Kulübe Güncesi: Yaban
Kulübe Güncesi: Yabani Elmalar
"Kasım ayının başında bir yamacın kenarından çıktığımda arsız ve genç bir elma ağacı gördüm. Kuşlar veya inekler tarafından ekilmiş, kaya ve seyrek ağaçlı ormanların arasından yükselmiş ve işlenmiş elmalar toplanırken bu ağaç hala soğuktan etkilenmemişti ve bolca meyve taşıyordu. Bu eski ve kuvvetli ağaççığın yanından geçtiğimde ve dallarında sallanan meyvesini gördüğümde, bu ağaca sonsuz saygı duyuyorum ve yiyemesem de doğaya bu armağan için minnettarım. Neredeyse tüm yabani elmalar güzeldir. Çıkıntı ve gamzelerinde akşam güneşinin kızıllığına rastlayacaksınız. Yaz güneşinin, elmanın kabuğundaki bazı yerlerinde lekeler bırakmadan geçip gitmesine ender rastlanır. Şahit olduğu sabahların ve akşamların anısını taşıyan bazı kırmızı lekeleri olacaktır; bazı lekeleri de bulutların ve gelip geçen sisli ve nemli günlerin hatırasına kararmış ve fazla olgunlaşmış olacaktır ve geniş, yeşil çayırlar doğanın özünü yansıtacaktır - yeşil çayırlar gibi dingin ve daha yumuşak bir tada işaret eden toprak sarısı ve de tepeler gibi kızıl kahverengine de rastlayacaksınız."
Thoreau / Yabani Elmalar
Meyveyle yüklü bir elma ağacı: Nasıl da huzurlu, nasıl da pitoresk. Ama bir de bakışınızın önündeki insancıl filtreyi kaldırarak bakalım. Doğanın köpürüşünü, çılgın gibi hareket eden sperm baloncuklarının nasıl da biteviye fışkırıp, bu çürümüş ve gayri insani kıyımın ortasında patladığını tahayyül edelim. Bizleri birer cinsel varlığa dönüştüren kitonyen dünyanın kara büyüsü; Hıristiyanlığın ilk günah olarak tanımladığı ve bizleri arındırabileceğini iddia ettiği daemonik kimlik budur işte. Doğa, varlığın kaynayıp fokurdayan aşırılığıdır. Doğa, Şeytanın bayram yeridir, bütün iblislerin şenliğidir. Doğada her şey erir. Nesneleri gördüğümüzü sanırız, oysa gözlerimiz yavaş ve sınırlıdır. Doğa uzun soluklar sonucunda çiçeklenir ve solar; okyanussu dalga hareketleriyle yükselir ve alçalır. Duygusal önyargılar olmaksızın kendini tamamıyla doğaya açan bir zihin, doğanın kaba maddeciliği ve huzursuz taşkınlığı içinde boğulacaktır.
Camille Paglia, Cinsellik ve Şiddet
ya da Doğa ve Sanat başlıklı yazısından.
Kulübe Güncesi: Mevsimler
"Bir tepenin güneyine kalacak yerimi yapacağım ve Tanrıların bana bahşettiği hayatı yaşayacağım. Güneşle güneş arasında bana bahşedilen şeyleri şükranla kabul etmek başlı başına bir iş değil midir? ... Çok yakında gidip sadece rüzgârın sazların arasından fısıltısının duyulduğu göl kenarında yaşamak istiyorum. Kendimi geride bırakırsam bunu başarmış olacağım. Arkadaşlarım, oraya gidince ne yapacağımı soruyorlar. Mevsimlerin gelip geçmesini seyretmek başlı başına bir iş değil midir?"
1844’ün sonbaharında Ralph Waldo Emerson, Walden Gölü kıyısındaki ağaçları kesilmekten kurtarmak için birçok orman arazisi satın alır.
5 Mart 1845’te Thoreau'ya yazar:
‘Bu dünyada senin için Funda adını verdiğim (Walden'daki) araziden daha uygun bir yer göremiyorum: oraya git. kulübeni yap ve en büyük planını uygulamaya, canlı canlı kendini yemeye başla.”
Kulübe Güncesi: "Kulübe, tercih edilmiş yalnızlıktır."
Kulübe Güncesi: Yabanmersini
Kulübe Güncesi: "Eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi."
"Eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi."
Thoreau'dan (1817 - 1962), Walden anılarından, çapa ile felsefe yapışından çok hoşlandığımı söyleyemem, ama yine de okudum. Walden Gölü'nün kıyısında, en yakın eve bir mil uzaklıkta yer alan ıssız bir ormanda inşa ettiği kulübede iki yıl iki ay kadar yaşamış. Kasabalılardan en çok da ne yiyip ne içtiği, yalnızlık çekip çekmediği ya da öyle ıssız bir yerde korkup korkmadığı gibi sorulara maruz kalmış. Benim de geçen haftalarda benzer türde sayılabilecek sorulara acemi bir muhataplığım olmuştu. Ormanda yapabilir misin, diye sormuştu genç bir arkadaşım. Yapamam demiştim, nasıl, neyle yapılır, nereye sıçılır bilmem çünkü. Bazı kaprislerim var ki vazgeçemem, doğru, düzmece biriyim ben ama ikiyüzlü değilim diye de eklemiştim. Thoreau bile Walden'daki yaşamına iki yıl dayanabilmiş: ("Ormanı tıpkı oraya gidişiminki gibi iyi bir sebeple terk ettim. Belki de bana öyle geldi; yaşayacağım birkaç hayat daha vardı ve bu bir tanesi için daha fazla zaman kalmamıştı.") Parasız yapabilir misin, diye sordu. Yapamam. Thoreau'nun anlatısında uzun uzun söz ettiği yirmi sekiz yaşında odunculuk ve direkçilik yapan Kanadalı genç bir işçi var: "günde elli direk dikebilen, dünkü yemeğinde köpeğinin yakalamış olduğu bir dağ sıçanını yemiş olan biriydi. O da Homer'i duymuştu ve "eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi." Ne hakkında yazdığını bilmese de, ona göre Homer büyük bir yazardı. Daha basit ve doğal birini bulamazdınız. Yabancı birine, genel olarak hiçbir şey bilmiyormuş gibi görünürdü. Fakat onda bazen daha önce hiç görmemiş olduğum bir adam görürdüm. Bu adamın Shakspeare kadar bilge mi olduğunu yoksa bir çocuk kadar basit ve cahil mi olduğunu, ondan ince ve şiirsel bir bilinç mi yoksa aptallık mı beklemem gerektiğini bilemezdim. Birleşik Devletler'de çalışıp sonunda, belki de kendi ülkesinde, bir çiftlik alacak kadar para kazanmak için on iki yıl önce Kanada'dan ve baba evinden ayrılmıştı."
Thoreau bu genç işçiye Parasız yapabilir misin diye sorduğunda, genç işçi ona paranın sağladığı kolaylıklardan söz etmek için şöyle bir örnek verir: Eğer bir öküz sahibi olsaydı ve dükkandan iğne iplik almak isteseydi her seferinde alacağı şeylere karşılık hayvanın bir kısmını ipotek etmek önce oldukça zahmetli, daha sonra ise imkansız hale gelecektir." :) (Pecunia sözcüğünün Latince para anlamına geldiğini ve sığır anlamına gelen pecus sözcüğünden türemiş olduğunu da öğrenmiş oldum böylelikle.)
Kulübe Güncesi: Balık Tutmak
Kulübe Güncesi: Sivil İtaatsizlik
Thoreau'nun Sivil itaatsizlik örneği beni Arendt'in tartışmaya açtığı vicdan sorununa bağladı ama çok sokulmayacağım şimdilik.
"Altı yıldır şahıs başına ödenen vergiyi hiç ödemedim. Bu sebepten bir defa hapse atıldım ve bir gece yattım; iki-üç fit (60-90cm) kalınlığındaki sağlam taş duvarları, bir fit kalınlığındaki tahta ya da demir kapıyı, ışığı süzgeçten geçiren demir kafesi inceleyerek ayakta dururken bana kilit altına alınacak etten ve kemikten ibaret bir canlı gibi davranan bu kurumun aptallığına şaşırmadan edemedim. Acaba beni buraya kapamanın yapılacak en iyi şey olduğunu iyice düşündü mü ve benden başka türlü yararlanmayı hiç aklına getirmedi mi diye düşündüm. Hemşehrilerimle aramda taştan bir duvar olduğunu gördüm; ama onların benim kadar özgür olmadan önce, önlerinde tırmanmaları ya da yıkıp geçmeleri gereken çok daha zorlu bir duvar vardı. Bir an için bile içeri kapatılmış hissetmedim kendimi, duvarlarsa boşa harcanan taş ve çimento olarak göründü gözüme. Hemşehrilerim arasında vergisini veren tek kişinin ben olduğumu hissediyordum. Bana nasıl davranacaklarını bilmedikleri için iyi terbiye almamış biri gibi davrandılar. Her tehditte ve her komplimanda bir gaf yapıyorlardı; tek istediğimin duvarın öte yanına geçmek olduğunu sanıyorlardı. Düşüncelerimin üzerine kapıyı kapatıp kilitliyorlardı, ama düşüncelerim engel ya da izin tanımaksızın onları takip etmeye devam ediyordu ve tehlikeli olduğu sanılan sadece bu düşüncelerdi. Bana ulaşamadıklarından vücudumu cezalandırmaya karar vermişlerdi; tıpkı yaramaz erkek çocukları gibi, kin besledikleri adama bir şey yapamayınca köpeğine eziyet ediyorlardı. Devlet’in yarım akıllı olduğunu gördüm, gümüş kaşıklarıyla oyalanan yalnız bir kadın gibi ürkekti, dostunu düşmanından ayıramıyordu; Devlet’e olan tüm saygımı yitirip ona acımaya başladım."
Thoreau'nun Walden günlüğünde yer alan tutuklanış öyküsü:
Kulübe Güncesi: Gerçek
Sevgiden, paradan ve ünden ziyade gerçeği verin bana. Gerçek zenginliğin tadını çıkaran yoksulluğu verin bana."
Kulübe Güncesi: Orfe
Davetler, eş dost ziyaretleri, kasabanın yılgınlık veren dedikodu ortamından uzaklaşmak ve yalnızlığını korumak için Thoreau'nun hoş bir tavsiyesi var: "Lirini çalıp yüksek sesle tanrılara övgüler söyleyerek sirenlerin seslerini boğan ve tehlikeden uzak duran Orfe gibi yüce şeyleri düşünüp zihni meşgul ederek bu tehlikelerden kaçmalı."
Kulübe Güncesi: Tapınaklar
Kulübe Güncesi: Kapı
Kulübe Güncesi: Pencere
"Evim bir tepenin yamacında, daha geniş bir ormanın hemen kıyısında, çıralı çam ve cevizden oluşan genç bir ormanın ortasında ve tepe aşağı dar bir patikayla ulaşılan gölden birkaç metre uzaktaydı. Ön bahçemde, çilek, böğürtlen, ölmez otu, kantaron, altın başak, bodur meşe, vişne, yabanmersini ve yerfıstığı yetişiyordu."
Hafta boyunca günün yarısı kulübe ve çevresini temizlemekle geçti. Neredeyse çöplüğe dönmüştü ve ormanın iç kısmını temizlemem şimdilik imkansız gibi. Burayı çok da sahiplenmeden en azından kışın ara sıra gidip vakit geçirebileceğim bir yere dönüştürmek istedim
Tefekkür I
Tefekkür II
Tefekkür III
Tefekkür III: Şeylere Bırakılmışlık
Birileri için büyük kapsamda, bir diğerleri için küçük kapsamda, hepimiz için teknik dünyanın kuruluşları, aygıtları, makineleri bugün vazgeçilmezdirler. Teknik dünyaya körü körüne karşı koşmak, budalaca olacak. Teknik dünyayı şeytan işi olarak lanetlemeyi isteme, basiretsiz olacak. Biz, teknik nesnelere muhtacız; teknik nesneler bizi hatta, gittikçe daha da artan ıslaha çağırıp meydan okur. Ansızın ama biz, teknik nesnelere o kadar sıkı tertip edilmişiz ki esaretlerine maruz kalırız. Ne var ki başka bir şeyi da yapabiliriz.
Teknik nesnelerden gerekli faydalanmaya “evet” diyebiliriz ve aynı zamanda, bizi sadece meşgul edip zorlayarak özümüzü eğriltmelerini, karıştırmalarını ve son olarak ıssızlaştırmalarını onlara yasaklarsak, “hayır” diyebiliriz. Fakat teknik nesnelere bu şekilde eşzamanlı olarak “evet” ve “hayır” dersek, o zaman teknik dünyayla ilişkimiz belirsiz ve çelişkili olmaz mı? Tam aksine. Teknik dünyayla ilişkilenmemiz, olağanüstü bir biçimde basit ve sakin olur. Gündelik dünyamızın içine teknik nesneleri bırakırız ve aynı zamanda bu nesneleri dışarda bırakırız, yani mutlak bir şey olmayan, aksine bizzat daha yüksek bir şeye muhtaç Şeyler olarak sükûn edip kendi kendilerine dayanmalarına bırakırız. Teknik dünyaya eş zamanlı evet ve hayır tutumunu eski bir söz ile nitelemek isterim ki bu, Şeylere Bırakılmışlıktır.
*
Olmaya Bırakılmışlık'tan
*
Görsel: Heidegger'in kulübesindeki en modern şey, 1962'de Küba-Krizi ile ilgili haberleri dinlemek için satın aldığı küçük bir radyo. ( called Cuba-Radio) Sularını kuyudan çeker. İlk yıllarda kulübede elektrik yoktur. 1931'de bir elektrik bağlantısı elde ederler.
Kulübe Güncesi: Heidegger'in Kulübesi
Kulübe Güncesi: Derin İlişkiler
Kulübe Güncesi: Manzara
Heidegger neden taşrada kalmıştı? O taşrada kalmıştı; Çünkü o kırsal alandan sadece "hoşlanan" ve onu "seyreden" kentlileri hor görmektedir. Heidegger eski bir masalı hatırlatıyor; Karla kaplı tepenin kenarında tarlasını süren bir çiftçi, bu dağın güzelliğini "görmez." Çünkü o bu dağla özdeşleşmiştir, çünkü o doğayı hiç de "kırsal alan" olarak "küçük görmez."; çünkü o kendisiyle ve çevresiyle birlik içindedir; çünkü o bu birlik içinde olma halini refleksiyondan tamamen arınmış bir şekilde yaşamaktadır. O, kendisini "özne" doğayı "nesne" diye ayıran refleksiyona tamamen yabancıdır. Ve bu birlik, tam da Heidegger’in iştiyakla istediği şeydir.
Paul Huhnerfeld
"... Ben bile aslında hiçbir zaman manzarayı böyle inceden inceye yoklamam. Mevsimlerin büyük iniş ve çıkışlarındaki saatlik, günlük-gecelik değişimlerini seyre dalarım. Dağların ağırlığı ve kütlelerinin sertliği, çam ağaçlarının temkinli büyümesi, parlayan, çiçeklenen çayırların sade ihtişamı, uzun güz akşamlarındaki dağ deresinin şırıldaması, derin karla kaplı düzlüğün sert sadeliği, bütün bunlar -gündelik varoluş boyunca- orada yukarıda sürer gider ve ardarda gelir ve salınır durur. Ve bu manzara, yine de, yapmacık anlardaki keyifli bir dalış ve yapay bir empatide değil, aksine kendi varoluşunu, sadece, “çalışma”nın içerisine yerleştirdiğinde bulur. Bu dağ gerçekliği için mekânı “sadece” çalışma “açar”. Çalışmanın gidişi manzarada olup bitenlere gömülmüştür. Soğuk kış akşamında sert bir kar fırtınası vuruşlarıyla kulübenin etrafında kıyameti kopardığında ve herşey karla kaplandığında ve örtüldüğünde, “o zaman” felsefenin yüksek zamanıdır.
Kulübe Güncesi: Ev ve Kulübe
Hiedegger için ev; daha konforlu, daha halka açık, insan ilişkilerine daha yakın olarak, asla kulübe kadar güçlü olamazdı. Ev, varlığa dair soruların üstünü örtmek yerine vurgulamak konusunda yeteri kadar özsel değildi.
Ev; taşraya yönelik istekler ile banliyö arasındaki gerilime; şehre, ulaşım araçlarına yakın olmanın modern konforunu içeren bir aile evi inşa etme isteğine işaret etmektedir. Öyle gözükür ki modern konfor, Freiburg'daki evin inşa edilmesinde göz önünde bulundurulan temel öğelerden biridir. Ancak bu durumun Todtnauberg'deki kulübenin inşasında da geçerli olduğuna ilişkin bir işaret yoktur. Dahası ev hem sosyal hem de estetik açıdan görünüşüne özen gösterilmiş şekilde tasarlanmıştır. Heidegger'in Freiburg'daki evde varoluşu -onun uzun yıllar asıl kaldığı yer Todtnauberg değil, burasıydı- dağda sürdürdüğünden daha farklıymış gibi gözükür. Bu varoluş, Heidegger'in kulübe yaşamında pek gözükmeyen sosyal ve düşünsel öncelikleri yansıtmıştır. Heidegger'in ev hakkında yazmamış olması; dağlardaki münzevi varoluşa ilişkin ifade ettiği heves ve dağdaki felsefi tınlamaya ilişkin görüşü ile karşıtlık içinde düşünüldüğünde, şehirdeki eve ve aile yaşamına ilişkin yaşadığı duygusal ikileme işaret eder.
Filozof, kulübede sürekli kalan biri değildi, ayrıca Marburg'da ya da Freiburg'da da kalırdı; Gerçekten de kulübenin bakımı Heidegger'in üniversiteden aldığı maaşa bağlıydı. Bu diğer yaşamın öncelikleri Todtnauberg'de araya giriyordu: Heidegger metinlerini farklı uç bağlamlarının ve nasıl yorumlanabileceğinin farkında olarak yazmıştı ve daha şaşırtıcı olanı, daha sonraları kulübeye elektrik ve telefon hattı bağlanmasına izin vermiş olmasıdır. Heidegger her fırsatta dağdaki düzenini aramıştı ama bu arayış asla geçici bir şeyden fazlası değildi. Akademiye öncelik vermekten gitgide uzaklaşıp dağdaki yuvasına yakınlaşırken -kısmen kendi tercihi ve kısmen de zorunlu olarak- şehir ve taşra yaşamını paralel olarak sürdürdü.
Adam Sharr
Kulübe Güncesi: 1933 / Ernst Junger
Yaptığı hata için özür dilemesi gereken Heidegger değil, onu yanıltmış olduğu için asıl Hitler'in ondan af dilemesi gerekir.
Heidegger 1933'te yanıldı ve yanıltıldı... Bir yazar, bir sanatçı, bir filozof, onu yolundan saptırmakla kalacak her türlü siyasal katılımdan uzak durmalı. Düşünür siyaset batağına batmamalı ve onun kendisine bulaşmasına izin vermemeli. Heidegger'le bunu sık sık konuştum; yanılgısı için hiçbir mazeret göstermiyordu, üstelik bu yanılgı onun gözünde düşünceye karşı yapılmış bir hata, ağır bir düşünsel yanlıştı. Bunu yapmakla, "kötü güçler" diye adlandırdığı kişilerin kefili durumuna düşmüştü. Heidegger'in doğası onu suskunluk içinde çalışmaya itiyordu. Oysa bir biçimde kendini gösterebilir, hiç değilse 1938'de, Kristal Gece'den sonra da olsa bir işaret verebilirdi. Ancak sanırım onun derslerinde geçen, ve bir öğrencisinin bana anlattığı gibi rejimin insanlık dışı tutumu, aşağılık propagandaları ve cinayetleri hakkında pek çok bilgi veren bölümlerin bilinmesini sağlamak doğru olur. Bugün, o dönemin belirsizliklerini kestirmek zor. Weimar Cumhuriyeti bizi düş kırıklığına uğratmıştı. O günlerde birçok Alman, yaşamın sürdürülebilmesi için bir şeylerin değişmesi gerektiğini düşünüyordu. Yenilik istiyoruz, diyorlardı. Buna yolsuzluk ve skandallarla, enflasyonla, milliyetçi çevrelerin etkinliğiyle ve sokaktaki huzursuzluğun beslediği Bolşevizm'den duyulan korkuyla zehirlenen havayı ekleyin. Buna bir de siyasal deneyim yokluğunu ve düşünce yoksunluğunu ekleyin.
Dostoyevski'nin Ecinniler ve Karamazov Kardeşler'deki uyarıcı işaretler taşıyan sayfalarını yeniden okuyordum. Hitler bana iğrenç ve tehlikeli görünüyordu; Berlin'deki mitinglerde izlediğim taraftarlarının bayağılığı, hoyratlığı, kabalığı ve Yahudilere karşı besledikleri saplantılı kin beni tiksindiriyordu. Bunu taşrasına çekilmiş olan Heidegger görmüyordu, ama ben olayların içindeydim. 1933'te, siyasal deneyimi olmayan Heidegger, Hitler'i benim daha o gün görebildiğim gibi göremezdi. Basında ve radyolarda yayımlanan vaatlerine kandı, ta ki 1934'te rektörlükten istifa edene kadar.
İnsanlar bu söylevleri dinlerken şöyle diyorlardı: işte nihayet, Versailles Antlaşması'nı bozmaya gücü yetecek kudretli bir adam. Ben kendim de genç bir Fransız subayının 1871 bozgunundan sonra karşılaşmış olabileceği duruma benzer bir durumdaydım; öylesine bir bozgundan sonra öncelikle istenen şey, bataktan başı dik çıkabilmektir. O sırada, aklını yıllardır her türlü siyasetin dışında kalan üniversite reformu tasarısına takmış olan Heidegger'in dileği de buydu. Sonuçta bütün bunlardan hiç iyi bir şeyin çıkmayacağını, benim de düşündüğüm gibi Hitler'in Almanya'nın bütün umutlarını suya düşüreceğini anladı. 1934'teki Roehm cinayeti ve sonraki caniliklerin bir ön belirtisi gibi SA'ların tasfiye edilişi birçok Alman'ın gözünde diktatörlüğün alçak yüzünü açığa vuran dönüm noktalarıydı. Ama artık geri dönmek için çok geçti. Seçimlerin en berbatını yapmış olduklarını fark edenler için vakit geçmişti. Artık fazladan tek bir söz özgürlüğünüze ve hayatınıza mal olabilirdi. Polis gücünün seferberliği ve zırhlıların konuşlanışı karşısında tek başlarına birkaç bireyin elinden ne gelir? Bana gelince, Nietzsche'yi okumakla uzun zamandan beri boş hayallere karşı bağışıklık kazanmıştım.
Zavallı Heidegger, bu yanılgıyı çok pahalı ödedi. Aslında ondan ve yapıtından yükseklik ve derinlik terimleriyle söz etmek gerekir. O üç bin yıl sonra da okunuyor olacak."
Kulübe Güncesi: Requiem for Martin Heidegger
Kulübe Güncesi: Kıryolu / Heidegger
KIRYOLU
Martin Heidegger
Çev. Erdal Yıldız - Engin Yurt
DER FELDWEG
Burada çevirisi sunulan metin, Heidegger’in belki de felsefi ve edebi yazma tarzının en iç içe girdiği metinlerden biri olması açısından önemlidir. Heidegger’in çoğu felsefi eserini Freiburg’a yakın bir dağ kulübesinde yazdığı göz önünde bulundurulduğunda, onun felsefi düşünme ile doğaya yakın olma arasında doğrudan bir bağ kurduğu açık bir şekilde kendini belli eder. Bu yazı da, Heidegger’in kurduğu bu bağın en saf hâllerinden biri olarak okunmalıdır. Heidegger’in burada ortaya koyduğu düşünme tarzı, onun kehre döneminde kendini belli etmeye başlayan ve geç döneminde tamamen yer etmiş düşünmenin ilk esintilerini vermektedir.
Kıryolu, bahçe kapısından dışarı Ehnried’e doğru uzanır. İster Paskalya zamanında, serpilen ekinlerle uyanan çimenler arasında ışıl ışıl parlıyor olsun ya da ister Noel vakti kar yığınlarının altında en yakın tepenin ardında gözden kayboluyor, şato bahçesindeki yaşlı ıhlamur ağaçları duvarın üzerinden bu kıryolunu seyre dalarlar. Patika, Dörtyol ağzından sonra ormana doğru kıvrılır. Ormanın kıyısından geçerken, altında kabaca çatılmış bir bankın durduğu ulu bir meşe ağacını selamlar.
Bazen bankın üzerinde, gençliğin verdiği acemiliğin okuyup anlamaya çalıştığı, büyük düşünürlerden bazılarının şu ya da bu yazısı bulunur. Muammalar üst üste yığılıp hep birbirine dolandığında ve bir çıkış yolu yokmuş gibi gözüktüğünde, kıryolu yardıma koşar. Zira o, uçsuz bucaksız kıraç araziyi kateden kavisli bu yolda, yürüyen kişiye sessizce eşlik eder.
Zaman zaman, Düşünme bu yazılarda ya da kendi düşünme çabalarında sıkıştığında, kıryolunun kırda açtığı patikada yürür. Kıryolu, sabah erkenden ekinleri biçmeye giden çiftçinin adımlarına ne kadar hazırsa, düşünürün adımlarına da o kadar hazırdır.
Seneler içinde daha sık bir şekilde, yolun kenarındaki meşe ağacı erken oyunu ve ilk karara dair anılarımı akla getirir. Bazen ormanın derinliklerinde bir meşe ağacı balta darbesiyle devrildiğinde, baba hemen dikkatini ağaçlara vererek ormana girer ve şimdi kesilen ağaçların yokluğundan oluşan ormandaki güneşli aydınlık bölgeyi arardı, payına düşen odunları toplayıp atölyesinde kullanmak için. Zaman ve zamanda-gelip-geçicilik ile kendi ilişkilerini sürdüren çan ve saat kulesindeki işine mola verdiğinde, ormanın bu kısmında özenle bir şeylerle uğraşırdı.
Kulübe Güncesi: Şair Olarak Düşünür
DÜŞÜNME DENEYİMİNDEN
Martin Heidegger
Çev: Erdal Yıldız - Engin Yurt
Burada çevirdiğimiz şiirler, ilk olarak 1954 senesinde yayınlanmış olsa da, Heidegger’in bir notuyla öğrendiğimiz üzere 1947’de yazılmışlardır. Heidegger’in özellikle geç dönem düşünmesinde büyük önem atfettiği düşünme ve şiir arasındaki ilişki göz önünde bulundurulacak olunursa, burada çevrilen şiirlerin sadece bir filozofun, yaşamının herhangi bir döneminde yazdığı şiirler olarak görülmemesi uygun olur. Zira burada çevrilen şiirler, belki de, bir düşünür-şairin düşünme ve şiir arasındaki çizgilerin gözden tamamen kaybolduğu yerlerde dolanarak hakiki bir düşünme deneyimi arayışında olmasının en açık izleridir.
AUS DER ERFAHRUNG DES DENKENS
[75] Unter den hohen Tannen hindurch...
Baştan sona yüksek çamlar altında...
Weg und Waage,
Steg und Sage
finden sich in einen Gang.
Yol ve terazi
Keçi yolu ve söyleme
Buluşurlar bir yürümede.
Geh und trage
Fehl und Frage
deinen einen Pfad entlang.
Git ve taşı
Eksikliği ve soruyu
Kendi patikan boyunca.
[76] Wenn das frühe Morgenlicht still über den Bergen wachst...
Sabahın ilk ışığı dağların üzerinden sessizce yükseldiğinde...
Die Verdüsterung der Welt erreicht nie
das Licht des Seyns.
Dünyanın karanlığı asla ele geçiremez
Varlığın aydınlığını.
Kulübe Güncesi: Düşünme Tecrübesi / Heidegger
Im Denken wird jeglich Ding einsam und langsam.
[In thinking all things become solitary and slow.
Düşünmede her şey yalnız ve yavaş hâle gelir.]
Martin Heidegger
Aus der Erfahrung des Denkens
[The Thinker as Poet / Düşünme Tecrübesinden]