Kulübe Güncesi: Mevsimler

 "Bir tepenin güneyine kalacak yerimi yapacağım ve Tanrıların bana bahşettiği hayatı yaşayacağım. Güneşle güneş arasında bana bahşedilen şeyleri şükranla kabul etmek başlı başına bir iş değil midir? ... Çok yakında gidip sadece rüzgârın sazların arasından fısıltısının duyulduğu göl kenarında yaşamak istiyorum. Kendimi geride bırakırsam bunu başarmış olacağım. Arkadaşlarım, oraya gidince ne yapacağımı soruyorlar. Mevsimlerin gelip geçmesini seyretmek başlı başına bir iş değil midir?"


1844’ün sonbaharında Ralph Waldo Emerson, Walden Gölü kıyısındaki ağaçları kesilmekten kurtarmak için birçok orman arazisi satın alır.

5 Mart 1845’te Thoreau'ya yazar:

‘Bu dünyada senin için Funda adını verdiğim (Walden'daki) araziden daha uygun bir yer göremiyorum: oraya git. kulübeni yap ve en büyük planını uygulamaya, canlı canlı kendini yemeye başla.”



               

     
           
 


Kulübe Güncesi: "Kulübe, tercih edilmiş yalnızlıktır."


"Bir evdeki her köşe, bir odadaki her duvar köşesi, insanın sıkışıp büzüşmek istediği her küçük mekân, imgelem için bir yalnızlıktır, yani tohum halinde bir oda, tohum halinde bir evdir."

*
 Mekanın Poetikası
Gaston Bachelard
 

Kulübe Güncesi: Yabanmersini



"Yabanmersininin tadını öğrenmek istiyorsanız bir sığırtmaca ya da kekliğe sorun. Hiç yabanmersini toplamamış birinin bu meyvenin tadına vardığını sanmak genel bir hatadır. Ebedi Adalet hüküm sürdükçe, tek bir masum yabanmersini bile kırdaki tepelerden oraya, şehre taşınmayacaktır."

Thoreau'nun yabanmersini hakkında söyledikleri bana uzun bir süre önce Duvar isimli romanını okuduğum Marlen Haushofer'in (1920 - 1970) yediklerimiz (yedirdikleri) ve yumurtalar üzerine söylediği çarpıcı sözleri hatırlattı:

" Yediğimiz her şeyin tadı kaçtı. Tavuğun, domuzun ve dananın tadı, su emmiş sünger gibi. Her şey giderek pahalanıyor, giderek lezzetsizleşiyor ve buna karşılık cafcaflı paketlere konuluyor. Yakında kimsenin yemeyeceği şeftalileri neye dönüştürdüklerini düşünmeden edemiyor insan. Sosislerin ise sözünü bile etmeyelim. Tereyağlı, eski usül tek bir ekmek dilimi için bütün refahımı verirdim.

" Bayat bir tadı var yumurtaların, hep böyle yapıyorlar, kaldı ki keyifle eşelenen tavukların değil de, bir yerlere tıkılmış, uğursuz yaratıkların yumurtaları olduklarını öğrendiğimden beri hiç şaşırtmıyor bu beni. Bu yumurtalar, onların öcü. Elbette ben bu zavallı robotların tarafını tutuyorum. Utanç duyulası hareketimizi cezalandırmak için çok daha berbat olmalıydı yumurtaların tadı."

 

Kulübe Güncesi: "Eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi."

 



"Eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi." 

Thoreau'dan (1817 - 1962), Walden anılarından, çapa ile felsefe yapışından çok hoşlandığımı söyleyemem, ama yine de okudum. Walden Gölü'nün kıyısında, en yakın eve bir mil uzaklıkta yer alan ıssız bir ormanda inşa ettiği kulübede iki yıl iki ay kadar yaşamış. Kasabalılardan en çok da ne yiyip ne içtiği, yalnızlık çekip çekmediği ya da öyle ıssız bir yerde korkup korkmadığı gibi sorulara maruz kalmış. Benim de geçen haftalarda benzer türde sayılabilecek sorulara acemi bir muhataplığım olmuştu. Ormanda yapabilir misin, diye sormuştu genç bir arkadaşım. Yapamam demiştim, nasıl, neyle yapılır, nereye sıçılır bilmem çünkü. Bazı kaprislerim var ki vazgeçemem, doğru, düzmece biriyim ben ama ikiyüzlü değilim diye de eklemiştim. Thoreau bile Walden'daki yaşamına iki yıl dayanabilmiş: ("Ormanı tıpkı oraya gidişiminki gibi iyi bir sebeple terk ettim. Belki de bana öyle geldi; yaşayacağım birkaç hayat daha vardı ve bu bir tanesi için daha fazla zaman kalmamıştı.") Parasız yapabilir misin, diye sordu. Yapamam. Thoreau'nun anlatısında uzun uzun söz ettiği yirmi sekiz yaşında odunculuk ve direkçilik yapan Kanadalı genç bir işçi var: "günde elli direk dikebilen, dünkü yemeğinde köpeğinin yakalamış olduğu bir dağ sıçanını yemiş olan biriydi. O da Homer'i duymuştu ve "eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi."  Ne hakkında yazdığını bilmese de, ona göre Homer büyük bir yazardı. Daha basit ve doğal birini bulamazdınız. Yabancı birine, genel olarak hiçbir şey bilmiyormuş gibi görünürdü. Fakat onda bazen daha önce hiç görmemiş olduğum bir adam görürdüm. Bu adamın Shakspeare kadar bilge mi olduğunu yoksa bir çocuk kadar basit ve cahil mi olduğunu, ondan ince ve şiirsel bir bilinç mi yoksa aptallık mı beklemem gerektiğini bilemezdim. Birleşik Devletler'de çalışıp sonunda, belki de kendi ülkesinde, bir çiftlik alacak kadar para kazanmak için on iki yıl önce Kanada'dan ve baba evinden ayrılmıştı." 


Thoreau bu genç işçiye Parasız yapabilir misin diye sorduğunda, genç işçi ona paranın sağladığı kolaylıklardan söz etmek için şöyle bir örnek verir: Eğer bir öküz sahibi olsaydı ve dükkandan iğne iplik almak isteseydi her seferinde alacağı şeylere karşılık hayvanın bir kısmını ipotek etmek önce oldukça zahmetli, daha sonra ise imkansız hale gelecektir." :) (Pecunia sözcüğünün Latince para anlamına geldiğini ve sığır anlamına gelen pecus sözcüğünden türemiş olduğunu da öğrenmiş oldum böylelikle.)

Kulübe Güncesi: Balık Tutmak

 



" Balık tutmaya karşı olarak düşünebildiğim insaniyet tanımı bana yapay geliyordu ve bu durum duygularımdan ziyade felsefemi ilgilendiriyordu. Yalnızca balıkçılıktan bahsediyorum, çünkü uzun zamandır kuş avlama konusunda farklı düşünüyordum, ormana gelmeden önce silahımı satmıştım. Diğerlerinden daha az merhametli değildim, yalnızca balık tutmak kendimi kötü hissettirmiyordu. Ne balıklara ne de solucanlara acıyordum, böyle alışmışım.

... Son yıllarda, özsaygımı az da olsa yitirmeden balık tutamadığımı tekrar tekrar fark ettim. İnsanın etçil bir hayvan olması bir rezalet değil de nedir? Nasıl ilkel kabileler daha uygar insanlarla iletişime geçtiğinde birbirlerini yemeyi bıraktılarsa, insanlık da aşamalı gelişiminin bir noktasında hayvan yemeyi bırakacaktır."

*
Walden
Ormanda Yaşam

Kulübe Güncesi: Sivil İtaatsizlik



 Thoreau Meksika Savaşını mali açıdan desteklemek için çıkarılan vergileri ödemeyi reddettiği için tutuklanır. Emerson onu görmek için hapishaneye gittiğinde "içerde ne işin var?” diye sormuş, bunun üzerine Thoreau da 'Asıl senin dışarda ne işin var? karşılığını vermiştir.

Thoreau'nun Sivil itaatsizlik örneği beni Arendt'in tartışmaya açtığı vicdan sorununa bağladı ama çok sokulmayacağım şimdilik.

"Altı yıldır şahıs başına ödenen vergiyi hiç ödemedim. Bu sebepten bir defa hapse atıldım ve bir gece yattım; iki-üç fit (60-90cm) kalınlığındaki sağlam taş duvarları, bir fit kalınlığındaki tahta ya da demir kapıyı, ışığı süzgeçten geçiren demir kafesi inceleyerek ayakta dururken bana kilit altına alınacak etten ve kemikten ibaret bir canlı gibi davranan bu kurumun aptallığına şaşırmadan edemedim. Acaba beni buraya kapamanın yapılacak en iyi şey olduğunu iyice düşündü mü ve benden başka türlü yararlanmayı hiç aklına getirmedi mi diye düşündüm. Hemşehrilerimle aramda taştan bir duvar olduğunu gördüm; ama onların benim kadar özgür olmadan önce, önlerinde tırmanmaları ya da yıkıp geçmeleri gereken çok daha zorlu bir duvar vardı. Bir an için bile içeri kapatılmış hissetmedim kendimi, duvarlarsa boşa harcanan taş ve çimento olarak göründü gözüme. Hemşehrilerim arasında vergisini veren tek kişinin ben olduğumu hissediyordum. Bana nasıl davranacaklarını bilmedikleri için iyi terbiye almamış biri gibi davrandılar. Her tehditte ve her komplimanda bir gaf yapıyorlardı; tek istediğimin duvarın öte yanına geçmek olduğunu sanıyorlardı. Düşüncelerimin üzerine kapıyı kapatıp kilitliyorlardı, ama düşüncelerim engel ya da izin tanımaksızın onları takip etmeye devam ediyordu ve tehlikeli olduğu sanılan sadece bu düşüncelerdi. Bana ulaşamadıklarından vücudumu cezalandırmaya karar vermişlerdi; tıpkı yaramaz erkek çocukları gibi, kin besledikleri adama bir şey yapamayınca köpeğine eziyet ediyorlardı. Devlet’in yarım akıllı olduğunu gördüm, gümüş kaşıklarıyla oyalanan yalnız bir kadın gibi ürkekti, dostunu düşmanından ayıramıyordu; Devlet’e olan tüm saygımı yitirip ona acımaya başladım."


Thoreau'nun Walden günlüğünde yer alan tutuklanış öyküsü:

Kulübe Güncesi: Gerçek



"En güzel elbiselerinizi bir bostan korkuluğuna giydirip yanında sünepe bir halde dikilirseniz, yoldan geçen herkesin sizi değil, korkuluğu selamladığını göreceksiniz

Sevgiden, paradan ve ünden ziyade gerçeği verin bana. Gerçek zenginliğin tadını çıkaran yoksulluğu verin bana."

Kulübe Güncesi: Orfe

 Davetler, eş dost ziyaretleri, kasabanın yılgınlık veren dedikodu ortamından uzaklaşmak ve yalnızlığını korumak için Thoreau'nun hoş bir tavsiyesi var: "Lirini çalıp yüksek sesle tanrılara övgüler söyleyerek sirenlerin seslerini boğan ve tehlikeden uzak duran Orfe gibi yüce şeyleri düşünüp zihni meşgul ederek bu tehlikelerden kaçmalı."

Kulübe Güncesi: Tapınaklar




 Bir bilgine başvurmak yerine, bu civarda nadir görülen uzak bir çayırın orta yerinde, bir ormanın ya da bataklığın derinliklerinde ya da bir tepede dikilen belli ağaçları sık sık ziyaret ettim.

Mesela çapı iki ayak olan güzel örneklerini gördüğümüz kara huş ağacı, kara huşun en az onun kadar güzel kokan ve altın renginden gevşek bir gövdesi olan kuzeni sarı huş ağacı, çok düzgün bir gövdesi olan, yosunlarla güzelce boyanmış, birkaç örnek dışında her ayrıntısı kusursuz kayın ağacı...

              

Kulübe Güncesi: Kapı

 


"Duvar suskundur,
kapı ise konuşur."

Kapı yaptım bugün. Düz oturmayınca ters yaptım. 🙂 Zaten düz bir şey yok hayatımda, her şey ters. Sağlam oldu ama, sıcak oldu içerisi. Kapısı da olunca bir şeye benzedi kulübe. Birkaç yer kaldı hava giren, onlar da yarına. Bugün pencere kenarındaki masama gönlümce oturup okuyup içemedim. Kapı bitti, gün bitti.

              


   

Kulübe Güncesi: Pencere

 "Evim bir tepenin yamacında, daha geniş bir ormanın hemen kıyısında, çıralı çam ve cevizden oluşan genç bir ormanın ortasında ve tepe aşağı dar bir patikayla ulaşılan gölden birkaç metre uzaktaydı. Ön bahçemde, çilek, böğürtlen, ölmez otu, kantaron, altın başak, bodur meşe, vişne, yabanmersini ve yerfıstığı yetişiyordu."



Hafta boyunca günün yarısı kulübe ve çevresini temizlemekle geçti. Neredeyse çöplüğe dönmüştü ve ormanın iç kısmını temizlemem şimdilik imkansız gibi. Burayı çok da sahiplenmeden en azından kışın ara sıra gidip vakit geçirebileceğim bir yere dönüştürmek istedim



Benim haricimde gelip gidenler oluyor sanırım; bıraktıkları çöpler haricinde henüz kimseyle karşılaşmadım. Ama bir tahtanın üzerine beyaz spreyle temiz tut diye yazdım. 

Tefekkür I


Tefekkür I: Sükunet

Adeta işimiz gereği düşünen biz hepimiz, sıkça düşünceden-kıtız, pek de kolayca, düşünce-si- ziz. Düşüncesizlik, günümüz dünyasında her yere girip çıkan garip bir misafirdir. Çünkü günümüzde her şey en hızlı ve ucuz yolla bilgiye ulaşılır ve aynı anda hızlıca unutulmuştur.

Artan düşüncesizlik, bundan dolayı günümüz insanının iliklerine işleyen bir sürece dayanır. Günümüz insanı, düşünmeden kaçıştadır. Düşünceden bu kaçış, düşünce-sizliğin nedensel temelidir. Ama bu kaçışı insanın ne görmek ne de itiraf etmek istediği gerçeği, düşünceden kaçışın bir parçasıdır. Günümüz insanı, düşünceden bu kaçışı doğrudan reddedecektir çünkü İnsan, bugünkü gibi hiçbir çağda bu kadar çok plan, bu kadar fazla araştırma, bu kadar tutkulu bir şekilde inceleme yapılmamıştır.

Hesaplayan düşünme, hesap yapar. İlerlemiş, daima umut, gelecek vaat eden, aynı zamanda uygun olanaklarla hesap yapar. Hesaplayan düşünme, bir fırsattan diğerine acele ettirir. Hesaplayan düşünme, hiç durmaz, sükûnetle düşünmeye varmaz. Hesaplayan düşünme, bir sükûnetle derin düşünme değildir, var olan her şeyde işleyen anlam üzerine tefekkür etmez.

Kendi tarzlarında yetkili ve gerekli olan iki düşünme türü vardır: Hesaplayan düşünme ve sükûnetle derin düşünme.

Fakat, günümüz insanının düşünmeden kaçışta olduğunu söylediğimizde bu tefekkürü kastederiz. Yalnız, o tarzda karşılaşılır ki sırf tefekkür, fiili gerçeklik üzerinde ansızın süzülüp muallakta kalır. Zemini kaybeder. Mevcut meselelerin üstesinden gelmeye elverişli değildir. Pratiğin icrası için bir şey ortaya koymaz.

Ve nihayet denir ki sırf tefekkür, devamlı sükûnetle düşünme, sağduyu için çok “yüksek”miş. Bu mazerette, sadece bir şey doğrudur ki, sükûnetle derin düşünmenin kendisinden, tıpkı hesaplayan düşünme gibi pek az şey ortaya çıkar. Sükûnetle derin düşünme, bazen daha yüksek bir gayreti talep eder. Daha uzun öğretilerek çalışılmayı ister. Başka her hakiki zanaattan daha ince, hassas bir itina ve dikkate ihtiyaç duyar. Tıpkı köylü gibi ekinin yeşerip yeşermediği, olgunlaşıp olgunlaşmadığını, bekleyebilmelidir.

Neden? Çünkü insan, düşünen, yani derin düşünceye dalan varlıktır.


*

Görsel: Heidegger'in Kulübesi (Renaud Camus)

*

Olmaya Bırakılmışlık'tan

Tefekkür II


Johann Peter Hebel, bir defasında yazar ki: “-Kendi kendimize ister itiraf edelim, ister etmeyelim- biz, eterde çiçek açıp meyve verebilmek için kökleriyle topraktan yükselmek zorunda olan bitkileriz”

Şair şunu söylemek ister: Hakikaten şen ve şifalı insan eserinin yetişmesi gereken yerde insan, vatan toprağının derinliğinden etere doğru yukarıya çıkıp yükselmek zorundadır. Burada eter, yüksek göğün serbest havası, ruhun açık alanı anlamına gelir.

Tefekkür ederek şunu soracağız: Johann Peter Hebel’in söylediği şeyin günümüzdeki durumu nedir? Yer ile gök arasında insanın şu sakin iskanı hâlâ var mıdır? Ülkenin üstünde düşünceye dalan bir ruh hükmeder mi hâlâ? Toprağında insanın her daim bulunduğu, yani toprağa meskûn olduğu sağlam köklü vatan var mıdır?

Her saat ve her gün, radyo ve televizyon istasyonlarınca büyülenmişler. Her hafta film, hiçbir dünya olmayan bir dünyayı uyduran, alışılmamış, çoğu kez sıradan tasavvur mahallelerine alıp götürür onları. Her yerde, “resimli gazete” bulunur. Modern teknik haberleşme araçlarının insanı her saat onlarla cezbettiği, saldırdığı ve sürüklediği her şey, işte tüm bunlar bugün insana, çiftlik çevresindeki hususi tarladan, vatanın üstündeki gökten, gece ile gündüzün akışından, köydeki örf ve adetten, vatan dünyasının geleneğinden çok daha yakındır.


Tefekkür III



Tefekkür III: Şeylere Bırakılmışlık

Birileri için büyük kapsamda, bir diğerleri için küçük kapsamda, hepimiz için teknik dünyanın kuruluşları, aygıtları, makineleri bugün vazgeçilmezdirler. Teknik dünyaya körü körüne karşı koşmak, budalaca olacak. Teknik dünyayı şeytan işi olarak lanetlemeyi isteme, basiretsiz olacak. Biz, teknik nesnelere muhtacız; teknik nesneler bizi hatta, gittikçe daha da artan ıslaha çağırıp meydan okur. Ansızın ama biz, teknik nesnelere o kadar sıkı tertip edilmişiz ki esaretlerine maruz kalırız. Ne var ki başka bir şeyi da yapabiliriz.

Teknik nesnelerden gerekli faydalanmaya “evet” diyebiliriz ve aynı zamanda, bizi sadece meşgul edip zorlayarak özümüzü eğriltmelerini, karıştırmalarını ve son olarak ıssızlaştırmalarını onlara yasaklarsak, “hayır” diyebiliriz. Fakat teknik nesnelere bu şekilde eşzamanlı olarak “evet” ve “hayır” dersek, o zaman teknik dünyayla ilişkimiz belirsiz ve çelişkili olmaz mı? Tam aksine. Teknik dünyayla ilişkilenmemiz, olağanüstü bir biçimde basit ve sakin olur. Gündelik dünyamızın içine teknik nesneleri bırakırız ve aynı zamanda bu nesneleri dışarda bırakırız, yani mutlak bir şey olmayan, aksine bizzat daha yüksek bir şeye muhtaç Şeyler olarak sükûn edip kendi kendilerine dayanmalarına bırakırız. Teknik dünyaya eş zamanlı evet ve hayır tutumunu eski bir söz ile nitelemek isterim ki bu, Şeylere Bırakılmışlıktır.


*

Olmaya Bırakılmışlık'tan

*

Görsel: Heidegger'in kulübesindeki en modern şey, 1962'de Küba-Krizi ile ilgili haberleri dinlemek için satın aldığı küçük bir radyo. ( called Cuba-Radio) Sularını kuyudan çeker. İlk yıllarda kulübede elektrik yoktur. 1931'de bir elektrik bağlantısı elde ederler.

 

Kulübe Güncesi: Heidegger'in Kulübesi



Heidegger kulübenin temel konforunun; kendisini alışılmadık bir titizlikte, dağın havası ile ormandaki hayvanların ve bitkilerin doğasıyla -ki bunların algılanan hareketleri ile varoluşun sınırlarını belirlemek isterdi- temas ettirdiğini hissetmişti. Heidegger felsefi otoriteyi, bu şeylerde ve doğada olanlarda bulduğu düzene dayandırmıştı. Onun için Todtnauberg, inzivaya çekildiği anlarda dünyayı ölçüyordu. En derine geri çekilişte neredeyse manastır yaşamına özgü bir mevcudiyet rutini aracılığıyla kulübeye ve onun dağlarına cevap verdi; yaşamın kutsal bir anlamı olduğuna ve bu rutin içinde yaşamın şekillendiğine ilişkin inancını doğrulayarak.



Bu ufak yapı filozofun esas başlangıç noktasıydı, [yapının] kendine has özellikleri filozofun yaşamının ve çalışmalarının kendine has özelliklerine şekil veriyordu.



Kulübenin ve çevresinin Heidegger'e; onu derin bir şekilde düşünmeye ve temaşa etmeye sevk eden şeyleri ve olayları sunduğu açıktır. Todtnauberg, onun deneyimlerini yoğunlaştırmış ve duygusal eğilimlerini uygun bir duruma getirmiştir. Oradaki koşullar, filozofun kendi düşünmelerinde hissettiği derin yoğunlaşma anlarını bildirir. Kulübe Heidegger'in fiziksel ve metinsel mevcudiyetini temsil eder. Kulübenin ve kır manzarasının içinde düşünülmüş olarak Heidegger'in bazı sözleri, kendi varoluşuna dair anlayışı ve kendi düşünmesinin yapısını oluşturan kavramsal öğeleri içerir.

Adam Sharr

Kulübe Güncesi: Derin İlişkiler


"Dilin bir enformasyon aracı olarak tasarlanışı günümüzde kendisini en uç noktaya kadar dayatır. İnsanın dil ile olan ilişkisi bizim henüz menzilini ölçemediğimiz bir değişim içerisinde kavranmaktadır. Bunun yanı sıra, bu değişim süreci doğrudan engellenemez. Dahası o, tam bir sessizlik içerisinde meydana gelir. Gerçi günlük hayattaki dilin bir anlaşma aracı olarak göründüğünü ve böylesi bir araç olarak yaşamın olağan ilişkileri için kullanıldığını kabul etmeliyiz. Ancak olağan ve alışılmış ilişkilerin dışında da birtakım başka ilişkiler mevcuttur. Goethe bu başka ilişkilere, "derin olanlar" adını verir ve dil ile ilgili olarak şunları söyler: Sıradan yaşam içerisinde biz, sadece yüzeysel bir takım ilişkilere işaret ettiğimiz için yetersiz bir dil ile idare ederiz; "Derin ilişkiler" mevzubahis edilir edilmez, derhal başka bir dil işe koyulur: Şiirsel dil."

Heidegger

Kulübe Güncesi: Manzara

 

Heidegger neden taşrada kalmıştı? O taşrada kalmıştı; Çünkü o kırsal alandan sadece "hoşlanan" ve onu "seyreden" kentlileri hor görmektedir. Heidegger eski bir masalı hatırlatıyor; Karla kaplı tepenin kenarında tarlasını süren bir çiftçi, bu dağın güzelliğini "görmez." Çünkü o bu dağla özdeşleşmiştir, çünkü o doğayı hiç de "kırsal alan" olarak "küçük görmez."; çünkü o kendisiyle ve çevresiyle birlik içindedir; çünkü o bu birlik içinde olma halini refleksiyondan tamamen arınmış bir şekilde yaşamaktadır. O, kendisini "özne" doğayı "nesne" diye ayıran refleksiyona tamamen yabancıdır. Ve bu birlik, tam da Heidegger’in iştiyakla istediği şeydir.


Paul Huhnerfeld



"... Ben bile aslında hiçbir zaman manzarayı böyle inceden inceye yoklamam. Mevsimlerin büyük iniş ve çıkışlarındaki saatlik, günlük-gecelik değişimlerini seyre dalarım. Dağların ağırlığı ve kütlelerinin sertliği, çam ağaçlarının temkinli büyümesi, parlayan, çiçeklenen çayırların sade ihtişamı, uzun güz akşamlarındaki dağ deresinin şırıldaması, derin karla kaplı düzlüğün sert sadeliği, bütün bunlar -gündelik varoluş boyunca- orada yukarıda sürer gider ve ardarda gelir ve salınır durur. Ve bu manzara, yine de, yapmacık anlardaki keyifli bir dalış ve yapay bir empatide değil, aksine kendi varoluşunu, sadece, “çalışma”nın içerisine yerleştirdiğinde bulur. Bu dağ gerçekliği için mekânı “sadece” çalışma “açar”. Çalışmanın gidişi manzarada olup bitenlere gömülmüştür. Soğuk kış akşamında sert bir kar fırtınası vuruşlarıyla kulübenin etrafında kıyameti kopardığında ve herşey karla kaplandığında ve örtüldüğünde, “o zaman” felsefenin yüksek zamanıdır.

Kulübe Güncesi: Ev ve Kulübe


Heidegger'in Freiburg'daki evi.


Hiedegger için ev; daha konforlu, daha halka açık, insan ilişkilerine daha yakın olarak, asla kulübe kadar güçlü olamazdı. Ev, varlığa dair soruların üstünü örtmek yerine vurgulamak konusunda yeteri kadar özsel değildi.

Ev; taşraya yönelik istekler ile banliyö arasındaki gerilime; şehre, ulaşım araçlarına yakın olmanın modern konforunu içeren bir aile evi inşa etme isteğine işaret etmektedir. Öyle gözükür ki modern konfor, Freiburg'daki evin inşa edilmesinde göz önünde bulundurulan temel öğelerden biridir. Ancak bu durumun Todtnauberg'deki kulübenin inşasında da geçerli olduğuna ilişkin bir işaret yoktur. Dahası ev hem sosyal hem de estetik açıdan görünüşüne özen gösterilmiş şekilde tasarlanmıştır. Heidegger'in Freiburg'daki evde varoluşu -onun uzun yıllar asıl kaldığı yer Todtnauberg değil, burasıydı- dağda sürdürdüğünden daha farklıymış gibi gözükür. Bu varoluş, Heidegger'in kulübe yaşamında pek gözükmeyen sosyal ve düşünsel öncelikleri yansıtmıştır. Heidegger'in ev hakkında yazmamış olması; dağlardaki münzevi varoluşa ilişkin ifade ettiği heves ve dağdaki felsefi tınlamaya ilişkin görüşü ile karşıtlık içinde düşünüldüğünde, şehirdeki eve ve aile yaşamına ilişkin yaşadığı duygusal ikileme işaret eder.


Filozof, kulübede sürekli kalan biri değildi, ayrıca Marburg'da ya da Freiburg'da da kalırdı; Gerçekten de kulübenin bakımı Heidegger'in üniversiteden aldığı maaşa bağlıydı. Bu diğer yaşamın öncelikleri Todtnauberg'de araya giriyordu: Heidegger metinlerini farklı uç bağlamlarının ve nasıl yorumlanabileceğinin farkında olarak yazmıştı ve daha şaşırtıcı olanı, daha sonraları kulübeye elektrik ve telefon hattı bağlanmasına izin vermiş olmasıdır. Heidegger her fırsatta dağdaki düzenini aramıştı ama bu arayış asla geçici bir şeyden fazlası değildi. Akademiye öncelik vermekten gitgide uzaklaşıp dağdaki yuvasına yakınlaşırken -kısmen kendi tercihi ve kısmen de zorunlu olarak- şehir ve taşra yaşamını paralel olarak sürdürdü.

Adam Sharr


Kulübe Güncesi: 1933 / Ernst Junger

Yaptığı hata için özür dilemesi gereken Heidegger değil, onu yanıltmış olduğu için asıl Hitler'in ondan af dilemesi gerekir.

 Heidegger 1933'te yanıldı ve yanıltıldı... Bir yazar, bir sanatçı, bir filozof, onu yolundan saptırmakla kalacak her türlü siyasal katılımdan uzak durmalı. Düşünür siyaset batağına batmamalı ve onun kendisine bulaşmasına izin vermemeli. Heidegger'le bunu sık sık konuştum; yanılgısı için hiçbir mazeret göstermiyordu, üstelik bu yanılgı onun gözünde düşünceye karşı yapılmış bir hata, ağır bir düşünsel yanlıştı. Bunu yapmakla, "kötü güçler" diye adlandırdığı kişilerin kefili durumuna düşmüştü. Heidegger'in doğası onu suskunluk içinde çalışmaya itiyordu. Oysa bir biçimde kendini gösterebilir, hiç değilse 1938'de, Kristal Gece'den sonra da olsa bir işaret verebilirdi. Ancak sanırım onun derslerinde geçen, ve bir öğrencisinin bana anlattığı gibi rejimin insanlık dışı tutumu, aşağılık propagandaları ve cinayetleri hakkında pek çok bilgi veren bölümlerin bilinmesini sağlamak doğru olur. Bugün, o dönemin belirsizliklerini kestirmek zor. Weimar Cumhuriyeti bizi düş kırıklığına uğratmıştı. O günlerde birçok Alman, yaşamın sürdürülebilmesi için bir şeylerin değişmesi gerektiğini düşünüyordu. Yenilik istiyoruz, diyorlardı. Buna yolsuzluk ve skandallarla, enflasyonla, milliyetçi çevrelerin etkinliğiyle ve sokaktaki huzursuzluğun beslediği Bolşevizm'den duyulan korkuyla zehirlenen havayı ekleyin. Buna bir de siyasal deneyim yokluğunu ve düşünce yoksunluğunu ekleyin.

Dostoyevski'nin Ecinniler ve Karamazov Kardeşler'deki uyarıcı işaretler taşıyan sayfalarını yeniden okuyordum. Hitler bana iğrenç ve tehlikeli görünüyordu; Berlin'deki mitinglerde izlediğim taraftarlarının bayağılığı, hoyratlığı, kabalığı ve Yahudilere karşı besledikleri saplantılı kin beni tiksindiriyordu. Bunu taşrasına çekilmiş olan Heidegger görmüyordu, ama ben olayların içindeydim. 1933'te, siyasal deneyimi olmayan Heidegger, Hitler'i benim daha o gün görebildiğim gibi göremezdi. Basında ve radyolarda yayımlanan vaatlerine kandı, ta ki 1934'te rektörlükten istifa edene kadar.



İnsanlar bu söylevleri dinlerken şöyle diyorlardı: işte nihayet, Versailles Antlaşması'nı bozmaya gücü yetecek kudretli bir adam. Ben kendim de genç bir Fransız subayının 1871 bozgunundan sonra karşılaşmış olabileceği duruma benzer bir durumdaydım; öylesine bir bozgundan sonra öncelikle istenen şey, bataktan başı dik çıkabilmektir. O sırada, aklını yıllardır her türlü siyasetin dışında kalan üniversite reformu tasarısına takmış olan Heidegger'in dileği de buydu. Sonuçta bütün bunlardan hiç iyi bir şeyin çıkmayacağını, benim de düşündüğüm gibi Hitler'in Almanya'nın bütün umutlarını suya düşüreceğini anladı. 1934'teki Roehm cinayeti ve sonraki caniliklerin bir ön belirtisi gibi SA'ların tasfiye edilişi birçok Alman'ın gözünde diktatörlüğün alçak yüzünü açığa vuran dönüm noktalarıydı. Ama artık geri dönmek için çok geçti. Seçimlerin en berbatını yapmış olduklarını fark edenler için vakit geçmişti. Artık fazladan tek bir söz özgürlüğünüze ve hayatınıza mal olabilirdi. Polis gücünün seferberliği ve zırhlıların konuşlanışı karşısında tek başlarına birkaç bireyin elinden ne gelir? Bana gelince, Nietzsche'yi okumakla uzun zamandan beri boş hayallere karşı bağışıklık kazanmıştım.

Zavallı Heidegger, bu yanılgıyı çok pahalı ödedi. Aslında ondan ve yapıtından yükseklik ve derinlik terimleriyle söz etmek gerekir. O üç bin yıl sonra da okunuyor olacak."

Kulübe Güncesi: Requiem for Martin Heidegger


Is he in heaven, or is he in hell?
Heidegger Hi



Requiem for Martin Heidegger (HAI DIKKE HAI!)

Und wie steht es mit das Nichts?
Was können wir sagen von das Nichts
Ist das Nichts gar ganz nichts
oder gibt es auch noch eine nichtende Nichtigheit
Das Nichts! Das Nichts!
Heidegger Hi,

Where he's gone, no one can tell
Is he in heaven, or is he in hell?
Heidegger Hi, 

the truth of being is that being is the truth
And if you ask me further, na! dann sag' ich schluß 
Heidegger Hi, 

In the middle of the winter of '76
Heidegger passed into the nix
The question is raised: what happened to his soul
Can we dig it up, or did it join the whole? 
Heidegger Hi.

Kulübe Güncesi: Kıryolu / Heidegger

KIRYOLU



Martin Heidegger 

Çev. Erdal Yıldız - Engin Yurt


DER FELDWEG

Burada çevirisi sunulan metin, Heidegger’in belki de felsefi ve edebi yazma tarzının en iç içe girdiği metinlerden biri olması açısından önemlidir. Heidegger’in çoğu felsefi eserini Freiburg’a yakın bir dağ kulübesinde yazdığı göz önünde bulundurulduğunda, onun felsefi düşünme ile doğaya yakın olma arasında doğrudan bir bağ kurduğu açık bir şekilde kendini belli eder. Bu yazı da, Heidegger’in kurduğu bu bağın en saf hâllerinden biri olarak okunmalıdır. Heidegger’in burada ortaya koyduğu düşünme tarzı, onun kehre döneminde kendini belli etmeye başlayan ve geç döneminde tamamen yer etmiş düşünmenin ilk esintilerini vermektedir.


Kıryolu, bahçe kapısından dışarı Ehnried’e doğru uzanır. İster Paskalya zamanında, serpilen ekinlerle uyanan çimenler arasında ışıl ışıl parlıyor olsun ya da ister Noel vakti kar yığınlarının altında en yakın tepenin ardında gözden kayboluyor, şato bahçesindeki yaşlı ıhlamur ağaçları duvarın üzerinden bu kıryolunu seyre dalarlar. Patika, Dörtyol ağzından sonra ormana doğru kıvrılır. Ormanın kıyısından geçerken, altında kabaca çatılmış bir bankın durduğu ulu bir meşe ağacını selamlar.

Bazen bankın üzerinde, gençliğin verdiği acemiliğin okuyup anlamaya çalıştığı, büyük düşünürlerden bazılarının şu ya da bu yazısı bulunur. Muammalar üst üste yığılıp hep birbirine dolandığında ve bir çıkış yolu yokmuş gibi gözüktüğünde, kıryolu yardıma koşar. Zira o, uçsuz bucaksız kıraç araziyi kateden kavisli bu yolda, yürüyen kişiye sessizce eşlik eder.

Zaman zaman, Düşünme bu yazılarda ya da kendi düşünme çabalarında sıkıştığında, kıryolunun kırda açtığı patikada yürür. Kıryolu, sabah erkenden ekinleri biçmeye giden çiftçinin adımlarına ne kadar hazırsa, düşünürün adımlarına da o kadar hazırdır.

Seneler içinde daha sık bir şekilde, yolun kenarındaki meşe ağacı erken oyunu ve ilk karara dair anılarımı akla getirir. Bazen ormanın derinliklerinde bir meşe ağacı balta darbesiyle devrildiğinde, baba hemen dikkatini ağaçlara vererek ormana girer ve şimdi kesilen ağaçların yokluğundan oluşan ormandaki güneşli aydınlık bölgeyi arardı, payına düşen odunları toplayıp atölyesinde kullanmak için. Zaman ve zamanda-gelip-geçicilik ile kendi ilişkilerini sürdüren çan ve saat kulesindeki işine mola verdiğinde, ormanın bu kısmında özenle bir şeylerle uğraşırdı.

Kulübe Güncesi: Şair Olarak Düşünür

 DÜŞÜNME DENEYİMİNDEN


Martin Heidegger

Çev: Erdal Yıldız - Engin Yurt


Burada çevirdiğimiz şiirler, ilk olarak 1954 senesinde yayınlanmış olsa da, Heidegger’in bir notuyla öğrendiğimiz üzere 1947’de yazılmışlardır. Heidegger’in özellikle geç dönem düşünmesinde büyük önem atfettiği düşünme ve şiir arasındaki ilişki göz önünde bulundurulacak olunursa, burada çevrilen şiirlerin sadece bir filozofun, yaşamının herhangi bir döneminde yazdığı şiirler olarak görülmemesi uygun olur. Zira burada çevrilen şiirler, belki de, bir düşünür-şairin düşünme ve şiir arasındaki çizgilerin gözden tamamen kaybolduğu yerlerde dolanarak hakiki bir düşünme deneyimi arayışında olmasının en açık izleridir.


fotoğraf: Jon Hagar / Black Forest


AUS DER ERFAHRUNG DES DENKENS


[75] Unter den hohen Tannen hindurch...

Baştan sona yüksek çamlar altında...


Weg und Waage,

Steg und Sage 

finden sich in einen Gang.

Yol ve terazi 

Keçi yolu ve söyleme 

Buluşurlar bir yürümede.


Geh und trage 

Fehl und Frage 

deinen einen Pfad entlang.

Git ve taşı 

Eksikliği ve soruyu 

Kendi patikan boyunca.



[76] Wenn das frühe Morgenlicht still über den Bergen wachst...

Sabahın ilk ışığı dağların üzerinden sessizce yükseldiğinde...


Die Verdüsterung der Welt erreicht nie 

das Licht des Seyns.

Dünyanın karanlığı asla ele geçiremez 

Varlığın aydınlığını.

Kulübe Güncesi: Düşünme Tecrübesi / Heidegger

 

    


Im Denken wird jeglich Ding einsam und langsam.

[In thinking all things become solitary and slow.

Düşünmede her şey yalnız ve yavaş hâle gelir.]


Martin Heidegger

Aus der Erfahrung des Denkens

[The Thinker as Poet / Düşünme Tecrübesinden]


Kulübe Güncesi : Patika

“Muammalar üst üste yığılıp hep birbirine dolandığında ve bir çıkış yolu yokmuş gizi gözüktüğünde,  patika yardıma koşar. Zira o, uçsuz bucaksız kıraç araziyi kateden kavisli bu yolda, yürüyen kişiye sessizce eşlik eder”


  Unter den hohen Tannen hindurch ...


Baştan sona yüksek çamlar altında ...


Weg und Waage,

Steg und Sage

.finden sich in einen Gang.


Yol ve terazi

Keçi yolu ve söyleme

Buluşurlar bir yürümede.


kaotikbenlik@


Geh und trage

F ehi und Frage

de inen einen Pfad entlang.


Git ve taşı

Eksikliği ve soruyu

Kendi patikan boyunca.



Wenn das frühe Morgenlicht stili über den

Bergen wiichst ...


Sabahın ilk ışığı dağların üzerinden sessizce yükseldiğinde ...


Die Verdüsterung der Welt erreicht nie

das Licht des Seyns.


Dünyanın karanlığı asla ele geçiremez

Varlığın aydınlığını.

Kulübe Güncesi: Tek Başınalık / Heidegger

 


"Kulübeye gidiyorum ve dağların sert havasını alacağım için seviniyorum -burada aşağıdaki yumuşak, hafif hava insanı zamanla mahvediyor. Sekiz gün odun işleri sonra tekrar yazı yazmak ...Gece oldu bile - yükseklerde fırtınalar esiyor, kulübede tahtalar çatırdıyor, burada yaşam, bütün saflığı, yalınlığı ve büyüklüğüyle ruhun önüne seriliyor...Bazen insanın aşağıda o acayip rolleri oynayabilmesini anlayamıyorum.

Heidegger'in kulübesinden detay (Reiner Fuest)

"Şehirliler çoğu zaman, dağların arasındaki köylülerin uzun, tekdüze Yalnız olma durumuna hayret ederler. Oysa bu Yalnız olma değil, tek başınalıktır. Gerçi insan büyük şehirlerde de neredeyse başka hiçbir yerde olamayacak kadar kolaylıkla yalnızlığa düşebilir. Ancak insan orada asla tek başına olamaz. Çünkü tek başınalık bizi tecrit eden değil, aksine bütün varoluşumuzun, bütün şeylerin özünün geniş yakınlığının içine doğru açılmasını sağlayan kendine özgü güçtür"


Heidegger