Hadrianus'un Acısı
Gemiye döndüm; çabuk kapanan yara yeniden açılmıştı; Euphorion'un başımın altına sıkıştırdığı yastığa göz
yaşlarımı gömdüm. Zamanın iki akımıyla ayrı yönlere sürüklenen ceset ve ben
birbirimizden uzaklaşıyorduk. Aralık ayından beş gün önce, Athyr ayının ilk
günüydü: Her geçen an bedenini daha derinlere gömüyor; ölümü giderek örtünüyordu. Bir kez daha o hain yokuşu tırmandım: O ölü ve yok olmuş günü,
tırnaklarımla kazıyarak mezarından çıkarmaya çalıştım. Kapı eşiğinin
kenarında oturan Phlegon içeri birilerinin girdiğini, ancak pupadaki kabinin kapısından arada bir sızan rahatsız edici güneş
ışınları sayesinde fark edebilmişti. Cinayetle suçlanan bir adam gibi her saat hesap vermeye çabalıyordum; yazı yazdırmıştım; Efes Senatosu'na yanıt vermiştim; acı acaba hangi sözcük grubuna rastlamıştı? Gemiyi kıyıya bağlayan köprünün ayakları
altında yaylanmasını, kuru nehir kıyısını, kıyıda uzanan düz
taşlığı; her şeyi yeniden yerli yerine koymaya çalışıyordum; sonra alnını
bir tapınağın taşına dayayıp kestiği bir tutam saçı, elleriyle
sandallarını çözebilmek için büktüğü dizini düşünüyordum; gözlerini kaparken özgün bir biçimde dudaklarının aralanışı aklıma
geliyordu. Onun gibi iyi bir yüzücü için o kara çamurda boğulmak gerçekten korkunç bir karar olmalıydı. Ciğerler yaşamı içine
çekmeyi durdurduğu zaman yüreğin ve beynin duracağı o anı, her birimizin geçireceği o değişimi belirlemeye çalıştım
düşüncelerimde. Ben de benzer çırpınmalar geçireceğim; ben de öleceğim. Ancak her ölüm farklıdır; son acısını kafamda canlandırma
çabalarım safsatadan ibaret; çünkü o, yalnız öldü. Kangrenle savaşırcasına üzüntüme karşı koymaya çalıştım; zaman zaman söylediği yalanları ve direnişini anımsadım; kendi kendime, bir gün nasıl olsa ağırlaşıp, yaşlanacağını ve değişmiş olacağını söyledim. Çabalar boşunaydı; bir başyapıtı kopya etmeye çalışan titiz bir işçi gibi, kalkana benzeyen o dik, yuvarlak
pürüzsüz göğsü tam olarak canlandırmak için kafamı delice yoruyordum. Zaman zaman görüntü kendiliğinden kafamın içine sıçrıyor, bir
yumuşaklık seli tüm benliğimi kaplıyordu. Bir kez daha, Tibur'da bir
meyve bahçesinde, sepet olmadığı için yemişleri giysilerinin eteğine toplayan genci görüyordum. Gecenin zevklerine eşlik eden, Euphorion'a yardım etmek ve imparatorluk
giysilerimin büklümlerini düzeltmek için topukları üzerinde çömelen genç dostu ve onunla birlikte her şeyi, her şeyi bir anda
yitirmiştim. Rahiplere inanacak olursak, gölge de acı çekiyordu; bedendeki sıcak barınağını arayarak, tanıdıklarından uzak,
inleyerek geziniyordu dostu andıran yerlerde; hem uzak hem de yakın; var olduğunu belirleyemeyecek kadar zayıf.
Söyledikleri doğruysa, sağırlığım ölümden de beterdi. Yaşayan oğlanı, o
sabah, yanımda hıçkırırken iyi anlayabilmiş miydim?
Bir akşam, Khabrias, o zamana kadar görülmedik bir yıldızı, Kartal takım yıldızları arasında parıldayan bir yıldızı
göstermek için yanına çağırdı; değerli bir taşmışçasına parıldıyor, yürek gibi atıyordu. Onun yıldızı ve burcu olarak seçtim. Her gece,
yorgun düşünceye kadar hareketini izleyecektim; gökyüzünün o
bölümünde garip bir parlaklık görüyordum. Halk beni delirdi sanıyordu ama bunun hiçbir önemi yoktu.
ÖLÜM
Etiketler:
Antinous
Hadrianus
İnsanın asıl doğum yeri, kendisine ilk kez akıllıca baktığı yerdir;
benim ilk anayurdum kitaplar olmuştur.
Çok sevildiğim söylenemez. Sevilmem için herhangi bir neden yoktu. Atinalı öğrenciyken fark edilmeyen, bir imparatora az çok yakıştığı kabul edilen sanat sevgim gibi belirli eğilimlerim, ilk yetki aşamalarımda, memur ve yargıçlık dönemimde, huzursuzluk yaratıyordu. Hellenizmim alay konusu oluyordu, hele zaman zaman gizlemeye, zaman zaman da göstermeye beceriksizce çabaladığım anlarda. Senatörler arkamdan "Yunancık" diyorlardı. Kısmen yaptıklarımızın, kısmen de hakkımızda düşünülenlerin o pırıltılı garip yansımasıyla efsane nasıl oluşursa, benim efsanem de oluşmaya başlamıştı. Bir senatörün karısıyla aramda geçen dolapları duyan davacılar, bana kendileri geleceklerine, hayasızca karılarını, ya da genç bir pantomimciye tutkumu gösterdiğim zaman, oğullarını yolluyorlardı. Umursamayarak bu insanları bozmak bir tür zevk veriyor insana. En acıklısı, edebiyattan, söz ederek gönlümü çelmeye çalışanlardı. ...
Etiketler:
Antinous
Antinous'un Yüzü
Yunanlılar, insan kusursuzluğunu öyle çok sevmişlerdir ki
çeşitli görünüşlerini hiç dikkate almamışlardır. Mermerin beyazlığıyla değişmiş
o koyu renk yüze, o iri iri açılmış gözlere, titremesine kadar denetlenmiş o
ince ama etli dudaklara, kendi benzerime bir göz atıp geçerdim. Ancak bir
başkasının yüzü çok daha fazla ilgilendirdi beni. Yaşamımda önem kazanmaya
başlar başlamaz, sanat bir gösteriş bir lüks olmaktan çıkıp, bir tür kaynak,
yardıma koşan bir biçime dönüştü. O görüntüyü dünya benimsesin diye zorladım;
herhangi bir çalışkan adamdan ya da bir kraliçeden çok o gencin portresi
yapıldı. Başlangıçta, değişmekte olan bir biçimin birbirini izleyen
güzelliklerini heykellerle belgelemek istiyordum; sonradan sanat, yitirilmiş
bir yüzü canlandırabilecek bir tür gizemli işleme dönüştü. Dev boyutlarda
resimler, yücelttiklerimize duyduğumuz sevginin gerçek oranlarını belirtmeye
yarar: Yakından bakılan bir yüz kadar kocaman, korkulu düşlerdeki görüntüler ve
hayaletler kadar uzun ve ağırbaşlı, şu anılar gibi boğucu görüntüler olmasını
istedim. Kusursuz bir bütünlük ve kusursuz bir arılıkta direniyordum; kısacası,
sevenin gözünde yirmi yaşında ölen bir varlık olan tanrıyı istiyordum; tam bir
benzerlik, alışkın olduğum bir varlık ve güzellikten çok , sevilen yüzün düzensizliklerini
arıyordum. Kaşın kalınlığını, dudağın şiş eğmecini olduğu gibi korumak için ne
de çok tartışmıştık ... Yok olabilecek ya da şimdiden yok olmuş bir bedenin
varlığını sürdürebilmek için taşın sonsuzluğuna, bronzun bağlılığına inanmaktan başka çarem
yoktu, ama her gün asit ve yağ karışımıyla mermerin silinmesini, heykelin o genç
tenin yumuşaklığına ve pırıltısına benzemesini ihmal etmiyordum.
Etiketler:
Antinous
Antinous
Bir gün öğleden sonra, geç saatlerde, sesleri, biçimleri, dolaylı anlatımları yüreklice biraraya getiren, yankılar ve aynalar düzenini önümüze sürdüğü için çok hoşuma giden, Lykophron'un anlaşılması güç bir yapıtını okuyorduk. Diğerlerinden biraz uzakta, genç bir oğlan, yarı uykulu, dolgun dolgun bizim zor kıtaları dinliyordu, aklıma birden, ormanın derinliklerinde, garip bir kuşun çığlıklarından belli belirsiz haberli bir çoban geldi. Ne yazı yazacak bir levha ne de kalem getirmişti. Havuzun yanında, oturmuş, o güzel, dingin yüzeyde elini gezindiriyordu. Sonradan öğrendim, babası imparatorluğun engin toprakları üstünde küçük bir yöneticiydi; genç yaşta büyükbabasının denetimine bırakılmıştı ve oradan Nikomedia'ya okumak için, ana babasının eski bir konuğu, bu orta halli aile için zengin sayılabilecek bir gemi sahibi ve kentin yapımcılarından birisinin yanına yollanmıştı. Ötekiler gittikten sonra onu alıkoydum. Çok az okumuştu ve dünyaya ilişkin hemen hemen hiçbir bilgisi yoktu; çocuksu güvenine karşılık düşünmeye açıktı. Doğum yeri. Claudiopolis'i görmüştüm; onun için gemilerimizin direklerini sağlayan büyük çam ormanlarının yanıbaşındaki memleketi konusunda konuşmasını istedim; tiz müziğine bayıldığı Attys'in tepe üstündeki tapınağından, ülkesinin üstün atlarından ve garip tanrılarından söz etti. Sesi alçaktı, Yunancası'nda Asya lehçesi vardı. Dikkatimi,
belki de gözlerimi dikişimi birden fark ederek şaşırdı, kızardı ve kısa zamanda alışacağım o inatçı sessizliğine büründü. Yavaş yavaş bir yakınlık gelişti. Ondan sonraki tüm gezilerimde bana yoldaşlık etti ve efsane benzeri yıllar başladı. Antinous Yunanlıydı; bu eski ama az bilinen ailenin öyküsünü Propontis kıyılarında, ilk Arkadialar'ın yerleşmelerine kadar geriye götürebildim. Bal damlasının şarabı bulutlandırıp hoş bir koku vermesi gibi Asya da o kaba kanda kendi etkilerini yaratmıştı. Apollonius'un müritlerindeki gibi onda, gizemli boş inançlar, dinsel tapınmayla birlikte kralına boyun eğen Doğulu'yu buluyordum. Varlığı olağanüstü sessizdi; beni bir hayvan, ya da bilinen bir ruh gibi izliyordu. Genç bir köpek gibi ateşli ve tasasızdı, oyun oynamaya ve çabucak dinlenmeye sonsuz yeteneği vardı. Okşamalara ve buyruklara açık bu tazı, ayağımın dibindeki yerini aldı.
Kendi hoşuna gitmeyen ve mezhebine uymayan her şeye karşı gösterdiği umursamazlığı çok beğeniyordum; ilgisizliği, kurnazlık ya da acıyla öğrenilen her tür erdemin yerine geçiyordu. Tüm benliğini kapsayan ağırbaşlı bağlılığını, sert yanları da olan inceliğini olağanüstü buluyordum. Yine de bu boyun eğiş, gözü kapalı bir boyun eğiş değildi. Uysallıkla ya da düşler içinde sık sık indirilen o göz kapakları her zaman kapalı değildi; dünyanın bu en dikkatli gözleri, zaman zaman üstüme dikildikçe yargılandığımı anlıyordum. Bir tanrının kendisine tapanı yargıladığı gibi yargılanıyordum; sertliklerim ve ani kuşkularım (sonradan oluştu) sabır ve ağır başlılıkla onaylanıyordu. Yaşamımda ilk kez bir varlığın mutlak sahibi oluyordum. Böylesine apaçık bir güzellikten şu ana kadar söz etmemişsem, bunu tümden fethedilmiş bir adamın suskunluğuna yorma.
Umutsuzlukla yakalamaya çalıştığımız yüzler genellikle bizden kaçar; yalnız bir an için ... kara saç kitlesiyle eğilmiş bir kafa, göz kapakları uzun, gözleri çekik gibi, dinlenen geniş yapılı genç bir yüz görüyorum. Bir bitkiymişçesine bu ince beden sürekli değişiyordu ve bu çeşitlemelerin bir bölümü büyümeyi andırıyordu. Çocuk değişti; boylandı. Bir haftalık tembellik onu tümden yumuşatmaya yetti; ayda geçen bir ikindi vakti bu genç atleti yeniden sertleştirip çevikleştirdi; güneş altında bir saat kalmaya görsün, teni yasemin renginden bal rengine dönüşüyordu. Çocuksu kaslar uzadı; yüzü, ince çocuksu yuvarlaklığını yitirdi ve yüksek elmacık kemiklerinin altları çukurlaştı; genç koşucunun dolu göğsü, Bakkha rahibesinin yumuşak, parlak eğmeçlerine dönüştü; düşünceli dudaklar acı bir hırsı, üzüntülü bir doyumu dile getirdiler. Aslında yüzü, gece gündüz yonttuğum bir mermer gibi değişiyordu. O günleri yeniden düşündüğüm zaman, Altın Çağ'a geri döner gibi oluyorum. Sıkıntı kalmamıştı; geçmişin çabaları ilahi denilecek bir rahatlıkla ödenmişti. Geziler, zevkler, tasarlanıp denetlenmiş, beceriyle tasarlanmıştı. Dur durak bilmeyen çalışmalar zevkin değişik bir kipinden başka bir şey değildi. Hayatta her şeye geç ulaşmıştım, iktidar ve mutluluğa da geç ulaştım. Yaşam, öğle güneşi parlaklığına, odadaki tüm nesnelerin ve yanında yatan bedenin altın gölgelerle yıkandığı aydınlık pırıltılı bir ikindi vaktinin uyku saatine kavuşmuştu. Doyuma ulaşmış tutku, diğer tutkular gibi çabuk kırılır bir saflık taşır; geri kalan insan güzellikleri benim için yalnızca seyredilebilir düzeye inmiştir; artık izlenmesi gereken bir oyun olmaktan çıkmışlardı. Gerçek bir rastlantı olarak başlayan bu serüven, yaşamımı hem zenginleştirdi hem de yalınlaştırdı; gelecek fazla ilgimi çekmiyordu; kahinlere sorgularım sona ermişti; yıldızlar artık o gökyüzü kemerinin çok güzel biçimlerinden başka bir şey değildi. Yaşamımın hiç bir döneminde, uzaktaki adalarda gün doğuşunun pırıltısı, su perilerinin kutsal mağaralarının serinliği, gelip giden kuşların uğrak yeri, gün batarken kekliğin alçaktan uçuşu böylesine coşku vermemişti bana. Ozanları yeniden okudum; bazıları daha iyi geliyordu ama çoğu daha kötüydü. Her zamankinden daha yetersiz bulduğum kendi mısralarımı yazdım. Ağaç denizleri, mantar meşesi ve çam ormanlarıyla Bithynia vardı; oğlanın bildiği uğrak yerlerinde, hançerini ve altın kemerini çıkarıp, oklarını oraya buraya saçarak, deri sedirlerde köpeklerle boğuştuğu, kafesli balkonlarıyla av evi vardı. Düzlükler uzun yazın sıcağını bağrında toplamıştı; yabanıl atların koşuştuğu Sangarius (Sakarya) boylarındaki kırlardan pus yükseliyordu. Gün doğarken, yolumuzun üstünde çiğden ıslanmış uzun otlara sürünerek, Bithynia'nın amblemi hilal tepemizde asılı, ırmağa yıkanmaya giderdik...
Etiketler:
Antinous
Ziyaret
Devletin bunalıma girmesinden önceki bu birkaç yıl zarfında
düşmanlarımın beni ömür boyu uçarılıkla suçlayacakları bir karar aldım ama bu
karar hesaplı bir karardı ve her tür saldırıyı gidermek amacıyla alınmıştı.
Birkaç ay için Yunanistan'a gittim. Görünürde, bu gezinin hiçbir siyasal amacı
yoktu. Eğitim ve eğlenceyi amaçlayan bir geziydi; Plotina'yla paylaştığım bazı
kitaplar ve mezarlardan çıkarılmış çanaklarla geri döndüm. Bana verilen tüm
onurlar içinde, gerçekten sevinerek kabul ettiğim orada edindiğim onur oldu;
beni Atina'nın dokuz hakiminden biri yapmışlardı. Birkaç ay, zevk içinde, fazla
sıkıntıya girmeksizin yaşamak için kendi kendime izin verdim;
yaban lalelerinin kapladığı dağ yamaçlarında yürüyüşler yaptım, çıplak mermere dokundum dostlukla. Khaironea'da Kutsal Taburun antik çiftinin dostlukları karşısında derin düşüncelere daldım; Plutarkhos'un konuğu olarak iki gece geçirdim. Kendi Kutsal Taburum vardı ama genellikle olduğu gibi tarih benim için yaşamın kendisinden daha etkileyiciydi. Arcadia'da ava çıktım, Delfe'de dua ettim. Eurotas'ın kıyısında, Sparta'da, çobanlar, kavalla çalınan bir hava öğrettiler, garip bir kuş şakıması; Megara yakınlarında gece boyu süren bir köy düğününe katıldım; geleneklerine bağlı Roma'da hiçbir zaman yapamayacağımız danslar yaptım yanımdakilerle.
yaban lalelerinin kapladığı dağ yamaçlarında yürüyüşler yaptım, çıplak mermere dokundum dostlukla. Khaironea'da Kutsal Taburun antik çiftinin dostlukları karşısında derin düşüncelere daldım; Plutarkhos'un konuğu olarak iki gece geçirdim. Kendi Kutsal Taburum vardı ama genellikle olduğu gibi tarih benim için yaşamın kendisinden daha etkileyiciydi. Arcadia'da ava çıktım, Delfe'de dua ettim. Eurotas'ın kıyısında, Sparta'da, çobanlar, kavalla çalınan bir hava öğrettiler, garip bir kuş şakıması; Megara yakınlarında gece boyu süren bir köy düğününe katıldım; geleneklerine bağlı Roma'da hiçbir zaman yapamayacağımız danslar yaptım yanımdakilerle.
Etiketler:
Antinous
HADRIANUS'UN ANILARI'NIN YAZILMASI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
G. F'ye
Bu
kitabın tüm olarak, kısım kısım, ya da çeşitli biçimlerde ilk
yazılışı 1924 ile
1929 yıllarına, benim yirmi ila yirmi beş
yaşlarıma rastlar.
O zaman yazdıklarımın tümünü yok ettim.
•
Flaubert'in
mektuplarında cildin sayfalarını karıştırırken, 1927 yılına
doğru çok okuyup altını birçok kez çizmiş olduğum beğendiğim bir
cümle yeniden karşıma çıktı:
«Tarihte, İsa'nın henüz ortaya çıkmadığı, tanrıların varlıklarının sona erdiği, Cicero'yla Marcus Aurelius dönemleri arasında, insanın tek başına direndiği benzersiz bir an vardır.»
Hayatımın büyük bir bölümü, öbür varlıklarla sıkı bağlar içinde bulunduğu halde tek başına var olabilen bu insanı tanımlayıp resmini çizmekle geçecekti artık.
«Tarihte, İsa'nın henüz ortaya çıkmadığı, tanrıların varlıklarının sona erdiği, Cicero'yla Marcus Aurelius dönemleri arasında, insanın tek başına direndiği benzersiz bir an vardır.»
Hayatımın büyük bir bölümü, öbür varlıklarla sıkı bağlar içinde bulunduğu halde tek başına var olabilen bu insanı tanımlayıp resmini çizmekle geçecekti artık.
•
Kitaba
ilişkin çalışmalarıma 1934 yılında
yeniden başladım; uzun
süren araştırmalardan sonra yapıtın, bana son biçimini almış
gibi görünen son on beş sayfası tamamlanmıştı. Tasarı, daha
sonra,
1934 ve 1937
yılları arasında, birkaç kez daha ele alınmak suretiyle
bir yana bırakıldı.
•
Uzun
bir süre, yapıtı, o dönemin tüm seslerinin duyulabileceği bir
dizi konuşmayla biçimlendirmeyi düşündüm. Ancak ne yaparsam
yapayım, ayrıntılar gereksiz önem kazanıyordu; bölümler tümün
dengesini bozacak gibiydi. Hadrianus'un sesi öbür sesler
arasında boğuluyordu. İnsanın görüp algıladığı dünyayı yeniden
canlandırma çabasında başarılı olamıyordum.
•
1934'teki
yazılışından yalnız tek cümle kaldı: "Ölümümün yandan
görünüşünü kavramaya başlıyorum." Resmedeceği manzarayı seçtiği
halde sehpasını durmadan bir sağa bir sola çeviren ressam
gibi, sonunda, kitaba hangi noktadan başlayacağımı bulmuştum
işte.
•
Tarih
içinde sabitleşmiş, kaydedilmiş, bilinen bir yaşam kesiti alalım;
öyle bir yaşam kesiti alalım ki, tek bir bakışta tüm süreci
algılanabilsin; daha da önemlisi, bu kesit içinde öyle bir nokta,
öyle bir an yakalayalım ki, bu hayatı yaşamış olan insan, hayatını
ölçüp biçip incelemiş, yaşamı hakkında yargı yetisine ulaşabilmiş
olsun. Öyle
ki, biz bu yaşama bakarken hangi açı içinde
bulunuyorsak, o da kendi yaşamı karşısında aynı açı içinde bulunsun.
•
Villa
Adriana'da geçirdiğim o sabah vakitlerini anımsıyorum; Olympeion'un
çevresindeki kahvelerde geçirdiğim sayısız akşamları;
sonra Yunan denizlerine yaptığım yolculuklar; Küçük Asya
yolları. Anılarımdan tam anlamıyla yararlanabilmek için, ilk
önce, benden İkinci Yüzyıl'a kadar uzaklaşması gerekiyordu tüm
bunların.
•
Zamanla
başa çıkmak kolay mı?: On sekiz gün, on sekiz ay, on
sekiz yıl; ya da on sekiz yüzyıl. Louvre'daki Mondragona Antinous'nün başı gibi heykellerin hareketsiz yaşamlarını sürdürmeleri, geçmiş
bir zamanda, ölmüş olan bir zamanda yaşamalarından kaynaklanıyor.
Zaman sorunu insan nesilleri biçiminde çözümlendi:
Buruşuk elleriyle, birbirlerine bir zincir biçiminde kenetlenmiş
yirmi beş kadar yaşlı adam, Hadrianus'la aramızda kırılmaz
bir bağ kurmak için yeterli olabilirdi.
•
1937
yılında A.B.D.'ye ilk gidişimde, bu kitap için, Yale kitaplıklarında bazı
şeyler okudum; doktora gidişini ve bedensel idmanlardan
vazgeçişini anlatan bölümleri yazdım. Sonradan üzerinden
geçtiğim bu bölümleri yapıta katmış bulunuyorum.
•
Bu
iş için çok gençtim. İnsanın kırk yaşını aşmadıkça yazmaya kalkışmaması
gereken kitaplar vardır. Önceden, insandan insana,
yüzyıldan yüzyıla gelişen insanlık aleminin sonsuz çeşitliliğini bölen
doğal sınırları anlamamak tehlikesi vardır; ya da
insanla insan arasında yükselen gümrük kapıları ve gözcü kulübelerini
gerektiğinden çok önemseme tehlikesi. İmparatorla aramdaki
uzaklığı ölçmek yıllarımı aldı. Paris'teki
birkaç gün dışında, 1937-39 yılları arasında çalışmalarıma
son
verdim.
•
T.E.
Lawrence'ın bazı sözlerinden, Küçük Asya'daki yollarının bir
kaç Hadrianus'unkilerle kesişmiş olduğunu çıkardım.
Ancak Hadrianus'un
gerisinde kalan topraklar çöl değil, Atina tepeleriydi. Bu
iki adam hakkındaki düşüncelerimi geliştirdikçe; yaşamını
ve her şeyden önce kendisini reddeden Lawrence'ın serüveni
bende, Hadrianus aracılığıyla, her deneyimi kabul etmek, ya
da birini kabul ederken öbürünü reddetmeyi öngören görüşü
anlatmak isteğini yarattı. Birinin çileciliğiyle öbürünün hazcılığının
yer yer kesiştiğini bilmem ayrıca söylemeye gerek var
mı?
•
Etiketler:
Antinous
Kötülüğün Metafiziği ve İntihar
I
Üstün düşünce kapasitesine sahip olan insanların çoğu ölüp
gitti. Geriye aptallığın egemen olduğu insan türü kaldı. İnsan türünün bu
aptalca olan varoluş durumunu sürdürebilmesi için, türün içinden çıkan üstün
nitelikli insanların çalışmalarını sömürmeleri gerekiyor. İnsan türünü
küçümseyen yaratıcı bireyler sonuçta mensup oldukları türün hizmetkârı
oluyorlar. Bu çelişki radikal kötülüğün kaynağıdır. Çünkü yaratıcı bireylerin
bu hizmetkarlık durumuna karşı verecekleri tepkinin etkin olması ancak kötülük
yoluyla mümkündür.
Kötülüğün kavramsal açıdan
tanımlanmasının imkânsızlığı kötülüğün her eylem, her insan ve her düşünce için
potansiyel bir nitelik olmasından ileri gelmektedir. Her tarafa bulaşan bir kir
gibidir kötülük.
Arzu yoksa, kötülük de yoktur. Bu
nedenle bilge insan için kötülük anlamsızdır.
Arzusuz yaşam nedir? Yalın olarak
var olmak mümkün müdür? Diyojen, Kant gibi istisnalar bu soruya olumlu yanıt
vermek için yeterli değildir.
Kötülüğün
yaygınlığı yaşamın anlamsızlığının en açık göstergesidir. İnsan türü evrimin
rastlantısal bir sonucu olduğu için bireylerin mikro dünyalarında
kurguladıkları iyiliğin, adaletin insan türüne aşılanması olanaksızdır.
İnsan türü varlığını sürdüremeyecek ölçüde kötülüğe battığı, zaman kötülükler azalma eğilimine
girer, işte bu dönemlerde iyilik göreceli olarak artış gösterir.
İnsan türünün varlığının kaynağı
canlıların evrime tâbi olmasıdır. Evrimin yasaları kötülüğü gerektirirse -ki
bunun gerekli olduğu acı bir gerçektir- buna duygusal, fikirsel olarak karşı
durmak olanaksızdır.
Ama bir yol vardır. O yol metafiziksel
bir karşı duruştur. Bu duruştan ahlâk adını alan bir eylem planı ortaya
çıkmıştır. Türün içinde azınlıkta kalan bazı insanlar bu eylem planını evrensel
boyutta gerçekleştirme hayali kurmuşlardır. Bu hayalin en büyük temsilcisi
Alman filozof Kant'dır. Kant ahlâk alanında iki büyük eser yazmıştır: Biri
Ahlâkın Metafiziğinin Temellendirilmesi, diğeri ise Pratik Aklın
Eleştirisi'dir.
Kant Ahlâkın Metafiziğinin
Temellendirilmesi'nde insan türünün yaşadığı büyük trajedinin nedenini, ahlâkın
temelini akla değil de, biyolojik, duygusal ve faydacı unsurlara dayandırılmasında
görmüştür. Kant ödevin kökenini insanın yapısında veya insanın içine yerleştiği
dünyaya bağlı koşullarda değil, “a priori”de (deney öncesinde) ve yalnızca saf
aklın kavramlarında aramak zorundayız. " derken akla doğaüstü, tanrısal
bir nitelik kazandırmış olmaktadır. Kant ahlâkı aklın evrensel kurallarına
dayandırmasının mantıksal sonucu olarak ahlâkın üç evrensel kuralını ortaya
koyar:
1. Her zaman, eyleminin temelini
evrensel bir kural haline getirebilecek şekilde davran.
2. Her zaman insanlığı kendinde
ve başkalarında bir araç olarak değil bir amaç olarak görecek şekilde davran
.
.
3. Her zaman, akla dayanan
istencini evrensel bir kural koyucu gibi görecek şekilde davran.
Kant ahlâkı metafiziksel olarak
temellendirdikten sonra ahlâkın yapısını Pratik Aklın Eleştirisi adlı eserinde
inceler. Pratik akıl yetisini, bilmenin sınırlarını belirleyen teorik akıl
yetisinden ayırır çünkü burada önceden verili ilkeler vardır. Buna karşın teorik
akıl ilkelerden değil duyulardan yola çıkar:
Pratik aklın eleştirisinde
ilkelerden başlayarak kavramlara ve ancak olabildiği yerlerde kavramlardan
duyulara gidebiliriz; oysa teorik akılda duyulardan başlayıp işi ilkelerde
bitirmemiz gerekiyordu. Bunun nedeni gene şudur: bu defa konumuz istençtir ve
aklı nesnelerle ilgisinde değil, istençle ilgisinde ele almalıyız. İşte
burada, deneysel olarak koşullanmamış nedenselliğin ilkelerinden
başlanmalıdır... Özgürlükten gelen nedensellik yasası, yani herhangi bir saf
pratik ilke, kaçınılmaz olarak başlangıcı oluşturuyor ve ancak kendisinin
.olabileceği amaçları belirliyor. {Pratik Aklın Eleştirisi, s. 17-18)
Şimdi de Kant’ın ahlâkla inancı
ve Tanrı’nın varlığını nasıl buluşturduğuna bakalım:
Etiketler:
Felsefe
Yeşil Bir Hayal: Yeni Zelanda
“Orada her şey, hattâ sema bile yeni idi”
(...) Vatanın âfâk-ı siyasiyesi
karardıkça bizim de gözlerimiz dönüyor ve beynimizin içinde şiddetli
fırtınalar esiyordu. Her şeyden nevmîd idik. Abdülhamid de günden güne
mezâlimini arttırıyordu. Fakat biz teşebbüslerimizi o nisbette tezyid
edemiyorduk. Memlekette bir ihtilaf hareketinin başına geçecek bir kimse yoktu.
Zahiren muhalif görünenler de bu yüzden bir külah kapmak amelinde idiler.
Ortalık casuslarla dolmuş, bütün ümit kapıları kapanmış ve bu elîm vaziyette
yaşamak imkânı kalmamıştı. (...) Yanıp tutuşuyorduk. Fakat ne yapacağımızı da
bilemiyorduk. Nihayet, yine Fikret bir çare buldu: Bu memleketten hicret etmek!
Göç fikrinin başlangıçta
kimin tarafından ortaya atıldığını hatırlayamadığını söyleyen Hüseyin Cahid’in
aksine Halid Ziya, Kırk Yıl adlı hatıratında devrin ağır siyasî şartlarına
temasla birlikte, Hüseyin Kâzım gibi bu girişimi, topluluk içinde siyasî
şartlardan en çok şikâyet eden Tevfik Fikret’in başlattığını söyler:
Hakikatlerin teşkil ettiği muhitte barınamayan, onların
müfrit hassasiyetine çarpındığı elemleri nefsine sindirmek kuvvetini bulamayan
Fikret, nihayet buradan kurtulabilmek çaresini muhâl bir hayalde bulunca,
aynile kederlerini sekrin muğfil neşveleri içinde boğanlara mahsus bir kendi
kendini aldatışla âdeta bahtiyar oldu. Nazarında onu inciten, kudurtan ne
varsa sanki bir efsunla silinmiş göründü; İstanbul ve onun içinde, arkasında,
ötesinde ne kadar mesâvî ve levsiyat buluyorduysa bunlar hep bir nisyan bulutunun
altına saklanmış oldu; artık onun rü’yet ufkunda yalnız bir hayat sahası, bir
saadet köşesi vardı; ve orada muradına göre bir âlem icad edecekti: Yeşil
Yurd!..
Hüseyin Cahid Yalçın da bir makalesinde bu konuyla
ilgili olarak şunları söylemektedir:
(...) O zamanlar, genç ve idealist ruhlar arasında en
tükenmez, en tatlı sohbet mevzuu istibdat devrinin zulümleri idi. Kâzım’ın
Haydarpaşa’daki konağında, bizler için hazırlanmış kabarık yatakları ihmal
ederek, sabahlara kadar, göz kırpmadan, Abdülhamid zulmüne karşı konuşmalarımızın
hararetini hâlâ hatırlıyorum. Bir ateş parçası gibi, o selis ifadesile,
etrafındakileri oluşturan o coşkun Hüseyin Kâzım şimdi nerede! Yavaş yavaş, bu
nazarî tazallümler, dertleşmeler maddî bir tasavvur etrafında tebellür etmeğe
başlamıştı. Memleketi terkedip Nouvelle- Zelanda adasına hicret edecektik.
II. Girişimde ilk adım: Yeni Zelanda
Bir
gün Hüseyin Cahid ile Tevfik Fikret Dr. Esad Paşa'yı ziyarete giderler. Sohbet
esnasında her zaman olduğu gibi konu Istibdad'dan açılır ve çare olarak da
çoluk çocuk topluca İstanbul’dan göç etmeye karar verirler.
Başlangıçta,
henüz nereye ve nasıl gidileceği konusunda kesin bir fikirleri yoktur.
Gidilebilecek yerler konusunda bilgi toplama görevi Tevfik Fikret tarafından
Mehmed Rauf'a verilir.
Mehmed
Rauf, Mekteb-i Bahriye’den mezun bir bahriye yüzbaşısı olarak bir denizcilik
lisanı olan İngilizceyi de bilmekte ve vazifesi gereği yabancı subaylarla
irtibat halindedir.
Bunlardan
biri de İngiliz gemisi İmogene'in süvarisi Kaptan Bain’dir. Tevfik Fikret'in
isteği üzerine görüştüğü Kaptan Bain İngiltere’den birçok insanın Yeni Zelanda'ya
göç ettiklerini ve bu adanın onların düşündükleri gibi bir hayata çok elverişli
olduğunu söyler. Kaptan Bain, bu ada ile ilgili broşürler de getirtebileceğini,
bunlar sayesinde ayrıntılı bilgilere sahip olabileceklerini söyler. Broşürler
geldiğinde bunları arkadaşlarına Mehmed Rauf tercüme eder ve Yeni Zelanda, göç
fikrini destekleyen bütün arkadaşları tarafından beğenilerek uygun görülür.
Hüseyin
Cahid girişimlerinin bu ilk günlerindeki heyecanını ve oradaki muhayyel yaşama
tarzları hakkındaki düşüncelerini şöyle dile getirmektedir:
Etiketler:
Edebiyat
Günlük
Aktif iç gözlemlere karşı bir hınç. Dün böyleydim, nedeni de
bu; bugün böyleyim, nedeni de şu gibi psikolojik açıklamalar. Doğru değil bu,
nedeni bu ya da şu değil, dolayısıyla böyle ya da şöyle değil. Vakitsiz bir
aceleye kapılmadan kendine serinkanlı katlanmak, nasıl yaşanması gerekiyorsa
öyle yaşamak, köpekler gibi ortalarda dolanıp durmamak.
Bugün Kierkegaard’ın Yargıcın Kitabı geçti elime. Zaten
önceden sezdiğim gibi onun durumu da, aradaki bazı önemli ayrımlara karşın
benimkine pek benziyor; en azından o da, benim bulunduğum tarafında eğleşiyor
dünyanın. Beni bir dost gibi doğruluyor.
Benim biricik tutkum ve biricik mesleğime ki bu da
edebiyattan başkası değil-
ters düştüğünden, işimin benim için katlanılır yanı
yok. Edebiyattan ayrı bir şey olmadığıma, ayrı bir şey olamayacağıma ve olmayı
da istemediğime göre işim asla beni kendine çekip alamaz, ama düpedüz yıkıma
sürükleyebilir. Böyle olmasına da çok bir şey kalmadı doğrusu. En berbat sinir
krizleri ardı arkası kesilmeden beni sultası altında tutuyor; kendi geleceğimle
kızınızın geleceğine ilişkin tasa ve kahırlarla geçen bu yıl içinde gerekli
dirençten yoksunluğum büsbütün açığa vurdu kendini. Peki neden bu işi bırakmadığımı
ve bir servetim olmadığına göre neden yazıp çizerek geçinmenin yoluna
bakmadığımı sorabilirsiniz. Size yalnız şu acınacak yanıtı verebilirim: Buna
gücüm yetmez çünkü; durumumu genellikle görebildiğim kadarıyla daha çok şimdiki
işimde yıkılıp gideceğim ve kuşkusuz hızla gerçekleşecek yıkılışım. Şimdi beni kızınızla,
bu gürbüz, şen, doğal, güçlü kuvvetli kızınızla karşılaştırın. Kendisine
yolladığım yaklaşık beş yüz mektupta aynı şeyi yinelememe, kendisinin ise beni
inandırıcılıktan uzak bir «hayır» ile yatıştırmak istemesine karşın doğruluğunu
yitirmeyecek bir şey var ki, gördüğüm kadarıyla kızınızın yanımda ister istemez
mutsuzluğa sürükleneceğidir. Ben salt dış koşullardan değil, daha çok
yaradılışım gereği içine kapalı, suskun, insanlardan kaçan ve hiçbir şeyden
hoşnut olmayan biriyim. Ama böyle oluşumu da kendi hesabıma bir felaket diye
niteleyemem; çünkü varmak istediğim amacın yansısından başka bir şey değildir
bu. Sanırım evdeki yaşayışımdan hiç değilse birtakım sonuçlar çıkarabilirim:
Evet, kendi ailemin bireyleri arasında, alabildiğine iyi ve sevecen bu
insanların içinde bir yabancıdan daha yabancı yaşayıp gidiyorum. Son yıllar
annemle günde ortalama yirmi sözcükten fazla bir şey konuşmadım; babamla ise
selam sabahtan öteye geçmedi konuştuklarım. Evli kızkardeşlerim ve
eniştelerimle, kendilerine bir kızmışlığım falan yokken hiç konuşmuyorum.
Nedeni de, kendiriyle konuşacak en ufak bir şeyimin açıkça bulunmayışıdır.
Edebiyata uzak her şeyden sıkılıyor, nefret ediyorum; çünkü, gerçekte öyle değilse bile beni
baltalayan ya da yolumdan alıkoyan bir şey gibi görüyorum tümünü. Oysa içimde
bir aile yaşamını sürdürmeye yönelik hiçbir eğilim yaşamıyor; yaşasa bile salt
gözlemci olarak kalmak isteyen birinin eğiliminden başka şey değil bu.
Hısım akraba duygusu nedir bilmiyor, beni
görmeye gelenlerin bu davranışına adeta beni hedef alan bir kötülük gözüyle
bakıyorum. İşim beni nasıl değiştiremiyorsa, evlilik yaşamı da yine
değiştiremeyecektir.
...
30 Ağustos 1913
Nerede bulacağım kurtuluşu? Tümüyle unuttuğum ne çok düzmecelik
birlikte su yüzüne çıkıyor. Gerçek bağlanım gerçek veda gibi bunlarla örülecek
idiyse, o zaman kesinlikle yerinde davrandım diyebilirim. Kendi varlığımda
insanlardan ilişkisiz, gözle görülür bir yalan yok. Sınırlı çemberin içi temiz
durumda."
Evlenmenin leh ve aleyhindeki nedenlerin
özeti:
I. Hayata tek başına katlanmanın
güçsüzlüğü; tek başına yaşama güçsüzlüğü değil, tam tersine; bir kimseyle
birlikle yaşayabilmem olasılığı yok; ama kendi yaşamımın üzerime çullanmasına,
kendi şahsımın gereksinimlerine, yaş ve zamanın saldırısına, içimdeki yazma
hevesinin beni belli belirsiz sıkıştırmasına, uykusuzluğa, yakın bir cinnetin
sezgisine, işte bütün bunlara tek başıma katlanacak güçten yoksunum. Belki, diye
eklemem gerekiyor kuşkusuz, F. ile hayatımı birleştirmem varlığıma daha çok
direnç sağlayabilir.
2. Her şey hemen düşüncelere
salıyor beni! Mizah dergisinde okuduğum bir nükte, Flaubert ve Grillparzer’i
anımsayış, gece için hazırlanan yataklar üzerinde anne ve babamın
geceliklerinin görünümü, Max’ın evliliği. Dün kızkardeşim dedi ki: «Evlenenlerin
(bizim akrabalar arasında) hepsi de nasıl mutlu oluyor, anlamıyorum.»
Kızkardeşimin bu sözü de düşündürdü beni, yine içimdeki o korku depreşti.
4. Edebiyatla ilişkisiz
her şeyden nefret ediyorum. Onun bununla konuşmak, edebiyata ilişkin
olsa da sıkıyor belli: onu bunu ziyaret etmek sıkıyor ve acı ve sevinçleri ruhumun derinliklerine kadar beni sıkıntıya
boğuyor. Konuşma1ar düşündüğüm her şeyin önemini, ciddiliği ve gerçekliğini
silip götürüyor..
5. Bağlanmaktan, karşı tarafa akıştan korku. Çünkü o zaman
asla yalnız kalamayacağım demektir.
6. Kızkardeşlerimin önünde -özellikle eskiden böyleydi-
çokluk öbür insanlar karşısındakinden bambaşka biri oluyorum: Korkusuz, dış
etkilere açık, güçlü, şaşırtıcı, içimde başka zaman ancak yazı yazarken
duyduğum bir heyecan. Eşimin aracılığıyla herkesin önünde de böyle olabilsem!
Ama o zaman bu, bir borç gibi yazma eyleminden düşülmeyecek mi? Eksik olsun!
Eksik olsun!
7. Yalnız
olsam belki bir gün bürodaki işimi gerçekten bırakabilirim. Evlenirsem bunu
asla yapamam.
Kafamın içindeki muazzam dünya. Ama kırıp parçalamadan nasıl
kendimi, nasıl bu dünyayı esenliğe çıkarabilirim. Onu kendimde alıkoymaktan ya
da içime gömmektense kırıp parçalamam bin kat daha iyidir. Zaten bu yüzden
buradayım ve çok iyi biliyorum böyle olduğunu.
1 Temmuz 1913
Çılgınca bir yalnızlık isteği. Salt kendi kendimle yüz yüze
olmak. Belki Riva’da kavuşabilirim buna.
İç varlığımdaki korkunç kararsızlık.
Günlük tutmam yine pek zorunlu bir durum aldı. Benim şu dağınık
kafam; F.; bürodaki perişanlık; yazma konusunda bedensel olanaksızlığım ve
yazmaya duyduğum gereksinim.
Yalnızlık her şeyden güçlüdür ve kişiyi yeniden insanlara
yaklaştırır. Kuşkusuz o zaman daha başka, daha az üzücü görünen, gerçekte henüz
bilinmeyen yollar aranıp bulunmaya çalışılır.
Pek çok günden beri yazıyorum,
böyle gitse keşke! Yirmi yıl önceki gibi tastamam korunmuş ve çalışmanın içine
girip yuvalanmış değilim, ama ne de olsa yaşamım bir anlam kazandı; düzenli,
boş, saçma bekârsı yaşamım haklı bir nedene kavuştu. Kendi kendimle yine ikili
söyleşiler yapabiliyor, dipsiz bir boşluğa gözlerimi dikip bakmıyorum. Benim
için ancak bu yoldan bu düzelmenin sözü edilebilir.
...
7 Kasım 1914
O yaman Strindberg! O hırs, yumruk savaşıyla kazanılmış o
sayfalar!
...
Edebiyat
açısından bakınca yazgım çok basit. Düşsü iç yaşamımı anlatma isteği öbür
nesnelerin tümünü ikinci plana itti, yaşamım korkunç biçimde köreldi ve
körelmenin bir türlü sonu gelmiyor. Beni memnun kılacak başka bir şey yok asla.
Gel gelelim söz konusu anlatım gücümün de hiç sağı solu belli değil; belki şu
an bir daha hiç görünmemek üzere kayıplara karıştı, belki ilerde bir yol yine
sesini duyurur içimde; ancak, yaşam koşullarım böyle bir şey için elverişli
sayılamaz. Dolayısıyla bir aşağı, bir yukarı süzülüyorum boşlukta; uçup dağın
tepesine çıkıyor, ama bir an bile orada tutunamıyorum. Benim gibi bir aşağı,
bir yukarı devinen başkaları da var, ama aşağı bölgelerde hepsi, güçleri de
benimkinden fazla; düşme tehlikesi gösterdiler mi hısım akrabaları kendilerini
tutuyor, bu amaçla da yanları sıra yürüyorlar. Bense yukarlardayım; ne yazık
ki ölüm değil benimkisi, ölmenin sonu gelmeyen acıları.
Rahat
yaşayabilmek değil, rahat ölebilmek için insanlardan kaçtığımı gözlemledim.
15 Mart 1914
Öğrenciler Dostoyevski’nin cenaze töreninde tabutun
zincirlerini taşımak istiyorlardı. Dostoyevski işçi mahallesinde, bir kira
evinin dördüncü katında ölmüştü.
Beklemek yalnızca, bitip tükenmeyen bir çaresizlik.
Odada anne ve babamla oturup iki saat boyunca dergilerin
sayfalarını karıştırdım, arada bir önüme bakıp durdum, genellikle saat ona
gelsin, gidip yatayım diye beklemekten başka bir şey yapmadım.
Fazlasıyla
yorgunum, uyuyup dinlenmem gerekiyor, yoksa her bakımdan işim bitiktir.
İnsanın kendisini ayakta tutabilmesi için bu ne çok çaba! Hiçbir anıt yoktur
ki, dikilmesi bunca gücün harcanmasını gerektirsin.
25 Eylül 1912
Yazmaktan zorla kendimi alıkoyuşum. Yatakta yuvarlanıp
durmam. Başa kan hücumu ve boşuna harcanan güçler. Bu ne olumsuzluktur! - Dün
Baum’da; Baum ve karısının, kızkardeşlerimin, Marta’nın, iki oğluyla (bir
yıllık gönüllü asker ikisi de) Bayan Dr. Bioch’un önünde okuduğum yazılar. Sona
doğru kontrolden çıkan elim yüzümün önünde ileri geri gezindi. Gözlerim
doluksadı. Öykünün içtenliğinden kuşku edilemeyeceği doğrulandı böylece. - Bu
akşam yazmaktan kendimi koparıp aldım. Landestheatcr’de film gösterisi. Loca. -
Bir ara peşine bir din adamının takıldığı Froyayn Oplatka. Evine vardığında
döktüğü ecel terinden sırılsıklam olmuştu. Danzig Kornerin yaşamı. Atlar. Beyaz
at. Barut kokusu. Lützow un çılgınca avı.
23 Eylül 1912
Yargı öyküsünü ayın 22’sini 23’üne bağlayan gece akşam saat
ondan sabah saat altıya kadar bir çırpıda yazıp çıkardım. Oturmaktan uyuşmuş
bacaklarımı masanın altından çekip alamadım adeta, öykü gözümün önünde gelişir,
ben sanki öykünün içinde ilerlerken gösterdiğim müthiş çaba, duyduğum müthiş
haz. Bu gece pek çok kez ağırlığımı sırtımda taşıdım. Nasıl her şey
söylenebiliyor, nasıl her şey için, en yabancı esinler için bir büyük ateş içte
hazırlanmış bekliyor ve esinler ateşle yok olup sonra yeniden diriliyor, nasıl
pencerenin önü bir maviliğe bürünüyor. Bir araba geçiyor yoldan. İki adam
köprüden geçiyor. Saat ikide son kez saate bakıyorum. Hizmetçinin sabah ilk
kez holden geçişinde öykünün son cümlesi yazılıyor. Lambanın söndürülüşü ve gün
ışığı. Kalp bölgesinde hafif bir sızı. Gece yarısı uçup giden yorgunluk.
Kızkardeşlerimin odasına titreyerek girişim. Öyküyü kendilerine okuyuşum. Daha
önce hizmetçi kızın karşısında gerinip uzanışım ve: «Bu zamana kadar hep
yazdım», deyişim. Sanki odaya yeni getirilip kurulmuş ve henüz el sürülmemiş
yatağın görünümü. Roman yazmaya çabalayışımın, beni yazmanın yüz kızartıcı
aşağılıklarına çekip aldığı kanısının doğrulanışı. Yazı, ancak böyle yazılabilir,
böyle bir kesintisizlik içinde, ruh ve bedenin böylesine eksiksiz bir
açılımıyla ancak.
Etiketler:
Kafka
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)