Gauguin eserlerinin eleştirilmesi yüzünden kırıklık ve yalnızlık duygusuna kapıldı. Sanatının reddedilmesinden duyduğu burukluğu, başarı arayışındaki umutsuzluğu ve inancının kurbanı olmasının kaçınılmazlığını göstermekte olan bu değişimi, resim hakkında söylediği şu sözlerle açıklamıştı:
“Bir idealin çöküşünü ve hem ilahi hem de insani bir acıyı ifade etmektedir. İsa bütünüyle yalnız bırakılmıştır, havarileri onu terk etmektedirler... ”
Gauguin kısa süre sonra dostları ve eleştirmenler ile olan bağlarını kesip atmaya karar verdi:
“Tahitiye gidiyorum ve kalan günlerimi orada geçirmeyi umuyorum. Çalışmalarım, o vahşi ve ilkel yerde yetiştirebileceğim bir tohum gibi. Bunu yapmak için huzurum olmalı. Şan ve şöhretin başkalarının olması ne fark eder ki?”
Christ and the garden olives
Punaru Vadisi'nden, yani Tahiti'yi ikiye bölen devasa yarıktan geçen kişi Tamanoü Platosu'na ulaşır. Oradan adanın merkezini oluşturan taç görünür: Orofena ve Aroral. Buradan sık sık bir mucizeler mekanı gibi bahsetmişlerdi ve ben oraya gidip yalnız başıma birkaç gün geçirmek üzere plan
yapmıştım.
"Ama geceleyin ne yapacaksın?"
"Tupapaü'ler sana eziyet eder!"
"Dağın ruhlarını rahatsız etmek akıllıca değildir . . . "
"Çıldırmış olmalısın!"
Muhtemelen çıldırmıştım, ama Tahitili dostlarımın endişeleri sonucunda merakım daha da artmıştı.
Bir gece, şafaktan önce, Aroral'ye doğru yola çıktım. Neredeyse iki saat boyunca Punaru Nehri'nin kenarındaki patikayı takip etmeyi başarabildim . Ama sonra tekrar tekrar nehri geçmek zorunda kaldım. Her iki yanda dağın yamaçları dimdik yükseliyordu. Payandalar üzerindeymişçesine; dev taş
küpler ile desteklenerek, suyun ta ortasına kadar uzanıyorlardı. Sonunda yoluma nehrin ortasından devam etmek zorunda kaldım. Su dizlerime geliyordu ve zaman zaman omuzlarıma kadar çıkıyordu.
Tepede parlarken bile güneş, aşağıdan hayret verici bir yüksekliğe sahipmiş ve yukarıda birbirine çok yaklaşıyormuş gibi görünen iki yamacın arasından ancak sızabiliyordu. Gün ortasında, gökyüzünün parlak mavisinin üzerinde pırıldayan yıldızları ayırt ettim.
Saat beşe doğru, gün inerken, geceyi nerede geçireceğimi merak etmeye başlamıştım ki, sağımda oldukça geniş, neredeyse düz bir alan gördüm. Dolaşık egreltiotları, vahşi muz ağaçları ve bourao'larla kaplıydı. Şansın yardımıyla pek çok olgun muz buldum. Aceleyle, onları pişirecek bir ateş yaktım. Akşam yemeğimi onlar oluşturdu. Sonra, yağmur yağarsa beni korusun diye alçak dallarına muz yaprakları ördüğüm bir ağacın dibinde, becerebildiğimce uyumak için uzandım.
Soğuktu ve suyun içinde yürümek beni iliklerime kadar üşütmüştü. iyi uyuyamadım. Ama şafağın gecikmeyeceğini, ne insan ne de hayvan, hiçbir şeyden korkmama gerek olmadığını biliyordum. Tahiti'de ne etoburlar, ne de sürüngenler bulunur. Adada bulunan yegane vahşi av hayvanları, ormana kaçmış olan ve orada iyice vahşileşerek üreyen domuzlardır. Korkmam gereken tek şey, gelip bacaklarımın derisine sürtünmeleri olabilirdi. Bu yüzden küçük baltamın ipini bileğime bağladım.
Gece derindi. Herhangi bir şeyi ayırt etmek imkansızdı, başıma yakın tozsu bir ışıltı dışında. Bu beni garip bir şekilde huzursuz etti. Maori'lerin Tupapaü'ler, yani uyuyan insanları rahatsız
etmek için uyanan kötü ruhlar hakkındaki hikayelerini düşününce gülümsedim. Bu ruhların dünyası, ormanın sonsuz gölgelerle çevrelediği dağın yüreğindedir. Orası bu ruhlarla kaynamaktadır ve safları, ölenlerin ruhları ile durmaksızın artmaktadır.
Bu iblislerin oturduğu bir yere gitmeye cesaret edenlerin vay başına gelenlere! . . . Ve bende bu küstahlık vardı! Rüyalarım da tedirgin ediciydi. Şimdi, o ışıltının belirli bir mantar türünden yayıldığını biliyorum. Çoğu yerde, ateşimi yakmak için kullandıklarına benzer ölü dallarda yetişiyorlar.
Ertesi gün, erkenden tekrar yola çıktım. Nehir gittikçe daha düzensiz oluyordu. Bir an bir çaya, bir an sele, bir an çağlayana dönüşüyordu. Garip bir kaprisle kıvrılıyor, zaman zaman geri akıyormuş gibi görünüyordu. Sık sık yolumu kaybediyordum ve ellerimi kullanarak daldan dala, yere dokunmadan
sallanmak zorunda kalıyordum. Suyun dibinden, sıra dışı bir şekle sahip bir kerevit, "Orada ne yapıyorsun .... ' dercesine baktı. Ve yüz yaşındaki yılanbalıkları ben yaklaşınca kaçıştı.
Aniden, beklenmedik bir dönüşte, çıplak bir genç kızın çıkıntı yapan bir kayaya doğru eğilmiş olduğunu gördüm. Onu destek olarak kullanmak yerine, iki eliyle okşuyordu. Kayaların arasından, çok yüksekten, sessizce sızan bir pınardan su içiyordu. içmeyi bitirdikten sonra kayayı bıraktı, suyu iki eliyle yakaladı ve göğüslerinin arasından akmasına izin verdi. Sonra, en ufak bir ses çıkarmamış olmama rağmen, tehlike kokusu alan ürkek bir antilop gibi başını eğdi ve benim hareketsiz durmakta
olduğum çalılığa doğru baktı. Bakışlarımız karşılaşmadı. Beni görür görmez, "Taehae (öfkeli)," diyerek suya daldı.
Telaşla ırmağın içine baktım -hiç kimse, hiçbir şey yoktu, yalnızca dipteki taşların arasında kıvrılan dev bir yılanbalığı. Aroral'ye, adanın zirvesini oluşturan, korku duyulan kutsal
dağa ulaşmam ne kolay oldu, ne de zahmetsiz. Akşam çökmüştü, ay yükseliyordu ve yumuşak ışıklarının dağın engebeli yamacını sarmasını izlerken, ünlü efsaneyi hatırladım:
"Paraü Hina Tefatou (Hina Tefatou'ya dedi ki)_" Akşam otururlarken genç kızların anlatmaya bayıldığı, eski bir efsanedir ve onlara göre olay tam da benim bulunduğum yerde gerçekleşmiştir. Ve aynı manzarayı gerçekten ben de gördüm gibi geldi. Bir erkek tanrının güçlü başı, Doğa'nın gücüne dair gururlu bir bilinç ihsan ettiği bir kahramanın başı, bir devin görkemli yüzü -ufuğun en uzaktaki çizgilerinde, sanki dünyanın eşiğindeymiş gibi. Ona yanaşan, yumuşak bir kadın, Tanrı'nın saçlarına hafifçe dokunur ve konuşur:
"Bırak ölen insanlar yine kalksın . . . "
Ve Tanrı'nın öfkeli, fakat zalim olmayan dudakları aralanır ve
yanıt verir:
"insanlar ölmeli."