Kulübe Güncesi: Gece ve Ayışığı


Salah Birsel bir denemesinde gerçeğe, ayışıklı gerçeğe bağlıydı diyor Thoreau için.




 

Kulübe Güncesi: Thoreau ve Komşuları

 John Kaag & Clancy Martin*

O, Walden Gölü'nün hemen üstünde bulunan, bir dönümlük arazide yaşıyordu. Kendisine burada  küçük bir ev edindi. Burada yaşamayı başardı ve 19. yüzyılda Massachusetts eyaletindeki Concord kentinin etrafında hâlâ mevcut olan yabani elmaların tadını çıkardı. Walden’ın dışında, özgürlüğünü kazanan eski kölelerle birlikte yaşıyordu; çünkü burada kendini özgür hissediyordu.

O'nun adı Henry David Thoreau değildi. Brister Freeman, Walden Woods’un burada doğmuş sakinlerinden biriydi ve bir siyahiydi. Laura Walls’un “Thoreau” adlı yeni biyografi kitabında aktardığı kadarıyla, Freeman (Özgür İnsan) Devrimi’nde savaşmıştı ve ardından, “soyadından ötürü (Freeman/Özgür İnsan) kendi özgürlüğünü” ilan etmişti; ancak Concord kenti haricinde özgürlüğünü kanıtlayamadığından, Walden Gölü'nün  kuzeyindeki Brister adlı tepede bir dönümlük arazi satın aldı. Günümüzde, Walden bir devlet parkı olarak korunuyor ve tescilli bir Ulusal Tarih parkı. Ziyaretçiler rahat bir yer bulabildikleri sürece, (Henry David Thoreau’nun da yaptığı gibi) gelip giderler; ancak Thoreau’nun komşularının çoğu bunu yapamıyordu.

Bu yılın temmuz ayında, yani Henry David Thoreau’nun 200. doğum gününde, dünyanın bu cennetvari köşesine sıkışmış olan şeyleri ve tarih bazında büyük oranda kabul görmemiş olan erkek ve kadınları hatırlamamız gerekiyor. Gerçekten de burası bir çeşit sığınaktı; fakat Thoreau’nun dostlarının çoğu açısından, özgürlük sadece bu kentle sınırlıydı. Tarihçi Elise Lemire’a göre, tüm dünyaları, pek de kabullenmedikleri bir çaresizliğin kenti olan “Black Walden”dan (Kara Walden) ibaretti.

Sıradan tarih okuyucularının gözünde, Thoreau’nun Walden'da yaşayan tek insan olduğuna, bölgenin el değmemiş vahşi bir alan olduğuna ikna olmak kolaydır. Oysa gerçek böyle değildi. Walden, o dönemdeki "medeni standartlar"ın dışında kalmıştı; bu da sistem dışında kalanlar için bir yaşam alanı olduğu anlamına geliyor. Thoreau da bu durumun farkındaydı ve aralarında Boston’ın zengin banliyö hayatından dışlanan insanların bulunduğu bu toplumla birlikte yaşamayı seçmişti.

Thoreau’nun tabiata dört elle sarılma eğilimiyle sıkça ilintilendirdiğimiz durum, aslında, toplumun dışına itilenleri, yetersiz bir hayat yaşamak zorunda kalan bireyleri anlama aracıdır. Bu gerçek, Thoreau’yu bir aziz kılmaz elbette; ancak Thoreau’nun ormanda inzivaya çekilmesi ve zulüm altında acı çekenleri anlaması arasındaki samimi uğraşı gösterir.

ESKİ KÖLELER, GÖÇMENLER GECEKONDU SAKİNLERİ...

Kulübe Güncesi: Gece

 


"Gecenin sessizliğini işitmeyi arzuluyorum, 
zira sessizlik kulak vermek gereken olumlu bir şey. 
Bazen sessizlik düpedüz olumsuz; hazin, 
çorak ve verimsiz bir toprak; hiçbir yayla çiçeğinin bitmediği 
o yerde ürperiyorum. Sessizlik çınlıyor; müzikalliği büyülüyor beni. 
Sessizliğin işitilebilir olduğu bir gece. Anlatılmaz olanı işitiyorum.”




*


Kulübe Güncesi: Ay Işığı

 



O yüksek dalların arkasındaki ayışığı
Bütün şairlere göre daha çok bir şeymiş
O yüksek dalların arkasındaki ayışığından.

Ama ne düşündüğünü bilmeyen bana göre-
O yüksek dalların arkasında ayışığı
Olan şey
O yüksek dalların arkasında ayışığı
Olmasından
Fazla birşey değildir aslında.

Kulübe Güncesi: Thoreau'nun Günlüğü Üzerine

 1862’de ölen, sivil itaatsizliğin teorisyeni ve radikal kölecilik-karşıtı Thoreau, kısa süre önce tekrar basımı yapılan günlüğünde bir şair, bir doğa bilgini, ama aynı zamanda da sessiz sedasız bir peygamber gibi beliriyor. Thoreau’nun doğayla tensel ve şiirsel ilişkisinin ardında, doğal dünyanın köleleştirilmesi ile azınlıklara baskı arasındaki çıkışsız bağı sezmesi var.

“Açık havada yaşıyor olmam, içimdeki mineral, bitkisel ve hayvansal için.” Henry David Thoreau’nun (1817-1862) günlüğünü ve onun çevrecilik düşüncesi için kurucu tavır alışını bundan iyi hiçbir amentü özetleyemezdi.

İnsanla doğanın ortakyaşarlığını kutsayan, 4 Kasım 1852 tarihli bu formül, Le Mot et le Reste Yayınları tarafından yeniden yayımlanan günlüğü baskıya hazırlayan Thoreau uzmanı Michel Granger tarafından sık sık zikrediliyor. Michel Granger, 1837-1861 yılları arasını kapsayan bu seyir defterindeki parçalı ve içten gelen düşünce kaynaşmasını korumaya özen göstererek derlemenin metinlerini özenle seçmiş. Kopuk kopuk görünen ama tutarlı biçimde bir araya getirilmiş bu metinde, Thoreau’nun ömrünün büyük kısmını geçirdiği Concord ve Massachusetts çevresindeki doğada çıktığı keşif seferlerinin titiz öyküleriyle filozof akıl yürütmeleri iç içe geçiyor. 

ABD’de bir demirbaş kıymetinde olan Henry David Thoreau, son yıllarda yapılan bir dizi çevirinin (bilhassa Brice Matthieussent’in kusursuz çevirisinin) ve yeniden basımların yardımıyla Fransa’da da ün kazandı ve zamanın havasıyla uyuşan klasikler kategorisine yerleşti. Hayattayken tanınmayan Thoreau, dalga dalga tekrar keşfedilmiş ve sonunda neredeyse atadan kalma pürüzsüz bir kurumsal çehreye dönüşmüştür. Amerikan kültürünün bir nevi mecburî istikametlerindendir bu.

Köleci eyaletine vergi ödeyerek mâlî kaynak sağlamayı reddettiği için hapishanede bir gece geçiren sivil itaatsizliğin yıkıcı teorisyeni (“Sivil Hükümete Direniş”, Resistance to Civil Government, 1856), kölecilere karşı düpedüz silahlanma çağrısında bulunduğu son metni “Yüzbaşı John Brown İçin Bir Müdafaanâme”yi (A Plea for Capt. John Brown, 1856) tarihin gözünden kaçırmak pahasına, tepeden tırnağa barışçı bir bilge olarak yüceltilmiştir. Çevre için kaygı duymanın öncüsü olup kendi paragöz uygarlığına karşı çıkan Thoreau, Walden Gölü kıyısındaki köyüne iki kilometre mesafede bir ormanda kendi elleriyle inşa ettiği bir kulübede iki yıl (1845’ten 1847’ye) geçirmiş olduğu için, çoğu zaman zararsız bir münzeviye indirgenmiştir. 

Bu basmakalıplar ve sahiplenme denemeleri karşısında, Thoreau’nun düşüncesini inceliği ve kendiliğindenliği içinde keşfetmek için hatıra defterinden iyi bir giriş kapısı yoktur. Bu “zihnin meteorolojik günlüğü”nde, açık havanın ve binbir yaşamın filozofu, hayattayken yayımlanan eserlerindekinden (Walden, Marcher [“Yürümek”], Les Forêts du Maine [“Maine Ormanları”]) daha özgür ve dışarıdan bakanlara karşı daha serbest biçimde gerçek çehresiyle gösteriyor kendini; ama aynı zamanda daha pimpirikli, kuşkulara dûçar, daha seve seve içli dışlı. Bir araştırma destanı olan günlük, hem şair hem doğa bilgini bir filozofun saha notları gibi okunuyor.

Mesleği yer ölçümü olan (haritaların çiziminde kullanılmaya yönelik saha ölçüleri almaktaydı), günde en az dört saat yürüyen Thoreau, günlüğüne kuşlarla (ornitolojik) ve bitkilerle (botanik) ilgili tasvirlerini, hayvan krokilerini, ısı çizelgelerini, bitkilerin ve hayvan tüylerinin renklerini, kendi kendini yetiştirmiş bir tecrübe meraklısı ve Humboldt okuru olarak şaşmaz bir titizlikle kaydediyordu. Dryoptère [bir tür eğreltiotu], prêle fluviatile [ırmak boylarında yetişen bir atkuyruğu cinsi], salsepareille [saparna], séneçons dorés [altın kanaryaotu], jaseur d’Amérique [ardıç ipekkuyruğu], bédégars [mazı] ve ellébore [bohçaotu]: Nadir ya da unutulmuş kelimelere meraklı okur, bu günlükten öncelikle bir lugat hazzı alıyor.

Ama, her ne kadar günlüğü bugün değerli bir botanik ve biyoloji aracı haline gelmişse de, soğuk teknikliğini ve doğayı yağmalamaya eğilimliliğini kınadığı bilim karşısında duyduğu güvensizlik gereği, onun doğayla bağlantısı, bazen hayıflandığı bu nesnelleştirmeden başka yerde bulunur. Thoreau’nun doğayla yakın ilişkisi, 26 Ekim 1857’deki formülleştirmesine göre, “içindeyken insanın kendini evinde hissettiği, doğayla insanın kusursuz uygunluğu”ndadır.

Kulübe Güncesi: Yaban

 

Arture 631: Thoreau / Detay (2007)
Yüksel Arslan


"Dünya'yı yalnızca Yabanıllık koruyabilir. Her bir ağaç Yaban hayatı bulmak için salar köklerini toprağa. Şehirler ne pahasına olursa olsun Yaban'ı ithal eder. İnsanlar Yaban hayat için toprağı sürer ve Yaban hayata doğru yelken açar. İnsan soyunu zindeleştiren ilaçlar ve ağaç kabukları, ormandan ve Yaban'dan gelir. Atalarımız yabaniydiler. Romulus ve Remus'u bir kurdun emzirmesi manasız bir fabldan ibaret değildir.

Ormana, kırlara ve tahılın büyüyüp serpildiği geceye inanıyorum. Çayımızın içinde baldıran çamı ya da mazi aroması olmalı. Kuvvetlenmek için yiyip içmekle oburluk etmek arasında fark var. Hotantolar için, bir Afrika ceylanını ve başka antilopları iliğiyle beraber bir çırpıda çiğ çiğ yiyip bitirmek sıradan bir iş gibidir. Bizim kuzeyli Kızılderililerimizin bazıları da Arktik rengeyiğini iliğiyle beraber çiğ olarak yerler, hatta yumuşak oldukları sürece boynuz kısımları da buna dahildir. Tam da bu noktada, Paris'in aşçılarından bir adım önde oldukları söylenebilir. Zira ateşi harlamaya yarayan kısmı da midelerine indirmişlerdir. Bu muhtemelen insanı ahırda beslenmiş sığırdan ve mezbaha domuzundan daha çok besliyordur. Sanki çiğ Afrika ceylanı iliğiyle besleniyormuşuz gibi, hiçbir uygarlığın vahşi bakışlarına katlanamayacağı bir yaban hayat verin bana."

Kulübe Güncesi: Yabani Elmalar

 "Kasım ayının başında bir yamacın kenarından çıktığımda arsız ve genç bir elma ağacı gördüm. Kuşlar veya inekler tarafından ekilmiş, kaya ve seyrek ağaçlı ormanların arasından yükselmiş ve işlenmiş elmalar toplanırken bu ağaç hala soğuktan etkilenmemişti ve bolca meyve taşıyordu. Bu eski ve kuvvetli ağaççığın yanından geçtiğimde ve dallarında sallanan meyvesini gördüğümde, bu ağaca sonsuz saygı duyuyorum ve yiyemesem de doğaya bu armağan için minnettarım. Neredeyse tüm yabani elmalar güzeldir. Çıkıntı ve gamzelerinde akşam güneşinin kızıllığına rastlayacaksınız. Yaz güneşinin, elmanın kabuğundaki bazı yerlerinde lekeler bırakmadan geçip gitmesine ender rastlanır. Şahit olduğu sabahların ve akşamların anısını taşıyan bazı kırmızı lekeleri olacaktır; bazı lekeleri de bulutların ve gelip geçen sisli ve nemli günlerin hatırasına kararmış ve fazla olgunlaşmış olacaktır ve geniş, yeşil çayırlar doğanın özünü yansıtacaktır - yeşil çayırlar gibi dingin ve daha yumuşak bir tada işaret eden toprak sarısı ve de tepeler gibi kızıl kahverengine de rastlayacaksınız."


Thoreau / Yabani Elmalar


Meyveyle yüklü bir elma ağacı: Nasıl da huzurlu, nasıl da pitoresk. Ama bir de bakışınızın önündeki insancıl filtreyi kaldırarak bakalım. Doğanın köpürüşünü, çılgın gibi hareket eden sperm baloncuklarının nasıl da biteviye fışkırıp, bu çürümüş ve gayri insani kıyımın ortasında patladığını tahayyül edelim. Bizleri birer cinsel varlığa dönüştüren kitonyen dünyanın kara büyüsü; Hıristiyanlığın ilk günah olarak tanımladığı ve bizleri arındırabileceğini iddia ettiği daemonik kimlik budur işte. Doğa, varlığın kaynayıp fokurdayan aşırılığıdır. Doğa, Şeytanın bayram yeridir, bütün iblislerin şenliğidir. Doğada her şey erir. Nesneleri gördüğümüzü sanırız, oysa gözlerimiz yavaş ve sınırlıdır. Doğa uzun soluklar sonucunda çiçeklenir ve solar; okyanussu dalga hareketleriyle yükselir ve alçalır. Duygusal önyargılar olmaksızın kendini tamamıyla doğaya açan bir zihin, doğanın kaba maddeciliği ve huzursuz taşkınlığı içinde boğulacaktır.


Camille Paglia, Cinsellik ve Şiddet

 ya da Doğa ve Sanat başlıklı yazısından.

Kulübe Güncesi: Mevsimler

 "Bir tepenin güneyine kalacak yerimi yapacağım ve Tanrıların bana bahşettiği hayatı yaşayacağım. Güneşle güneş arasında bana bahşedilen şeyleri şükranla kabul etmek başlı başına bir iş değil midir? ... Çok yakında gidip sadece rüzgârın sazların arasından fısıltısının duyulduğu göl kenarında yaşamak istiyorum. Kendimi geride bırakırsam bunu başarmış olacağım. Arkadaşlarım, oraya gidince ne yapacağımı soruyorlar. Mevsimlerin gelip geçmesini seyretmek başlı başına bir iş değil midir?"


1844’ün sonbaharında Ralph Waldo Emerson, Walden Gölü kıyısındaki ağaçları kesilmekten kurtarmak için birçok orman arazisi satın alır.

5 Mart 1845’te Thoreau'ya yazar:

‘Bu dünyada senin için Funda adını verdiğim (Walden'daki) araziden daha uygun bir yer göremiyorum: oraya git. kulübeni yap ve en büyük planını uygulamaya, canlı canlı kendini yemeye başla.”



               

     
           
 


Kulübe Güncesi: "Kulübe, tercih edilmiş yalnızlıktır."


"Bir evdeki her köşe, bir odadaki her duvar köşesi, insanın sıkışıp büzüşmek istediği her küçük mekân, imgelem için bir yalnızlıktır, yani tohum halinde bir oda, tohum halinde bir evdir."

*
 Mekanın Poetikası
Gaston Bachelard
 

Kulübe Güncesi: Yabanmersini



"Yabanmersininin tadını öğrenmek istiyorsanız bir sığırtmaca ya da kekliğe sorun. Hiç yabanmersini toplamamış birinin bu meyvenin tadına vardığını sanmak genel bir hatadır. Ebedi Adalet hüküm sürdükçe, tek bir masum yabanmersini bile kırdaki tepelerden oraya, şehre taşınmayacaktır."

Thoreau'nun yabanmersini hakkında söyledikleri bana uzun bir süre önce Duvar isimli romanını okuduğum Marlen Haushofer'in (1920 - 1970) yediklerimiz (yedirdikleri) ve yumurtalar üzerine söylediği çarpıcı sözleri hatırlattı:

" Yediğimiz her şeyin tadı kaçtı. Tavuğun, domuzun ve dananın tadı, su emmiş sünger gibi. Her şey giderek pahalanıyor, giderek lezzetsizleşiyor ve buna karşılık cafcaflı paketlere konuluyor. Yakında kimsenin yemeyeceği şeftalileri neye dönüştürdüklerini düşünmeden edemiyor insan. Sosislerin ise sözünü bile etmeyelim. Tereyağlı, eski usül tek bir ekmek dilimi için bütün refahımı verirdim.

" Bayat bir tadı var yumurtaların, hep böyle yapıyorlar, kaldı ki keyifle eşelenen tavukların değil de, bir yerlere tıkılmış, uğursuz yaratıkların yumurtaları olduklarını öğrendiğimden beri hiç şaşırtmıyor bu beni. Bu yumurtalar, onların öcü. Elbette ben bu zavallı robotların tarafını tutuyorum. Utanç duyulası hareketimizi cezalandırmak için çok daha berbat olmalıydı yumurtaların tadı."

 

Kulübe Güncesi: "Eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi."

 



"Eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi." 

Thoreau'dan (1817 - 1962), Walden anılarından, çapa ile felsefe yapışından çok hoşlandığımı söyleyemem, ama yine de okudum. Walden Gölü'nün kıyısında, en yakın eve bir mil uzaklıkta yer alan ıssız bir ormanda inşa ettiği kulübede iki yıl iki ay kadar yaşamış. Kasabalılardan en çok da ne yiyip ne içtiği, yalnızlık çekip çekmediği ya da öyle ıssız bir yerde korkup korkmadığı gibi sorulara maruz kalmış. Benim de geçen haftalarda benzer türde sayılabilecek sorulara acemi bir muhataplığım olmuştu. Ormanda yapabilir misin, diye sormuştu genç bir arkadaşım. Yapamam demiştim, nasıl, neyle yapılır, nereye sıçılır bilmem çünkü. Bazı kaprislerim var ki vazgeçemem, doğru, düzmece biriyim ben ama ikiyüzlü değilim diye de eklemiştim. Thoreau bile Walden'daki yaşamına iki yıl dayanabilmiş: ("Ormanı tıpkı oraya gidişiminki gibi iyi bir sebeple terk ettim. Belki de bana öyle geldi; yaşayacağım birkaç hayat daha vardı ve bu bir tanesi için daha fazla zaman kalmamıştı.") Parasız yapabilir misin, diye sordu. Yapamam. Thoreau'nun anlatısında uzun uzun söz ettiği yirmi sekiz yaşında odunculuk ve direkçilik yapan Kanadalı genç bir işçi var: "günde elli direk dikebilen, dünkü yemeğinde köpeğinin yakalamış olduğu bir dağ sıçanını yemiş olan biriydi. O da Homer'i duymuştu ve "eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi."  Ne hakkında yazdığını bilmese de, ona göre Homer büyük bir yazardı. Daha basit ve doğal birini bulamazdınız. Yabancı birine, genel olarak hiçbir şey bilmiyormuş gibi görünürdü. Fakat onda bazen daha önce hiç görmemiş olduğum bir adam görürdüm. Bu adamın Shakspeare kadar bilge mi olduğunu yoksa bir çocuk kadar basit ve cahil mi olduğunu, ondan ince ve şiirsel bir bilinç mi yoksa aptallık mı beklemem gerektiğini bilemezdim. Birleşik Devletler'de çalışıp sonunda, belki de kendi ülkesinde, bir çiftlik alacak kadar para kazanmak için on iki yıl önce Kanada'dan ve baba evinden ayrılmıştı." 


Thoreau bu genç işçiye Parasız yapabilir misin diye sorduğunda, genç işçi ona paranın sağladığı kolaylıklardan söz etmek için şöyle bir örnek verir: Eğer bir öküz sahibi olsaydı ve dükkandan iğne iplik almak isteseydi her seferinde alacağı şeylere karşılık hayvanın bir kısmını ipotek etmek önce oldukça zahmetli, daha sonra ise imkansız hale gelecektir." :) (Pecunia sözcüğünün Latince para anlamına geldiğini ve sığır anlamına gelen pecus sözcüğünden türemiş olduğunu da öğrenmiş oldum böylelikle.)

Kulübe Güncesi: Balık Tutmak

 



" Balık tutmaya karşı olarak düşünebildiğim insaniyet tanımı bana yapay geliyordu ve bu durum duygularımdan ziyade felsefemi ilgilendiriyordu. Yalnızca balıkçılıktan bahsediyorum, çünkü uzun zamandır kuş avlama konusunda farklı düşünüyordum, ormana gelmeden önce silahımı satmıştım. Diğerlerinden daha az merhametli değildim, yalnızca balık tutmak kendimi kötü hissettirmiyordu. Ne balıklara ne de solucanlara acıyordum, böyle alışmışım.

... Son yıllarda, özsaygımı az da olsa yitirmeden balık tutamadığımı tekrar tekrar fark ettim. İnsanın etçil bir hayvan olması bir rezalet değil de nedir? Nasıl ilkel kabileler daha uygar insanlarla iletişime geçtiğinde birbirlerini yemeyi bıraktılarsa, insanlık da aşamalı gelişiminin bir noktasında hayvan yemeyi bırakacaktır."

*
Walden
Ormanda Yaşam

Kulübe Güncesi: Sivil İtaatsizlik



 Thoreau Meksika Savaşını mali açıdan desteklemek için çıkarılan vergileri ödemeyi reddettiği için tutuklanır. Emerson onu görmek için hapishaneye gittiğinde "içerde ne işin var?” diye sormuş, bunun üzerine Thoreau da 'Asıl senin dışarda ne işin var? karşılığını vermiştir.

Thoreau'nun Sivil itaatsizlik örneği beni Arendt'in tartışmaya açtığı vicdan sorununa bağladı ama çok sokulmayacağım şimdilik.

"Altı yıldır şahıs başına ödenen vergiyi hiç ödemedim. Bu sebepten bir defa hapse atıldım ve bir gece yattım; iki-üç fit (60-90cm) kalınlığındaki sağlam taş duvarları, bir fit kalınlığındaki tahta ya da demir kapıyı, ışığı süzgeçten geçiren demir kafesi inceleyerek ayakta dururken bana kilit altına alınacak etten ve kemikten ibaret bir canlı gibi davranan bu kurumun aptallığına şaşırmadan edemedim. Acaba beni buraya kapamanın yapılacak en iyi şey olduğunu iyice düşündü mü ve benden başka türlü yararlanmayı hiç aklına getirmedi mi diye düşündüm. Hemşehrilerimle aramda taştan bir duvar olduğunu gördüm; ama onların benim kadar özgür olmadan önce, önlerinde tırmanmaları ya da yıkıp geçmeleri gereken çok daha zorlu bir duvar vardı. Bir an için bile içeri kapatılmış hissetmedim kendimi, duvarlarsa boşa harcanan taş ve çimento olarak göründü gözüme. Hemşehrilerim arasında vergisini veren tek kişinin ben olduğumu hissediyordum. Bana nasıl davranacaklarını bilmedikleri için iyi terbiye almamış biri gibi davrandılar. Her tehditte ve her komplimanda bir gaf yapıyorlardı; tek istediğimin duvarın öte yanına geçmek olduğunu sanıyorlardı. Düşüncelerimin üzerine kapıyı kapatıp kilitliyorlardı, ama düşüncelerim engel ya da izin tanımaksızın onları takip etmeye devam ediyordu ve tehlikeli olduğu sanılan sadece bu düşüncelerdi. Bana ulaşamadıklarından vücudumu cezalandırmaya karar vermişlerdi; tıpkı yaramaz erkek çocukları gibi, kin besledikleri adama bir şey yapamayınca köpeğine eziyet ediyorlardı. Devlet’in yarım akıllı olduğunu gördüm, gümüş kaşıklarıyla oyalanan yalnız bir kadın gibi ürkekti, dostunu düşmanından ayıramıyordu; Devlet’e olan tüm saygımı yitirip ona acımaya başladım."


Thoreau'nun Walden günlüğünde yer alan tutuklanış öyküsü:

Kulübe Güncesi: Gerçek



"En güzel elbiselerinizi bir bostan korkuluğuna giydirip yanında sünepe bir halde dikilirseniz, yoldan geçen herkesin sizi değil, korkuluğu selamladığını göreceksiniz

Sevgiden, paradan ve ünden ziyade gerçeği verin bana. Gerçek zenginliğin tadını çıkaran yoksulluğu verin bana."

Kulübe Güncesi: Orfe

 Davetler, eş dost ziyaretleri, kasabanın yılgınlık veren dedikodu ortamından uzaklaşmak ve yalnızlığını korumak için Thoreau'nun hoş bir tavsiyesi var: "Lirini çalıp yüksek sesle tanrılara övgüler söyleyerek sirenlerin seslerini boğan ve tehlikeden uzak duran Orfe gibi yüce şeyleri düşünüp zihni meşgul ederek bu tehlikelerden kaçmalı."

Kulübe Güncesi: Tapınaklar




 Bir bilgine başvurmak yerine, bu civarda nadir görülen uzak bir çayırın orta yerinde, bir ormanın ya da bataklığın derinliklerinde ya da bir tepede dikilen belli ağaçları sık sık ziyaret ettim.

Mesela çapı iki ayak olan güzel örneklerini gördüğümüz kara huş ağacı, kara huşun en az onun kadar güzel kokan ve altın renginden gevşek bir gövdesi olan kuzeni sarı huş ağacı, çok düzgün bir gövdesi olan, yosunlarla güzelce boyanmış, birkaç örnek dışında her ayrıntısı kusursuz kayın ağacı...

              

Kulübe Güncesi: Kapı

 


"Duvar suskundur,
kapı ise konuşur."

Kapı yaptım bugün. Düz oturmayınca ters yaptım. 🙂 Zaten düz bir şey yok hayatımda, her şey ters. Sağlam oldu ama, sıcak oldu içerisi. Kapısı da olunca bir şeye benzedi kulübe. Birkaç yer kaldı hava giren, onlar da yarına. Bugün pencere kenarındaki masama gönlümce oturup okuyup içemedim. Kapı bitti, gün bitti.

              


   

Kulübe Güncesi: Pencere

 "Evim bir tepenin yamacında, daha geniş bir ormanın hemen kıyısında, çıralı çam ve cevizden oluşan genç bir ormanın ortasında ve tepe aşağı dar bir patikayla ulaşılan gölden birkaç metre uzaktaydı. Ön bahçemde, çilek, böğürtlen, ölmez otu, kantaron, altın başak, bodur meşe, vişne, yabanmersini ve yerfıstığı yetişiyordu."



Hafta boyunca günün yarısı kulübe ve çevresini temizlemekle geçti. Neredeyse çöplüğe dönmüştü ve ormanın iç kısmını temizlemem şimdilik imkansız gibi. Burayı çok da sahiplenmeden en azından kışın ara sıra gidip vakit geçirebileceğim bir yere dönüştürmek istedim



Benim haricimde gelip gidenler oluyor sanırım; bıraktıkları çöpler haricinde henüz kimseyle karşılaşmadım. Ama bir tahtanın üzerine beyaz spreyle temiz tut diye yazdım. 

Tefekkür I


Tefekkür I: Sükunet

Adeta işimiz gereği düşünen biz hepimiz, sıkça düşünceden-kıtız, pek de kolayca, düşünce-si- ziz. Düşüncesizlik, günümüz dünyasında her yere girip çıkan garip bir misafirdir. Çünkü günümüzde her şey en hızlı ve ucuz yolla bilgiye ulaşılır ve aynı anda hızlıca unutulmuştur.

Artan düşüncesizlik, bundan dolayı günümüz insanının iliklerine işleyen bir sürece dayanır. Günümüz insanı, düşünmeden kaçıştadır. Düşünceden bu kaçış, düşünce-sizliğin nedensel temelidir. Ama bu kaçışı insanın ne görmek ne de itiraf etmek istediği gerçeği, düşünceden kaçışın bir parçasıdır. Günümüz insanı, düşünceden bu kaçışı doğrudan reddedecektir çünkü İnsan, bugünkü gibi hiçbir çağda bu kadar çok plan, bu kadar fazla araştırma, bu kadar tutkulu bir şekilde inceleme yapılmamıştır.

Hesaplayan düşünme, hesap yapar. İlerlemiş, daima umut, gelecek vaat eden, aynı zamanda uygun olanaklarla hesap yapar. Hesaplayan düşünme, bir fırsattan diğerine acele ettirir. Hesaplayan düşünme, hiç durmaz, sükûnetle düşünmeye varmaz. Hesaplayan düşünme, bir sükûnetle derin düşünme değildir, var olan her şeyde işleyen anlam üzerine tefekkür etmez.

Kendi tarzlarında yetkili ve gerekli olan iki düşünme türü vardır: Hesaplayan düşünme ve sükûnetle derin düşünme.

Fakat, günümüz insanının düşünmeden kaçışta olduğunu söylediğimizde bu tefekkürü kastederiz. Yalnız, o tarzda karşılaşılır ki sırf tefekkür, fiili gerçeklik üzerinde ansızın süzülüp muallakta kalır. Zemini kaybeder. Mevcut meselelerin üstesinden gelmeye elverişli değildir. Pratiğin icrası için bir şey ortaya koymaz.

Ve nihayet denir ki sırf tefekkür, devamlı sükûnetle düşünme, sağduyu için çok “yüksek”miş. Bu mazerette, sadece bir şey doğrudur ki, sükûnetle derin düşünmenin kendisinden, tıpkı hesaplayan düşünme gibi pek az şey ortaya çıkar. Sükûnetle derin düşünme, bazen daha yüksek bir gayreti talep eder. Daha uzun öğretilerek çalışılmayı ister. Başka her hakiki zanaattan daha ince, hassas bir itina ve dikkate ihtiyaç duyar. Tıpkı köylü gibi ekinin yeşerip yeşermediği, olgunlaşıp olgunlaşmadığını, bekleyebilmelidir.

Neden? Çünkü insan, düşünen, yani derin düşünceye dalan varlıktır.


*

Görsel: Heidegger'in Kulübesi (Renaud Camus)

*

Olmaya Bırakılmışlık'tan

Tefekkür II


Johann Peter Hebel, bir defasında yazar ki: “-Kendi kendimize ister itiraf edelim, ister etmeyelim- biz, eterde çiçek açıp meyve verebilmek için kökleriyle topraktan yükselmek zorunda olan bitkileriz”

Şair şunu söylemek ister: Hakikaten şen ve şifalı insan eserinin yetişmesi gereken yerde insan, vatan toprağının derinliğinden etere doğru yukarıya çıkıp yükselmek zorundadır. Burada eter, yüksek göğün serbest havası, ruhun açık alanı anlamına gelir.

Tefekkür ederek şunu soracağız: Johann Peter Hebel’in söylediği şeyin günümüzdeki durumu nedir? Yer ile gök arasında insanın şu sakin iskanı hâlâ var mıdır? Ülkenin üstünde düşünceye dalan bir ruh hükmeder mi hâlâ? Toprağında insanın her daim bulunduğu, yani toprağa meskûn olduğu sağlam köklü vatan var mıdır?

Her saat ve her gün, radyo ve televizyon istasyonlarınca büyülenmişler. Her hafta film, hiçbir dünya olmayan bir dünyayı uyduran, alışılmamış, çoğu kez sıradan tasavvur mahallelerine alıp götürür onları. Her yerde, “resimli gazete” bulunur. Modern teknik haberleşme araçlarının insanı her saat onlarla cezbettiği, saldırdığı ve sürüklediği her şey, işte tüm bunlar bugün insana, çiftlik çevresindeki hususi tarladan, vatanın üstündeki gökten, gece ile gündüzün akışından, köydeki örf ve adetten, vatan dünyasının geleneğinden çok daha yakındır.


Tefekkür III



Tefekkür III: Şeylere Bırakılmışlık

Birileri için büyük kapsamda, bir diğerleri için küçük kapsamda, hepimiz için teknik dünyanın kuruluşları, aygıtları, makineleri bugün vazgeçilmezdirler. Teknik dünyaya körü körüne karşı koşmak, budalaca olacak. Teknik dünyayı şeytan işi olarak lanetlemeyi isteme, basiretsiz olacak. Biz, teknik nesnelere muhtacız; teknik nesneler bizi hatta, gittikçe daha da artan ıslaha çağırıp meydan okur. Ansızın ama biz, teknik nesnelere o kadar sıkı tertip edilmişiz ki esaretlerine maruz kalırız. Ne var ki başka bir şeyi da yapabiliriz.

Teknik nesnelerden gerekli faydalanmaya “evet” diyebiliriz ve aynı zamanda, bizi sadece meşgul edip zorlayarak özümüzü eğriltmelerini, karıştırmalarını ve son olarak ıssızlaştırmalarını onlara yasaklarsak, “hayır” diyebiliriz. Fakat teknik nesnelere bu şekilde eşzamanlı olarak “evet” ve “hayır” dersek, o zaman teknik dünyayla ilişkimiz belirsiz ve çelişkili olmaz mı? Tam aksine. Teknik dünyayla ilişkilenmemiz, olağanüstü bir biçimde basit ve sakin olur. Gündelik dünyamızın içine teknik nesneleri bırakırız ve aynı zamanda bu nesneleri dışarda bırakırız, yani mutlak bir şey olmayan, aksine bizzat daha yüksek bir şeye muhtaç Şeyler olarak sükûn edip kendi kendilerine dayanmalarına bırakırız. Teknik dünyaya eş zamanlı evet ve hayır tutumunu eski bir söz ile nitelemek isterim ki bu, Şeylere Bırakılmışlıktır.


*

Olmaya Bırakılmışlık'tan

*

Görsel: Heidegger'in kulübesindeki en modern şey, 1962'de Küba-Krizi ile ilgili haberleri dinlemek için satın aldığı küçük bir radyo. ( called Cuba-Radio) Sularını kuyudan çeker. İlk yıllarda kulübede elektrik yoktur. 1931'de bir elektrik bağlantısı elde ederler.

 

Kulübe Güncesi: Heidegger'in Kulübesi



Heidegger kulübenin temel konforunun; kendisini alışılmadık bir titizlikte, dağın havası ile ormandaki hayvanların ve bitkilerin doğasıyla -ki bunların algılanan hareketleri ile varoluşun sınırlarını belirlemek isterdi- temas ettirdiğini hissetmişti. Heidegger felsefi otoriteyi, bu şeylerde ve doğada olanlarda bulduğu düzene dayandırmıştı. Onun için Todtnauberg, inzivaya çekildiği anlarda dünyayı ölçüyordu. En derine geri çekilişte neredeyse manastır yaşamına özgü bir mevcudiyet rutini aracılığıyla kulübeye ve onun dağlarına cevap verdi; yaşamın kutsal bir anlamı olduğuna ve bu rutin içinde yaşamın şekillendiğine ilişkin inancını doğrulayarak.



Bu ufak yapı filozofun esas başlangıç noktasıydı, [yapının] kendine has özellikleri filozofun yaşamının ve çalışmalarının kendine has özelliklerine şekil veriyordu.



Kulübenin ve çevresinin Heidegger'e; onu derin bir şekilde düşünmeye ve temaşa etmeye sevk eden şeyleri ve olayları sunduğu açıktır. Todtnauberg, onun deneyimlerini yoğunlaştırmış ve duygusal eğilimlerini uygun bir duruma getirmiştir. Oradaki koşullar, filozofun kendi düşünmelerinde hissettiği derin yoğunlaşma anlarını bildirir. Kulübe Heidegger'in fiziksel ve metinsel mevcudiyetini temsil eder. Kulübenin ve kır manzarasının içinde düşünülmüş olarak Heidegger'in bazı sözleri, kendi varoluşuna dair anlayışı ve kendi düşünmesinin yapısını oluşturan kavramsal öğeleri içerir.

Adam Sharr

Kulübe Güncesi: Derin İlişkiler


"Dilin bir enformasyon aracı olarak tasarlanışı günümüzde kendisini en uç noktaya kadar dayatır. İnsanın dil ile olan ilişkisi bizim henüz menzilini ölçemediğimiz bir değişim içerisinde kavranmaktadır. Bunun yanı sıra, bu değişim süreci doğrudan engellenemez. Dahası o, tam bir sessizlik içerisinde meydana gelir. Gerçi günlük hayattaki dilin bir anlaşma aracı olarak göründüğünü ve böylesi bir araç olarak yaşamın olağan ilişkileri için kullanıldığını kabul etmeliyiz. Ancak olağan ve alışılmış ilişkilerin dışında da birtakım başka ilişkiler mevcuttur. Goethe bu başka ilişkilere, "derin olanlar" adını verir ve dil ile ilgili olarak şunları söyler: Sıradan yaşam içerisinde biz, sadece yüzeysel bir takım ilişkilere işaret ettiğimiz için yetersiz bir dil ile idare ederiz; "Derin ilişkiler" mevzubahis edilir edilmez, derhal başka bir dil işe koyulur: Şiirsel dil."

Heidegger

Kulübe Güncesi: Manzara

 

Heidegger neden taşrada kalmıştı? O taşrada kalmıştı; Çünkü o kırsal alandan sadece "hoşlanan" ve onu "seyreden" kentlileri hor görmektedir. Heidegger eski bir masalı hatırlatıyor; Karla kaplı tepenin kenarında tarlasını süren bir çiftçi, bu dağın güzelliğini "görmez." Çünkü o bu dağla özdeşleşmiştir, çünkü o doğayı hiç de "kırsal alan" olarak "küçük görmez."; çünkü o kendisiyle ve çevresiyle birlik içindedir; çünkü o bu birlik içinde olma halini refleksiyondan tamamen arınmış bir şekilde yaşamaktadır. O, kendisini "özne" doğayı "nesne" diye ayıran refleksiyona tamamen yabancıdır. Ve bu birlik, tam da Heidegger’in iştiyakla istediği şeydir.


Paul Huhnerfeld



"... Ben bile aslında hiçbir zaman manzarayı böyle inceden inceye yoklamam. Mevsimlerin büyük iniş ve çıkışlarındaki saatlik, günlük-gecelik değişimlerini seyre dalarım. Dağların ağırlığı ve kütlelerinin sertliği, çam ağaçlarının temkinli büyümesi, parlayan, çiçeklenen çayırların sade ihtişamı, uzun güz akşamlarındaki dağ deresinin şırıldaması, derin karla kaplı düzlüğün sert sadeliği, bütün bunlar -gündelik varoluş boyunca- orada yukarıda sürer gider ve ardarda gelir ve salınır durur. Ve bu manzara, yine de, yapmacık anlardaki keyifli bir dalış ve yapay bir empatide değil, aksine kendi varoluşunu, sadece, “çalışma”nın içerisine yerleştirdiğinde bulur. Bu dağ gerçekliği için mekânı “sadece” çalışma “açar”. Çalışmanın gidişi manzarada olup bitenlere gömülmüştür. Soğuk kış akşamında sert bir kar fırtınası vuruşlarıyla kulübenin etrafında kıyameti kopardığında ve herşey karla kaplandığında ve örtüldüğünde, “o zaman” felsefenin yüksek zamanıdır.

Kulübe Güncesi: Ev ve Kulübe


Heidegger'in Freiburg'daki evi.


Hiedegger için ev; daha konforlu, daha halka açık, insan ilişkilerine daha yakın olarak, asla kulübe kadar güçlü olamazdı. Ev, varlığa dair soruların üstünü örtmek yerine vurgulamak konusunda yeteri kadar özsel değildi.

Ev; taşraya yönelik istekler ile banliyö arasındaki gerilime; şehre, ulaşım araçlarına yakın olmanın modern konforunu içeren bir aile evi inşa etme isteğine işaret etmektedir. Öyle gözükür ki modern konfor, Freiburg'daki evin inşa edilmesinde göz önünde bulundurulan temel öğelerden biridir. Ancak bu durumun Todtnauberg'deki kulübenin inşasında da geçerli olduğuna ilişkin bir işaret yoktur. Dahası ev hem sosyal hem de estetik açıdan görünüşüne özen gösterilmiş şekilde tasarlanmıştır. Heidegger'in Freiburg'daki evde varoluşu -onun uzun yıllar asıl kaldığı yer Todtnauberg değil, burasıydı- dağda sürdürdüğünden daha farklıymış gibi gözükür. Bu varoluş, Heidegger'in kulübe yaşamında pek gözükmeyen sosyal ve düşünsel öncelikleri yansıtmıştır. Heidegger'in ev hakkında yazmamış olması; dağlardaki münzevi varoluşa ilişkin ifade ettiği heves ve dağdaki felsefi tınlamaya ilişkin görüşü ile karşıtlık içinde düşünüldüğünde, şehirdeki eve ve aile yaşamına ilişkin yaşadığı duygusal ikileme işaret eder.


Filozof, kulübede sürekli kalan biri değildi, ayrıca Marburg'da ya da Freiburg'da da kalırdı; Gerçekten de kulübenin bakımı Heidegger'in üniversiteden aldığı maaşa bağlıydı. Bu diğer yaşamın öncelikleri Todtnauberg'de araya giriyordu: Heidegger metinlerini farklı uç bağlamlarının ve nasıl yorumlanabileceğinin farkında olarak yazmıştı ve daha şaşırtıcı olanı, daha sonraları kulübeye elektrik ve telefon hattı bağlanmasına izin vermiş olmasıdır. Heidegger her fırsatta dağdaki düzenini aramıştı ama bu arayış asla geçici bir şeyden fazlası değildi. Akademiye öncelik vermekten gitgide uzaklaşıp dağdaki yuvasına yakınlaşırken -kısmen kendi tercihi ve kısmen de zorunlu olarak- şehir ve taşra yaşamını paralel olarak sürdürdü.

Adam Sharr