Yunan Usulü Aşk



Yunanistan’da olsun, Roma’da olsun hiçbir zaman eş­cinsellik söz konusu olmadı. 'Eşcinsellik' sözcüğü 1869’da ortaya çıktı. ‘Karşıcinsellik' sözcüğü de 1890'da. Ne Yunan­lar, ne de Romalılar, eşcinsellik ile karşıcinsellik arasında hiçbir zaman bir ayrım gözetmemişlerdi. Birbirinden ayır­dıkları şey etkinlik ile edilginlikti yalnızca. Phalloa’u, yani erkeklik organını (faacinus), bedendeki tüm öteki delikler­den (flpintriaa) ayırıyorlardı. Oğlancılık Yunanlarda, toplu­ma kabul edilme kuralıydı. Pais ile arkadan birleştiğinde, erişkin erkeğin spermi oğlan çocuğuna erkeklik aktarıyor­du. Arkadan birleşmek anlamına gelen Yunanca eispein fiili, Latince’de sözcüğü sözcüğüne inspirare (esinlemek) fi­iliyle karşılanır. Erkek sevgilisi, inspirator’a, yani kendi­sinden daha yaşlı vatandaşa kendini verir, buna karşılık ondan av eğitimi ve kültür alır, ikisi de savaş için gerekli şeylerdir. İnsan yaşamı tam anlamıyla, yani toplumsal, ti­cari, sanatsal yaşam, başka deyişle savaş, avı insanın oluş­turduğu bir avlanma edimidir.

Yunanlarda eşcinsel çiftte rollerin değişimi söz konusu değildir. Atina'da erkeklerin fahişelik yapması, bunu ya­pan kişinin vatandaşlık haklarını yitirmesine neden olu­yordu; aynı kişi politika yaparken yakalanırsa, ölümle ce­zalandırılıyordu. Bu, kadınların zina yapmasından daha yüz kızartıcı bir suç olarak kabul ediliyordu (kadınlara bu nedenle ölüm cezası verilemiyordu). Oğlan çocuklarının eş­cinsel dönemden geçmesinin işlevsel bir yanı vardı: Bunun amacı çocuğun, kadınların yaşadığı haremden bir erkeğin kollarında ayrılmasını sağlayarak onu haremin edilgin cin­selliğinden kurtarmak, böylelikle bir üretici (baba) ve bir vatandaş (bir erastes, etkin bir âşık, bir savaşçı-avcı) haline getirmekti. Kılların çıkması, farklı iki cinsel davranışın sı­nırını belirliyordu: Polis'in içinde yer alan kılları çıkmış delikanlılar, haremde sakalsız bıyıksız, edilgin olmanın karşıtını oluşturuyordu. Böylelikle Hermes örneğin, ya sakalsız ve cinsel organı sönük ya da sakallı ve cinsel organı sertleşmiş olarak canlandırılabiliyordu.


 Hiçbir erkek ve hiçbir kadın sakallı olana arzu duyamazdı. Sakallı olmayan güzeldi yalnızca. Yunanların kesinlikle değiştirilemez ola­rak kabul ettiği karşıtlık şuydu: bir yanda sakallı ve sarhoş erastes, öte yanda sakalsız ve ayık öpmen. Eşcinsel sevgiyi gösteren, elle tavşan avlama ritüeli (bu tören sonunda şim­diye kadar av olan, bundan böyle avcıya dönüşmüş oluyor­du) ile cinsel organı sertleşmiş sakallı erişkinin sakalsız olanın sönük cinsel organını sıvazlaması (her erişkin etkin­dir) ritüeli işte bu düşünceden kaynaklanır. Bu, erotik Yu­nan vazolarının çoğunun üzerinde gördüğümüz geleneksel iki senaryodur.

Oğlancılık geleneği Yunanistan’da harem ile polis'in karşıtlığından kaynaklanıyordu. Romalılar, haremin ku­rum olarak varlığından haberleri olmadığından, bu karşıt­lığı göremediler. Romalıların aşk anlayışı, Yunanların aşk anlayışından şu temel görüşlerle ayrılır: Gerıs’e özgü zevk Alemi; politik sözlü densizlik ile evin koruyucu hanımının aile bireylerinin (gentes) saflığını, dürüstlüğünü (castitas)
kollaması arasındaki karşıtlık; bir de kölelerin itaati (obaequium). Roma’nın cinsel ahlak anlayışı katıydı. Bu ahlak, erkeklerin kuralları uygulamasını ve kesin olarak etkin davranmalarını gerektiriyordu. Baba Seneca bunu, Konsül Quintus Haterius'a söylettiği şu özdeyişle özetler (Contro- veraiae, IV, 10): Impudicitia in ingenuo erimen est, in servo nt'ct'HHitdH, in liberto officium (özgür doğmuş erkek için edil­gin davranış suçtur; köle için mutlak görevdir; özgürlüğünü kazanmış kişi için efendisine karşı yerine getirilmesi ge­reken bir hizmettir). Baba Seneca, Quintus Hatorius’un bu özdeyişinin faententia) kendisine aktarıldığında, retorikçinin officium (hizmet) sözcüğüne yeni bir anlam yüklemiş ol­masının, İmparator Augustus’u çok hoşnut ettiğini de ek­ler.

Romalıların töreleri çok katıdır: Soylu bir erkek için, anal seks ve 'irrumatio’ edepli davranışlardı, oral seks ve anal edilginlik edep dışı sayılıyordu. Pedicare, anal birleş­me anlamına geliyordu. Oral seks ise, bu terimi seçen top­lum hakkında çok şey ifade eden modern bir terimdir. Kendiliğinden, zorlama olmaksızın emmek anlamına gelen feliare, bir Romalının anlayamayacağı bir edimdir. Irrumatio uygulamak, yani ağzına verip doyuma ulaştırıncaya kadar emmeye, hafifçe ısırmaya zorlamak, eşe ancak etkin olarak uygulanabilecek bir edimdir.

Bronze. 1st century CE. pompei

Seks ve Şehir Devleti




Antik Yunanlar zevk peşinde koşma yöntemleri olduğunu bildiğimiz ilk kültürdür. orgasmus kelimesinin "ıslaklıkla birlikte kabarma, heyecanlanma ya da arzulu olma" anlamında ilk cinsel kullanımını Yunanlılarda görürüz. Kendi adına zevk peşinde koşma, uygarlığın gözden kaçan ama tanımlayıcı bir niteliği olarak, Yunanların tiyatro, sanat, komedi, spor -ve seks- şampiyonalarında görülür. M.Ö 5. yüzyıldan kalma bir anonim sözde şöyle denir: "Önce şehvetli bir dokunuş olsun, oyun işten önce gelsin." Yunan tanrısı Merkür/Hermes'in pek çok rolünden biri masturbasyon tanrısı olmasıdır. Burgo Patridge A History of Orgies adlı kitabında şunları yazmıştır:

"Yunanların kültürü tamamen zevki metheden bir şarkıdır ve bu zevkin tabiatı yoğun ve maharetli bir tenselliktir. Her entelektüel seviyedeki insan, insani meselelerde duyusal tatmine dayalı materyalizmin oynadığı temel rolü oynar."

Onunla birlikte giden bütün sefalet ve kendini kırbaçlatmayla birlikte, Hristiyan "günah" düşüncesi daha formüle edilmiş bir kavramdı. O an için bütün bedenin ve zihnin suçluluktan uzak hoşnutluğunu sağlamak, en hafif meşrep olarak gelişmiş uygarlıkta yaşamanın ikramiyesiydi. Yine de bu durumu, aynı zamanda Yunanların hedonizminin açıklaması olarak abartmak kolaydır. Daha temel olan şey, Yunan hayatındaki dengeye, bir başkasının zevkini tahrip eden bir şeyin peşinde koşmayı önlemeye yapılan vurguydu. Örneğin, evlilik tensel tatlar adına fırsatlar temin ediyordu, fakat eşit dereceyle doğurmayla, kan bağının korunmasıyla ve çocukların uygun eğitimiyle de ilgiliydi. Yunanlar başıboş cinsel arzunun kimsenin seksüel tatminine yol açmayacağını ve değerli olan başka şeyleri tahrip edebileceğini pekala kabul etmekteydiler.


Öte yandan hala, hedonizmin her zaman geçici memnuniyetle bağdaşmadığı düşünülürken, denge kavramı garip seksüel fazlalığı da hesaba katmıyordu. Erkeğin yarı insan, yarı hayvan olduğu ve bu ikisinin çıkarlarının çatışabileceği farz ediliyordu. O yüzden , cinsel zevk iştahı kabul gören bir bağımlılıktı; alemler sosyal güvenlik supabı olarak görülüyordu ve Aristofanes'in bir komedisi, Liysistrata'da kocalarının savaşmasını durdurmaya çalışmak uğruna seks boykotu yapan Atinalı kadınlar vardı.

Üstelik orgazm iştahı salt erkeklere özgü sayılmıyordu. Yunan erkeği, kadının sadakatsizliği ve seksüel enerjisi olarak algıladığı dürtüden korkmaktaydı. Euripides'in The Bacchae adlı oyununda bu Yunan erkeği, kadınların şehvetle erkeğin dudaklarını dudaklarıyla kasten koparmasından korkar. Ergenlik çağındaki genç bakireler özellikle vahşi görülüyordu. Zamanın çok miktardaki tıbbi yazılarında, kadının seksüel faaliyetteki dürtüleri, erkeği baştan çıkaran zevk arzusundan ziyade doğuştan psikolojik bir itkiye bağlanıyordu. Fakat uygarlaşmış bir Yunan şehir devleti, bu tehlikeli seks açlığını kontrol altında tuttuğu müddetçe sebeb ne olursa olsun maddi çıkar değildi. Bu, tercihen ergenlikte gebelik, kalan her seksüel aşırılığı tedavi ettikten sonra, evliliğin gerekliği teşvik edilerek sağlanıyordu. Çifte güvence olarak da kadın eve kapatılır ve genellikle etrafı koruma köpekleriyle çevrilirdi.



Bununla birlikte, evlilik, aşk ve seks özellikle birbiriyle alakalı değildi. Evliliğin amacı bir erkek çocuk ve mirasçı üretmekti, fakat Yunan bir koca nadiren karısına bir yoldaş ya da bir seksüel lezzet kaynağı gözüyle bakardı. M.Ö. 600 yılları civarında Atinalı bir yargıç, Solon, evlilikle ilgili bazı cinsel yasalar çıkardı: Bu yasalara göre, bir kadına kocasından en azından ayda üç kez kocalık görevini yerine getirmesini talep etme hakkı tanındı; boynuzlanmış bir kocaya zinacı rakibini öldürme izni verildi. Fakat pratikte erkek ve kadının evlilikten sonra birbiriyle pek işi kalmazdı. Soylu bir erkeğe uygun rafine seksüel zevkler, birçok evlilik dışı yolla temin edilebilirdi. Fahişelik tam anlamıyla kabul edilen bir şeydi. (aynı Solon, şehir surlarının dışında sabit fiyatlı, devlet kontrolünde genelevleri kurumlaştırdı; tül giysiler içindeki fahişeler açıkça cazibelerinin tanıtımını yapıyorlardı), Fahişelerin çoğu, köle ya da savaş ganimeti olarak alınmış kadınlardı. Ayrıca, genel beklenti erkeklerin biseksüel ya da "iki elini de kullanan" kişiler olmalarıydı, ki bu durumun erkek adına fevkalade denebilecek erotik fırsatlar yaratacağı apaçıktı.

Bu erotik fırsatlar içinde pedofili de vardı. Ebeveynler rutin olarak küçük çocuklarının cinselliğinin esaslarını yaşlı erkeklerden öğrenmeleri için dolaplar çeviriyor ve çocukları baştan çıkmamışsa öfkeleniyorlardı. Aristophanes'in The Birds oyununda bir karakter diğerine bu suçlamayı yöneltir:
"Pekala, bu ince bir devlet meselesi, seni çapkın. Oğlumla Gymnasium'da, banyodan yeni çıkınca görüş ve onu öpme, ona tek kelime söyleme, ona sarılma, testislerine el bile sürme. Bizim bir arkadaşımız olduğunu farz et!"



Oğlanlarla Aşk

Jean Delville (1867-1955) The School of Plato, 1898


Michel Foucault, Kennet Dover'ın Greek Homosexuality isimli kitabından yola çıkarak Antik Yunan medeniyetindeki oğlanlarla "aşk"ı anlatıyor.

Satır başları:

Ne olursa olsun, Yunanlılar'da bu aşk ilişkilerini ya da hazzı, bizim - ve çağdaşlarımızın - eşcinsellikten edindiğimiz deneyimleri andırır bir deneyim olarak yaşayan bir kişi hiçbir zaman olmadı."

"Hepsinden önemlisi -ki bu nokta Yunan etiğinin çekirdeğini oluşturuyordu kuşkusuz -etkenlik ve edilgenlik arasında radikal bir ayrım vardı. Yüksek bir mertebeye konumlanan etkinlikti yalnızca; edilgenlik -doğası ve konumu gereği, kadınlara ve kölelere özgü sayılıyordu - erkek açısından ancak yüz kızartıcı olabilirdi."


"Dover'ın kitabı, arzunun açık bir biçimde biseksüel olabileceği bir Altın Çağ'dan söz etmiyor; belirli bir toplumda, bir yaşam tarzı, kendinden bir kültür ve sanat oluşturmuş cinsel bir seçimin özel bir tarihini anlatıyor. "

"Cinsel davranışlar konusunda yapılan ayrımın Yunanalılar ve Romalılar'a hiçbir biçimde uygun düşmemesi, bu kitaptaki en önemli şey gibi görünüyor bana. Bu iki anlama geliyor: Bir yandan, onların böyle bir tasarımları, yani kavramları yoktu; öte yandan da, böyle bir deneyimleri. Kişinin kendi cinsiyetini taşıyan bir başkasıyla yatması, onu eşcinsel yapmaya yetmez. Bu, temel bir önem taşıyor gibi geliyor bana. "

"Eşcinselliğin Yunanlılar'da kabullenildiğini iddia etmek, tamamiyle saçmadır. "

Oğlanın, bir erkekle ilişkisinde, edilgen olduğu düşüncesini, 
Bir Yunanlı ya da Romalı çok zor kabullenebilirdi."

"Yunanlılar'da, oğlancılık üzerine Platon'dan Plutarkhos'a, Lukianus'a, vs., kadar uzanan eksiksiz bir teorik söylem var. .. bu söylemlerin varlığı, eşcinselliğe karşı, eylemde ve düşüncedeki hoşgörünün göstergesi olarak yorumlanmamalıdır..."


***

Atina'daki özgür oğlanın karşılığı, Roma'da bir köledir daha çok; Klasik çağın başında, onun değeri, gençliğin aldığı yaşam enerjisi ve şimdiden şekillenmiş görünümünden gelir, daha sonraki dönemdeyse alımında, gençliğinde ve bedenin tazeliğinde aranır. Reddetmeyi, mümkün olduğu kadar becerebilmelidir; elden ele dolaştırılmasına izin vermemeli ve karşısına ilk çıkan kişiye teslim olmamalıdır; özellikle de asla "bedavaya" gitmemelidir (her ne kadar para, ilişkiyi gözden düşürüyor veya onu ölçüsüz bir açgözlülükten malül kılıyor olsa da). Öte yandan, oğlanlara tutkun olanların da farklı farklı yüzleri vardır: Gençlik ve mücadele yoldaşı olarak, vatandaşlık erdemleri konusunda bir örnek oluşturarak, bilgeliğin zarif yol arkadaşı ve öğretmeni olarak. Ne olursa olsun, Yunanlılar'da bu aşk ilişkilerini ya da hazzı, bizim - ve çağdaşlarımızın - eşcinsellikten edindiğimiz deneyimleri andırır bir deneyim olarak yaşayan bir kişi hiçbir zaman olmadı.


Yunanlılar'da, eşcinselliğin serbest olduğunu düşünenlere de, Dover'la birlikte gülümsemeden edemiyoruz kuşkusuz. Bu tür bir tarih, basit yasak ya da hoşgörü kavramlarıyla yazılamaz, sanki bir yanda inatçı bir arzu, diğer yanda da onu baskı altına alan bir yasak varmış gibi. Gerçekte erkek cinsiyetini taşıyan insanlar arasındaki aşk ve haz ilişkileri, kesin ve iddialı kurallara bağlanmıştı. Doğal olarak, birini baştan çıkarmak ve ona kur yapmak da belirli bir biçimde gerçekleştirilmek zorundaydı. İlişkiye giren her iki tarafa da şeref bahşeden "temiz" aşktan başlayıp, zayıflık, gönül eğlendirme ve yaralanmış şeref gibi,  pek çok ara basamaktan geçerek, satın alınabilen aşka kadar uzayan ilişkiler arasında mükemmel bir hiyerarşi vardı. Yetişkin bir erkekle, bir oğlan arasındaki ilişkilerin üzerine parlak bir ışık düşerken, nüfuz sahibi sakallıların arasındaki ilişkiler karanlıkta kalıyor. Hepsinden önemlisi -ki bu nokta Yunan etiğinin çekirdeğini oluşturuyordu kuşkusuz -etkenlik ve edilgenlik arasında radikal bir ayrım vardı. Yüksek bir mertebeye konumlanan etkinlikti yalnızca; edilgenlik -doğası ve konumu gereği, kadınlara ve kölelere özgü sayılıyordu - erkek açısından ancak yüz kızartıcı olabilirdi. Dover'ın tüm incelemesi, cinselliğe ilişkin Yunan deneyiminin, bizimkinden hangi noktalarda, en keskin hatlarda ayrıldığını gösteriyor. Bizim için asli ayrım (heteroseksüellik ya da eşcinsellik) nesnenin seçimi konusundadır; Yunanlılar içinse, öznenin konumu (etken ya da edilgen) ahlaki sınırı çiziyordu: Temelinde erkeksi olan bir etiketin bu kurucu öğesiyle bağlantılı olarak bakıldığında, eş seçimi (oğlan, kadın ya da köle) görece önemsiz kalıyor.




Dover, kitabının son sayfasında, geriye dönük olarak incelemesinin tamamını aydınlatan, belirleyici önemde bir noktayı ortaya çıkarıyor. Yunanlılar'da -ki bu, yalnızca Klasik Çağ için geçerli değil- cinsel davranış, bir kanun aracılığıyla kurallara bağlanmış değil. Ne sivil, ne dinsel, ne de "doğal" hiçbir yasa, neyin yapılması, neyin ise yapılmaması gerektiğini belirliyordu. Ve cinsel etik, buna rağmen bağlayıcı, karmaşık ve çok biçimliydi. Ama ancak techne'nin, bir sanatın olabileceği biçimde: kişinin kendisi ve kendi yaşamı ile ilgili bir kaygı olarak anlaşılan bir yaşam sanatı.

Oğlanlarla yaşanan haz bir deneyim tarzıydı. Dover, ayrıntılı bir biçimde gösteriyor bunu. Kadınlarla kurulan ilişkiyi çoğunlukla dıştalamıyordu bu ve o sınırlar içinde, diğerlerinden ayrılan özel bir duygusal yapının da, bir yaşam biçiminin de ifadesi değildi. Diğerleri gibi bir haz duyma olanağıydı daha çok: Belirli davranış biçimlerini ve yaşam tarzlarını, başkalarıyla kurulan belirli ilişkileri, tüm bir değerler bütünlüğünün kabulünü kapsıyordu. Ne dıştalayıcı, ne de geri alınamaz karardı; ama ilkeleri, normları ve etkileri, yaşam tarzlarının ta içine dek uzanıyordu. Şunu kabullenmek gerek: Dover'ın kitabı, arzunun açık bir biçimde biseksüel olabileceği bir Altın Çağ'dan söz etmiyor; belirli bir toplumda, bir yaşam tarzı, kendinden bir kültür ve sanat oluşturmuş cinsel bir seçimin özel bir tarihini anlatıyor.


Dover'ın gösterdiği gibi, cinsel davranışlar konusunda yapılan ayrımın Yunanlılar ve Romalılar'a hiçbir biçimde uygun düşmemesi, bu kitaptaki en önemli şey gibi görünüyor bana. Bu iki anlama geliyor: Bir yandan, onların böyle bir tasarımları, yani kavramları yoktu; öte yandan da, böyle bir deneyimleri. Kişinin kendi cinsiyetini taşıyan bir başkasıyla yatması, onu eşcinsel yapmaya yetmez. Bu, temel bir önem taşıyor gibi geliyor bana.

Grek Medeniyetinde Oğlanlarla Aşk


Yunanlılar, insanın hemcinsine duyduğu aşkla öbür cinse duyduğu aşkı, bir biçimde farklı iki davranış türü olarak karşı karşıya getirmiyorlardı. Ayrım çizgileri böylesi bir sınırı izlemiyordu. Ölçülü ve nefsine hakim bir erkekle kendini kaptıran birini karşı karşıya getiren şeyler, ahlak açısından, insanın en gönüllü biçimde kendini verebildiği haz kategorilerini birbirinden ayıran şeylerden çok daha önemliydi. Ahlakın gevşek olması, insanın ne kadınlara ne de oğlanlara, bu iki durumdan biri öbüründen daha vahim olmaksızın, karşı koyamamasıydı. Tiranlık adamın, yani Eros adlı tiranın ruhuna girmesine ve onun tüm hareketlerini yönetmesine izin veren adamın portresini çizerken, Eflatun onu birbiriyle eşdeğer iki görünümüyle gösterir; bu görünümlerde, hem temel görevleri küçük görme, hem de hazzın genel coşkusunun boyunduruğu altına girme aynı biçimde belirir.

Yunanlılar biseksüel miydi? Eğer buradan, Yunanlıların aynı zamanda bir oğlanı ve bir kızı sevebildikleri ya da evli bir erkeğin paidika’larının olması ve gençliğinde, gönüllü olarak “oğlancı” eğilimleri olduktan sonra daha çok kadınlara eğilim duyduğu anlaşılıyorsa, onların, biseksüel oldukları söylenebilir. Ama eğer, bu çifte uygulamayı düşünme biçimlerine dikkat edilirse, erkelerin kalbini ya da iştahını paylaşan, iki tür “arzu” iki farklı ya da “rakip” dürtü duymadıklarını belirtmekte yarar vardır. İki cins arasında kullandıkları serbest tercih düşünülerek biseksüelliklerinden söz edilebilir, ama bu olanak, onlar için arzunun çift tarafında iki görüntülü ve “biseksüel” (iki cinsiyetli) yapısına gönderme yapmıyordu. Onlara göre, insanın bir erkeği ya da bir kadını arzulayabilmesini sağlayan aynı biçimde doğanın insanın (erkeğin) yüreğine, cinsiyetleri ne olursa olsun “güzel” olanlar karşısında duyması için yerleştirdiği iştahtı.

Yunanlılarda hetoreseksüel (karşı cinse ilişkin) bir aşkla eşcinsel bir aşk arasında bir ayrım yapılmamıştır.   

*

Oğlanları sevmek, yasalarca serbest (özel durumlar dışında olmasının yanı sıra kamuoyunda da kabul gördüğünden dolayı serbest)ti.  Dahası, bu uygulama kimi durumlarda (askeri kurumlar ya da eğitim kurumları) sağlam bir desteğe sahipti. Geleneklerde ve dinsel bayramlarda dinsel kefaletleri vardı. Onu korumak üzere Tanrılar çağrılırdı. Nihayet bu davranış kendini konu alan koca bir yazın ve mükemmelliğini yapılandıran bir düşünce tarafından değeri yüceltilen bir uygulamaydı. Ama tüm bunlara oldukça farklı davranışlar da karışmaktaydı; aşırı hafifmeşrep ve ya da çıkarcı oğlanların aşağılanması Aristophanes ve komedi yazarlarının sık sık alay ettikleri aşırı efemine erkeklerin değersiz görülmesi, Cinedes’inkiler gibi Callicles’in gözünde cüretkarlığı ve açıksözlülüğüne rağmen her hazzın güzel ve onurlu olmadığının kanıtı olan kimi utanç verici davranışların reddi de gözlemlenmekteydi.  Görünen odur ki, kabul görmesine ve sık rastlanmasına rağmen, bu davranış çeşitli değerlendirmelerle çevriliydi ve kendini yöneten ahlakın kavranılmasını zorlaştıran pek karmaşık bir değer verme aşağılama ikilemi de bu davranışın içinde yer alıyordu.

Biz sorgulama noktamızı, karşı cinse yönelmeyen bir isteğin tekilliğine yüklüyor; ve aynı zamanda bu ilişkilere, asgari bir değer verilmemesini ve ona kısmi bir statü yakıştırılmamasını olumluyoruz. Oysa, bunun Yunanlılarda çok farklı olduğu görülmektedir: Onlar daha güzel ve daha onurlu olana yönelen isteğin –kız ya da oğlan- arzulanan herkese yöneleceğini düşünmekteydiler; ama aynı zamanda bu isteğin, iki erkek arasındaki ilişkide yer alması durumunda özel bir tutum doğurabileceğini de düşünüyorlardı. Yunanlılar, asla bir erkeğin bir başka erkeği sevmesi için “başka” bir doğaya sahip olması gerektiğini varsaymıyorlardı.; Ama böylesi bir ilişkide hazlara, bir kadını sevmek söz konusu olduğunda gerekenden başka bir ahlaksal biçim vermek gerektiğini rahatlıkla kabul ediyorlardı.  Bu tür ilişkilerde hazlar haz duyanda mevcut olan garip bir doğayı ele vermiyordu; ama bu hazların kullanılması özel bir biçem bilgisini gerektiriyordu.

Michel Foucault

Grek Medeniyetinde Oğlanlarla Aşk



Bir oğlan aşk ilişkisinin onunla partneri olma yaşını ne zaman geçer? Hangi yaştan itibaren bu rolü kabul etmesi kendisi için, bu rolü ondan istemesi de aşığı için uygun değildir? Bu belli bir sınırı izleyen erkeklik simgeleriyle ilgili, bilinen bir vicdan bilgisidir; sık sık aşılmasına rağmen, bu sınırın geçilmez olduğu söylenir ve bu yasağa uymayanlar kınanır; ilk sakalın bu yazgısal belirti olduğu bilinmektedir ve o sakalı tıraş edecek usturanın aşklar zincirini de kesmesi gerektiği söylenmektedir. Ne olursa olsun, yalnızca oğlanların değil, fazla yaşlı oğlanlarla görüşen erkeklerin de kınandığını belirtmek gerekir. Stoacılar sevgililerini uzun süre –yirmi sekiz yaşına değin- alıkoydukları için eleştirilirdi.     


Bir yandan insanı oğlanlara iten hareketin, güzel olanı saptıran her hareket gibi doğal olduğu kabul edilir. Ama bununla birlikte, iki erkek ya da aynı cinsten iki kişi arasındaki ilişkinin doğa dışı olduğunun olumlanması da az rastlanan bir durum değildir .

fotoğraf: Robert Mapplethorpe, 1983

Ergenlik dönemine ve bu dönemin sınırlarına gösterilen dikkat, çocuk bedeninden, onun özel güzelliğinden ve gelişiminin farklı belirtilerinden kaynaklanan duyarlılığın oluşmasında bir etken oluşturmuş, ergen fiziği çok ısrarlı bir tür kültürel değer verme konusu olmuştur. Yunanlılar, erkek bedeninin, ilk çekiciliğinden çok daha sonra da güzel olabileceğini biliyor ve unutmuyorlardı; klasik yontucu, yetişkin bedenini tercih eder. Ama cinsel ahlakta, özgün çekiciliğiyle “iyi haz nesnesi” olarak düzenli biçimde çocuk bedeni önerilir. Ve bu bedenin çizgilerinin, kadın güzelliğiyle yakınlığından dolayı değerli bulunduğunu sanmak çok yanlış olur.  Bu çizgiler, kendiliklerinden ya da oluşmakta olan bir erkekliğin simgeleri ve destekleriyle olan çakışmaları çerçevesinde değerliydiler: Kararlılık, dayanıklılık, coşku da bu güzelliğin birer parçasıydı: işte bunun için, bu alımın gevşeklik ya da kadınsılığa (efemineliğe) kaymamasının güvencesi olarak, idmanlar, jimnastik, yarışlar, av bu nitelikleri pekiştirirdi. Daha sonraları hatta antik çağda bile ergen güzelliğinin bir bileşkesi –hatta gizli neden- olarak görülecek olan kadınsı belirsizlik, klasik dönemde oğlanın sakınması ve korunması gereken şeydi. Yunanlılarda, oğlan bedenine ilişkin koca bir ahlaksal estetik vardır; bu estetik onun kişisel değeri ve ona duyulan aşkın açımlayıcısıdır. Fiziksel belirti olarak erkeksilik bu estetikte bulunmamak zorundadır; ama erken bir güç ve davranış vaadi biçiminde mevcut olmalıdır: Oğlan, henüz erkek olmasına rağmen erkek gibi davranmalıdır.      


Eros, insanları, hangi cinsten olursa olsunlar birleştirebilir. Eros ne zorunlu olarak eşcinseldir, ne de ille evliliğe özgüdür; ve evlilik bağıyla oğlanlarla ilişkinin ayrışması evliliğin aşkın gücü ve karışıklığıyla bağdaşmayacağında dolayı değildir. Fark başka yerdedir. Evlilik ahlakı, ya da daha belirgin olarak evli erkeğin cinsel etiği, oluşmak ve kurallarını belirlemek için Eros türü bir ilişkiye  (karı koca arasında bu tür bir ilişkinin olması çok olanaklı olsa bile) gerek duymaz. Buna karşılık, en güzel en mükemmel biçimini bulabilmesi için, bir erkekle bir oğlan arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğini tanımlamak ve ilişkileri içinde, hazları belirlemek söz konusu olduğunda, Eros’a gönderme yapmak gerekli hale gelir.     


Michel Foucault

Grek Medeniyetinde Oğlanlarla Aşk


Onca uzun zaman ve onca sert biçimde mahkum edilecek olan erkeklerarası, ya da daha doğrusu oğlanlara karşı aşka Yunanlılar bir meşruluk tanımışlardı ve biz bu meşruluğu, onların bu konuda tanıdıkları özgürlüğün bir kanıtı olarak görmeyi pek severiz. Oysa, Yunanlılar, en katı sofuluklarının gerekliliğini, sağlık konusunda, kadın ve evlilik konusunda olduğundan çok daha fazla oğlanlara duyulan aşk konusunda dile getirmişlerdir. Kuşkusuz istisnalar dışında bu aşkı ne mahkum etmiş ne de yasaklamışlardır. Buna rağmen “tanımsız bir kendini tutma” ilkesi, Sokrat’ın cazibeye karşı eksiksiz direnmesiyle model oluşturduğu feragat ideali ve bu feragatin kendisinin yüksek bir ruhsal değere sahip olduğu teması, oğlanlara duyulan aşkla ilgili düşüncede dile gelmektedir. Yunan kültüründe ve oğlanları sevme konusunda, ilk bakışta şaşırtıcı gelecek biçimde ileride bu aşkı tam da bu ilke adına reddedecek bir cinsel etiğin belli başlı öğelerinden bazılarına rastlanmaktadır: Bunlar, aşk ilişkisinde bir uyumun ve bir karşılıklılığın gerekliliği, kişinin nefsiyle girişeceği güç ve uzun bir savaşımın yararı, yalnızca gerçeği çerçevesinde varlığın kendisine hitap edecek bir aşkın giderek arınması ve erkeğin istek öznesi olarak nefsin sorgulanmasıdır.

*

Eğer cinsel ahlakımıza biçim vermiş olan birkaç büyük temanın (hazzın kötülüğün tehlikeli alanına ait olması, tekeşli bağlılığın zorunluluğu, aynı cinsten partnerlerin dışlanması) kökenini bulmak istiyorsak, bunları yalnızca, Yahudi – Hıristiyan ahlakı diye adlandırılan kurguya bağlamamak, özellikle de yasağın zamansız işlevini ya da yasanın sürekli biçimini burada aramamak gerekir. Yunan felsefesi tarafından biraz erken öğütlenen sofuluk, zaman zaman, baskının tarihsel olarak çeşitli biçimlerine bürünen bir yasanın zamansızlığı içinde kök salmaz: O, ahlaksal deneyimin dönüşümlerini anlamak için, yasalarınkinden daha belirleyici bir tarih içinde yer alır: Bu, kişinin bir ahlaksal tutumun öznesi olarak oluşmasını sağlayan bir nefisle ilişkili biçiminin geliştirilmesi olarak ele alınan “etik”in tarihidir.    


Michel Foucault

Uyuyan Hermaphroditos & Uyuyan Faun



Uyuyan Hermaphroditos

Hermaphroditos, İ.O. dördüncü yüzyıldan itibaren kendisine tapınılan, Hermes ve Aphrodite’den doğmuş ikinci derecede bir tanrıydı. Pergamon’da bulunan büyük bir heykel bu tanrının daha ‘normal’ kült heykeli hakkında iyi bir fikir verir. Hermaphroditos’un nasıl ortaya çıktığı ile ilgili bir mitolojik hikaye, tanrının çift cinsiyetliliğini onun nympha Salıuakis ile yaptığı şiddetli cinsel birlikteliğe bağlar (Oviditıs,Met. 4.285). Uyuyan Hermaphroditos heykeli bu her iki görüşten açıkça ayrılır. O ne bir kült ne de mitolojik bir figürdür. O, Dionysos sanatından alınan ve çift kentauroslar gibi kendi içinde bütünlük gösteren bir ‘çalışma’dır.


Hermaphroditos uzun helezoni şekilde kıvrılmış uzanan bir figürdür. Arkadan görünümü daha etkileyicidir ve asıl bakış, yönü de budur. Şüphesiz bu heykelin orijinal konumu için ayarlanmış olmalıdır. Arkadan görünüşteki oran ve biçimler bir kadına aittir. Heykeli ancak diğer yönden incelediğimizde figürün çift cinsiyeti meydana çıkmaktadır. Aslında bu Satyr’in oyunsu sürprizinden daha da çarpıcıdır çünkü seyirci uyuyan bir nympha gibi, dişi bir figür görmeye tam anlamıyla hazırlanmıştır. Ancak daha da kesin başka bir işaret daha vardır. Hernıaphroditos'un arkadan görünüşü, geç Klasik Dönem resminden bilinen Dionysos tarafından kurtarılan uyuyan Ariadne’ye (Pompeii’de ele geçen iyi kopyaları vardır) benzerlik gösterir. Bu sebeple seyirci sadece uyuyan bir bakkha figürü veya nympha değil, çıplak ve baştan çıkarıcı bir figür olan ve heykel şeklinde biçimlendirilmiş uyuyan Ariadne'yi bekler. Başın arkadan görünüşü bu beklentiyi daha da fazlalaştırır. Bu daha önce satyr gruplarında bahsettiğimiz [157-159] Hermaphrodıtos ve nymphalara benzeyen yeni Hellenistik ‘kız-satyr’ başlarından biri değildir. Bu son derece kaliteli, ideal bir Klasik kadın başıdır. Hem bir dişi kahraman beklentisi uyandırır hem de farkedildiği andan itibaren Hermaphroditos'un ‘karakterini’ belirginleştirir.



Figür hiç şüphesiz uyumaktadır ve büktüğü alt bacağı sıkıntılı bir uykuya işaret olarak yorumlanabilir. Bu açıkça, resimdeki Ariadne figürü için söz konusu bir durumdur. Halbuki yalnız gösterilmiş olan Hermaphrodıtos’un uykusunda rahatsız olabileceği tek şey cinsiyetidir. Çıplak Aphrodite’ler bağlamında gördüğümüz gibi antik dünyada kadının mı yoksa erkeğin mi en ideal erotik figür olması gerektiği tartışmalıdır. O dönemde fiziksel biçimden doğan ‘teknik’ sebepler çok önemliydi ve bu yüzden erkeklerin isteklerinin odağı sadece oğlanlar veya kadınlar olabiliyordu. Bu durumda bir anlamda cinslerin ütopik bir karışımı olan Hermaphroditos'ın kadın vücudu oluşu ve aynı zamanda erkek cinsel organlarına sahip olması doğal bir sonuç olmalıydı. Dişi cinsel organına sahip bir erkek vücudu her bakımdan ‘kaybetmiş' olur ve hiçbir yönden ilginç olmazdı. Beğenilen dişi vucut formunun fiziksel avantajları ile erkek cinselliğinin kabul görmüş ahlâki avantajları (akıl, ahlak, kültür) karşılıklı ölçülmüş olmalıdır. Uyuyan Hermaphroditos oğlan veya kadının mı daha erotik olduğu sorusunu kendine konu etmiştir. (Erkek) seyirci kadın figürünün arkadan görünüşünden etkilenecek ve sonra figürün diğer tarafından dolaşınca daha farklı bir etki altında kalacaktır. O halde heykelin amacı seyircinin erotisizmle ilgili yarı ciddi yan şakacı bir düşünce içine girmesini sağlamaktır.



Plinius, sadece bir Hermaphroditos’dan, Polykles adlı bir heykeltıraş tarafından yapılan hermaphroditus nobilis'ten söz eder (NH 34.80). Nobilis burada ‘onurlu manâsında olabileceği gibi olasılıkla Plinius’da sık sık rastladığımız ünlü, bilinen manâsında kullanılmış olmalıdır. Uyuyan figür kopyalar yoluyla tanınan tek önemli Hermaphroditos’dur. Dolayısıyla Plinius tarafından sözü edilen heykel bu olabilir. Bu heykel yeterince çarpıcı oluşuyla, hem ‘ünlü’, hem de yeterli ciddiliği ile ‘onurludur. Polykles, oldukça iyi bilinen bir Atinalı heykeltıraş ailesinde sık sık karşımıza çıkan bir isimdir ve Plinius’un hangisinden bahsettiği açık değildir. Bu ad, Plinius’un çoğunluğu Klasik ve erken Hellenistik heykeltıraşlardan bahsettiği alfabetik bir liste içinde yer alır. Bu durumda adı Polykles olarak genellikle önerilen ve kendileri hakkında daha çok bilgiye sahip olduğumuz iki ikinci yüzyıl heykeltıraşı saf dışı kalır. Plinius tarafından bahsedilen hermaphroditus nobilisı yapan heykeltıraş büyük ihtimalle erken Hellenistik veya üçüncü yüzyılda yaşamış bir Polykles’tir.




Uyuyan Faun 





Barberini Faun’u da uyuyan bir figürdür ve kimliğinin belirlenebilmesi için incelenmesi gerekir, ilk bakışta tahrik edici bir duruşta uyuyan genç, incelendiğinde kulakları ve oturduğu hayvan postu sayesinde bir satyr’e dönüşür. Kayalık bir alanda yatar vaziyette gösterilen figürün ormanlık bir yerde sarhoş olup uykuya dalmış olduğunu düşünebiliriz. Figür Uyuyan Hermaphroditos’dan çok farklıdır. Hermaphroditos tam anlamıyla kibar sanatsal bir figürdür ve karmaşıklığı, gizliliği belirtir. Faun’un yığılmış yaygın vücudu rahatlamış, doğal, açık ve yapmacıksız bir tavır ifade eder.

Roma'da Eşcinsellik

Çoktanrılı Antikçağ'ın sonuna doğru, çilekeş ve mistik filozof Plotinis''in dileği, gerçek düşünürlerin "oğlanların ve kadınların güzelliğini küçümsemesiydi". "Bir oğlanı ya da bir kadını sevmek": Bir erkeğe yönelik bu deyim, eskilerin dilinden düşmezdi. İkisi de aynı anlama geliyordu, biri için ne düşünülüyorsa, diğeri için de aynı şey düşünülürdü. Çoktanrılıların eşcinselliğe hoşgörü gösterdiği yolundaki inanış doğru değildir. Onlar bunu ayrı bir sorun olarak görümüyorlardı o kadar.

Ne hayvanlar, ne ölüler, ne de tanrılar

Eskiler erkeğin kendi cinsine olan tutkusunu, tıpkı aşkı, fahişeleri, ve evlilik dışı ilişkileri eleştirdikleri gibi eleştirirlerdi; en azından aktif eşcinsellik için bu böyleydi. Bu konuda bizimkilerden tümüyle farklı üç ölçütleri vardı: Aşkta özgürlük ya da yalnızca evlilik, aktiflik ya da pasiflik, özgür yurttaş ya da köle. Bir insanın kölesiyle aktif bir ilişki kurması masumane bir davranıştı; en sert censor'lar bile bu derece önemsiz bir sorunla uğraşmazlardı. Buna karşılık, bir yurttaşın aşağılık bir biçimde pasif ilişkiler kurmaya yeltenmesi korkunç bir suçtu.

Erkekler arasındaki bazı yakınlıkları doğadışı olarak niteleyen Apuleius, eşcinselliği değil, aşağılanmayı ve yapaylığı kınar. Çünkü eskiler bir şeyin doğadışı olduğunu söylediklerinde, bu, onun korkunç olduğu anlamına gelmez, yalnızca toplumsal kurallara uygun olmadığı ya da yapmacık, yapay, bozulmuş olduğu anlamına gelir; o dönemde doğa, gerek toplum olarak, gerek bir tür ekolojik ideal olarak insanın kendi kendisine egemen olmasını, kendi kendisiyle yetmesini hedefler: Doğanın uygun gördüğü az şeyle yetinmesini bilmek gerekir. Bu nedenle, erkeklerin kendi cinslerine duyduğu tutku karşısında da iki ayrı tavır görülür.

Hoşgörülü çoğunluk bunu normal karşılarken, politikacı ahlakçılarsa kimi zaman, tüm diğer cinsel zevkler gibi yapay bulurlar.

Hoşgörülü çoğunluğun iyi bit temsilcisi olan Artemidorus, bir erkek için "normlara uygun ilişkileri" (bunlar kendi sözleri) şöyle sıralar: Eşiyle, metresiyle, "kadın ya da erkek kölesiyle" (yine de bir kölenin insanın içine girmesi iyi değildi: Bu bir saldırıdır ve kölenin efendisini küçümsediğini gösterir") kurduğu ilişkiler, bir erkek için doğaldır. Doğadışı ilişkiler ise şöyle sıralanır: Hayvanlarla, ölülerle ve tanrılarla kurulan ilişkiler.

Siyasi düşünürlere gelince, bunların bir bölümü bazen tüm cinsel ilişkileri reddederdi, çünkü her türlü tutkunun, eşcinsellik olsun olmasın, denetlenemeyeceğini ve asker yurttaşı yumuşatacağını düşünürlerdi. Onların ülküsü, hangi tür olursa olsun, zevke karşı zafer kazanmaktı. Platon, ütopik bir kenti yasalarını oluştururken, doğaya uygun görmediği için oğlancılığı yasakladığında, doğayı yalnızca ikinci derece bir kanıt sayıyor, aslında yumuşamaya ve tutkudan kaynaklanan çılgınlığa karşı savaşıyordu. Amacı yalnızca kadınların sevilmesini emrederek tutkuyu "doğru doğaya" yöneltmek değil, yalnızca üremeye yönelik cinselliğe izin vererek her türlü tutkuyu ortadan kaldırmaktı (gerçekten de bir kadına aşık olunabileceği aklına bile gelmemişti). Oğlancılıkta doğaya karşı olan şey, insanın yakılmasına neden olacak bir anormallik değil, sadece oburluk gibi ahlaki bir kusurdu; ekolojik olmayan bir yapaylıktı.

Kısacası metinlerde "doğaya karşı" sözcüklerini bulmak yetmiyor; Antik çağın bu sözcükleri hangi anlamda kullandığını da anlamakla gerekiyor. Platon'a göre doğaya karşı olan eşcinselin kendisi değil, yaptığı hareketti. Bu ikisi arasında önemli bir fark var. Bir oğlancı bir canavar değildi, yalnızca zevkin evrensel güdüsüyle hareket eden bir ahlaksızdı. Oğlancılara karşı duyulan o neredeyse kutsallaştırılmış dehşet o zamanlar yoktu.

Cladius, Horatius, Dominitianus...



Kısacası aktif eşcinsellik Yunan ve Roma metinlerinde sıkça rastlanan bir eğilimdi. Catulllus bu alandaki yiğitlikleriyle övünürdü, Cicero da kendisine katiplik yapan kölesinin dudaklarından çaldığı öpücükleri uzun uzun anlatırdı. Herkes zevkine göre kadınları, oğlanları ya da ikisini birden seçiyordu. Vergilius yalnızca oğlanlardan hoşlanırdı; imparator Claudius sırf kadınları severdi; Horatius ise iki cinse de taptığını söylerdi. Şairler korkunç imparator Domitianus'un genç gözdesini, XVIII. yüzyıl yazarlarının Pompadaur Markizi'nden söz ettikleri gibi rahat rahat anlatırlardı. İmparator Hadrianus'un gözdesi Antinoos'a genç yaştaki ölümünden sonra resmen tapılmıştı. Tüm okurlarına seslenebilmek isteyen Latin şairleri kendi eğilimleri ne olursa olsun, her tür aşktan söz ederlerdi; hafif edebiyatın  gözde temalarından biri de, iki aşk türünü kendilerine özgü özelliklerini sıralayarak karşılaştırmaktı.

Warren Cup








erastes & eromenes

Eski Yunan ve Latin dillerinde eşcinsellik olarak çevirebile­ceğimiz bir sözcük bulunmamaktadır. Bunun başlıca nedeni bu toplumlarda bizim toplumumuzda var olan cinsel kategorilerin bulunmamasıdır. Cinsel ifade kavramlarımız ve kategorilerimiz işin içindeki iki eşin cinsiyeti üzerinde temellenir: Karşı cins­ten iki eş söz konusuysa heteroseksüellik; eşler aynı cinsten ol­duğunda eşcinsellik. Başka zamanlar ve başka toplumlar için insanların bu şekilde düşünmesi pek geçerli değildir. Antropo­loglardan, tarihçilerden, sosyologlardan aynı cins arasındaki erotizmin kültürümüzdekinden çok farklı bir yere sahip olduğu­nu öğreniyoruz. Antropolog Margaret Mead'in 1935'teki sözleri bu farkın bilincinde olduğunu göstermektir: “Basit toplumları incelediğimizde, insanın aldığı birkaç ipucuyla uygarlık dediği­miz büyüleyici toplumsal kumaşı örme yollarının çeşitliliğin­den etkilenmemek olanaksızdır.” Yunanlılar ve Romalıların nasıl cinsel kategorilerini karşılayan sözcükleri yoksa kâşiflerin, misyonerlerin ve antropologların 17. yüzyıldan bu yana Amerika'nın yerli halkları hakkında anlattıklarından çı­kardığımız kadarıyla biz de onların cinsel kategorilerini karşı­layan sözcüklere sahip değiliz. Sonuç olarak ilerleyen bölümler­de eski insanların eş cinsler arasındaki cinsel ilişkiye karşı tu­tumları ile gelenekleri araştırıldığında modern eşcinsellik ya da cinsel eğilim kavramlarının yokluğu göze çarpar. Bu kültür­lerde eş cinsler arasındaki cinsel ilişki özel bir grubun ya da kümenin özelliği olarak görülmez. Tam tersine bazı kültürlerde eş cinsten kişiler arasındaki cinsellik toplumun her üyesinin cinsel deneyiminin olağan bir parçasıdır. Bu da eşcinselliğin kişisel bir özellik olarak var oluşuna ters düşer gibidir.



Eski Yunan

Viktorya döneminin klasikçileri Plato ve öbür filozofların eserlerindeki erkekler arasındaki cinsel ilişkiye gönderme ypan bölümler karşısında korkunç bir utanca kapılırlardı. E. M. Forster'ın 19. yüzyılın başında yazdığı özyaşamsal romanında Maurice bir Oxford öğrencisinde kendi cinsine karşı uyanın erotik duyguları anlatıyordu. Kitapta, felsefi bir eserden bir bö­lüm çeviren öğrenciye profesör, “Yunanlıların ağza alınmaz bir günahına yapılan göndermeyi” atlamasını ister. Yunan felse­fesinden çeşitli yapıtların çevirileri yetişkin erkeklerin daha genç erkeklere duyduğu erotik duygulara olan göndermeleri or­tadan kaldırmak için yumuşatılıyordu.

***
Christoffer Wilhelm Eckersberg, Socrates and Alcibiades, c. 1813-6

"Genç adam hakkında ne düşünüyorsun, Sokrates” dedi Khairephon.

"Güzel bir yüzü var, öyle değil mi?"

"Hem de olağanüstü derecede." dedim.

"Hmm" dedi. "Cüppesini çıkaracak olsa bir yüzü olduğunu bile unutabilirdin, o denli karşı konulmaz bir güzelliği var ki."

Oğlanlar


" On iki yaşında bir oğlanın tazeliği arzu uyandırır, 
ama on üçünde daha da hoştur.
 On dördünde açan aşk çiçeği daha da tatlıdır 
ve on beşinde cazibesi artar. 
On altı, ilahi yaştır.”


Oğlancılık sözcüğü günümüzde genel olarak, bir yetişkinin küçük bir çocuğa karşı duyduğu cinsel çekimi tanımlamakta kullanılmakta; oysa Yunanlılar için, bir erkeğin ergenlik yaşını geçmiş, ama olgunluğa henüz ulaşmamış bir oğlan çocuk için duyduğu sevgiyi ifade ediyordu. "On iki yaşında bir oğlanın tazeliği” diyordu Straton, “arzu uyandırır, ama on üçünde daha da hoştur. On dördünde açan aşk çiçeği daha da tatlıdır ve on beşinde cazibesi artar. On altı, ilahi yaştır.” Eski Atina’da, günümüz­deki anlamıyla eşcinsellikten, yani, aynı yaş grubu içerisindeki iki erkek arasındaki eşcinsellikten pek ender olarak bahsedilir; ergenliğe ulaşmamış bir erkek çocukla ilişki kurmak da diğer pek çok uygarlıkta olduğu gibi yasadışıdır.

Oğlancılığın doruk dönemi olan iki yüzyıl (İ.Ö. altıncı yüzyıl başla­rından, İ.Ö. dördüncü yüzyıl başlarına dek) boyunca Yunanlılar sebatla, bunun yüksek eğitimin bir kolu olmasını sağladılar. Kuramsal olarak, geleneksel eğitimini tamamlayan erkek çocuk, genellikle otuzlu yaşlarında olan kendisinden büyük bir erkeğin kanatları altına girer, erkek bu ço­cuğun ahlaki ve entelektüel gelişiminden sorumlu olur, ona nezaket ve anlayış gösterir, Sokrates’e göre yegâne amacı sevilende ahlaki mükem­melliği geliştirmek olan saf bir sevgiyle onu ısıtırdı."

Klasik dönem uzmanları, eski Atina’daki oğlancılığın kökeni konu­sunda fikir birliğine ulaşamamışlardır, ama çoğunluk, askeri örgütlenme ve iki cinsiyetin birbirlerinden ayrı tutulmaları nedeniyle yaygın hale geldiği komşu Sparta devletinden ithal edildiği görüşündedir. Aslında, bu fikrin yalnızca özünü ithal etmek yeterliydi; zira Atina, üst sınıflar arasında tüm yeni modaların hızla yayılmasını teşvik edecek türde bir siyasi ve toplumsal yapıya sahipti. Sonraki tüm Batı kültüründe böylesi- ne derin ve kalıcı bir etki yaratacak olan bu uygarlığın günümüz Canterbury katedral kentinin ya da New Port, Rhode Island’ın nüfusundan daha küçük bir nüfus tarafından yaratılıp sürdürüldüğünü unutmak ne de kolay. Atina’da yabancılar ve köleler de yaşıyordu, ama devletin gelişimini şekillendiren, 30,000 resmi vatandaşıydı. İ.Ö. dördüncü yüzyıl­da bir tür siyasi atalet yaygınlaşana dek, zaman bulabilen tüm erkek vatandaşlar Meclise katılma ve günün konuları hakkında konuşma hakla­rını kullanırlardı. Her yıl 500 kişilik bir çalışma komitesi seçilirdi. Adaletin yerine getirilmesi gerektiğinde, bu işi yapacak (üye sayısı davanın önemine göre 101 ila 1001 arasında değişen) bir jüri vardı. Atinalı.polis’in işlerine katılma görevine büyük değer verir ve bu görevi yerine getirecek zamanı bulmak için, kazanmış olduğu pek çok lüksten vazgeçe­bilirdi. Ve yalnızca kendi tatmini için değil, diğer erkeklerin kendi davranışları hakkındaki görüşlerine büyük önem verdiğinden. Bir ta­rihçinin de dediği gibi, hem hırslı, hem de hırsla taklitçiydi. Önem sahibi herkesin diğer herkes tarafından en azından sima olarak tanındığı böylesine küçük ve rekabetçi bir toplumda geleneğin yaygınlık kazan­ması için, önde gelen bir ya da iki vatandaşın her an genç ve yakışıklı çömeziyle birlikte görünmesi yeterliydi. Üstelik bu, iki taraf için de avan­tajlı olacak bir düzenlemeydi. Çömez ne kadar güzel, aklı ne kadar soyluysa, bu, öğretmeni olarak kabul etmeyi seçtiği adam için o kadar büyük bir iltifattı. Aynı şekilde, adam ne kadar seçkinse, çömezi olarak kabullen­meye hazır olduğu oğlan için bu o kadar büyük bir iltifattı. Gösteriş her iki taraf için de önemli bir etmendi.

Akademisyenler arasındaki görüş ayrılığı, Yunanlılarda oğlancılığın yalnızca zihinsel aşkla mı sınırlı kaldığı, yoksa bedeni de mi içerdiği ko­nusunda da sürer. Eşcinsellik konusunda Kitabı Mukaddes görüşünü benimseyenler bunun zihinsel aşk ve filozofların dünyevi sözlerinin amacı­nın da mecazi düzeyde anlaşılmak olduğuna inanmayı yeğlerler. Bu, des­teklenmesi her zaman kolay olmayan bir savunudur. Sokrates’in genç çömezi Alkibiades’in bir akşam yemeği davetine gelip de üstadını gayet rahat bir şekilde ev sahibiyle aynı sediri paylaşırken bulması buna örnek olarak gösterilebilir:

José Aparício (España, 1773 — 1838)

Ah, evet! dedi genç adam öfkeyle. “Odadaki en güzel kişinin yanına oturmak için yeri göğü oynatırsın!”

Sokrates canı sıkılarak ev sahibine döndü.

“Bu adama duyduğum sev­gi başımı sürekli derde sokuyor. Ona düşkünleştiğimden beri, güzel görünüşlü bir çocukla konuşmak bir yana, bakmama bile izin yok...Hemen kıskançlığa kapılıyor....Korkarım bugünlerde ciddi ciddi üstüme yürüyecek.”

Sokrates'in Disiplini

Gaston Goor (1902-1977) Socrates and His Disciples


"Genç adam hakkında ne düşünüyorsun, Sokrates” dedi Khairephon.



"Güzel bir yüzü var, öyle değil mi?"



"Hem de olağanüstü derecede." dedim.

"Hmm" dedi. "Cüppesini çıkaracak olsa bir yüzü olduğunu bile unutabilirdin, o denli karşı konulmaz bir güzelliği var ki."




Symposium'da daha sonraları felsefe toplantısına geç (ve sarhoş) gelen genç Alkibiades büyük filozof Sokrates'i baştan çıkartma girişimlerini anlatır. Alkibiades’in anlatısı çağdaş bir eşcinsel kurmacadan fırlamış gibidir: "Güzelliğime ciddi bir biçimde tutkun olduğuna inandım" diye başlar Alkibiades ve sonrasında filozofun kendisiyle cinsel ilişki kurması için ihti­yatla ama acımasızca planladığı karşı konulmaz fırsatları anla­tır. Alkibiades ikisinin yalnız kalabileceği buluşmalar ayarlar ama Sokrates soğuktur. Gymnasium'daki güreş karşılaşmaları bile Sokrates'i tahrik etmeye yetmez. Alkibiades onu akşam ye­meğine davet eder ancak saygın konuğu akşam yemeğinden he­men sonra kalkar, ikinci bir akşam yemeği daha umut verici görünür: "Yemek yedikten sonra gecenin ilerleyen saatlerine dek konuştum sonra gitmek istedi. Ona vaktin henüz erken ol­duğunu ve kalmasının daha iyi olacağını söyledim." Sokrates uyuyakalır ama Alkibiades onu sarsarak uyandırır ve "Şimdiye kadarki tüm aşıklarım içinde bana tek layık olan sensin." der. Sokrates ateşli genç adamı etkilemeyen bir kinaye ile karşılık verir, genç adam yine de filozofun yatağına girer "Ve bütün ge­ce kollarımda bu harika canavarla uyudum." Planlarının sonun­da işe yaradığından emin olan Alkibiades, Sokrates yeniden uykuya dalınca afallar. Daha- fazlasının olmadığını söylemek onun için utandırıcıdır. "Sabahleyin uyandığımda bir baba ya da ağabeyin yatağından kalkıyor gibiydim."

Bu anlatı ve özellikle Sokrates’in Alkibiades'e gösterdiği ilgisizlik aşkın çeşitlerini ve niteliklerini tartışan filozoflar ara­sındaki tartışmayı alevlendirir. Sokrates'in ölçülülüğü ve özdenetimi herkesçe takdir edilir. Tartışmamız için önemli olan Sokrates'in, Alkibiades'in ayartmalarına pek çok erkeğin yapacağı gibi tepki göstermediğidir. Zeki ve çekici bir genç adamla vakit geçirmek, baş başa yemek yemek ve hatta tüm geceyi aynı yatakta geçici hiçbir şey yapmamak olayların şaşırtıcı bir hâl alması şeklinde sunulur.

...


Sokrates ile Alkibiades


"Neden kutsal Sokrates, bu gence tutkunsun?
Daha büyük şeyler bilmez misin ki sen?
Neden sevgiyle bakar ona,
Tanrılara bakarcasına gözlerin?"

En derin düşünen en canlıyı sever,
Dünyayı gören anlar gençliğin yüceliğini
Ve bilgeler çoğu kez
 Güzele baş eğerler sonunda.

Hölderlin

Édouard-Henri Avril 1860


Antik Yunan'ın Kültür Tarihi

OĞLANCILIK

Sascha Schneider



Gerek kalokagathia gerekse agon Yunan eşcinselliğiyle yakından ilgilidir. Gymnazein, beden eğitimi yapmak, kelimenin tam manasıyla “çıplak olmak” demektir. notıepaoTr, “oğlancı”, IlaiSonavrjç, “oğlan delisi”, riaıomrrç, “oğlan düşkünü” gibi sözcüklerin bizdeki karşılıkları sırasıyla, “kadıncı”, “kadın “zampara” olurdu. Bizde kızlar için geçerli olan Yunanistan'daki delikanlılar için de geçerliydi, buluğa erdikten sonra aşk nesnesi olmalarında bir sakınca yoktu. Fakat küçük yaştaki oğlanlarla cinsel ilişkide bulunmak ırz düşmanlığı demekti. Hetaireia sözcüğü ilginç bir anlam değişimi geçirmiştir. Esasen basitçe ahbaplık anlamına geliyordu; daha sonra çoğunlukla siyasi nitelikler arz eden bir soylular kulübüne, son olarak da fahişeliğe dönüştü, üstelik de daha çok erkek fahişeliğine. ... genel olarak “kendini para karşılığında sunmak” demektir ve ancak ... yüksek fahişedir - sözcük modern dillerde bu anlamıyla yaşamaya devam etmektedir. Eski Yunanlıların “güzel cins” diye yalnızca erkekleri nitelemiş oldukları kesindir. Sparta’daki oğlancılığın resmi karşılığının ne ol­duğunu az önce öğrendik. Belli bir yaşa gelmiş genç delikanlı­lar hâlâ birer sevgili bulamamışlarsa, düpedüz ayıplanırlar, "evde kalmış” kızlara benzetilirlerdi. Aristoteles’in iddiasına Öre Girit’e oğlancılığı Minos ithal etmiş (sanki böylesi bir şey ithal edilebilirmiş gibi), üstelik de toplumsal nedenlerden ötürü: Aşırı nüfusu engellemek için! Gerçekte -bir önceki ciltte de anlatıldığı gibi- Minos kültürü oğlancılık kültürünün tam zıddıydı. Ancak şu kadarı doğru ki, erotizmin erkekte odaklaşması Dorlardan edinilmiş bir alışkanlıktı. İonya’da daha çok Şark etkisi hüküm sürmüş olsa gerek.

Yunan tarihinin hangi sayfasına bakarsanız bakın, oğlancılıkla karşılaşırsınız. Ünlülerin tamamı oğlancıydı: Lykurgos, Solon, Themistokles, Epameinondas, Aiskhylos, Sophokles, Platon, Aristoteles, Philippos, İskender, hatta kusursuz Aristeides bile. Bir tek Sokrates bu konuda da Yunanlıların bü­yük istisnasıydı: O yalnızca “platonik” seviyordu. Tanrılar da farklı değildir: Zeus Ganymedes’i sever, Apollon Hyakinthos'u, Poseidon Pelops’u, Hephaistos Peleus’u. Sütun ve amfo­ralara, kalkan ve disklere, sehpa ve sandıklara, kâse ve tulumla­ra, kısacası buldukları her yere sevgililerinin adlarını yazarlar­dı; hatta Pheidias eseri “Olympialı Zeus"un parmaklarından birine “güzel Pantarkes” yazmış, öte yandan bazı eserlerinin altına bir başka dostunun, heykeltıraş Agorakritos’un imzasını attırarak onu meşhur etmiştir.

VAZO RESSAMLIĞI

Yine de rekor kıran koşucular, okçular, atçılar ve boksörlerden oluşan o halk, ameleler tarafından bütün öteki oyunculukları süre bakımından aşan eserlerle, yırtılması olanaksız bir resimli kitap gibi ebedileştirilmemiş olsaydı, bugün hiç kimse tarafından hatırlanmazdı. Yunan sanatı nasıl Yunan halkından sonra da yaşamaya devam etmişse, bu halk doğmadan önce de mevcuttu. Hellenler henüz tarihi bir halk olmadan çok önce de kendilerine özgü bir seramik sanatına sahiplerdi. Kuşkusuz bu onların ilk sanatıydı ve hem ressamlığı hem de heykeltıraşlığı Butades adında bir çömlekçinin icat ettiğini söylerlerdi. Gerçekten de maden dökümcülüğünü bir seramik tekniği olmadan düşünemeyiz ve vazo ressamlığının duvar ressamlığının anası olduğunu Pompeii’ye bakarak görebiliriz. O dönemlerde envai çeşit kap vardı: Yiyeceklerin depolandığı çift kulplu amforalar, su çekmekte kullanılan üç kulplu su testileri (hydria), şarapla 1 suyun karıştırıldığı kaplar (krater), soğutma kapları (psykttr), boyunlu kadehleri (rhyton), yağ şişeleri (lekythos), merhem kutuları (alabastron), çeşitli kupa ve güğümler, çanak, kadeh, tas ve tabaklar, huni ve kepçelere varıncaya kadar akla gelebilecek her şey mevcuttu. Erken dönem Yunan vazo ressamlığının ne bir “üslup taşıdığı” söylenebilir ne de “üsluplaşmaya başladı­ğı”; vazo ressamlığı daha çok sade yapısı, matematiksel netliği ve kesinliğiyle başlangıçtan son dönemlere dek yalnızca Yunanlılara özgüdür. Heinrich Brunn haklı olarak, seramik res­samlığını resim yazısı diye niteler: Asıl önemli olan düşüncedir, biçim ise bu düşünceyi dile getirme aracıdır sadece. Yunan yaşamının nabzı bariz bir biçimde burada atar. Oysa heykelcilik  yaratıcının nefesinin daha yeni dokunduğu bir toprak parçası gibi yarı ölüdür henüz. Her şey resmedilmiştir: Tarımcılık, deniz yolculukları, zanaat, ticaret, savaşlar, ibadet, okullar, spor, yollar, hamamlar, zarif mekânlar, çocuk odaları, evlilik, şölenler, aşk. Ölüm, ayrıca söylenin ve destanın bütün o renkli ve karanlık yaratıktan.

Onuncu ila sekizinci ya da yedinci yüzyıllara ait olan ve çok eski çağlardaki örme, dokuma ve kabartma üsluplarından esinlenmiş olan geometrik desenli kaplarda bile ilginç bir müzikalite vardır. Bu kapların en ünlüleri Dipylon vazolarıdır ve Atina'daki çifte kaplı Dipylon’un önündeki mezarlıkta bulun­dukları için böyle adlandırılmışlardır. Atina, ülkenin başka hiç­bir yerinde olmayan ince bir toprağa sahip olduğu için başından beri seramik endüstrisinin merkeziydi. Kapların başlıca süsü, uzamı hükümran bir güç ve zarafetle bölüp dolduran çember ve haçlar, şimşekler ve sivri köşeli kombinasyonlardı. İnsanlar, atlar ve gemiler çocuk elinden çıkmış gibidir; ama en güzel süslemelerin yanında duvar kâğıdı desenlerine benzer ilkel ka­lıpların kullanılması kasıtlıdır belki de, ne de olsa tekstil mo­tifleri taklit edilmekteydi. Tasvirlerdeki erkekler Girit usulü bağlarlar bellerini. En sevilen temalar koro, cenaze alayları, araba ve deniz savaşlarıydı.



Aşağı yukarı altıncı yüzyılda seramiklerde siyah figürler kullanılmaya başlandı. Özellikle de Atinalılar simsiyah verniğe enfes bir metal parlaklığı katmayı başarırlar. Bu türün en gözde örneklerinden biri dünyaca ünlü François vazosu'dur; 1845 yı­lında François’nın bulduğu bu vazo Floransa müzesindedir. Ayrı ayrı altı tasvir bulunur bu vazoda: Kalydon domuz avı; Patroklos’un cenaze töreni; Thetis’in düğününe katılan tanrılar alayı; Akhilleus ve Troilos; değişik hayvan mücadeleleri ve (vazonun ayağında) Pigmelerle turnalar arasında cereyan eden tuhaf bir savaş. Çizimler hayran kalınacak ölçüde zariftir. Silphion ticaretinin resmedildiği Arkesilas kadehinden daha önce de söz etmiştik. Burada da her şey doğaya sadıktır: Sivri şapkası, ucu sivri ve kalkık pabucuyla mağrur kral; çalışkan ölçücü ve yükleyiciler; selviçe ve terazi; tasviri süsleyen hay­vanlar: Panter, balıkçıl, maymun ve kertenkele. Koşan, bağı­ran, el kol hareketleri yapan son derece kibirli Kyreneliler kuşu andıran sivri yüzleriyle karikatürleri anımsatırlar, belki de Afrikalıların egzotik tarafı gösterilmek istenmiştir - her iki durum­da da çarpıcı bir gözlem söz konusudur. Kısmen ustaca olan bu minyatürlerin her birinde Mısır sanatının etkisi gözden kaçacak gibi değildir; bu sanatın adeta tüm özellikleri mevcuttur: “Röntgen görüntüsü”; nesnelerin betimleyici bir biçimde sıra­lanması; “çarpık görüntü”; süslemelerin bir parçası olan açıkla­yıcı metin; perspektifin göz ardı edilmesi; modellerin çiziminde ve ışık tekniklerinin kullanılmaması; kalıplaşmış ibareler kullanmayı düşkün gelenekçilik. Kadınları (bir de atları) beyaza boyama alışkanlığı bile Mısırlılardan olduğu gibi devralınmış bir renk semboliğidir, çünkü Mısırlılarda kadınlarla erkekler kıyafet, figür ve çehre bakımından neredeyse ayırt edilemeyecek derecede birbirine benzerdi, fakat Yunanlılarda böyle bir şey söz konusu değildi.

Achilles tending Patroclus wounded by an arrow, identified by inscriptions on the upper part of the vase. 
Tondo of an Attic red-figure kylix, ca. 500 BC. From Vulci.

Altıncı yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkan kırmızı figürlü vazo ressamlığı, figürleri kilin renginde bırakması, figürlerin dışındaki alanı siyaha boyaması bakımından eski geleneği ters­yüz etmiş, bu sayede figürleri çok daha ince bir biçimde boya­ma imkânı doğmuştur. Örnek olarak iki ayrı tasviri ele alalım: “Sosias Kâsesi”nde Akhilleus Patroklos’un yaralarını sarmaktadır: Hem bu zorlu işi büyük bir dikkatle yapan Akhilleus’un sıkıntısı hem de Patroklos’un çektiği bedensel acılar eşsiz bir biçimde yansıtılmıştır: Patroklos başını çevirmiş, bir bacağını uzatmıştır, hatta acısından gülümsemektedir - hayli ince bir gözlem. “Caeretana Hydria ise, Herakles’in kendisini kurban etmek isteyen Mısırlılara direnişini mizah dolu bir havada tasvir eder: Bir hamlede en az altı Mısırlıyı öldürmeyi başarır: İkisini tekmeleyerek, birini sol ayağıyla yere sererek, birini sağ ayağıyla, ikisini de dirseğiyle boğarak - enfes bir Baron \ Münchhausen hikâyesi. Bu üsluptaki vazoları süsleyen son derece narin yapılı, neredeyse kırılgan kişiler bu güç gösterilerine ancak mizahla yaklaşabiliyorlardı belli ki.

Seramikler