi ve bozguna uğratılması, dolayısıyla kimliğini kaybetme riskinde
yatmaktadır. Justine, böylece, ne
kötülüğün mutlak gerçekliğini kendi etinde, ne de sapkınlığı kendi doğasında
tanıyıp varsaymadığı için, huzursuz bir vicdanı [conscience mauvaise]
deneyimler çünkü aşağılanmalarının en beterinde, cellatlarının kendisini bıraktığı yasak aşkı duymaktır.
Sadist deneyimin Justine karakteriyle ilgili amacı budur. Buradaki orijinalite,
okurun, her bir olayın kahramanın vicdanındaki yansımasını görebileceği, Justine'i
kendisinin dışına çıkmış haliyle kendi vicdanının prensiplerine saldırırken
izleme olanağı bulacağı şekilde tasvir etmektedir:
"Her zaman kötülük ve erdem arasında bir yerlerde olduğuma göre,
mutluluğun yolu benim için ancak bu iğrençliklere kendimi teslim ettiğim
takdirde açılmaktadır!"
Justine'den çok daha sonra
tasarlanan Juliette figürü, bu bağlamda çok daha karmaşıktır. Justine'in bakış açısı
normlar ve kurumlarla ilgili yanılsaması içinde bir kurbanın bakış açısıydı. Juliette
ise kurumları anomalilerinin amaç ve istekleri doğrultusunda ele alan
cellatların ve canavarların bakış açısına sahiptir.
*
Klossowski
"Komşum Sade"
Etiketler:
Sade
Sodomik Zevk
Babalaas@
Sodom zevkini analiz edelim... Bu
zevkte kadın için en yaygın duruş yatağın kenarına kalçaları iyice ayrık ve
başı olabildiğince yatağa gömülmüş olarak karın üstü yatmaktır. Ehlikeyif
adam, sunulan güzel kıçın görünümüyle bir an için oyalanır, bu kıçı
tokatladıktan, elledikten, hatta kimi zaman kırbaçladıktan, çimdikledikten,
ısırdıktan sonra, zımbalayacağı minnacık deliği ağzıyla ıslatır ve dilinin
ucuyla girişi hazırlar; kendi aletini de tükürükle ya da pomatla nemlendirir ve
delmek istediği deliğin önüne yavaşça getirir; bir eliyle onu yöneltirken diğer
eliyle zevk nesnesinin kalçalarını ayırır; organının duhul ettiğini hisseder
etmez ateşli bir şekilde itmesi gerekir, yer kazanmaya çok dikkat etmelidir; bu
sırada kadın tecrübesiz ve gençse kimi zaman acı çeker; ama, acılar bir süre
sonra zevke dönüşecektir, düzücü yarağını canla başla yavaş yavaş itmelidir,
nihayet hedefe erişene dek itmelidir, yani sonunda aletinin kılları arkadan
düzdüğü nesnenin anüs kenarlarına sürter. O zaman yoluna hızla devam edebilir,
artık tüm dikenler derlenmiştir; geriye güllerden başka bir şey kalmamıştır.
Zevk nesnesinin hissetmeye devam ettiği acı kalıntılarını zevke dönüştürmeyi
tamamlamak için, eğer bu bir genç oğlansa onun yarağını kavramak ve sıvazlamak
gerekir; eğer bir kızsa klitorisini gıdıklamalı; üstünde çalışılan kişinin
anüsünü son derece daraltarak yarattığı zevk seğirmeleri failin zevklerini
artıracaktır, o da, halinden memnun ve şehvet içinde, bir süre sonra, zevk
nesnesinin kıçının dibine, sayısız kösnül ayrıntının kanıtı olan kopkoyu ve
bol bir spermi zıpkın gibi yollayacaktır.
Sade / Yatak Odasında Felsefe
Etiketler:
Sade
Tarascon Yolunda Ressam, Van Gogh
Van Gogh, Tarascon Yolundaki Ressam
adlı tablosunda kendisini, öğle vaktinin kuvvetli ışığının açık kahverengi
toprağa düşürdüğü büyük mavi-siyah gölgesinin eşliğinde resmetmiştir. Theo’ya
yazdığı ve tablosunu irdelediği mektubunda gölgeden hiç bahsetmez: Tablosu
hakkında, “kutular, çubuklar ve bir
tuvali yüklenmiş bir halde, gün ışığı altında Tarascon yoluna koyulmuş olan
kendimi betimlediğim kabataslak bir çizim” der. Gelecek kuşakların gözünde
bu, genelde hayatın ve özelde de ressamın hayatının metaforik bir imgesi
olmuştur. Wilhelm Uhde’nin monografisinin (Phaidon, 1936) ilk sayfasında yer
alan renkli reprodüksiyonunda, kendimizi altın bir efsanenin içinde buluruz:
Vincent Van Gogh adı bir dizi harika resmi akla getirir,
fakat aynı zamanda da yükünü taşıdığı ve onu sonunda Golgotha’ya ulaştıracak
acılarla dolu bir hayatı çağrıştırır. Onun hikâyesi (...) güneşi gördüğü güne
ve güneş altındaki hayatın gizemini tanıyana kadar, niçin özlem ve acı
çektiğini bilmeden, karanlık bir hapishanenin duvarları arasında dövünüp duran
yalnız bir kalbin masalıdır. Güneşi gördüğü gün, kalbi güneşe doğru uçar ve
ışınları arasında eriyip gider.
selfportrait-on-the-road-to-tarascon-the-painter-on-his-way-to-work-1888 |
Bize resimle ilgili mitlerin nasıl doğduğu hakkında pek çok
şey anlatan bu satırların, en azından, Phaidon monografisinin reprodüksiyonuna
bağlı olarak 1956 ve 1957 yılları arasında yaptığı altı çeşitleme serisinde
Francis Bacon’u esinlemek gibi bir faydası olmuştu. Bacon, “yol üzerindeki (...) bir hayalete benzeyen bu tekinsiz figürü”
tasvir etmek ve “yanan bir mumun kendi
eriyen yağı içinde yok olması gibi” Van Gogh’un da kendi gölgesi içinde
nasıl eridiğini göstermek istediğini iddia etmiş ve şu sonuca ulaşmıştı:
[Ölüm] [ressamları] gölgeleri
gibi takip eder ve sanırım pek çok ressamın hayatın korunaksızlığının ve
hiçliğinin bu denli farkında olmasının bir nedeni de budur.
*
Nietzsche, Marx, Freud
Freud'la ilk karşılaşmam, on beş
yaşımdayken Argentan (Orne) ilçesinde kurulan pazar sırasında gerçekleşmişti.
Bir sahaftan ucuza alınmış bir kitabın başlıklarında renksiz bir kişilik olarak
belirdi önce ve bunu kendisi bilmese de benim mutsuz ergenlik yıllarımda en
sevdiğim kişi oldu. Cinsellik Üzerine'sini satın aldığım günü dün gibi
anımsarım. Idees-Gallimard cep kitabı koleksiyonundandı, siyah ve menekşe
renkli bir kapağı vardı. Fiyatı ise, ilk sayfada kurşunkalemle belirtilmişti.
Bu değerli cildi halen saklarım.
Sutyenler ve ten rengi
korselerin, armatürlerin, pazar alışverişlerini yapmaya gelen iri yarı
çiftçilere yönelik olarak hazır tutulan brandaların sergilendiği tezgâh ile
Maupassant'ın yeni bir öyküsünden fırlamış kocalara tenekeden ıvır zıvır satan
hırdavatçının tezgâhı arasında duran kısa saçlı bir kadından -ki kendisini bir
daha hiç göremedim, sanki yer yarıldı içine girdi- neredeyse yok pahasına bir
sürü kitap satın alıyor, bütün bu kitapları kafası karmakarışık ve aydınlanma
kaygısı içinde birinin ruh haliyle yutarcasına okuyordum.
Salesian tarikatından rahiplerin
bulunduğu bir yetimhanede dört yılımı geçirmiştim ve rahiplerin bazıları
sübyancıydı. Okuduğum kitaplar ise, beni adeta iğrençliğin nereye varacağını
bilemeyeceğiniz bu cehennemden kurtarmıştı. Bu kötücül alevlerin arasındaki
yaşamımı on yaşından hayata geri döndüğüm on dört yaşına kadar sürdürmeye
çalıştım. 1973 yılında, lisedeki ilk yılımda iki ders arasında soluğu hemen
pazarda alırdım. Okula dönüş yolunda ise, çantam envai çeşit şair ve yazarın
yapıtlarıyla, biyografilerle, sosyoloji, psikoloji ve felsefe kitaplarıyla
dolu olurdu.
O yıllar boyunca Andre Breton'dan
Sürrealist Manifestoları keşfediyor, sanatçıların doğaçlama yazım tarzı,
kolektif kolaj uyarlamaları, buluntu şiirleri, neşeli üslupları ve özgürlükçü
zihniyetleri karşısında çok heyecanlanıyordum. Rimbaud da, Baudelaire de kendi
kurallarını benimsetiyorlardı ve deli dolu yaşantıların içinden fırlayan
sürrealistler ise, kararsızlıktan mustarip vaatlerimi kaynayan volkanlarından
güç alarak canlandırmama yardımcı oluyorlardı.
Aldığım ve yenilerini satın
alabilmek için sattığım kitapları koyduğum heybede, üç "külçe altın"
parçası keşfettim: Nietzsche, Marx ve
Freud. Ancak, Michel Foucault isimli birinin, 1964 yılında Royaumont'taki
"Nietzsche" üzerine bir sempozyum sırasında bu üç düşünürün ismini
konuşmasının başlığına çevirdiğini o zamanlarda henüz bilecek durumda değildim.
Bu mükemmel üçgenin ardında, çağdaş filozofların vaatlerinden oluşan devasa
bir ışık huzmesinin saklandığının ayrımına vardığım aydınlanma çağımı
yaşamaktaydım. Süzülen ışıkların dünyasında bir köre dönüşmüştüm.
Samimi olmam gerekirse,
bazılarının gerçekten çok berbat durumda olduğu ve adeta bir çıfıt çarşısı görünümündeki
kitapların arasında, üç adet felsefe kitabını görür görmez âşık oldum: Nietzsche'nin Deccal'ı, Marx'tan Komünist
Parti Manifestosu ve Freud'un Cinsellik Üzerine'si. Yetimhaneden yeni
kurtulduğum senelerdeki kapkaranlık semalara aydınlık veren bu üç parıltı,
hayatımda hâlâ süregelen bir coşkuyu da fitillemiş oldu. İlk kitap
Hıristiyanlığın bir alınyazısı olmadığını, ondan önce de bir yaşantının
bulunduğunu ve sonraki bir yaşantının ortaya çıkması için bu hareketin
rahatlıkla hızlandırılabileceğini öğretmişti. İkinci kitaptan öğrendiklerim
ise, insanlığın ufkunun aşılmaz bir kapitalizm engeliyle kaplı olmadığı ve
başka bir dünya için sosyalizm gibi bir seçeneğin de bulunduğuydu. Üçüncü kitap
da, Tanrı veya Şeytan korkusunun, tehditlerin, endişelerin uğramadığı,
Hıristiyanlık değerlerinin baskıcılığından ileri gelen kaygılardan muaf,
ahlakdışı bir anatominin aydınlığında cinselliğin kavranabileceğini
göstermişti bana. Henüz on beş veya on altı yaşında olmama rağmen, Katolik
ahlakını yerinden sıçratacak, kapitalist aygıtı aşındıracak ve Musevi-Hıristiyan
geleneğin cinsellik üzerindeki baskılarını ortadan kaldıracak türden, kayda
değer bir dinamit yığınına sahiptim. İşte felsefî şölenin içerdikleri, hem de
uzunca bir şölen!
Böylelikle, şunu çok iyi anladım
ki, felsefe, öncelikle yaşamı düşünme ve kendi düşüncesini yaşama sanatı, kendi
varoluşunun dümenine geçmeyi sağlayan pratik bir gerçekliktir. Bu açıdan
bakıldığında, bu disiplin, bu küçük evrende salt kuramdan, kötücül yorumlardan,
bilgiç gevezeliklerden, öküzün altında buzağı arayan düşüncelerden beslenen
her şeyi ikinci plana iter. Hıristiyan hayvanın soluğunu ensesinde hisseden;
çiftçi baba ve ev hanımı annenin ağır koşullar altında çalışıp ev halkının
yaşamını sürdürmekten başka bir şey beceremedikleri ailede sefaleti tanımış;
kilisede günah çıkarırken tüm cinsel yaşantısını anlatan; mastürbasyon yapanın
doğruca cehennemi boylayacağı kendisine sürekli olarak söylenen o yaşlardaki
tüm oğlan çocukların, günün birinde Nietzsche'yi,
Marx'ı ve Freud'u -yani bu üç kafadarı- keşfetmeleri elbette kaçınılmazdır.
Şöyle bir tahminde bulunulabilir:
Deccalin son sayfası,
"Hıristiyanlığa karşı yasa"nın ilan edilmesini içeriyordu. Ne büyük
bir fırsat... Gelecekte benimsenmesi önerilen bu kurallar manzumesinin beş maddesinden
ilki şu şekildeydi: "Doğaya aykırı
olan her türlü canlı, günahkârdır. En günahkâr olan insanlar ise, rahiplerdir;
çünkü doğa kurallarına aykırı olan şeyleri öğretirler. Rahiplere karşı bir
mantık işletemeyiz; ancak bu günahları düzelten evlere sığınabiliriz.”
Kaçırılmaya çalışılan çocuğun onurunu geri veren bu sağlıklı, güçlü insanın
elini sıkma isteği kabarmıştı içimde... Bir diğer kural ise şu şekildeydi:
Vatikan’ı yerle bir edip, bu tahrip
edilmiş toprakların üzerinde zehirli yılanlar beslemek! Başka bir kurala
göre: "İffetli olunmasına dair verilen
vaazlar, doğaya karşı gelme konusunda halkı tahrik etmektir. Cinsel hayatı hor
görenler, onu pis olmakla itham edenler, aslında hayatın sağlıklı ruhuna karşı
gerçek bir günah işlemektedirler." Hiç kuşkusuz bu adam benim dostum
oldu: öyle de kaldı.
Aynı yakınlığı, yeniden Marx'ın Komünist Parti Manifestosu'nda da hissettim. Marx, kitabında,
tarihin devindirici gücünün sınıf mücadeleleri olduğunu açıklar. Editions
Sociales yayınlarından çıkan portakal renkli bu ince kitabın üzerine, yer yer
kurşunkalemle notlar almıştım: Özgür insan ve köle, patrisiyen (soylu yurttaş)
ve pleb (ikinci sınıf yurttaş), efendi ve serf, lonca ustası ve kalfa, ezen ve
ezilen arasındaki diyalektik denge... Tüm bunları okuyordum elbette ve
zihnimin derinliklerinde biliyordum ki tüm bu anlatılanlar doğruydu. Çünkü o
cümleleri tüm varlığımla hissediyor, yaşıyordum: Babamın ailesini geçindirmek
için bir ay boyunca çalışmasının karşısında aldığı ücret son derece azdı. Bu para
ancak hayatta kalmamıza ve onun gelecek ay da çalışabilmesi için güç
toplamasına yetiyor ve bu böylece sürüp gidiyordu.
Yves Saint Laurent (Jean Loup Sieff, 1970)
Bu fotoğrafta güzel olan çıplak bir kadın değil, genç, yakışıklı, zengin bir adam,
Yves Saint Laurent. Alışılmadık, bu yüzden bakanı kışkırtan bir pozda. Bu aynı zamanda
onun moda evi ve parfümleri için bir reklam. Modern güzelliğin üst tanımına dair ne varsa
Sieff'in bu fotoğrafına toplanmış.
Bedenin Tarihi
Etiketler:
Queer
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)