Ergenlikte yazının taşıdığı özel öneme çok sayıda psikanalist
eğilmiştir. Bu sözcük açlığına, hissedilen şeyi sözcüklere tercüme etme
yönündeki bu ihtiyaca, bu aciliyet duygusuna ve -kimi zaman işitilmeyen,
bilinmeyen— bu hissedilenlere eğilmişlerdir. Ergenlik döneminde yazı, yaşanmış
olanın en sadık ifadesi olarak görülür. Çocukluktan bu kopuş ve bilinmeze doğru
bu büyük sıçrayış karşısında herkes kendi nirengi noktalarını bulmaya çalışır.
İnsanın kaygılarını ve kuşkularını, sorularını ve korkularını, dünyada varolma
ve konumlanma güçlüğünü yazı yoluyla kaydetmekten daha iyi ne olabilir ki? Bir
dönem günlük tutmaya ya da az çok mutlu bir halde şiir yazmaya kalkışmamış ergen
var mıdır? ilk deneyimlerin ve başlangıçların çağına dair bu çiftanlamlı anıyı
her birimiz kendi içimizde taşırız.
Yazı, çocukluğun bilinen dünyası
ile uyanmakta olan ergenliğin bilinmeyen dünyası arasındaki eşiği saptamaya
çalışır. Yazı, kişinin kendisiyle sürdürdüğü tekil bir diyalogdur; burada sır
açma, umutsuzluk, tespit, düş ve hayal alanı, en çılgın ve en gizli arzular
ifade bulabilir.
Oidipus yasasının ifade bulduğu
dil olan anne dili. Ergenin kendini ayırmak zorunda olduğu bir başka istikrara
kavuşur. Böylece, başka bir yerde başka bir dil, başka bir açıklama, yeni bir
vaat aramak mantıklı gelir. Ergen, yazı aracılığıyla, anne babasının üstben
kaydından, dönemin kültüründe cisimlenen kolektif üstbene geçer. Ütopyaların
alanı, kimi zaman parçalanma yaratan bu “iki aradalık” içinde bulunur.
Psikanalist Moustafa Safouan şunu
söylemektedir: "Yazı, sözün bir ediminden başka bir şey asla değildir.” Morrison sözünü yazıya bağladığından ve
yazı kaydından söz kaydına geçtiğinden bu açıklama akla yatkındır. Ama yazı
ergenin bir geçitten geçmesini sağlar ve böylelikle itkisel bir değişikliğe yol
açarken, Morrison, çok zengin hayal gücünü sergileyerek, sanki sembolik kayda
istiflenmek ihtiyacı içindeymiş gibi yazıya dahil olmuştur. Çünkü “sembolik
olanla bir ilişki içinde yeniden doğabilmek için nesneyle belli bir hayali
ilişki içinde ölmek” gerekir diye belirtiyor Jacques Lacan. Biz bunu, kişinin
kendini yaratmasının zorunlu yolu olarak anlayabiliriz. Ama Morrison özellikle
semboliğe bu geçişe gelip çarpar. Düşünmeyi ve yazmayı öğrenmek, yerleşik kural
ve yasalar karşısında konumlanmayı kabul etmektir. Yazı gerçeğin alanına dahil
olur ve kimi zaman orada semptom oluşturur. Şiir ise sözcüklerin müziğinden
yararlanır, imleyen bileşimlerinin ürettiği anlamsızlık etkilerinden
yararlanır. Bu anlamsızlıklar başlı başına bir semptom oluşturmaz, semboliğe
katılımı engelleyici noktaları belirtirler, gerçeğin uçlarını yaratırlar. Bu
nedenle şiir evrensel ve ebedidir. Shakespeare ebedi ergen Hamlet’e “Words,
words, words...” (“Kelimeler, kelimeler, kelimeler...] dedirtmişti.
Ergen James Douglas’ın özel
kişiliği açısından bu saptamalar akla yatkındır. Ama kişiliğinin
derinliklerine girebilmemiz ve tüm karmaşıklığı içinde kavrayabilmemiz için bir adım
daha atmamız gerekiyor.
James Douglas’ın fazla eklektik
okumaları muhtemelen yazısının niteliğini saptırmıştır; onun edebi ve şiirsel
referanslar bütünü, düşüncesine olduğu kadar yazısına da etkide bulunmuştur.
Kendi sorgulama ve özlemlerine yakın bir edebiyat türü onu çok erken yaşlardan
beri cezbetmiştir. Şiirden beslenir, aralarında ezoterik ya da felsefi kimi
akımların da bulunduğu birçok edebi türe girip çıkar. İçgüdüsel olarak
araştırıcı ve meraklı ruhu onu son derece çeşitli türlerdeki metinleri okumaya
yöneltir.
Bilgiye sınırsız bir açlık duyar.
Yeni dünyalar keşfetmek ister ve bu araştırmayı öncelikle okuma ve yazmada
gerçekleştirir. Daha ilerde, gerçeklik içindeki deneyimlere yönelecek ve kendi
kanatlarını yakmaya dek varan, vazgeçemeyeceği bir hareketlik içine
atılacaktır. Okumalarına paralel olarak, bütün varlığıyla yazıya doğru kaygı
verici bir gerilim içinde yönelir.
Her ergen için yazı önemli bir
dayanak ve güçsüz kalan sözün yerini tutan bir ifade tarzı olsa da, James
için, daha acil koşullarda, yaşamsal bir zorunluluk söz konusudur: Hayat
tehlike altındadır, ölüm kol gezmektedir. Onu, kendisine rağmen yazıya iten şey
bir tür hayatta kalma güdüsüdür. Kimi kişilerin içlerinde dayanıksız, kırılgan
bir hal vardır ve bu onları bastırılamaz bir yönelimle yazıya doğru iter.
Kişide çok erken nüksetmeye başlayan kendine zarar verme ve özkıyım itkilerine
kısmen de olsa karşı koymanın bir yolu olduğu hipotezini ileri sürebiliriz.
Şiirin Yasadışılığı