Hayata Dua


Tautenburg'dan ayrılırken Lou Nietzsche'ye "Hayata Dua"( Gebet an das Leben,  1882)  adlı bir şiir verir. Nietzsche,  şiirin ilk kıtasını hemen şarkıya dönüştürüp piyano için besteler:

Kesinlikle - bir dost dostunu sever
Seni sevdiğim gibi, esrarengiz hayat -
İster neşe ver bana ister acı,
Seni mutluluk ve zararınla seviyorum
Beni öldürmek zorundaysan
Acıyla kıvranırım kollarından kurtulmak için
Kopar gibi bir dostun sinesinden.
Tüm gücümle kucaklıyorum seni!
Tüm alevlerin ateşlesin ruhumu,
Mücadelenin gayretiyle ben de
Bir çözüm bulayım bilmecene.
Bin yıl yaşamak ve düşünmek içini
At içindekilerin hepsini içime:

Verecek başka mutluluğun yoksa -
Pekala - acılarını ver o zaman bana.




"Sözleri benim değildir; o sıralar dost olduğum genç bir Rus kızının, Bayan Lou von Salome’nin şaşılacak esininden çıkmadır. Şiirin son bölümünden herhangi bir anlam çıkarabilen kimse, neden bu şiiri seçip beğendiğimi, neden ona hayran olduğumu anlayabilir: Büyüklük var o sözlerde. Yaşama karşı bir itiraz sayılmıyor acı:

"Artık bana verecek mutluluğun kalmadı mı, ne çıkar! Acıların var daha”

EPİKUROS & NİETZSCHE

Gezgin'in anlaşılmasında önemli olan, Nietzsche'nin bu eseri yazdığı sırada Atinalı filozof Epikuros'la (İÖ 341 -270) giderek artan bir muhabbet ve yakınlık hissetmesidir. İnsanca, Pek İnsanca'da çok kısaca bahsedilen, Karışık Kanılar ve Özdeyişler'de sadece hürmet edilen Epikuros Gezgin'de yaşamış olan "en büyük adamlardan biri" haline gelmişti. Dönemin defterleri ve mektupları Epikuros'un "arınmış kahramanlığına" ve "mutluluk bahçesine" sıcak göndermelerle doludur. (Epikuros'un Atina'da takipçileriyle buluştuğu ve onlara ders verdiği bir bahçesi vardır. Bu yüzden onun okulu "Bahçe" diye bilinir.) Nietzsche dönemin mektuplarında ve defterlerinde kendisine "Epikuros bahçesini yenileme", Epikurosçular tarzında "filozofça" yaşama görevi verir.

Nietzsche her ne kadar Epikuros'a özellikle yakın olduğunu hissetse de, antik dünyanın başka filozoflarına karşıt olan Epikuros'a değil, genel olarak antik felsefenin temsilcisi olan Epikuros'a ilgi duyuyordu. Nietzsche'yi etkileyen fikirler antik filozoflar arasındaki farkları gösteren ayrıntılardan ziyade onları birleştiren fikirlerdi. Bu yüzden, antik felsefenin birbiri içinde erimesinden ya da homojenleşmesinden bahsedebiliriz. Daha İnsanca'da kinikler (modern anlamdaki 'kinikler' değil, aşırı stoacılar) ile Epikurosçular arasındaki farkın sadece "mizaç farkı" olduğunu yazar, Karışık Kanılar'da ise stoacı Epiktetos'la birlikte Epikuros'a, kaybolmuş tek bir "bilgeliğin" ambarı muamelesi yapar. Gezgin'de ise sofist Hippias'ın da bu tek bilgeliği paylaştığı söylenir, hatta Tragedyanın Doğuşu'nda yerin dibine sokulan Sokrates de Gezgin'de hayret verici bir şekilde rehabilite edilir: 

İşler yolunda giderse, İncil'den ziyade Sokrates'in hatırlanmaya değer şeylerinin ahlak ve akla kılavuz olarak ele alınacağı bir zaman da gelecek ... türlü bilgece yaşam davranışlarının yolları Sokrates'e geri götürülüyor; aslında bu yollar, gerçekte değişik yaradılışların yaşam tutumlarıdır. Hepsi de usla, alışkanlıkla doğrulanıp belirlenerek bütün doruklarıyla yaşamdaki sevince, kişisel öze yöneltilmiştir.

* * *

Genel olarak antik felsefenin ve özel olarak Epikuros felsefesinin üç özelliği Gezgin'in anlaşılması için önemlidir. Birincisi, Pierre Hadot'nun harika Philosophy as a Way of Life'ının ( 1 995; La Philosophie comaniere de vivre, 2002; Yaşam Tarzı Olarak Felsefe) son zamanlarda bize hatırlattığı gibi, felsefenin nihai amacı ve meşruluğu antik dönemde teorik olmaktan ziyade pratikti. Felsefenin amacı özellikle kişinin "filozofça" yaşayarak eudaemonia'ya, yani mutluluğa nasıl ulaşabileceğini gösteren bir "bilgelik" yapısı vermekti. Bütün antik felsefe mutçuydu. Nietzsche'nin özel ilgi alanındaki Helen döneminde (İÖ 323'te İskender'in ölümü ile İÖ 146'da Roma'nın Yunanistan'ı ilhakı arası dönem) tüm farklı felsefe okulları, yani kinikler, stoacılar, Epikurosçular, şüpheciler ve diğerleri belli bir mutluluk tasavvuruna sahipti:

Mutluluğu her şeyden önce ataraksiya, bozulmaz sükunet, sakinlik, ruh huzuru olarak düşünüyorlardı. Daha da özel olarak -belki de dönemin düzensiz durumu sebebiyle- felsefe en iyi haliyle belirsiz ve genellikle düşman kader karşısında sükunetini koruma bilgeliğini keşfe yönelmişti: Terslikleri nasıl aşarız, ne olursa olsun ruhsal huzurumuzu nasıl koruruz?

Antik felsefenin ikinci önemli özelliği teorinin pratiğe, mutluluğa erişme amacına hizmet etmesidir. "Felsefe" sözcüğünün ta kendisi bunu gösterir: felsefe philo-theoria, teori sevgisi değil philosophia, bilgi-sevgisiydi (bana kalırsa bugün de öyle olması gerekir). Bunun anlamı felsefe ve amacı için teorinin gereksiz olduğu değildir kesinlikle. Örneğin Epikuros'a göre dünyamız, sonsuz boşlukta yaratılmış bir dizi dünyadan sadece birisiydi ve bu olgu üzerine tefekküre dalmak insani işlerin ruh huzurumuzu bozma yeteneğini azaltıyordu. Fakat bu durum insanın mutluluğu için muhtemel bir anlam taşımayan teorik soruların, uygun tabirle felsefenin bir parçası olmadığı anlamına gelir. Tüm antik filozofların üçüncü önemli ortak özelliği bir tür çileciliktir. Kişinin kaderi ne kadar kötü olursa olsun, mutluluğu garantilemek için tüm Helenistik filozoflar aynı stratejinin versiyonlarını önermişlerdir. Madem acı arzunun tatmin olmamasıdır, o halde (a) gereksiz olan (b) gerçekleşeceği belirsiz olan arzuların (mesela zenginlik, güç ya da şöhret arzusu) hepsinden vazgeçmek, en azından bunlara "yansız bakmak" önerilir.

Bu yüzden özellikle Epikuros, pozitivist dönemindeki Nietzsche gibi insanların en yüksek amaç olarak hazzın peşinde koştuğu ve koşması gerektiğini düşünmekle beraber, hazzın garantilendiği bir hayata ulaşmak için iki tür "tevazuyu" savunur (Lathe biosas! -Mütevazı yaşa!- sözünü Gezgin ile Gölgesi düstur edinmiştir). İnsan öncelikle duyusal iştahlarının tatmininde mütevazı olmalıdır: Nietzsche Epikuros'un tavsiyesini "duyusal hazlara sıklıkla dalmaktansa maneviyatın ve ruhun sevincini ara" diye tarif eder. İkincisi, insan toplumsal ihtirastan çekilme anlamında mütevazı olmalı, pazar yerinde aleni yaşamaktansa bir "bahçede" mahrem yaşam sürmelidir: "Bir bahçecik, birkaç incir, birazcık peynir, üç dört gönüldeş: işte Epikuros'un bolluğu ... " der Nietzsche. Epikuros huzurlu ve hoş yaşamak için bir nevi çileciliği savunsa da, onun keyifli bir yaşama ulaşma aracı olarak çileciliği -buna "mutçu çilecilik" de diyebiliriz- ile Schopenhauer'cı dünyayı inkarın ifadesi olarak çilecilik arasındaki ayrıma dikkat etmek önemlidir.

Bu "filozofça" yaşamı sürdürmek kolay değildir elbette, çünkü hem özdisiplin, tutkuların akılla disiplin altına alınması, hem de kendilikbilgisi, kişinin gerçekte hangi tutkuları ve arzuları olduğunun bilgisini gerektirir. Nietzsche'nin defterlerinde ifade ettiği kadarıyla, mutlu bir yaşam "alışkanlıklar yerine zeminler, dürtüler yerine niyetler" koymamızı gerektirir; bu hedeflere ulaşmak için de "inancın yerine bilgiyi" koymak gerekir. 

* * *

Gezgin'in asıl arka planını oluşturan iki olgu arasındaki bağlantıyı görmek bu noktada mümkün hale gelir: Nietzsche'nin sağlık durumu ve Epikurosçu dönüş. Helenistik felsefenin mutçu olduğunu, terslikler karşısında sükunete ulaşmanın yollarını aradığını görmüştük. Ama Nietzsche'nin karşısına hep terslikler çıkıyordu: Gördüğümüz üzere, bedensel "ıstırabı" 1879'da en kötü noktaya ulaşmıştı. Bir başka deyişle, bedensel durumu, Yunan felsefesinin aşmak üzere tasarlandığı düşman kaderin ta kendisiydi. Bu da onu Epikuros terapisiyle tedavi edilecek örnek vaka haline getirmişti. Filologluğa başladığı günden beri beynine kazınan derin antik felsefe bilgisiyle, Epikuros gibi birine yüzünü çevirmesi  neredeyse kaçınılmazdı. Nietzsche gençliğinde acının tesellisini dinde bulmuştu.

 Wagnerci döneminde yarı-dinsel sanatta teselli bulmuştu; hatırladığı kadarıyla çokça "sanata ihtiyaç duyan" bir insandı. Ama 1879'da ne dinde ne de sanatta teselli bulabiliyordu. Üstelik çektiği acı on dokuzuncu yüzyıl tıbbının hafifletemediği bir şiddete ulaşmıştı. Demek ki dinin, sanatın ve tıbbın başarısız olduğu yerde manevi, felsefi "kendi kendine doktorluk" tek seçenek olarak kalmıştı.

1879'daki defterleri Gezgin'in ortaya çıktığı dönemde halin böyle olduğunu gayet açıkça ortaya koyar. "Hıristiyanlığın tesellisi" artık "antikalaştığından", diye yazar, "antik felsefenin sunduğu teselli yolları bir kez daha yeni bir ışıltıyla öne çıktı" . Yine doğrudan kişisel bir tarzda -defterlerindeki bazı pasajlar felsefi düşünce taslaklarına benzediği gibi günlüğü de andırmaktadır- "tüm antik filozofların 'merhem' kutularına ve ilaç şişelerine ihtiyacım var" diye yazar; bu da onu kendisine yönelik bir buyruğa götürür: "Antik ol! " 

Nietzsche sadece kendisi için kaygılanmamaktır elbette. Antik felsefenin üslubunu ve içeriğinin büyük bir kısmını kendini tedavi etme amacıyla benimsemesinin emsal olmasını amaçlamaktadır; başkaları da yaşadıkları özel terslik ne olursa olsun kendilerine terapiyi uygulayabilsinler diye onlarla iletişim kurmak istemektedir. Aksi takdirde defterlerinin mahremiyeti içinden Gezgin'in çıkmasının hiçbir anlamı olamaz.

11 Eylül'de Köselitz'e baskıya hazırlanacak el yazmasının yanında gönderdiği mektupta şöyle der:

35'inci yılımın sonuna geldim, ömrün yarısında "ölümle kuşatılmışım''. Sağlık
durumum yüzünden aniden ölme ihtimalini düşünmeliyim ... bu yüzden kendimi yaşlı
biri gibi hissediyorum, ama diğer yandan hayatımın eserini verdim ... Aslında hayata
dair gözlemlerimi şimdiden sınadım: Gelecekte çok kişi bunu yapacak. Uzayıp giden
ve acı veren sefalet ruhumu ürkütmedi, hatta hiç olmadığım kadar neşeli ve iyilik dolu
görünüyorum. Bu yeni duruma nasıl geldim? Birkaç istisnayla çoğu beni bezdiren insanlar
sayesinde değil. Bu yeni el yazmasını iyi oku, sevgili dostum, sonra da sefalet
ya da baskıdan izler görüp görmediğini sor kendine. Bence bulamayacaksın ve bu
da zayıflık ve tükenmişliğin değil, yeni bakış açısının gizli kuwetlerinin işaretidir.

Epikuros felsefesinin "gizilgüçlerini" kendisi üzerinde başarıyla "sınayan'', Eiser'e mektubunda tarif ettiği .... korkunç kaderine rağmen mutluluğa ulaşmış olan Nietzsche şimdi bu gizilgüçleri okurlarına iletmeyi istemektedir: "Acı çekenlerin Engadin'in dağ havasına geldiğini görüyorum," (yani St. Moritz sağlık merkezine) diye yazar. "Ben de hastalarımı kendi dağ havama gönderiyorum," diye devam eder, diğer bir deyişle onları Epikuros felsefesinin "destansı-idilik " havasına göndermektedir.

friedrich-nietzsche-habib-saher

Epikuros

Bereketin Filozofu. -

Küçücük bir bahçe, incirler, bi­raz peynir ve üç ya da dört arkadaş, - buydu Epikuros’un bolluğu.



Epikuros.- Evet, Epikuros’un karakterini belki de herkesten farklı algıladığım için gurur duyuyorum, onunla ilgili işitip okuduğum her şeyde geçmişin ikindi mutluluğunu tadarım: Güneş ışığında yıkanan kıyıdaki kayaların arasından, geniş, beyaz bir denize bakışını görürüm; onun gözleri ve ışık gibi güvenli ve sessiz, büyük ve küçük yaratıklar güneş ışığında oynarken. Ancak acı çeken biri tarafından icat edilebilirdi böyle bir mutluluk, önünde varoluş denizinin sükûn içinde kımıldadığı, bıkıp usanmadan seyreden gözün mutluluğu: Daha önce hiç böyle alçakgönüllü bir şehvet olmamıştı.

Şen Bilim / Nietzsche

Nietzsche

Düşünceleri ve kitaplarıyla Nietzsche’nin hayatı, Nietzsche, zihinsel konsantrasyonun, zalim ve aralıksız akıl egzersizlerinin, en ayrıksı olanından en banaline kişisel deneyimlerin yüceltilmesinin nadide bir timsalidir; bütün kişisel deneyimlerin, bizim “hayat” olarak adlandırdığımızın “tin”e (kelimeyi mistisizm veya Seele, yani ruh anlamında değil, “Geist” sözcüğü gibi anlarsak), sağduyu-us-zeka ve içselliğe ya da maneviyata indirgenmesinin nadir bir örneğidir.

Mazzino Montinari

Kendi doktorum olmak istiyorum


Nietzsche Cenova'da yalnız ve kimsesiz yaşamaya kararlıydı -yaşamını Epikuros "tevazusunda " sürdürecekti. Yayıncısına yazdığı kadarıyla, "felsefi yaşıyordu". "Kimseye nerede olduğumu söylemeyin," diye tekrar tekrar buyuruyordu mektuplaştığı birkaç kişiye:

Buradaki tüm çabalarım [diye yazıyordu Overbeck'e] ideal bir çatı katı yalnızlığı geliştirmeye yönelik, kaldı ki -çektiğim onca acının bana öğrettiği kadarıyla- doğamın zorunlu ve en basit talebi bu çabamın başarıya ulaşması ... Uzunca bir süre için yanımda kimse olmadan, kimsenin dilini anlamadığım bir şehrin ortasında yaşamalıyım ... Yüzyıllar hiçbir şey ifade etmiyormuş gibi yaşıyorum, ne tarihi ne de gazeteleri umursuyorum."


Kısacası, Nietzsche Zerdüşt'ün bir dağdaki mağarada on yıllık yalnızlığında yansımasını göreceğimiz derin bir yalnızlığa çekiliyordu (buna "tekbencilik terapisi" de diyebiliriz). Ree onu Naumburg'da ziyaret etmişti, fakat Nietzsche bu ziyaretin aşırı uyarıcı olduğuna karar vermişti. Şimdi dışsal uyarıcıları ortadan kaldırarak fiziksel ve zihinsel ahengini yeniden kazanmaya çabalıyordu:

Portrait of Friedrich Nietzsche, 1902

Benim için ahenkli olan bir hayatı keşfetmek için yine bir denemeye giriştim [diye yazıyordu eve], bu sefer sağlığa giden yolun da bu olduğuna inanıyorum: Bugüne kadar izlediğim tüm yaşam-yolları sağlığımı kaybetmeme yol açtı. Kendi doktorum olmak istiyorum ve bu da benim için kendi derinliklerime sadık kalmam ve yabancı hiçbir şeyi dinlememem gerektiği anlamına geliyor. Bu yalnızlığın bana ne kadar iyi geldiğini anlatmaya kelimeler yetmez. Bunun size sevgimi azalttığını sanmayın! Onun yerine münzevi-varlığımın sır kalmasına yardım edin! Ancak bu şekilde kendimi her anlamda ilerletebilirim (ve sonuçta belki başkalarına da faydalı olabilirim). İşte yılda 10.000 geminin yanaştığı bu büyük, canlı liman şehri -bana huzur ve kendim için- olma hissi veriyor. Mükemmel bir yatağı olan bir çatı katı: basit, sağlıklı gıda, başım için hayati olan deniz havası, şahane bir kaplamaya sahip yürüme yolları, ayrıca Kasım için çok hoş bir ılık hava (ama ne yazık ki bolca yağmur). 

Günde altı ila sekiz saat yürüyebilmeyi, kışın kısalığını (iddiasına göre sadece bir ay sürüyordu) ve "hemen her gün deniz kıyısındaki uzak kayaların üzerinde güneş altındaki kertenkele gibi oturmayı ya da yatmayı, sessizlik içinde ruhun maceralarıyla meşgul olabilmeyi" seviyordu.


DENİZ:

Ayrıca Cenova'nın denizine karşı mistik bir sevgi geliştirmişti; böylece panteist bir bütünselliğe kapılıp gidebiliyordu:

İşte deniz, burada şehri unutabiliriz ... Her şey durgun! Deniz orada solgun ve pırıltılı uzanıyor, konuşamıyor. Gökyüzü, sonsuz sessiz akşam oyununu kırmızı, sarı ve yeşille birlikte oynuyor, konuşamıyor. Küçük kayalar ve kaya şeritleri en ıssız yeri bulmak için denize yuvarlanıyor; bunların hiçbiri konuşamıyor. Aniden üzerimize çöken bu korkunç sessizlik hem güzel, hem tüyler ürpertici, bu sırada insanın gönlü kabarıyor ... Konuşmaktan nefret etmeye, hatta düşünmekten nefret etmeye başladım; ... Ah deniz, ah akşam! ... İnsana insanlığı bırakmayı öğretirsiniz! İnsan size teslim mi olsun? Sizin şimdi olduğunuz gibi solgun, pırıltılı, suskun, heybetli mi olsun, kendinden çıkıp mı dinlensin? Kendinden mi yükselsin?


*
Kaynak: Julian Young / Nietzsche

Evet’e giden yolum


Evet’e giden yolum. — Bugüne kadar anladığım ve yaşadığım haliyle felsefe varoluşun en tiksindirici ve en dile düşmüşü tarafları için bile gönüllü bir aramadır. Buzlar ve ıssız yerler arasında yaptığım yolculuklardan edindiğim uzun yılların deneyimlerinden bugüne kadar felsefileştirilmiş her şeyi farklı görmeyi öğrendim: felsefenin gizli tarihi, büyük unvanlarının psikolojisi, gözlerimin önünde aydınlandı. Bir tin ne kadar gerçeğe tahammül edebilir, bir tin ne kadar gerçeğe cesaret eder?"—benim için bu, değerin gerçek standardı haline geldi. —her edinilen bilgi, cesaretin, kendine karşı katılığın, kendine karşı açıklığın bir sonucudur— Benim yaşadığım gibi deneysel bir felsefe, deneysel olarak en temel nihilizmin ihtimallerini bile önceden tahmin etmektedir; ama bu, bir inkâr, bir Hayır, bir inkâr istenci gördüğünde durmak zorunda olduğu anlamına gelmez. Aksine onu aşıp, karşıtına gitmek ister—dünyanın olduğu gibi kesintisiz, istisnasız veya seçimsiz bir Dionyssos tarzı onayına gitmek ister—ebedi devridaimi ister:— aynı şeyleri karışıklıkların aynı mantığını ve mantıksızlığını. Bir filozofun erişebileceği en yüksek derece: varoluşla Dionyssos tarzı bir bağıntı halinde olmaktır—bunu için benim formülüm, amor fatidir.

Nıetzsche, bu terimi Şen Bilim’de tanıtmıştır:
 Amor fati:  Kader sevgisi. "bundan sonra sevgim bu olsun."

(1888)


Böyle Söyledi Zerdüşt




"Yazıyorum, yaşıyorum, çok küçük bir azınlık için. Onlar her yerde - hiçbir yerdeler."

"Zerdüşt çok küçük bir azınlık için yazıldı. Belki de o küçük azınlıktan hiç kimse henüz dünyaya gelmedi."


Aslında defterlere şöyle bir baktığımızda Zerdüşt'ün kesimleri ve genel yapısının planları
için yüzlerce sayfa hazırlık çalışması yaptığını görüyoruz. Nietzsche'nin kendisinin İnsanca, Pek İnsanca'da söylediği gibi, sanatçılar ter dökmeyi esinlenme gibi göstererek kendilerini överler.

Yeni İncil

Nietzsche Zerdüşt'ü büyük bir "kan akıtma" olarak tanımlıyordu; Salome macerasındaki işkencelerde akan kanlar "sonradan da olsa bir anlam" kazanmıştı. Fakat ne tür bir kitap yazdığına karar vermekte zorlanıyordu. Kimi zaman defterlerinde kitabın bölümlerine "perde" diyordu; bu da aklında bir tiyatro eseri olduğunu gösterir, bazen de esere "senfoni" diyordu. Bazen "edebi bir eser" olmadığını, daha ziyade o güne kadar ki felsefesinin "büyük bir sentezi" olduğunda ısrar ediyordu. Fakat başka zamanlarda da esere "şiir" diyor, "filozof" olarak yazdığı her şeyin ötesine giden bu şiirin ilk defa "en temel düşüncelerini" ifade ettiğini belirtiyordu.


Her şeyden önce kitabın dini bir eser olduğu konusunda nettir ve bu yönde ısrar etmekte haklıdır. Bir kere, kitaba adını veren ve " konuşmaları" kitabın büyük bir kısmını oluşturan kahraman dini bir figürdür -Zerdüşt dediğimiz kişi Zerdüştlüğün kurucusudur. İkincisi, konuşmanın üslubu ağırlıkla İncil tarzındadır - görünüşe bakılırsa yazarı Luther gibi düşünmüş, Goethe'den bazı unsurlarla eseri mayalamıştır. Nietzsche bu eserin diniliğini fiilen ifade ederek çeşitli yerlerde "beşinci İncil" , "yeni kutsal kitap" diye adlandırmış, "tüm mevcut dinlere", özellikle de Hıristiyanlığa "meydan okuduğunu" belirtmiştir. Kısacası, Zerdüşt'ün artık "ölmüş" Hıristiyanlığın yerini alacak yeni dinin merkezi, kutsal metni olması düşünülmüştü. ( "Özgür ruhlar kolonisi" projesi meyve verseydi, her yatak odasında Gideon İncil'i gibi bir Zerdüşt nüshası olacağını hayal edebiliriz.) Ecce Homo'da geriye bakarak konuşurken kitabın "bizzat Tanrı" tarafından yazıldığını söyler: İncil'den ve Vedalar' dan üstün bir eserdir -bu eserlerin yazarları Zerdüşt' ün yazarının "ayakkabı bağcıklarını bağlamaya " bile layık değildir- Nietzsche insanlık tarihindeki iki ya da üç en önemli kitaptan birini yazdığına inanıyordu.

 Julian Young / Nietzsche

*
ilgili okumalar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/08/also-sprach-zarathustra.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/06/also-sprach-zarathustra-herkes-icin-ve.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/01/felsefe-oruc-aruoba.html

The Hermit Of Sils Maria



"The Hermit Of Sils Maria"


St. Moritz


Yöre halkı Nietzsche'den "İsviçreli hüzünlü profesör" diye bahsediyordu, otelin diğer müşterileri de onun "aşırı sessiz" olduğunu, neredeyse sadece çocuklarla konuştuğunu söylemişti.


İhtiyaçlarına kıtı kıtına yeten maaşını fırsat bilen Nietzsche, Engadin vadisinin kuzeydoğu ucundaki kaplıca ve "şifa" merkezi St. Moritz'e taşınmak için uzun zamandır yaptığı planı gerçekleştirdi ve 21 Haziran' dan 16 Eylül'e kadar orada kaldı. Boydan boya göller zinciriyle kaplı Engadin 2.000 metre yüksekliktedir ve İsviçre'nin Alp vadilerinin en yükseğidir.

Fakat kasabanın merkezi (bugün de olduğu gibi) çok kalabalık ve burada hayat çok pahalı olduğu için, kasaba merkezine yaklaşık bir saatlik yürüme mesafesinde bulunan bir evin bir odasını tutabildi. Nietzsche o süreçten en son çöküşüne kadar olan süreçte yurdum demeye en çok yaklaştığı yer olan vadiye hemen uyum sağladı. Vardıktan sonra Overbeck'e,  "Artık Engadin'i elime geçirdim, burası adeta benim bir parçam, çok fevkalade bir yer. Bu yeryüzü parçasına bağlandım," diye yazar. Ormanın içinden geçen patikaları çok sevmişti -"sanki benim gibi neredeyse-kör tipler için açılmış"- havayı da (muhtemelen haklı olarak) "Avrupa'da olanın en iyisi" diye tanımlıyordu. Elizabeth'in Basel'de gözlemlediği gibi, antik filozofların kendini tedavi etmeye yönelik çileci pratiklerine devam ediyordu: "Yaşama ve yeme kurallarım antik bilgeleri utandırmazdı," diye yazıyordu Temmuz'da Overbeck'e. "Her şeyde çok basit ama son derece hassas ölçüte göre hareket ediyorum. "

Fakat hiçbir işe yaramadı: "Burada da başka yerlerde olduğum kadar hastayım ve son sekiz günü yatakta geçirdim." Gene de "St. Moritz benim için doğru yer" diyordu, yani kendini buna inandırmıştı.


Bir başka deyişle, iklimsel aşırılıklar sağlığına özellikle kötü geliyordu. Böylece aklı başında geçirdiği son dokuz yıl devam edecek olan bir desen ortaya çıktı: Yazları yüksek vadilerde, kışları deniz seviyesindeki sıcak yerlerde geçirecekti.

Daha önce de hep hareket halinde olmasına ve kendini yurtsuz bir "gezgin" gibi göstermeyi sevmesine rağmen, bundan böyle gerçekten tam anlamıyla bir "göçebe" olacaktı; zaten kendini öyle görüyordu: Yani hareketli olmakla birlikte, bu hareketi belirli bir alanda belirli bir kalıba uyacaktı. Nietzsche'nin zaman zaman iş ya da görev gereği Leipzig ya da Naumburg gibi başka yerlere de gitmesi söz konusu oluyordu, ama artık bu alan belirlenmiş oldu; kuzeyde İsviçre Alpleri'nin güney vadilerinde, güneyde ise denizde bitiyordu: ya Adriyatikte (Venedik) ya da Akdeniz'de (Cenova ve Nice).

kaynak: Julian Young / Nietzsche

Rosenlaui (Et in arcadia ego)


Rosenlaui

11 Haziran'da başka bir kaplıca kasabası olan Rosenlaui'ye (kelimesi kelimesine, "gül çığı" ) geçti. Meiringen'in yukarısındaki bir Alp vadisinde olan bu kasaba deniz seviyesinin 1 .300 metre yukarısındaydı. Zug yakınlarında kız kardeşiyle geçirdiği iki haftayı saymazsak, geriye kalan üç buçuk aylık izin süresini Rosenlaui'de geçirdi. "çevredeki Alp Dağları ve vadideki sık çam ormanı, "burayı benim sevdiğim bir doğa haline getiriyor", diyordu. Ayrıca Rosenlaui'de en azından bir süreliğine sağlığı düzelmişti. Hastalığı nüksedince daha da yükseğe çıkması gerektiğini hissediyordu

"Her gün altı ile sekiz saat yürüyor ve üzerinde düşündüğüm meseleleri daha sonra çabucak ve tam bir kesinlikle kağıda döküyorum. "

Rosenlaui

 Bu çalışma tarzı hayatının geri kalanında da aynen devam etti: Saatlerce yürüyerek düşünüyor, daima yanında bir defter taşıyor, sonra da kısa sürede yoğun bir şekilde yazıyordu. Bu tarzı gözlerinin durumu yüzünden benimsemişti: "Günde yaklaşık bir buçuk saat görebiliyorum ... Daha uzun süre okur ya da yazarsam aynı gün çok kötü ağrım oluyor." Tüm olgunluk eserlerindeki aforizmatik üslup salt bir edebi tercih değil -bir keresinde felsefi sorunlara soğuk duşa yaklaşır gibi yaklaştığını söylemişti: çabuk gir, çabuk çık- gözlerinin durumu yüzünden bir gereklilikti.

"İtalya cesaretimi azalttı, sinirlerimi gerdi ... İsviçre'de ben, daha fazla 'benim'; etiğimi de 'ben'in buharlaşması değil gelişimi üzerine kurduğumdan şurası açık ki Alpler'de yenilmezim, yani yalnızken ve kendimden başka düşmanım yokken".

Et in Arcadia Ego  Nicolas Poussin ( 1594-1665)

Üstelik Nietzsche kırsal Naumburg'da yetiştiğinden içten içe hep "küçük kasaba çocuğu" kalmıştı: "küçük bir kasabada yaşamayı dileriz" diyordu açıkça. Hayatının sonunda evim demeye en çok yaklaştığı yer İsviçre Alpleri'ndeki küçük bir köy olan Sils Maria'ydı. 


Sağlığına uygun iklimde yaşamak için yılın yarısını şehirlerde geçirmesi gerektiğini hissettiğinde bile bu şehirlerin köye benzeyen kısımlarını aramış -mesela Cenova'nın (bugüne dek) ıssız kalmış bölgesi- buraların küçük kasabalarla paylaştıkları özellikleri övmüştür -mesela Torino'nun biçimsel homojenliği. İnsanın şehrin bezdirici yaşamına uyması yerine doğaya yakın ve doğayla uyum içinde yaşaması gerektiğini, insanın "taşra duyarlılığına" sahip olması gerektiğine inanıyordu:

İnsan hayatının ufku boyunca, dağın ve ormanın çizgileri gibi katı ve sakin çizgiler çekmemişse, en içindeki istenç huzursuzlaşacak, dengesizleşecek ve hırslanacaktır; şehirde yaşayanın doğası tam da böyledir: kendisi asla mutlu değildir [dolayısıyla] başkalarına da mutluluk vermez.


Nietzsche dünyadaki en güzel yerlerden birinde göller ve ormanlar arasında yaşamayı seçti: dostu Meta von Salis'in yazdığı kadarıyla, "yeryüzündeki ayrıcalıklı yerleri keşfetmekte çok gelişkin, apaçık bir yeteneğe sahipti " Et in arcadia ego (Arkadia'da bile ben varım)" başlıklı bir pasajda cennetin, Yunan kahramanlarının bulunduğu bir Poussin peyzajı olduğunu yazmıştır.

Et in Arcadia Ego  Nicolas Poussin ( 1594-1665)

"Arkadia'da bile ben varım" anlamında Latince bir deyim. Pastoral peyzajlarıyla ünlü ve klasik döneme düşkün Fransız ressam Nicolas Poussin'in ( 1594-1665) iki tablosunun başlığında geçer. Arkadia, genellikle deniz kenarında yerleşmiş olan Eski Yunan'da Peloponez'in dağlık iç kısmındaki bir yerleşimdir ve temiz, saf, duru bir hayatı simgeler. Poussin, bu deyimi taşıyan resimlerinden birinde, Arkadia manzarası önünde çobanları çizmiştir-

kaynak: Julian Young / Nietzcshe

Splügen



Nietzsche Eylül sonunda yaralarını sarmak için dağlara doğru yola çıktı. İtalya'ya kadar gitme niyetiyle küçük Splügen köyüne posta arabasıyla vardı. Deniz seviyesinin üç bin metre yukarısında bir vadiye kurulmuş olan köy İsviçre-İtalya sınırındaydı. "Sanki İsviçre'yi hiç görmemiştim ... bu benim doğam," diye yazıyordu dramatik Via Mala boyunca arabayla yolculuğu için.

Annesine mektubu şöyle devam ediyordu:

Splügen'e yaklaşırken orada kalma arzusu beni etkisi altına aldı. İyi bir otelde son derece sade bir oda buldum. Balkonu şahane bir manzarayı görüyordu. Bu yüksek Alp vadisi ... tam istediğim şey. Sert rüzgarlar tertemiz havayı getiriyor, her türden tepeler ve kayalar var, ayrıca bunların hepsini karla kaplı heybetli dağlar çevreliyor. Ama en çok hoşuma giden şey uzun saatler boyunca yürüdüğüm yayla yolları ... Öğlen saati posta arabası geldiğinde yabancılarla birlikte yemek yiyorum. Konuşmak gerekmiyor, kimse beni tanımıyor ... Küçük odamda taptaze bir gayretle ... şu andaki başlıca konum olan "Öğretim Kurumlarımızın Geleceği" üzerine çalışıyorum. Artık güçlü ve taze bir faaliyette bulunurken insanlardan tümden uzak yaşayabileceğim bir köşe biliyorum dünyada. İnsanlar burada siluetlerden farksız.

Neticede Nietzsche İsviçre'nin aynı köşesindeki Engadine'de daha yüksek başka bir vadiye yerleşti. Fakat giderek daha çok öne çıkan şu temanın burada belirdiğini görüyoruz:  Nietzsche'nin düşünceleriyle baş başa kalma ihtiyacı.

BENLİK

"Uzun sessizliği öğrenmelisin, ruhunun dibinde bulunduğunu kimse söylemez sana. Bunun sebebi, sadece suratının asık ve suyun bulanık olması değil, ama ruhun çok derin olmasıdır."

*

"Sessizliğime ihanet etmemeyi sessizliğim öğretti bana."

"bu benim en sevdiğim sanatım" 

*

"Daima gizlenmeli; insan ne kadar yükseğe çıkarsa, o kadar gizlenmeye gerek duyar."

*

"Yolun kenarına oturuyoruz; hayat sarhoş maskeler dizisi gibi oradan geçiyor."

*

"Hüzünlü olaylar karşısında ayak direyen tiksinti, her ıstıraba kapalı ve duyarsız kulak, yılgınlık göstermeyen güleç bir yüzeysellik."

*

"Bizim yanımızda kal, alaycı boşluk."

*
               
"Biz ciddiyiz, uçurumu tanıyoruz; bunun içindir ki her ciddi­yete karşı kendimizi savunuyoruz. "

*

 "Kendine özgü zevkleri olan bir insan yalnızlığına saklanıp kapanmış, iletişim kurulamıyor, iletişimsiz, belirli ölçülere sığmıyor, üst türden biri, kısaca farklı: Onu tanıyamayacağınıza, hiçbir şeyle kıyaslayamayacağınıza göre, nasıl değerlendirebilirsiniz?"

*

"Kurnazca küçümsemek bizim zevkimiz, bizim ayrıcalığımız ve sanatımız, belki erdemimiz, bizler, modernlerin arasındaki modernler... Korkusuz olan bizler, bu çağın en zeki insanları olan bizler, üstünlüğümüzü, üstün zekalı olma özelliğimizi hayli iyi biliyoruz, bu çağda tasasız yaşamak için zekâmızı kullanıyoruz. Bizi ortadan kaldırmaları, içeri tıkmaları, sürgüne göndermeleri ihtimal dahilinde görünmüyor. Artık kitaplarımız yasaklanmayacak, yakılmayacak. Küçümseyen sanatçılar olduğumuzu yaşadığımız çağa hissettirsek de; insanlarla bütün ilişkilerimiz bizde hafif bir korku uyandırsa da; yumuşaklığımıza, sabrımıza, gönül okşayıcılığımıza, saygımıza rağmen, insanlara karşı duyduğumuz tiksintiden kendimizi alıkoymayı beceremesek de: doğa daha az insanca olduğu zaman onu daha çok sevsek de; sanat sanatçının insandan kaçışını yansıtırken ya da sanatçının kendisiyle veya insanla acı acı alay ederken biz sanatı sevdikçe; çağ zekâyı seviyor, bizi seviyor demektir..."

*

"Tiksintiye karşı içimde hoş olmayan, neredeyse sinirsel bir eğilim var: bu durum hayatımı çok karmaşıklaştırdı.

*

"İçgüdünün kusursuz otomatizmine bir kez ulaşıldı mı, yaşama sanatında her şeye egemen olunur, mükemmeliyet oluşur"

*

"Gerçekliğin karşısında acı çekmek demek, o gerçeklikten yoksun kalmak demektir."

*

"Sanat, hayatı reddetme iradesine direnen biricik güç... Sanat, hayatın metafizik etkinliği..."

*

"Bizim neler konuştuğumuzu bilen o kadar az insan var ki."

*

"Güney'in her yönüne ihtiyacımız var; dizginlerinden boşanmış güneş ışını."

*

"Etrafınıza küçük şeyler yerleştirin; eşsiz güzelliği olan iyi şeyler"


*


 Zihnin münzevileri olmaya, kendi gibi akıl sahibi insanlarla sohbet etmeye, diğer varlıklardan daha çok sanatla teselli olmaya ihtiyacımız var. Ayrıca, başkalarını bizim gibi düşünmeleri için değiştirmeye çalışmak istemiyoruz çünkü onlarla aramızdaki uçurumun doğa tarafından oluşturulduğunu duyumsuyoruz. Acıma, bizim için tanıdık bir his haline geliyor. Gittikçe daha da sessizleşiyoruz...


*

 Düşüncelerinin gemisi öyle derinden yüzüyor ki, onunla bu dostane, ciddi, anlayışlı insanların arasında yol alamayacağın kadar derinden yüzüyor. Sığ yerler ve kumluklar çok fazla orada: dönmek ve yön değiştirmek zorunda kalacaksın ve sürekli mahcup olacaksın, çok geçmeden onlar da mahcup olacaklar - nedenini çözemedikleri mahcubiyetin yüzünden.   


 *

 Derin bir sonuç çıkartmaya ve görüşe izin veren asil ve tehlikeli bir dikkatsizlik vardır: hiçbir zaman arkadaş sıkıntısı çekmeyip, sadece konukseverliği bilen ve sadece konukseverlik uygulayan ve nasıl uygulayacağını bilen -ister dilenci, ister kötürüm, isterse kral olsun, kalbini ve evini girmek isteyen herkese açan, kendinden emin ve aşırı zengin ruhların dikkatsizliği. Bu özgün bir iyi huyluluktur: buna sahip olanın yüz tane "arkadaşı" vardır ama muhtemelen hiçbir dostu yoktur.


*


- Kalbimizin iletişim kurabilirliği konusundaki kuşkularımız;
  seçilmiş değil, verilmiş bir şey olarak yalnızlık.

- Her zaman bir kisveye bürünmüş olmak: türü ne kadar yüksekse,
 bir insan o denli takma ada ihtiyaç duyar. Tanrı var olmuş olsa, nezaketi gereği kendini
  dünyaya sadece insan olarak göstermek zorunda kalırdı.

- Sessiz kalma kabiliyeti: ama dinleyicilerin huzurunda bundan bir sözcük bile etmemek.

- Sürdürülen düşmanlıklara tahammül: kolay uzlaştırılabilirlik eksikliği.

- Demagojiye, "aydınlanmaya, "rahatlığa" aşağı tabaka laubaliliğine karşı tiksinti.

- Kıymetli eşya koleksiyonu, yüce ve zor beğenen bir ruhun ihtiyaçları;
 müşterek hiçbir şeye sahip olmama arzusu.

 İnsanın kendi kitapları, insanın kendi manzaraları.


*

 Bahçelerimizin ve saraylarımızın anlamı şudur (ve bu kapsamda ayrıca zenginlikler için duyulan arzuların tamamının anlamı): düzensizliği ve bayağılığı görüşten uzaklaştırmak ve ruh asaleti için bir ev kurmak.

Muhakkak ki çoğunluk bu güzel ve huzur dolu nesneler kendileri üzerinde kullanıldığında daha yüksek mizaçlara sahip olacaklarına inanıyorlardır: İtalya'ya gitmeler ve seyahatlere çıkmalar vs.; kitap okumalar ve tiyatro ziyaretleri bundan dolayıdır. Kendilerini biçimlendirilmek isterler - kültürel aktivitelerinin anlamı budur! Halbuki güçlüler, kudretliler biçimlendirmek isterler ve artık üzerlerinde yabancı bir şey istemezler!

Böylece insanlar, kendilerini bulmak için değil, kendilerini içinde kaybetmek ve unutmak için vahşi doğaya dalarlar. Güçsüzlerin ve kendinden memnun olmayanların arzusu olarak "kendi kendinin dışında olmak".

*

Asil nedir? - İnsanın sürekli olarak rol oynamak zorunda oluşudur. Sürekli poz yapma ihtiyacı duyduğu durumlar aramasıdır. Mutluluğu büyük çoğunluğa bırakmasıdır: ruhun huzuru, erdem, rahatlık, Spencer tarzı anglo-anjelik esnaflık olarak mutluluğu. İçgüdüsel olarak ağır sorumluluklar aramasıdır. En kötü ihtimal kendinden gelse bile, her yerde nasıl düşman edilebileceğini bilmesidir. Sürekli olarak büyük çoğunluğa sözlerle değil ama eylemlerle ters düşmesidir.

*

 Alınyazısı olan, kendilerini taşımakla alınyazıları taşıyan insanlar, kahramanca yük taşıyan türün tamamı: ah, bir kez olsun nasıl da dinlenmek isterler! En azından birkaç saatliğine kendilerini ezen şeyden kurtulmak için güçlü kalplere ve enselere nasıl da susamışlardır! Ve ne kadar boşuna susamışlardır! - Bekliyorlar; geçen her şeye bakıyorlar: hiç kimse onlara ıstıraplarının ve tutkularının binde biri kadar bile yaklaşamıyor, hiç kimse ne şekilde beklediklerini sezmiyor - Eninde sonunda dünyevi sağgörünün ilk parçasını öğreniyorlar -artık beklememeyi; ve sonra bir başkasını: cana yakın olmayı, ılımlı olmayı, bundan böyle herkese tahammül etmeyi -kısacası, şimdiye kadar tahammül ettiklerinden biraz fazlasına tahammül etmeyi öğreniyorlar.

*

Muazzam ve gururlu bir soğukkanlılıkla yaşamak; sürekli ötede - Birinin duygularına, lehte ve aleyhte gönülden katılmak ya da katılmamak, buna tenezzül etmek saatlerce; ata biner gibi, sık sık da eşeğe, oturmak üzerlerine: - İnsan onların bönlüğünden ve aynı ölçüde ateşinden yararlanmayı bilmeli. Onun üç yüz yıllık görünüşü korunmalı; kara gözlükleri de: Çünkü kimsenin gözümüzün içine bakmadığı durumlar vardır, hala "temeller"imizin görülemediği. Ve şu yanımızda bulunacak insanları seçmedeki çapkınca ve sevinçli kötülük, nezaket ve dört erdemin ustası olarak kalmak, yürekliliğin, sezginin, duygudaşlığın, yalnızlığın.

*

 Çünkü, yalnızlık, bir erdemdir bize, incelmiş bir eğilim, insanlar arasındaki ilişkileri bulup çıkaran bir temizlik itkisidir, - "toplumda" - kaçınılmaz kirlilikte yürütülmek zorunda olan. Her toplum, insanı, bir biçimde, bir yerde, bir zaman - "sıradan" kılar.  

*

“Dişlerimi sıkarak, tıpkı istemeden kumu ısıran vahşi bir dalga gibi dişlerimi sıkarak, sığlığınızın sahillerine vuruyorum.”



Sessizliği öğrenmek, belki de konuşmanın arkasına gizlemek; ferahlama, gözyaşı ve yüce avuntu anları için kuytu köşeler ve keşfedilemez yalnızlıklar yaratmak - ta ki sonunda "seninle ne işim var?" diyebilecek ve kendi yolumuzda gidecek kadar güçlü olana kadar.

*

Fakirliğe ve isteğe ve ayrıca hastalığa tahammül.

*

Çok Uyumak. - Eğer insan yorgun ve tok ise canlanmak için ne yapmalı? Birisi kumarhaneyi diğeri Hıristiyanlığı, üçüncüsü elektriği öneriyor. Ama en iyisi, sevgili melankoliğim, çok uyumaktır ve öyle de kalacaktır, gerçek ve mecazi olarak! Böylece insan sabahına tekrar kavuşacaktır. Yaşam bilgeliğindeki marifet, her türlü uykuyu uygun zamana yerleştirmeyi bilmektir.

*

Yeni Yaşamın iki Temel İlkesi.-Birinci ilke: kişi yaşamı en kesin, en kanıtlanabilir olana doğru kurmalı: şimdiye kadar yapıldığı gibi, en uzak olana, en belirsize, ufuğu ve bulutu andırana doğru değil. İkinci ilke: kişi yaşamını kurmadan ve ona kesin bir yön vermeden önce, en yakın ve yakın olanın, en kesin ve daha az kesin olanın sıralamasını saptamalı.

*

Kişi birşeye yaşantı yoluyla açık değilse, onu duyacak kulak
da yoktur onda... 

*

 Günün en az üçte ikisine kendisi için sahip olmayan kişi, devlet adamı, tüccar, memur, bilgin, ne olursa olsun bir köledir.

*

Her insanın hayata katlanmak için kendi reçeteleri vardır (hayat bir defa bile olsa çekilmez geldiyse, kâh hayatı kolaylaştırmak kâh kolaylığı sürdürmek için bu reçeteyi kullanır), bir suçlu bile bunu yapar.


*

 ...hayatı hafifletmek değil ama hayatı hafife almak. 


*

"Kendimizi gerçeğin büyüsüne bırakmayı öğrenebilirsek tanrılar gibi kolay bir hayat yaşayabiliriz”, 

“Sonuç olarak, özgürlükte tinler hafiflikte yaşayan tanrılardır”. 

 “Amaç, okuyucu ayak parmakları üzerine kalkabilecek derecede esnek bir tabiata kavuşturmak”,

“Özgür düşünce, peri masalları, şehvet, insanı ayak parmakları üzerine kaldırır.”


*

Nasıl dayanabildim buna! Nasıl üstesinden gelebildim böyle yaraların? Ruhum, bu mezarların içinden nasıl yeniden dirilebildi?

 Evet, yaralanamaz, gömülemez, kayaları parçalayan bir şey var bende; onun adı da benim istencim. Suskun ve değişmeksizin, yılların içinden geçip gitmekte.

Benim ayaklarımla sürdürmek istiyor yürüyüşünü o yaşlı istenç; anlam, onun için yürek kadar katı ve yaralanamaz.

Yaralanamazlığım topuğumda sadece. Sen, hâlâ orada yaşamakta ve kendine benzemektesin, sabırlıların en sabırlısı! Hâlâ tüm mezarları kırıp geçirmektesin.

İçinde hâlâ gençliğimin özgürleşememiş yanı yaşamakta ve sen, yaşam ve gençlik olarak, umut ederek oturmaktasın buradaki sarı mezar kalıntılarının üstünde.

 Evet, benim için hâlâ bütün mezarları parçalayansın: Selam olsun sana istencim. Ve diriliş ancak mezarların bulunduğu yerde vardır.

*

"Benim gibi yalnızlar, başkalarına yavaş yavaş alışırlar, en
değerli gördüklerine bile."

*

"Amerikalıların, altına hücumu ve soluksuz bir hızla çalışması ... şimdiden eski Avrupa'ya yayılıyor ... İnsan şimdiden durağanlıktan utanıyor; uzun süreli durup düşünme neredeyse insanlara vicdan azabı veriyor. İnsan elinde bir saatle düşünüyor, tıpkı finans sayfalarını okurken yemeğini yiyen biri gibi ... her türlü biçim işçilerin acelesiyle yok ediliyor ... insanın artık törene zamanı ve enerjisi yok ... iş giderek tüm vicdan rahatlığını kendi yanına çekiyor; neşe arzusu, şimdiden kendine 'toparlanma ihtiyacı" diyor ... "insan sağlığını ona borçlu" -kırda gezmeye giderken yakalanan biri böyle diyor. Çok geçmeden, vita contemplativa [düşünsel hayat] (yani fikirlerle ve dostlarla bir yürüyüşe çıkma) arzusuna kendimizi bırakmayacağımız bir noktaya gelmemiz de mümkündür ...

 "Amerikan hızının" yarattığı en ciddi tehlike derin düşünmenin yok olmasıdır.

*

Yüksek düzeydeki insanlar kendilerini, alt düzeydekilerden, . . . bakarken düşünmeleriyle
ve ölçülemez kadar fazlasını duymalarıyla ... ayırırlar ... Yüksek düzeydeki insan ... kendi doğasının düşünüp taşınan bir doğa olduğunu söyler, bu yüzden de aynı zamanda hayatın fiili şairi ve süregiden yazarı olduğu gerçeğini görmezden gelir. Hiç şüphe yok ki bu dramanın aktöründen, eylem adamı denen kişiden çok farklıdır; ama salt bir izleyiciden ve sahnenin önündeki festival ziyaretçisine daha da az benzer. Şair sıfatıyla, kesinlikle vis comtemplativa (düşünüp taşınma gücüne] sahiptir ... ama diğer yandan ve her şeyden öte, görünüşler ve genel inanç ne doğrultuda olursa olsun, eylem adamının yoksun olduğu vis creativa'ya [yaratıcı güce] da sahiptir. Henüz orada olmayan bir şeyi gerçekten ve sürekli olarak yapanlar biziz, düşünen-yenifikirlere- açık-olanlarız: sürekli büyüyen bütün bir değerlendirmeler, renkler, ağırlıklar, perspektifler, ölçüler, olumlamalar ve olumsuzlamalar dünyasını biz yaratırız. Mucidi olduğumuz bu şiir pratik denen insanlar [aktörlerimiz] tarafından sürekli içselleştirilir, talim edilir, ete kemiğe ve gerçekliğe tercüme edilir, hatta basmakalıplaştırılır ... ama dünyayı yaratmış olan biziz ...

*

Bir gün, muhtemelen de yakında, öncelikle büyük şehirlerimizde bir şeylerin eksik
olduğunu kabul etme ihtiyacı hissedeceğiz: düşünmek için sessiz ve geniş yerler -
yağmurlu ya da fazla güneşli [Cenova ya da Torino gibi] havalar için uzun ve yüksek
tavanlı sıra kemerler, bağırış çağırış ve araba gürültüsünün gelmediği yerler ... düşünüp
taşınmanın ve kenara çekilmenin yüceliğine ifade kazandıracak koca bir binalar
ve siteler kompleksi . .. Kendimizi taşlara ve bitkilere tercüme etmek isteriz; bu geçitler ve bahçelerde yürürken kendi içimize yolculuklara çıkmak isteriz.

*

Bir dansçıdır Zerdüşt


Nice çevresindeki yükseklerde bir sürü saklı köşe, yaşadığım unutulmaz anlarla kutsallaşmıştır benim gözümde. Zerdüşt'te “Eski ve Yeni Levhalar Üstüne" adını taşıyan can alıcı bölüm, istasyondan kayalar içine kurulmuş eşsiz Arap köyü Eza’ya çıkarken yazıldı.



 -yaratıcı güç ne denli bol akarsa, kas çevikliği de o denli artıyor bende. Beden coşmuştur. Ruhu karıştırmayalım işin içine... Çok zaman beni dansederken görebilirdiniz; yorgunluk nedir bilmeden o dağ senin, bu dağ benim, yedi sekiz saat dolaşabiliyordum. İyi uyuyor, bol bol gülüyordum, -bundan daha dinç, daha sabırlı olamazdım.




Bir dansçıdır Zerdüşt; gerçeği en katı yüreklilikle, en korkunç olarak gören, o “uçurum gibi derin” düşünceyi düşünen kimse, nasıl oluyor da varlığa onun bengi dönüşüne karşı durmuyor, -tam tersine evrensel olumlayışın “o sonsuz, sınırsız evet ve amin deyiş”in ta kendisidir... “Ta uçurumların dibine dek taşıyorum bu evet-deyişi”... İşte gene vardık Dionysos’a...

Ecce Homo'dan


*


Niçin Bu Kadar İyi Bir Yürüyüşçüyüm / Nietzsche


                Mümkün mertebe az oturmalı; açık havada yürürken doğmayan, şenliğine kasların da katılmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir. Daha evvel de söylediğim gibi, Kutsal Tin’e karşı işlenen esas günah yerinden
                                                     kıpırdamamaktır.
                                     
Friedrich Nietzsche, Ecce Homo

fotoğraf: Enis Batur / Sils Maria


“KOPMAK ZORDUR,” der Nietzsche, “bir bağı ortadan kaldırmak acı vericidir. Fakat çok geçmeden yerine yeni bir kanat çıkar.” Nietzsche’nin hayatı böyle ayrılmalardan, kopmalardan ve tecritlerden oluşacaktı: dünyadan, toplumdan, yoldaşlardan, meslektaşlardan, kadınlardan, arkadaşlardan ve ana babadan. Fakat yalnızlığın içine salladığı her kürek özgürlüğünün biraz daha derinleşmesinin işaretiydi: Hesap vermek yok, engel oluşturacak uzlaşmalar yok, görüşü açık ve tarafsız.

    Nietzsche yorulmak nedir bilmeyen hatırı sayılır bir yürüyüşçüydü. Sık sık yürüyüşten bahsederdi. Açık havada yürüyüş yapmak, Nietzsche külliyatının doğal bileşeni, yazarlığının da değişmez refakatçisiydi.

     Yakasını bırakmayan korkunç bedensel acılarına derman olsun diye başladığı uzun yürüyüşler ve içine girdiği büyük yalnızlık Nietzsche’nin kaderini çizecektir. Bedelini saatler süren ıstırapla ödediği dünyevi uyarıcılardan, taleplerden ve tahrik unsurlarından kaçmak... Dikkatini şakaklarındaki çekiç darbelerinden uzaklaştırmak, onları dağıtmak ve unutmak için uzun uzun yürümek...

    Nietzsche yüksek dağların çetin arazi yapısının ya da Güney’in taşlı yollarının hoş kokan kuraklığının büyüsüne henüz kapılmamıştır. Daha çok göl kıyılarında (Carilvon Gersdorff’la birlikte Leman Gölü’nde günde altı saat) yürüyüp, ormanların gölgesine dalmaktadır (Kara Orman’ın güneyinde kalan Steinabad’daki köknar ormanları:

 “Ormanlarda bolca yürüyorum ve muazzam sohbetler yapıyorum kendimle”

    1877 Ağustos’unda Rosenlaui’de münzevi hayatı yaşadığı sırada şöyle yazar:

“Keşke bir yerlerde bunun gibi küçük bir evim olsaydı; günde altı-sekiz saat yürüyerek, eve döndüğümde sayfalara aktaracağım düşüncelerle doldururdum aklımı"

 Fakat hiçbiri sonuç vermez. Ağrılar çok şiddetlidir. Tek bir migren atağı onu günlerce yatağa bağlamaya yeter, acı dolu istifra krizleri yüzünden bütün gece gözüne uyku girmez. Gözleri ağrır, görme yetisi zayıflamaya başlar. 1879 Mayıs’ında üniversiteye istifa mektubunu sunar.

İstifasıyla birlikte yaşamının 1879 yazından 1889’un ilk günlerine dek süren on yıllık üçüncü perdesi açılır. Nietzsche bu dönemde gayet mütevazı bir hayat yaşamasına, küçük otellerde kalmasına, onu dağlardan denize denizden dağlara taşıyan tren yolculuklarına, bazen de Peter Gast’ı ziyaret etmek için Venedik’e gitmesine olanak veren üç küçük emekli maaşıyla geçinir. O eşsiz efsanevi yürüyüşçüye dönüşmesi de aynı döneme rastlar.

 Nietzsche yürür, başkaları nasıl çalışıyorsa o da öyle yürür. Yürürken çalışır.
    
Yukarı Engadin dağını daha ilk yazında keşfeder, ertesi sene de köyünü, Sils-Maria’yı bulur. Buraların havası temiz, rüzgarı sert, ışığı keskindir. Boğucu sıcaklardan nefret ettiği için, çöküşe kadar bütün yazları (Lou yılı dışında) burada geçirecektir. Arkadaşları Overbeck ve Köselitz’e tabiatını, parçasını keşfettiğini; annesine de “yarı kör olmuş ben, temenni edebileceğim en güzel yolları, kuvvet veren en iyi havayı buldum,” diye yazar (Temmuz 1879). Buranın doğasıyla “bir kan bağı, belki daha da fazlasının” olduğunu hissetmiştir.

    O ilk yazdan itibaren günde sekiz saat yalnız başına yürür ve Gezgin ve Gölgesi'ni yazar.

"Birkaç satır dışında hepsi yolda düşünüldü ve kurşun kalemle altı küçük deftere karalandı."

Nietzsche kışı başta Cenevre ve Rapallo Körfezi, sonra da Nice gibi Güney kentlerinde geçirir:

 (“Sabahları ortalama bir öğleden sonraları üç saat hızlı adımlarla hep aynı yolda yürüyorum. Bu yol tekrarları katlanılır kılacak kadar güzel,” Kasım 1888),

 Menton’a ise bir sefer gider:

Sekiz tane yürüyüş yolu buldum»” (Kasım 1884).

Tepeler yazı kürsüsü olur, denizse görkemli çatısı:

“Deniz ve alabildiğine gökyüzü! Bunca zaman ne diye işkence etmişim kendime! (Ocak 1881).

    Açık havada dünyaya ve insanlara yukarıdan bakarak yürürken yazar, hayal kurar, keşfeder, kendinden geçer, buldukları karşısında ürker, altüst olur ve aklına gelen fikirlere kapılır.

     "Duygularımın yoğunluğu beni aynı anda hem güldürüyor hem de ürpertiyor (birkaç sefer gözlerimin kızarmış olması gibi gülünç bir sebepten odamdan çıkamadım), neden mi? önceki gün uzun yürüyüşlerim sırasında çok ağladım, ama öyle içli gözyaşları değil, salına salına şarkılar söyleyerek sevinç gözyaşları döktüm, bugünün insanları karşısındaki ayrıcalığımı gösteren yeni bir bakış kazandım."

Nietzsche aralarında Tan Kızıllığı, Ahlakın Soy Kütüğü Üzerine, Şen Bilim, İyinin ve Kötünün ötesinde ve, unutmadan, Böyle Söyledi Zerdüşt'ün bulunduğu en önemli eserlerini bu on yıl zarfında yazar. Keşiş olur:

keşişe dönüşmüş buldum kendimi yeniden, günde on saat keşiş adımlan atıyorum,”
 (Temmuz 1880)

 münzevi» gezgin olur.

Yürüyüş burada Kant’taki gibi işe ara vermek ya da oturmaktan kamburu çıkmış, iki büklüm olmuş vücuda yapılan asgari bir temizlik değildir. Nietzsche çalışmak için yürümek zorundadır. Dinlenmenin, hatta refakatçisi olmanın bile ötesinde, Nietzsche’nin tam olarak parçasıdır yürüyüş.

    "Sadece kitaplar arasında düşünebilenlerden, aklını kitapların dürtüklemesini bekleyenlerden değiliz biz. Bizim ethosumuz açık havada, tercihen yolların bile tefekküre daldığı ıssız dağlarda veya deniz kıyılarında yürüyerek, sekerek, tırmanarak, dans ederek düşünmektir."


İNSAN



Bugün bizim hoşlanmamamıza neden olan nedir? ... "İnsan" solucanının ön planda olması ve kalabalık olmasıdır. 

...

... İşte öylece duruyorlar, sefaletlerinden dolayı masumlar. Ben de onların arasından gizlice geçiyorum, ama tiksinti bu esnada kalbimi yiyor.

...

Hep aynı şey: Parçalar ve eklemler ve korkunç rastlantılar ama insan yok!

...

Her şeyi konuşarak bozuyorlar, her şeye ihanet ediyorlar, aynı havayı bile solumak istemiyorum. 

...

Dişlerimi sıkarak, tıpkı istemeden kumu ısıran vahşi bir dalga gibi dişlerimi sıkarak, sığlığınızın sahillerine vuruyorum.

Nietzsche'nin Devlet'i



SAVAŞLARDAN VAZGEÇEBİLİRSEK İYİ OLACAK. SİLAHLI AVRUPA BARIŞININ YILLIK MALİYETİ OLAN ON İKİ MİLYARI DAHA YARARLI BİÇİMDE KULLANMANIN YOLUNU BİLİYORUM.

 KISACASI: ESKİ TANRI ORTADAN KALDIRILDIĞINA GÖRE BEN HAZIRIM DÜNYAYI YÖNETMEYE.


Teras



1884 Nisan'ının başında ilk önce Nice'ten Venedik'e gitmeyi planlayan Nietzsche, kış mekanında ayın yirmisine kadar kaldı. Çünkü "anne yerine koyduğu arkadaşı" Malwida von Meysenbug'un önerisiyle onu ziyarete gelecek olan Resa von Schirnhofer'in mektubunu almıştı. Nietzsche bu ziyaret teklifini heyecanla kabul etti ve Resa 3 Nisan'dan 12 Nisan'a kadar Nice'te kaldı.

Nietzsche'nin pek misafirperver olduğu anlaşılmış, onun mütevazı dostluğu ve "mesleki" tavırlarının tanıdıklığı karşısında Resa'nın baştaki korkusu çabucak kaybolmuştu. Nietzsche onu bir boğa güreşine götürmüş (ama bu güreşte boğanın öldürülmesine izin verilmiyordu), sevdiği yerlerde yürüyüşe çıkartmıştı. Bunlardan biri olan Mont Boron tırmanışı, özellikle hatırlanmaya değerdi.

Şahane bir gündü [diye yazar Resa], karayel her şeyi havalandırıyordu, bir vagonla kısa süre çıktıktan sonra dağa tırmanmaya başladık. Nietzsche dithyrambos havasındaydı ve insanı yeryüzünün çekiminden kurtaran bu yeli övüyordu: Ona göre bu esintilerde sağlıklı bir salınma vardı. Tahkim edilmiş zirveye doğru giderken belli bir yüksekliğe çıkınca Fransız bekçiler yolumuzu kesti ... O yükseklikte bir çardağın altına yerleştirilmiş ahşap masa ve sıraları olan basit bir osteria [ucuz kahve] bulup oturduk. Harika dağ manzaralarıyla çevrili bir yerdi. Çevremizde şahane tepeler ve aşağıda da büyüleyici koyları olan zarif bir kıyı şeridi vardı. Koyları çevreleyen yeşil hilallerin arasında ev kümeleri parlak çiçekler gibi ışıldıyordu. Orada kıvılcımlı bir havada ve güldürücü esinlerle ... Nietzsche'nin kadehime koyduğu "Vermouth di Torino"yu ilk kez tattım. "Korunan dağ" pek çok dizeye vesile oldu, her biri peş peşe ağzından dökülüyordu. Hayretler içinde kaldım, sonra ben de ufak tefek bir şeyler ekledim. Herhangi bir yüksek sanatın doğaçlamaları değildi belki ama bana beklenmedik Nietzsche'yi gösteren eğlenceli manilerdi.

Nietzsche Zerdüşt'ün meşhur kırbaç pasajından alınmamasını söyler Resa'ya, hatırladığı kadarıyla zaten tanışıklıklarının bu aşamasında onun da hiç alınmaya niyeti yoktur; bunu tüm kadınlara değil sadece bazı vakalara uygulanabilir "şairane bir genelleme" olarak görmüştür. (Elizabeth "kırbaç" sözünü aynı ve büyük ihtimalle hatalı şekilde yorumlayarak benzer iddiada bulunur -bu söz sadece "uygun sınırlar" içinde kalmalarını sağlayacak "erkek eline" ihtiyaç duyan bazı kadınlar için geçerlidir- böyle bir terbiyeye kimin ihtiyaç duyduğunu düşüneceğini tahmin etmek de güç değil. ) Yine bir keresinde Nietzsche onu Promenade des Anglais'de yürüyüşe götürür ve ufukta bir karaltı gibi duran Korsika'yı gösterir. Bu da Napoleon üzerine bir söyleve vesile olur. Nietzsche onu çağdaş insan ile "üstinsan" arasındaki halka olarak görmektedir. Ayrıca Napoleon'un nabzı ile kendisinin nabzının aynı -dakikada altmış vuruş- olduğunu söyler.

Nietzsche pek az insanın yanında olduğu kadar rahattır Resa'nın yanında; "beni çok güldüren bir maskara," diye tarif etmiştir onu Overbeck'e. Ayrıca onun pek yüzüne bakılır olmadığından, hatta düpedüz "çirkin" olduğundan şikayet ettiği doğrudur, fakat büyük ihtimalle tam da cinsel gerilimin olmaması yüreğini hafifletmiş, kız kardeşinin yanındaymış gibi rahatlamasını ve aptalca dizeler uydurmasını sağlamıştır.

Fakat Nice ziyareti sırasında Resa bir keresinde çok farklı bir kişi bulur karşısında:

Nietzsche gitmek için kalkarken aniden tavırları değişti. Yüzünde katı bir ifadeyle ve birileri anlattıklarını duyarsa korkunç bir tehlikeye girecekmişçesine gönülsüzce çevresini kolaçan ederek, sesi duyulmasın diye elini ağzına götürerek bana Zerdüşt'ün Hayat'ın kulağına fısıldadığı "sırrın" ne olduğunu söyledi ... "Bengi dönüş"ü ve bu fikrin muazzam ağırlığını bana anlatış tarzında tuhaf, hatta esrarengiz bir eda vardı. Fikrin içeriğinden ziyade Nietzsche'nin anlatma tarzını çok yadırgamıştım. Aniden "başka" bir Nietzsche karşıma çıkmış ve tüylerimi diken diken etmişti.Sonra bu fikri daha fazla açıklamaksızın normal konuşma tarzına döndü ve eskisi gibi oldu. Keşfinin büyüklüğünü vurgulamak için duyarlılığımın tellerine kasten sert vurduğu izlenimine kapıldım.

Nietzsche'nin kişiliğinin ani değişimine dair başka kayıtlar da vardır. Resa aynı şeyi sonraki Ağustos'ta Sils Maria'da yeniden yaşamıştı, Overbeck de Nietzsche'nin bengi dönüşün "gizli doktrinini" açıklarken aniden ciddiyetle "fısıldamaya " geçtiğini yazmıştır. Üstelik dönemin mektuplarında zaman zaman megalomanlığın değilse bile en azından kendini beğenmişliğin pırıltıları görülmektedir. Örneğin 1884 Şubat'ında Zerdüşt'ün Luther ve Goethe'yi takip ederek son adımı attığını, Alman dilini kusursuzluğa ulaştırdığını, Mart'ta ise eserinin " insanlık tarihini iki yarıya böleceğini" iddia etmiştir. Sonraki yılın Mart'ında ise kendisiyle kıyaslandığında Mesih'in "yüzeysel " bir figür olduğunu iddia eder, Tanrı'nın var olmamasına üzüldüğünü, çünkü en azından kendisiyle aynı düzeyde bir dostu olmasını istediğini söyler, Elizabeth gibilerle nasıl biyolojik bağı olduğunun tümüyle bir muamma olduğundan bahseder.  O halde görünüşe bakılırsa yumuşak tavırlı, gözlüklü Friedrich Nietzsche'nin içinde başka bir varlık (bu varlığa "Zerdüşt" denmelidir elbette), yanında dünya-tarihi bakımından önemli bir "gizli" mesaj taşıyan peygambervari bir figür yatıyordu. Onun bu kadar erken tarihte ortaya çıkan bu görüntüsünün, 1889'da kendisini tamamen saran deliliğin doğasına ve nedenine ne kadar ışık tutabileceği üzerinde duracağım.

*
Julian Young / Nietzsche

Friedrich Nietzsche sitting on the veranda

 
Friedrich Nietzsche sitting on the veranda of his mother's house in Naumburg,
 by Curt Stoeving 1894


„Mein Leid und mein Mitleiden
 -was liegt daran!
 Trachte ich denn nach Glücke? 
Ich trachte nach meinem Werke !


‘My suffering and my pity/
What do I care!/
Am I striving for happiness?/
I am striving for my work.’

Yeri yurdu olanlara ne mutlu!

Haykırışan kargalar
Darmadağın uçuşuyor kente doğru
Nerdeyse yağacak kar
Yeri yurdu olanlara ne mutlu!

Donmuş kalakaldın,
Hanidir gözlerin arkada!
Boşuna kaçışın, ey çılgın,
Kıştan uzaklara!

Dilsiz ve soğuk binlerce çöle
Açılan bir kapıdır dünya!
İnsan senin yitirdiğini yitirse
Bir yerlerde duramaz bir daha!


Mutluluk Adaları



Nietzsche, Zerdüşt'te geçen Mutlu Adalar (Mutluluk Adaları)'ının (Is/es) aslında Sorrento günlerinden bildiği Napoli  Körfezi'nin kuzeyindeki lschia olduğunu yazmıştır Köselitz'e.  Bu tanımlamayı destekleyen de şu ipucudur: "Dans Şarkısı"nda  taşralı kızların "Cupido"yla dans ettiğinden söz edilir; bu da "Cupid"in (aşk tanrısı) lschia lehçesinde söylenişidir. 

Sorrento’da, pansiyonun ikinci katındaki, küçük bir portakal ağacı korusuna, biraz ileride denize, Vezüv Yanardağına ve Napoli Körfezi’nin adalarına bakan büyük odada; sonbaharın sessiz ve portakal kokan, öğlen güneşinin ve deniz tuzunun içine işlediği ışıklı öğleden sonralarında; arkadaşlarla yapılan yüksek sesle okuma akşamlarında ya da Capri’ye düzenlenen gezintilerde veya Napoli’de karnavalda; dünyanın en güzel körfezi boyunca sıralan­mış küçük kasabalara yapılan gezilerde, eskilerin denizkızlarını duyduklarını sandıkları bu topraklarda; hayatının ilk aforizmalarını -ki müsveddelerinin başlığı hâlâ Sorrentiner Papiere’dir- yazmak­la geçen o sabahlarda Nietzsche filozof olmaya karar verir.

Nietzsche odasının balkonunda Sorrento’nun tam karşısında yer alan Ischia Adası’nı fark eder. Bu volkanik ada, hem gerçek hem hayali bu mekân Zerdüşt’ün müritlerinin adalarına, “mutlu­luk adaları”na model olur. İşte Nietzsche’nin hastalığının acıları arasında yeniden keşfettiği şey budur: öngörü, projeler, gençliğinin vaatleri. Çoktan gömülmüş bir geçmişin kalıntıları gibi değil de umutsuzluğa kapılmış ve yolunu şaşırmış birine hayatının bir son­raki yolunu hatırlatmak için geçmişten gelen bir ses gibi. Ischia, Zerdüşt'ün “mezarlar adası”na model olan Venedik lagünü mezar­lığı San Michele değildir. Çöken bir şehirde  her şeyi muhafaza eden ve yavaş yavaş çürüten lagün denizinin ortasında sessiz bir ada değildir. Ischia geçmişin hatırasını veya nostaljisini temsil etmez, yeraltı volkanik güçlerin unutuş denizini delip gün ışığına çıktığı yerdir. Ölen bir medeniyetin alacakaranlığı değil yeni bir kültürün 3000 yıllık bir tarihin üstünde sivrilmesinin seher vaktidir.

 32 ve 33 yaşlarında, yolun tam ortasında, geçmiş ve geleceğin gerilimi arasında Nietzsche; çocukluk günlerini, hayatının önceki zamanlarını, "çoktan unutulmuş veya kaybolmuş insanları” hayal eder sık sık. Bu, çocukluk zamanının geride kaldığının elle tutulur işaretiyken tam da o sıralar değerli ustası Friedrich Ritschl’in, anneannesinin ve eşki meslektaşı Basel Üniversitesi klasik filoloji profesörü Franz Gerlach’ın ölüm haberlerini alır. Schopenhauer’a göre felsefe ölüm üzerine derin düşünmeyle başlar. Ama Sorrentiner Papiere’in tam ortasında Spinoza’nın şu esrarlı kelimeleri bulunuyordur:  Homo liber de nulla re minus quam de morte cogitat et ejus sapientia non mortis sedvitx meditatio est.


“Özgür insa­nın ölümden daha az düşündüğü hiçbir şey yoktur ve onun bilgisi ölüm üzerine değil hayat üzerine derin düşünmesinden gelir.”