Tahiti Günlüğü



Tahiti'deki patikalar bir Avrupalı için oldukça güç; "dağlara gitmek" yerliler için bile bir miktar çaba gerektiriyor, onlar da bu işe gerekmediği sürece girişmiyorlar. İki dağ arasında, tırmanması imkansız iki yüksek ve dik bazalt duvar arasında, içinde suların kıvrıldığı bir çatlak, ağzını açmış, esniyor. Bu bloklar dağın böğründen bir pınarın geçmesi için bir yol açan sızıntılarca gevşetilmiş. Pınar büyüyerek bir çay olmuş. Çay blokları sarsarak biraz daha öteye itmiş. Sonra sular taştığında, çay onları almış. yuvarlamış. yuvarlamış ve denize kadar taşımış. Çayın her iki yakasında, sık sık şelaleler ile kesilen bir tür patika var. Dolaşık ağaçların arasından geçiyor-ekmekağacı, demirağacı. pandanus. bourao, hindistancevizi. kuşburnu. guava, dev eğreltiotları. Çılgın bir bitki örtüsü, gittikçe daha da vahşileşiyor. daha da dolaşık hale geliyor; ta ki, biz adanın ortasına doğru tırmanırken. neredeyse aşılmaz bir yoğunluk kazanana kadar.

İkimiz de çıplağız, kalçalarımızda mavi-beyaz parto'lar, elimizde küçük baltalar var. Sayısız defa, kestirmeden gitmek için çayı geçtik. Rehberim yolu görerek değil, koklayarak takip ediyor sanki, çünkü yer, mekanı tamamen sahiplenen fevkalade bir bitki, yaprak ve çiçek karmaşası ile kaplı.
Sessizlik, suyun kayaların arasında yakınarak inlemesi dışında mutlak. Bu tekdüze bir inleme, öylesine yumuşak ve alçak bir sızlanma ki, sessizliğin refakatçisi gibi geliyor insana. Bu ormanda, bu yalnızlıkta, bu sessizlikte ikimiz vardık- o çok genç bir adam ve ben, ruhundan pek çok hayal düşüp giden, bedeni sayısız çabaların sonucunda yorgun, üzerinde manevi ve fiziksel açıdan yoz bir toplumun ahlaksızlığının geçmişten gelen, ölümcül mirası olan yaşlı bir adam. Bir hayvanın çevikliği ve bir hermafroditin zarif kıvraklığı ile benden birkaç adım önde yürüyordu. Ve bana öyle geldi ki, bizi çevreleyen görkemli bitkisel yaşam onda canlanmış, nabız gibi atıyor, yaşıyordu. Bitkilerden ona ve onun aracılığıyla güçlü bir güzellik kokusu salıveriliyor, yayılıyordu.


Şu, önümde yürüyen gerçekten bir ademoğlu muydu? Basitliği ve karmaşıklığı ile beni onca cezbeden o naif arkadaş mıydı? Orman'ın kendisi, yaşayan Orman değil miydi o, cinsiyetsiz -ama yine de albenili?

Tahiti Günlüğü

(Te Burao) 1892

Penceremde, burada Markiz Adaları'nda, Atuana'da her şey kararıyor. Danslar bitti, yumuşak, tatlı ezgiler sönüp gitti. Fakat hiçbir şey durağan değil. Rüzgar giderek yükselen bir tempoyla dalları sarsıyor, büyük dans başlıyor, kasırga geliyor. Olimpos da kavgaya katılıyor; Jüpiter bize yıldırımlar gönderiyor; Titanlar kayaları yuvarlıyor; nehir taşıyor. Geniş alanlara yayılan meyve (maiore) ağaçları sökülüyor, hindistancevizi ağaçları arkalarına yaslanıyor, ağaçların tepeleri yerleri süpürüyor. Her şey uçuyor, kayalar, ağaçlar, cesetler uçuyor ve denize sürükleniyor. Gazap dolu Tanrıların ihtiraslı orjisi!

Güneş geri dönüyor; ulu hindistancevizi ağaçları, dallarını yeniden kaldırıyor; insanlar da öyle. Büyük keder bitti; neşe geri döndü; deniz bir çocuk gibi gülümsüyor. Dünün gerçekliği bir masal haline geliyor; unutuluyor.

Soyez amoureuses vous serez heureuses (Be In Love and You Will Be Happy) 1889



Tahiti Günlüğü

Bir yanda deniz vardı; diğer yanda dağ, derin çatlaklara sahip bir dağ; kayalarına dayanan devasa bir mango ile sona eren devasa bir yarık.

Dağ ile deniz arasında, bourao ağacının tahtasından yapılmış kulübe duruyordu. İçinde yaşadığım kulübeye yakın bir başka kulübe daha vardı, fare amu (yemek yeme kulübesi).

Sabah oldu.

A man with axe, 1891

Denizin üzerinde, sahile yakın bir kano görüyorum ve kanoda yarı çıplak bir kadın var. Kıyıda, yine çıplak bir adam duruyor. Adamın yanında, yaprakları buruşmuş, hastalıklı bir hindistancevizi
ağacı var. Altın kuyruğu aşağı sarkan ve pençelerinde dev bir hindistancevizi demeti tutan, devasa bir papağana benziyor.

Adam ahenkli bir hareketle, iki eliyle ağır bir baltayı kaldırıyor. Yukarıda, gümüşi göğün üzerinde mavi bir iz bırakıyor ve aşağıda, ölü ağacın üzerinde pembe bir yarık. Günbegün, yüzyıllar boyunca birikmiş olan şevk burada, kışkırtıcı bir anda tekrar hayata dönecek.

Erguvani toprağın üzerindeki yılansı, metalik sarı yapraklar bana, eski Doğu'nun gizemli, kutsal bir yazmasını düşündürüyor. Fark edilir bir şekilde, Okyanusya kökenli kutsal bir sözcüğü
oluşturuyorlar, ATUA (Tanrı), tüm Hint adalarında hüküm sürmüş Taata ya da Takata ya da Tathagata. Ve aklıma, güzelim yalnızlığım ve güzelim yoksulluğum ile ahenk içinde, gizemli bir öğüt, bir bilgenin sözleri geliyor:

Tathagata'nın gözünde, kralların ve onların elçilerinin ihtişamı ile görkemi, tükürük ve tozdan başka bir şey değildi; Onun gözünde, saflık ve kirlilik altı naga'nın dansı gibidir; Onun gözünde Buda'nın görüntüsünü aramak, çiçeklerin görüntüsünü aramak gibidir.

Kanoda kadın bazı ağları düzene koyuyordu. Denizin mavi çizgisi, sık sık mercanların oluşturduğu dalgakıranın üzerinden aşan dalgaların yeşilliği ile bozuluyordu.

Tahiti Kadınları


tahitian woman-1894

Yıldızların aydınlattığı açıklıkta kızların bir ileri bir geri hareket ettiklerini görüyordu. Ruhunun, kendi ruhunun tâ derinliklerinden hafif, harikulâde bir müziğin yükseldiğinin de farkındaydı. Sonra tamamiyle fantaziyle dolu bir dünyaya girdi. Burada kadınlar ideal güzelliktelerdi. Canlı, sembolik ve soyut bir cinsiyetleri vardı bu kadınların. Fizikî aşkın en yüksek şekliydi bu. Vücutlar ağırlıklarından sıyrılmışlardı, hiç bir gayret göstermeden sevişiliyordu. Bunda tıpkı erotik bir rüya hali vardı. Fakat Gauguin’in şimdiye kadar gördüğü rüyaların hepsinden de etkiliydi. O artık Paul Gauguin değildi. Hayır ressam sadece erkekti, erkekliğin ruhuydu. Seviştiği kız ise kutuplardaki tepecikler gibi isimsizdi. O sadece kadındı. Kadınlığın ruhu...

*
Altın Vücutlar

Olympia

Tahiti çehresinin ayırt edici özelliklerine alışabilmek için, uzun zamandır komşularımdan birinin, saf Tahiti özüne sahip genç bir kadının portresini yapmak istiyordum. Sonunda kulübeme girecek ve odamın duvarlarına astığım, tablo fotoğraflarına bakacak kadar cesaretini topladı. Olympia'yı
uzun uzun, ilgiyle inceledi.

edouart manet - olympia

"Onun hakkında ne düşünüyorsun?" diye sordum. Son Fransızca konuşmamdan beri iki ay geçmişti ve birkaç Tahitice sözcük öğrenmiştim.

Komşum yanıt verdi, "O çok güzel!"

Bu yoruma gülümsedim. Etkilenmiştim. Demek güzellik mefhumuna sahipti! Ama, Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki profesörler onun yorumuna ne yanıt verirlerdi acaba?

Sonra, bir karara varılmasından önce geçen fark edilir bir sessizlikten sonra, aniden ekledi:

"Karın mı?"

"Evet."

Bu yalanı söylerken tereddüt etmemiştim. Ben -güzel Olympia'nın birtane'si!

O, merakla italyan primitiflerin bazı dini kompozisyonlarını incelerken, fark ettirmeden portresinin taslağını çıkarmak için acele ettim. Gördü, surat asarak birdenbire, "Alta (hayır) !" diye bağırdı ve kaçtı.

Bir saat sonra, güzel bir elbise giymiş ve kulağının arkasına bir tane sıkıştırmış olarak geri döndü. Cilve miydi bu? Yoksa bir kere reddettikten sonra kendi hür iradesi ile rıza göstermesinin
hazzı mıydı? Ya da, insanın kendisine yasak ettiği meyvenin evrensel cazibesi miydi? Veya, daha da olası, herhangi bir dürtü olmaksızın, yalnızca bir kapris miydi, Maori'lerin bunca sahip oldukları
o saf kapris türünden? Gecikmeden, tereddüt etmeden, hararetle çalışmaya başladım. Farkındaydım ki, modele fiziksel ve törel açıdan hakim olabilmem, yalnızca bir ressam olarak yeteneğime bağlıydı; bu beraberinde gelen, acil, karşı konulamaz bir davet olacaktı. Bizim estetik ölçülerimize göre hiç de eli yüzü düzgün sayılmazdı. Çok güzeldi. Tüm hatları, Rafael'i hatırlatan bir ahenk ile karşılaşan kıvrımlarda birleşiyordu. Ağzı, tek bir hareketli çizgiye kıvancın ve kederin tümünü katmayı bilen bir heykeltıraş tarafından yapılmıştı. Aceleyle ve tutkuyla çalıştım, çünkü rızasının henüz kesinlikle verilmiş olmadığını biliyordum. O kocaman gözlerde bazı şeyleri okurken titredim -bilinmeyenin yarattığı korku ve arzu, tüm zevklerin kökünde yatan acı deneyimlerin melankolisi, kendi kendinin efendisi olmanın istemsiz ve özerk duygusu.- Bu tür yaratıklar kendilerini bize verdiklerinde, bize boyun eğmiş gibi görünür; fakat onlar yalnızca kendilerine teslim olur. Onlarda, içinde insanüstü bir şeyler taşıyan bir güç vardır -ya da belki ilahi bir şekilde hayvani olan bir şey.

Te Arii Vahine 1896 

mahrem günlük

Parau na te Varua ino (Words of the Devil), 1892

Bakın! Küçük Vaitauni nehre doğru gidiyor. .. Hayal edebileceğiniz en yuvarlak ve en çekici göğüslere sahip. Bu neredeyse  çıplak, altın bedeni berrak suda ilerlerken görebiliyorum. Dikkatli ol sevgili çocuğum; kıllı jandarma, kamu ahlakının bekçisi, kuytudaki bu keçi-adam seni izliyor. Bakmaya doyduğunda, onun kafasını karıştırdığın, böylece kamu ahlakını ihlal ettiğin gerekçesiyle seni ahlaksızlıkla suçlayacak. Kamu ahlakı! Ne laf ama!

Fakat küçük Vaitauni'yi görünce arzularımın kabarmaya başladığını hissettim. Nehirde biraz eğlenmeye gittim. İncir yapraklarını dert etmeden, ikimiz de güldük.

mahrem günlük

*
*

Tahiti Kadınları

Başlığı İlkel Masallar olarak çevrilebilen bu tabloda Gauguin, çiçeklerle dolu bir manzarada üç figür tasvir etmektedir. Ortadaki lotus pozisyonunda oturan figürün erkek mi, kadın mı olduğunu söylemek zordur. Sağ tarafta diz çökmüş oturan kızıl saçlı bir kadın vardır. Soldaysa Gauguin'in Pont-Aven'dan arkadaşı olan Meyer de Haan’a benzeyen sıradışı bir figür bulunmaktadır. Bu erkek yaratığın hayvan pençesi gibi ayakları ve kediye benzer gözleri vardır. Yazar Bengt Danielsson, Gauguin'in önceki resimlerinde de görülen kızıl saçlı kadının, büyücü Haapuani'nin karısı Tohotaua olduğunu ileri sürmüştü. Gizli güçlere inanan de Haan'ın simgelediği Batı düşüncesi, ortadaki figürün oturuşuyla simgelenen Budizm ve büyücünün alev saçlı karısının simgelediği Maori folkloru, bu tabloda hep bir arara toplanmıştır. Bu bileşimin Simgeci Gauguin'e çok çekici geldiği düşünülebilir.


Artık daha serbestçe, daha iyi çalışıyorum. Ama yalnızlığım beni hala rahatsız ediyor. Doğrusu, çevrede huzurlu bakışlara sahip, saf Tahitili genç kadınlar ve kızlar gördüm, bazıları belki de memnuniyetle hayatımı paylaşırdı -ama onlara yaklaşmaya cesaret edemedim. Aslında kendilerinden emin bakışlarıyla, kendilerini vakarla taşımalarıyla ve yürüyüşlerindeki gururla beni ürkekleştirdiler.

Hepsi, gerçekte, "alınmak" istiyorlar, sözcüğün tam anlamıyla, kaba güçle, tek bir söz söylenmeden alınmak (Maü, zaptetmek). Hepsinin içinde gizli bir şiddet arzusu var, çünkü erkeğin bu otoriter eylemi kadının iradesine tam bir sorumsuzluk sağlıyor. Çünkü böylece, kalıcı bir aşkın başlangıcına rıza göstermemiş oluyor. Başta bu kadar itici görünen şiddetin daha derin bir anlamı olması olası. Belki de bir tür vahşi cazibesi vardır. Konu üzerinde düşündüm, ama doğrusu, cesaret edemedim.

Tahiti Kadınları

"Gerçekten seçkindirler," sözü bilinçlidir. Bütün kadınlar kendi elbiselerini kendileri dikerler; şapka örüp kurdelelerle süsleme konusunda Paris'teki bir şapkacıyla yarışırlar; Boulevard de la Madelaine'in zevkiyle çiçek demetleri derlerler. Güzel, cendereye alınmamış bedenleri dantel ve müslin eteklerin altında zerafet içinde dalgalanır. Elbiselerinin manşetlerinden fırlayan eller gerçekten asilzadelere hastır. Büyük ayakkabısız ayakları sizi bir an için rahatsız ederse de, sonraları bizi rahatsız eden ayakkabı olur. Markiz Adaları'nda, erdem budalalarını, her şeyde bir barbarlık görenleri rahatsız eden bir başka durum ise bütün genç kızların pipo tüttürmesidir.

Ancak ne olursa olsun, her şeye rağmen bir Maori kadını istese bile rüküş ya da gülünç olamaz, çünkü Markiz sanatını inceledikten sonra hayran kaldığım, süsleyici güzellik anlayışını içinde taşır. Fakat bundan mı ibarettir? Güldüğünde sadece güzel dişleri gösteren güzel bir ağızda hiç güzellik yok mudur? Bunlar mı zenci kadınlar? Hadi canım! Ya şu korseye isyan bayrağı açmış gül goncalı enfes göğüslere ne demeli!



Tahitian Girl



Paul Gauguin, ca.1891 1893, Tehura (Teha'amana), polychromed pua wood, H. 22.2 cm. 
Realized during Gauguin's first voyage to Tahiti.

Strindberg'den mektup:

Burada, Pantheon'dan pek uzak olmayan Montparnasse mezarlığının yakınlarında, Enstitü'nün arka tarafında birlikte yaşadıgımız günlerin, 1894 - 95 kışının hatırına, senin kataloğuna önsöz yazmamı istiyorsun benden.

O güçlü kişiliginle uyumlu bir mekan ve manzara aramaya gittiğin Okyanusya'ya götürmen için bu hatırayı senden esirgememem gerekir, fakat başından beri belirsiz bir konumda olduğumu hissettiğimden, bu arzuna "Yapamam," ya da daha zalimce "Yapmak istemiyorum," diye cevap veriyorum. Reddedişimin bir açıklamasını da borçluyum sana. Ne dostça duygulardan yoksun oldugumdan bu reddediş ne de kalemimin tembelliğinden. Gerçi bunun suçunu, aslında palmiyelerde yetişmelerine izin verilmemiş ellerime atmak kolay olurdu benim için. işte reddimin sebebi: Senin sanatını anlayamıyorum ve sevemiyorum. Artk iyice Tahitilileşmiş resmini hiç anlamıyorum. Fakat biliyorum ki, bu itiraf seni ne kızdıracak ne de yaralayacak, zira sen hep bana özellikle başkalarının nefretiyle güçlenen biri olarak göründün: Kendi bütünlüğünü koruma kaygısındaki kişiliğin beğenilmemekten zevk alıyor. Artık kabul gördüğün, takdir edildiğin, desteklendiğin için belki de bu iyi bir şey. Seni de sınıflayacaklar, sana yerini verecekler ve sanatına da beş yıl sonra genç kuşagın, artık modası geçmiş bir sanatı, daha da modası geçmiş kılmak için her şeyi yapacagı bir sanatı belirtmek için kullanacağı bir isim bulacaklar.

Ben şahsen senin gelişiminin tarihini anlayabileyim diye, seni sınıflandırmak, zincirin bir halkası olarak görebilmek için bir sürü ciddi girişimde bulundum. Ama başarısız oldum. 1876'da Paris'te ilk kalışımı hatırlıyorum. Ülke yaşananların yasını tutuyordu ve gelecek için endişeleniyordu. Kentte keder hakimdi. Birşeyler mayalanıyordu. İsveçli sanat çevrelerinde Zola'nın adını daha duymamıştık, L'Assommoir henüz yayımlanmamıştı. Rome Vaincue'nün Theatre Français'sinde yeni yıldız Madam Sarah Bemhardt'ın ikinci Rachel olarak taçlandırıldığı bir oyunu izlemiştim. Genç ressamlar, resim sanatı açısından yepyeni birşeyler göstermek için beni Durand-Ruel'e sürüklemişlerdi. Rehberim o zamanlar tanınmayan genç bir ressamdı, çogu Monet ve Manet imzalı bir sürü harika tablo görmüştük. Fakat Paris'te tabloları seyretmekten başka yapacak işlerim de (Stockholm Kütüphanesi'nin sekreteri olarak Sainte-Geneiveve Kütüphanesi'nde İsveççe eski bir dinsel yazma ele geçirmek gibi bir görevim vardı) oldugundan, bu yeni tablolara soğukkanlı bir kayıtsızlıkla bakıp geçtim. Fakat ertesi gün döndüm, neden olduğunu bilmiyorum, ama bu garip tezahürlerde "birşeyler" görmüştüm. İskelede toplanan bir kalabalık gördüm, kalabalığın kendisini görmeden ama. Normandiya manzarasının içinden hızla geçen bir tren gördüm, caddede tekerleklerin hareketini, sakince poz vermeyi bilmeyen çok çirkin insanların korku dolu portrelerini gördüm. Bu tablolarla çarpılmış bir halde, ülkemdeki bir gazeteye izlenimcilerin yakalamaya çalıştığını düşündüğüm duyumu anlatan bir mektup gönderdim. Makalem belli bir anlaşılamazlık başarısı gösterdi gerçi.

1883'te Paris'e ikinci kez geldiğimde, Manet ölmüştü, fakat ruhu Bastien - Lepage'la egemenlik savaşı veren bütün bir ekolde yaşıyordu. 1885'te Paris'e üçüncü gelişimde Manet sergisini gezdim. Bu hareket kendini ön plana çıkarmıştı artık, etki yaratmış ve artık sınıflandırmaya dahil olmuştu. Üç yılda bir yapılan ve o yıla denk düşen sergide tam bir kargaşa hakimdi, bütün üsluplar, bütün renkler, tarihsel, mitolojik ve dogalcı bütün konular birbirine karışmıştı. insanlar artık ekollere ya da egilimlere dair tek kelime bile duymak istemiyordu. Artık herkesin dilinde özgürlük çıglıgı vardı. Taine, güzel olanın sevimli olmadıgını söylemişti, Zola da sanatın bir mizaç aracılıgıyla görülen doğa parçası oldugunu.

Yine de doğalcılık can çekişirken, herkesin övgüyle andığı bir isim vardı, Puvis de Chavannes. Gönderme yapmak için çağdaşlarımın begenisine şöyle bir göz attığımda bile, bir çelişki gibi yapayalnız duruyor, inançla resim yapıyordu. (Henüz sembolizm terimine nail olmamıştık, alegori kadar eski bir şeye verilen o talihsiz isme.)

Dün akşam, mandolin ve gitarın tropik esintileriyle birlikte senin stüdyonun duvarlarında gün ışıgıyla dolu, beni gece rüyalarımda kovalayan o tablo karmaşasını gördügümde, düşüncelerim Puvis de Chavannes'a yöneldi. Bir botanikçinin hayatta keşfedemeyecegi agaçlar gördüm, Cuvier'nin varlıklarından hiç haberi olmadıgı hayvanları ve senin tek başına yarattığın insanları, bir yanardagdan taşmış bir denizi ve hiçbir Tanrı'nın yaşayamayacagı gökyüzünü gördüm. Rüyamda "Mösyö," dedim, "Siz yeni bir cennet ve yeni bir dünya yaratmışsınız, ama bu yarattıklarınızın ortasında halimden memnun degilim ben. Işık oyunlarını ve gölgeyi seven benim için fazlasıyla güneşli. Ve cennetinizde idealim olmayan bir Havva var. Benim idealimde gerçekten bir ya da iki kadın vardır!" Bu sabah, aklıma gelip duran Chavannes'ı seyretmek için Lüksemburg'a gittim. Çiçek toplayan karısının ve kendi halindeki çocugunun sadakat dolu sevgilerini kendisine bahşedecek avı büyük bir dikkatle izleyen yoksul balıkçıya derin bir sempati duydum. Çok güzeldi! Fakat şimdi Mösyö, bilmeniz gerekir ki, nefret ettiğim dikenli taçlara yumruklar savuruyorum! O darbeleri kabul eden merhametli Tanrı'dan eser yok bende. Benim tanrım artık güneşte insanların kalplerini yiyip bitiren Vitsliputski.

Yoo, hayır Gauguin Chavannes'dan dogmadı, Manet'den de, Bastien - Lepage'dan da! Peki o ne öyleyse? O Gauguin, sızlanan uygarlıktan nefret eden yabani. boş vakitlerinde kendi küçük yaratısını onaya çıkaran bir tür Titan, içi Yaratıcı'ya karşı kıskançlıkla dolu, yenilerini yapmak için oyuncaklarını parçalayan, gökleri kalabalığın aksine mavi degil kırmızı görmeyi tercih ederek inkar edip meydan okuyan bir çocuk.

Gerçekten de bana öyle geliyor ki, yazarken coştuğum için Gauguin'in sanatını anlamaya başladım.
Çağdaş bir yazar gerçek varlıkları anlatmayıp, sırf kendi kişilerini yarattığı için azarlanmıştı. Sırf kendi kişileri!

lyi yolculuklar, Üstat! Fakat geri gelin, gelin ve beni görün. Belki de o zaman sizin sanatınızı daha iyi anlamış olurum, böylece Hotel Drouot'da yeni bir katalog için gerçek bir önsöz yazabilirim. Ben de bir yabani olmaya ve yeni bir dünya yaratmaya tarifsiz bir ihtiyaç duymaya başladığım için.

August Strindberg

Tahitian Girl

Siz güneyin ve doğunun nazik rüzgarları
Başımın üstünden hassas oyunlarla birleşen,
Komşu adaya koşun.
Orada, en sevdiği ağacın gölgesinde,
Beni terk edeni bulacaksınız.
Ona söyleyin beni ağlarken gördüğünüzü.


Tahiti'ye Veda

Hoşça kal, konuksever ülke, harikalar dolu topraklar, özgürlüğün ve güzelliğin yuvası!
Seni terk ediyorum, iki yaş daha yaşlı, ama yirmi yıl daha genç; geldiğim zamankinden daha barbar, ama yine de daha bilge.

Evet, vahşiler gerçekten de, eski medeniyetin insanına çok şey öğretti; bu cahil insanlar ona yaşama ve mutlu olma sanatında pek çok şey öğretti.

Hepsinden öte, bana kendimi daha iyi tanımayı öğrettiler; bana en derin gerçeği söylediler.

Bu senin sırrın mıydı, sen gizemli dünya? Ah tüm ışıkların gizemli dünyası, içimde bir ışık yaktın ve senin antik güzelliğine hayran kaldım, ki doğanın çok eski gençliğidir o. İnsan ruhunu -artık açmayan bir çiçek ve artık kokusunu kimsenin koklamayacağı- anladığım ve sevdiğim için daha iyi bir insan oldum.

Tahiti Günlüğü

Gauguin eserlerinin eleştirilmesi yüzünden kırıklık ve yalnızlık duygusuna kapıldı. Sanatının reddedilmesinden duyduğu burukluğu, başarı arayışındaki umutsuzluğu ve inancının kurbanı olmasının kaçınılmazlığını göstermekte olan bu değişimi, resim hakkında söylediği şu sözlerle açıklamıştı: 

“Bir idealin çöküşünü ve hem ilahi hem de insani bir acıyı ifade etmektedir. İsa bütünüyle yalnız bırakılmıştır, havarileri onu terk etmektedirler... ”

 Gauguin kısa süre sonra dostları ve eleştirmenler ile olan bağlarını kesip atmaya karar verdi:

“Tahitiye gidiyorum ve kalan günlerimi orada geçirmeyi umuyorum. Çalışmalarım, o vahşi ve ilkel yerde yetiştirebileceğim bir tohum gibi. Bunu yapmak için huzurum olmalı. Şan ve şöhretin başkalarının olması ne fark eder ki?”

Christ and the garden olives 

Punaru Vadisi'nden, yani Tahiti'yi ikiye bölen devasa yarıktan geçen kişi Tamanoü Platosu'na ulaşır. Oradan adanın merkezini oluşturan taç görünür: Orofena ve Aroral. Buradan sık sık bir mucizeler mekanı gibi bahsetmişlerdi ve ben oraya gidip yalnız başıma birkaç gün geçirmek üzere plan
yapmıştım.

"Ama geceleyin ne yapacaksın?"
"Tupapaü'ler sana eziyet eder!"
"Dağın ruhlarını rahatsız etmek akıllıca değildir . . . "
"Çıldırmış olmalısın!"

Muhtemelen çıldırmıştım, ama Tahitili dostlarımın endişeleri sonucunda merakım daha da artmıştı.
Bir gece, şafaktan önce, Aroral'ye doğru yola çıktım. Neredeyse iki saat boyunca Punaru Nehri'nin kenarındaki patikayı takip etmeyi başarabildim . Ama sonra tekrar tekrar nehri geçmek zorunda kaldım. Her iki yanda dağın yamaçları dimdik yükseliyordu. Payandalar üzerindeymişçesine; dev taş
küpler ile desteklenerek, suyun ta ortasına kadar uzanıyorlardı. Sonunda yoluma nehrin ortasından devam etmek zorunda kaldım. Su dizlerime geliyordu ve zaman zaman omuzlarıma kadar çıkıyordu.
Tepede parlarken bile güneş, aşağıdan hayret verici bir yüksekliğe sahipmiş ve yukarıda birbirine çok yaklaşıyormuş gibi görünen iki yamacın arasından ancak sızabiliyordu. Gün ortasında, gökyüzünün parlak mavisinin üzerinde pırıldayan yıldızları ayırt ettim.

Saat beşe doğru, gün inerken, geceyi nerede geçireceğimi merak etmeye başlamıştım ki, sağımda oldukça geniş, neredeyse düz bir alan gördüm. Dolaşık egreltiotları, vahşi muz ağaçları ve bourao'larla kaplıydı. Şansın yardımıyla pek çok olgun muz buldum. Aceleyle, onları pişirecek bir ateş yaktım. Akşam yemeğimi onlar oluşturdu. Sonra, yağmur yağarsa beni korusun diye alçak dallarına muz yaprakları ördüğüm bir ağacın dibinde, becerebildiğimce uyumak için uzandım.

Soğuktu ve suyun içinde yürümek beni iliklerime kadar üşütmüştü. iyi uyuyamadım. Ama şafağın gecikmeyeceğini, ne insan ne de hayvan, hiçbir şeyden korkmama gerek olmadığını biliyordum. Tahiti'de ne etoburlar, ne de sürüngenler bulunur. Adada bulunan yegane vahşi av hayvanları, ormana kaçmış olan ve orada iyice vahşileşerek üreyen domuzlardır. Korkmam gereken tek şey, gelip bacaklarımın derisine sürtünmeleri olabilirdi. Bu yüzden küçük baltamın ipini bileğime bağladım.
Gece derindi. Herhangi bir şeyi ayırt etmek imkansızdı, başıma yakın tozsu bir ışıltı dışında. Bu beni garip bir şekilde huzursuz etti. Maori'lerin Tupapaü'ler, yani uyuyan insanları rahatsız
etmek için uyanan kötü ruhlar hakkındaki hikayelerini düşününce gülümsedim. Bu ruhların dünyası, ormanın sonsuz gölgelerle çevrelediği dağın yüreğindedir. Orası bu ruhlarla kaynamaktadır ve safları, ölenlerin ruhları ile durmaksızın artmaktadır.

Bu iblislerin oturduğu bir yere gitmeye cesaret edenlerin vay başına gelenlere! . . . Ve bende bu küstahlık vardı! Rüyalarım da tedirgin ediciydi. Şimdi, o ışıltının belirli bir mantar türünden yayıldığını biliyorum. Çoğu yerde, ateşimi yakmak için kullandıklarına benzer ölü dallarda yetişiyorlar.

Ertesi gün, erkenden tekrar yola çıktım. Nehir gittikçe daha düzensiz oluyordu. Bir an bir çaya, bir an sele, bir an çağlayana dönüşüyordu. Garip bir kaprisle kıvrılıyor, zaman zaman geri akıyormuş gibi görünüyordu. Sık sık yolumu kaybediyordum ve ellerimi kullanarak daldan dala, yere dokunmadan
sallanmak zorunda kalıyordum. Suyun dibinden, sıra dışı bir şekle sahip bir kerevit, "Orada ne yapıyorsun .... ' dercesine baktı. Ve yüz yaşındaki yılanbalıkları ben yaklaşınca kaçıştı.
Aniden, beklenmedik bir dönüşte, çıplak bir genç kızın çıkıntı yapan bir kayaya doğru eğilmiş olduğunu gördüm. Onu destek olarak kullanmak yerine, iki eliyle okşuyordu. Kayaların arasından, çok yüksekten, sessizce sızan bir pınardan su içiyordu. içmeyi bitirdikten sonra kayayı bıraktı, suyu iki eliyle yakaladı ve göğüslerinin arasından akmasına izin verdi. Sonra, en ufak bir ses çıkarmamış olmama rağmen, tehlike kokusu alan ürkek bir antilop gibi başını eğdi ve benim hareketsiz durmakta
olduğum çalılığa doğru baktı. Bakışlarımız karşılaşmadı. Beni görür görmez, "Taehae (öfkeli)," diyerek suya daldı.

Telaşla ırmağın içine baktım -hiç kimse, hiçbir şey yoktu, yalnızca dipteki taşların arasında kıvrılan dev bir yılanbalığı. Aroral'ye, adanın zirvesini oluşturan, korku duyulan kutsal
dağa ulaşmam ne kolay oldu, ne de zahmetsiz. Akşam çökmüştü, ay yükseliyordu ve yumuşak ışıklarının dağın engebeli yamacını sarmasını izlerken, ünlü efsaneyi hatırladım:

"Paraü Hina Tefatou (Hina Tefatou'ya dedi ki)_" Akşam otururlarken genç kızların anlatmaya bayıldığı, eski bir efsanedir ve onlara göre olay tam da benim bulunduğum yerde gerçekleşmiştir. Ve aynı manzarayı gerçekten ben de gördüm gibi geldi. Bir erkek tanrının güçlü başı, Doğa'nın gücüne dair gururlu bir bilinç ihsan ettiği bir kahramanın başı, bir devin görkemli yüzü -ufuğun en uzaktaki çizgilerinde, sanki dünyanın eşiğindeymiş gibi. Ona yanaşan, yumuşak bir kadın, Tanrı'nın saçlarına hafifçe dokunur ve konuşur:

"Bırak ölen insanlar yine kalksın . . . "

Ve Tanrı'nın öfkeli, fakat zalim olmayan dudakları aralanır ve
yanıt verir:

"insanlar ölmeli."


Day of the God

day of the god


Maori'lerin metafizik spekülasyonlarında ay önemli bir yere sahiptir. Ayın adına büyük bayramlar kutlandığı daha önce belirtilmişti. Areoi'lerin geleneksel anlatılarında Hina'ya sık sık çağrıda bulunulur. Ama onun dünyanın ahengi konusundaki rolü ya da payı olumlu değil, olumsuzdur. Bu, Hina ile Tefatou arasındaki diyalogda açıkça ortaya çıkmaktadır. Okyanusya incili üzerinde düşürülecek bir konu olarak görülebilse, bu tür metinler yorumcular için harika materyal oluştururdu.
Orada, her şeyden önce, doğanın güçlerine tapınmaya dayalı bir dinin ilkelerini görürlerdi -tüm ilkel dinler için ortak bir özellik. Maori tanrılarının çoğunluğu aslında değişik unsurların
kişileştirilmesidir. Ama dikkatli bir bakış, eğer bizim felsefemizin bu "kabilelerin" felsefelerine üstünlüğünü kanıtlama arzusu ile yanlış yönlenmediyse veya baştan çıkmadıysa, kısa sürede,
bu efsanelerde ilginç ve fevkalade özellikler keşfedecektir. Ben bunlardan iki tanesine dikkat çekmek istiyorum, ama bunları belirtmekle yetineceğim. Bu tezleri kanıtlama sorunu
bilginlere kalıyor.

Her şeyden öte, yaşamın iki yegane ve evrensel ilkesinin, yüce bir birlik olarak betimlenmesi, ayrımlanması ve nihai olarak çözümlenmesindeki açıklıktır. Biri, ruh ve zeka, Taaroa, erkektir;
diğeri, bir şekilde aynı tanrının madde ve bedeni olan, dişi, Hina'dır. İnsanoğlunun tüm sevgisi dişiyedir, saygısı ise erkeğe. Hina yalnızca ayın ismi değildir. Aynı zamanda havanın Hina'sı,
denizin Hina'sı, İçerinin Hina'sı vardır, ama bu iki hece yalnızca maddenin hakimiyet altındaki kısımlarım niteler. Güneş ve gökyüzü, ışık ve onun imparatorluğu, tabiri caizse maddenin tüm
asil kısımları ya da maddenin tüm ruhani unsurları Taaroa'dır. Bu, açık bir biçimde, içlerinde ruhun ve maddenin tanımlarının ayırt edilebileceği birden fazla metinde tanımlanmıştır. Ve eğer
bu tanımı kabullenirsek, Maori yaratılışının temel öğretisinin önemi nerede yatmaktadır:

BÜYüK VE KUTSAL EVREN , TAAROA'NIN YALNIZCA KABUGUDUR

Bu öğreti, maddenin birliğine ilişkin ilkel bir inanç teşkil etmez mi? Bu tanımda ve ruh ile maddenin ayırılmasında, tek ve eşsiz bir maddenin iki yanlılığının analizi yok mudur? llkeller
arasında bu tür felsefi niyet çok nadir olsa da, bu, tanıklıkların reddedilmesi gerektiği sonucuna varmaz. Dünyayı yaratan ve himaye eden tanrının eylemlerinin iki yanının oldugu, Okyanusya
teolojisinde açıktır: birlikte üretken olan yaratıcı neden ve madde, itici güç ve üzerine etki edilen nesne, ruh ve madde. Aynı zamanda, ışıyan ruh ile onun can verdiği alıcı madde -yani Taaora
ile değişik şekiller altında Hina'nın art arda gelen birleşmeleri- arasındaki daimi ilişkide, güneşin eşya üzerindeki daimi ve hep değişen etkisi açıkça görülebiliyor. Ve bu birleşmelerin
meyvelerinde, bu unsurların ışık ve sıcaklık altında gösterdiği daimi değişim görülebiliyor. içinden iki evrensel akımın çıktığı bu olguyu bir kere açıkça görünce, birleşen ve karışan, üretken olan yaratıcı neden ile maddeyi, hareket halinde itici gücü ve üzerine etki edilen maddeyi, yaşam halinde ruh ile maddeyi meyvede görür, yaratılan evrenin Taaroa'nın yalnızca kabuğu olduğunu
anlarız.

ikinci olarak, Tefatou ile Hina arasından geçen söyleşiden, erkeğin ve yeryüzünün yok olacağını, ama ayın ve üzerinde yaşayan ırkın yaşamaya devam edeceğini anlıyoruz. Hina'nın maddeyi temsil ettiğini ve "hiçbir şey yok olmaz, yalnızca şekil değiştirir," diyen bilimsel yönergeyi hatırlarsak, bu efsaneyi icat eden ihtiyar Maori bilgesinin, konu hakkında bizim kadar bilgili olduğunu kabul etmemiz gerekir. Madde yok olmaz, yani duyularımız ile algılayabileceğimiz özelliklerini kaybetmez. Buna karşın ruh ve ışık, bu "ruhani madde", değişime tabidir. Işık saçar ve yansıtır görünen gözler kapandığında gece ve ölüm vardır. Ruh ya da ruhun en yüksek mevcut göstergesi, erkektir. "Erkek
ölmeli. . . bir daha kalkmamak üzere ölecek . . . Ve erkek ölmeli. "

Ama erkek ve yeryüzü, Taaroa ile Hina'nın birliğinin bu meyveleri yok olduğunda bile, Taaroa'nın kendisi ebedi kalacaktır ve Hina'nın, yani maddenin de var olmaya devam edeceği bize belirtilmiştir.
Demek tüm sonsuzluk boyunca ruh ve madde, ışık ve onun aydınlatmaya çabaladığı nesne var olacaktır. Sonsuz yaşam evriminde yeni bir "durum" yaratacak yeni bir birlik için ortak arzuları ile harekete geçeceklerdir.

Evrim! . . . Maddenin birliği! . . . Eski yamyamların, düşüncelerinde yüksek bir medeniyetin tanıklığını göreceğini kim düşünebilirdi ki? Gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki, gerçeğe hiçbir
şey eklemedim.

Oviri

Aynı zamanda La Tueuse (dişi katil) olarak da bilinen bu çok sıradışı Oviri moe-abere heykeli kilden yapılmıştır. Figür elinde bir kurt yavrusu tutarken ayaklarının dibinde de ölü bir kurt yatmaktadır. Gauguin bu figürü 1894'te Tahiti'den Paris'e döndüğünde Ernest Chaples'in atölyesinde yapmıştı. Bir vazo şeklindeki figürün içi boştur. Gauguin'in bu heykeli Güzel Sanatlar Salonuna verme isteği reddedilmişti. Buna çok içerleyen Gauguin. Le Soir gazetesine şunları yazmıştı: "El yapımı yeni biçimler yaratarak seramik sanatına ivme kazandırmamın mümkün olduğunu görmüştüm, malzemenin özelliklerine sadık kalarak bir figürün canlılığını vazoya aktarabilen akıllı elleri çömlekçi çarkının yerine koymak... benim amacım işte buydu." Ölümünden sonra Gauguin in vasiyeti uyarınca bu figürün bir bronz dökümü mezarına koyulmuştur.





Oviri (TahitianSavage or wild)[1] is a 1894 ceramic sculpture by French artist Paul Gauguin, the original cast is in the Musée d'Orsay. Gauguin shows her with long pale hair and large wild eyes. In Tahitian mythology Oviri was the goddess of mourning. 
...
Wikipedia Oviri sayfası: 

"Biz Kimiz? Nereden geldik? Ve nereye gidiyoruz?"

GAUGUİN, «Madem hastalık beni öldürmedi, o halde ben kendi kendimi öldüreyim,» diye karar verdi. Fa­kat intihar etmeden önce sanatını ve hayata karşı olan tavrını yansıtacak bir tablo yapmak istiyordu. Bu son haftalarda ateş içinde kıvranırken gözlerinin önünde, ha­yatla ölüm arasındaki karanlık bir dünyadan fışkıran bazı hayaller belirmişti.

Tasarladığı resmin, duvara yapılması lâzımdı. Fakat Gauguin’in kulübesinde badana duvar yoktu. Bunlar daha ziyade kafes halindeydi. Gauguin kendi kendine bir duvar da yaptı. Bu iş için Çinli bakkaldan yalvara yalvara çu­vallar aldı. Çuvallar tabii dümdüz değildi, üstelik üstle­rinde yumrular filân vardı. Fakat renkleri Gauguin’in ho­şuna gidiyordu. Altınımsı bir bejdi bunlar. Koskocaman bir çerçeve hazırladı ve birbirine diktiği çuvalları buna gerdi.

Bu tablo için kabataslak resimler yapmağa hiç ihti­yacı yoktu. Zira tablo kafasındaydı. Bu hayali, resim ha­line sokmadıkça, kafasını temizlemedikçe de rahat edemeyeceğini biliyordu.
Tablonun üzerinde çalışırken. Gauguin, anlayamadığı bir kaynaktan enerji kazanmağa başladı. Resim onu kontrol ediyor, aynı zamanda kendisine kudret aşılıyordu. Gauguin’in yapmak istediği insanlığın felâketi, o ölüm ve hayat denilen fasit daireydi.

Resim tezatlarla doluydu. Fakat Gauguin’in sanat kudreti bunları uzlaştırabilmişti. Bunda sabahın parlak¬lığı ve derin bir sessizlik vardı. Bir akşam sükûneti... Dünyadaki son akşamın sessizliği...

Bu sakin, mistik havada insanlar içten gelen bir ateşle parlıyorlardı sanki: hayatı düşünen genç bir kadın, Ölüm hakkında düşüncelere dalmış bir ihtiyar, şişman ve sıhhatli bir çocuk, mango yiyen bir genç kız, isimsiz, esrarlı bir kuş, düşünceli bir Polinezya Tanrısı... Bunlar resimdeki yerlerini de öyle kolaylıkla bulmuşlardı ki.

«'Biz Kimiz? Nereden geldik? Ve nereye gidiyoruz?»



Resim  eski sualleri tekrarlıyordu. Fakat eserde yine eskilerde rastlanılan bir vekar vardı. Bu âdeta senfonik bir tabloydu. Sessiz ve melânkolik bir çanın yankılanması ile doluydu sanki.

GAUGUİN kafasındaki hayallerin verdiği kudretle bir ay durmadan çalıştı. Hemen hemen uyumuyor ve yemeğe bile vakit ayırmıyordu. Tablo bittiği zaman hem kendi kendisi ve hem de dünyayla sulh yapmış gibi garip bir sükûnete kavuşmuştu. Bu resim onun manevî vasiyet- ikamesi, sanat inanışının ifadesiydi. Bu tabloyla Gauguin kendisinin de bir insan olduğunu, hayatında cereyan eden hadiseler dolayısıyla hemcinslerini istemez gözükmesine rağmen, yine onlarla arasında bir bağ bulunduğunu da gösteriyordu.

*
Altın Vücutlar
kitabından

Where do we come from ?

The Idol

Tahiti sakinleri,' bilinen tüm tarihleri boyunca, her zaman astronomi hakkında oldukça geniş bir bilgiye sahip olmuşlar. Gizli bir dine mensup olan, adaları hükümleri altına almış olan ve haklarında başka şeyler de anlatacağım Areoi'lerin periyodik bayramları, yıldızların dönüşüne dayalı idi. Öyle görünüyor ki, ay ışığının doğası bile Maori'ler için bilinmez değildi. Ayın dünyaya çok benzer bir küre olduğunu, üzerinde yaşayanlar olduğunu ve kendi dünyaları gibi zengin ürünlerle dolu olduğunu düşünüyorlar.

Dünya ile ay arasındaki mesafeyi şu şekilde hesaplıyorlar: Ora ağacının tohumu dünyadan aya beyaz bir güvercin tarafından taşındı. Uyduya ulaşmak, kuşun iki ayını aldı ve iki ay daha geçip de, kuş yine dünyaya düştüğünde, tüyleri yoktu. 

Maori'lerin bildiği kuşlar arasında en hızlı uçtuğu düşünülen, bu kuşlardır. Ama Tahitililerin yıldızlara verdikleri isimler şöyledir. Tehura'nın derslerini, Polinezya'da bulunan çok eski bir elyazmasının yardımıyla tamamlıyorum. Bunda, hayal gücünün basit bir oyununu değil de, mantığa
dayalı antronomi sisteminin başlangıçlarını görmek çok mu küstahça olur?

Roüa -ki muazzamdır başlangıcı -karısı Loş Dünya ile yarattı.
Kralı olan güneşi, sonra alacakaranlığı, sonra da geceyi doğurdu.
Sonra Roüa bu kadını terk etti.
Roüa -ki muazzamdır başlangıcı -"Grande Rtunionn isimli bir
kadınla yattı.
Kadın gökyüzünün kraliçelerini, yani yıldızları doğurdu, sonra
da Tahiti yıldızını, yani akşam yıldızını.

Altın göklerin kralı, tek kral, karısı Fanoüi ile yattı.
Ondan yıldız Taüroüa (Çobanyıldızı), yani sabah yıldızı, güne
ve geceye, diğer yıldızlara, aya, güneşe yasa veren, denizcilere
rehberlik eden Kral Taüroüa doğdu.
Taüroüa solda kuzeye doğru uçtu ve orada karısı ile yattı ve Kızıl
Yıldız, akşamları iki çehreyle parlayan yıldız doğdu.
Kızıl Yıldız doğuya doğru uçtu, kanosunu, yani tüm-gün-kanosunu
hazırladı ve göklere yöneldi. Güneşin doğuşu ile uzaklaştı.
Rehoüa artık uzayın enginlerinde yükselmektedir. Karısı Oüra
Tanelpa ile yatmaktadır.

Onlardan ikiz Krallar, Ülker yıldızları doğmuştur.
Kuşkusuz bu lkiz Krallar bizim Castor'umuz ve Pollux'umuz
ile aynıdır.

Bonjour, Monsieur Gauguin

1889

“Sizin uygarlığınızla benim ilkelliğim arasında büyük
boşluk var. Birincisinin ağırlığı sizin omuzlarınızdayken
benim medeniyetsizliğim bana göre hayatın
ta kendisidir.”

günlük

Darmadağın notlar, düzensiz, rüyalar gibi, sadece parçalardan oluşan bütün bir hayat gibi; başkalarıyla da paylaşıldığı için, güzel şeylere duyulan sevgi başkalarının evlerinde de görülüyor. Bazı şeyler yazıya döküldüğünde çocukça geliyor, bazıları insanın aylaklığının meyvesi, bazıları kötü bir hatıranın savunusu gibi aptalca bazı fikirlerden ibaret olsalar da sevilenlerin tasnifi, bazıları da benim sanatımın can evini delip geçen ışınlar. Sanat eseri rastlantı ürünü olsaydı, bu notlar yararsız olurdu. Çıkardığım işe, işin bir kısmına kılavuzluk eden düşüncenin; bazıları bana, bazıları başkalarına ait olan binlerce düşünceyle esrarengiz bir bağı olduğunu düşünürüm. Boş boş hayal kurduğum günler var ki, uzun çalışma günlerini, genelde kısır fakat daha ziyade sorunlu zamanları hatırlarım. Kapkara bir bulut ufku kaplamıştır, ruhuma kargaşa hakim olur ve hiçbir şey yapamaz hale gelirim. Güneşin parlak, zihnimin açık olduğu öbür saatlerde kendimi şu veya bu konuya, hayal kurmaya, biraz okumaya verebilirsem, bunun kaydını tutup hatırasını ölümsüzleştirmem gerektiğini hissediyorum.

Bazen çok çok geriye gidiyorum, Parthenon'un atlarından daha da geriye. Bebekliğimin Dada'sına, o tatlı sallanan tahta ata kadar gittiğim oluyor. Kutsal Ville-d'Avray ormanlarında dans eden Corot perileriyle beraber dolanırdım.

günlük

Gauguin'den Stephane Mallarme
Verandada sessiz bir öğleden sonra, her şey huzur dolu. Gözlerim dalgın dalgın boşluğa bakıyor; benden başlayan bir sonsuzluk hissi taşıyorum. Moorea ufukta; güneş ona yaklaşıyor. Güneşin kederli yürüyüşünü izliyorum, sonsuza dek devam edecek bir hareketi, asla sönmeyecek evrensel bir hayatı hissettiğimi anlamaksızın. Ve işte gece. Her şey sessiz. Gözlerim kapalı, sonsuz boşlukta gözlerimin önünde uçuşan rüyayı kavramadan görmek için. Ve ümitlerimin hüzünlü geçit törenini hissediyorum tatlı tatlı. Yemek yiyoruz. Uzun bir masa. Masanın iki yanına tabaklar ve bardaklar dizilmiş. Bu tabakları ve bardakları perspektife yerleştir, masa daha uzun görünsün. Ama bu bir şölen. Stephane Mallarme masanın başında; karşısında sembolist jean Moreas. Konuklar, sembolist. Hepsi de dalkavuk belki de. Ötede, uçta Clovis Lugnes (Marsilya). Öbür uçta karşısında da Barres (Paris). Yemek yiyoruz, kadehler kaldırılıyor. Başkan başlıyor; Moreas cevap veriyor. Uzun saçlı, sağlıklı, coşkulu Clovis Lugnes uzun bir nutuk atıyor, doğal olarak manzum. Uzun boylu ve ince, temiz tıraşlı Barres Baudelaire'le kuru bir tarzda, nesir şeklinde konuşuyor. Dinliyoruz. Mermer soğuk. Çok genç fakat iri yarı (plili gömleğinin büyük elmas düğmeleri parlıyor) komşum, alçak sesle "Mösyö Baudelaire bu gece bizimle mi?" diye soruyor. Dizimi kaşıyarak cevaplıyorum, "Evet, burada, şairlerin arasında. Barres onunla konuşuyor." "Ah, onunla tanışmayı ne kadar çok isterim," diyor komşum. Bir gün bir aziz tövbekarlarından birine, "Tevazunun gururuna karşı tetikte ol," demiş.

günlük notları

Ne kadar?
Toplumun bana ne kadar borcu var?
Epeyce fazla.
Öder mi?
Asla! (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik!)

Mahrem Günlük

"Bu bir kitap değildir."

Defalarca anlatıla anlatıla çarpıtılan fantastik bir Gauguin efsanesi oluştu. Tablolarından daha iyi bilinen ve en azından bu ülkede babamın resmin büyük ustalarından biri mertebesinde kabul gördüğünden bihaber olanlar tarafından tartışılan bir efsane bu. Bu hikaye her yerde genel bir hayranlık uyandırıyor. Bir zamanlar orta yaşlı, sıradan sayılabilecek, az çok başarılı bir borsa simsarı varmış. Çok bağlı olduğu bir karısı ve üç çocuğu varmış bu borsa simsarının. Ailesinin de arkadaşlarının da, onun ömrünü müreffeh bir işadamı ve iyi bir aile babası olarak tamamlamaktan
 başka bir hevesi olabileceği vehmine kapılmaları için hiçbir sebep yokmuş üstelik. Sonra bir gece bütün bu ailevi erdemlerini uykusunun derinliklerinde bırakmış ve yeni güne gaddar bir canavar
olarak uyanmış. Ailesine beslediği sevgiden eser yokmuş artık. Burjuva hırslarından ve saygınlığından eser yokmuş. Resim yapmak için yanıp tutuşuyormuş. Eline bakan ailesini hiç düşünmeden, hiç dert etmeden Paris'e kaçmış; kendisini yeni benimsediği sanatına adayarak akademik geleneğe gururla karşı çıkmış. Ve nihayet bir gün uygarlığı tahammül edilemez derecede usandıncı bulup Tahiti'ye yerleşmiş; bir yabani gibi yaşayıp, aşık olup, resim yapıp öldüğü yere ...

İyi bir hikaye. Birçok saf ruhun hoşuna gittiğinden, bunu yalanlamak üzücü. Fakat ne yazık ki doğru bir hikaye değil. Babamın ressam olma kararının arkasında, böyle Dr. Jekyl - Mr. Hyde tarzı bir dönüşüm bulunmuyor. Elimde babamın evlendikleri yıl, 1873 gibi erken bir tarihte yaptıgı annemin bir portresi var. Üstelik hayatı boyunca, kah en kaliteli keten masa örtüsünü tuval yerine, kah en güzel iç etekliğini boya silmek için kullanarak annemi kızdırmak pahasına resimle ugraşıp durdu. Sanat uğruna ticareti tamamen bırakması 1882'dedir. Anneme danıştıktan sonra kesin kararını verdi. Babamın dehasına duydugu inançtan değil, onun resim tutkusuna duydugu saygıdan, annem gitmesine razı oldu. Cesur davrandı, zira çocukları yetiştirme ve eğitme zahmetini kendi üstleneceği anlamına geliyordu bu. Babam ona "kelepir burjuva," derdi, fakat hayatı boyunca ona karşı derin bir saygı besledi.

Babam seyahatleri sırasında bizimle bağını pek koparmadı. Düzensiz aralıklarla mektup yazar, halimizi hatrımızı sorar; etkileyici, duygulu satırlarla bize iyi dileklerini gönderirdi. Hatta bir keresinde Tahiti'den, o garip tablolarından birkaç tanesini göndermişti; küçümseyerek değilse bile aldırış etmeden şöyle bir bakıp tavan arasına 'kaldırmıştık. Fakat babam buna değil de, çocukların
bakımına katkısı olsun düşüncesiyle annemin bu tabloları satmaya kalkmasına -girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı, ne yazık ki- köpürdü. Sanırım yıllar sonra birkaç tanesi komik denecek kadar düşük fiyattan satıldı.

Ona dair son hatıram, hafızamda eşsiz canlılıktadır. Tahiti'ye son yolculuğuna çıkmadan önce, Kopenhag'a bize veda etmeye gelmişti. Hiç bu kadar huzurlu ve müşfik görünmemişti. Kuşkusuz
tropik cennetine döneceği için mutluydu. Veda hediyesi olarak bana, Eugene Carriere'in o yıl yaptığı kendi portresini verdi. Mükemmel benzerliktedir, hala saklarım. Bu günlük tamamlandığında Markiz Adaları'ndaydı. Ölümünden sonra yayımlanmak üzere ya da bu olamıyorsa Paul Gauguin'den bir hürmet nişanesi olarak kabulü için Mösyö Andre Fontainas'a gönderdi. Fontainas yayıncı bulamadı, bu yüzden günlük, annem ve kardeşime geçti. Annemin ölümünün ardından bunları ingilizce okuyanlara sunuyorum. Ucuz burjuvalık belki de.

Anlayabildiğim kadarıyla bu günlük, babamın edebiyat sanatındaki tek uzun denemesi. "Noa Noa" Mösyö Charles Morice'in babamın müsvettelerini düzenlemesiyle hazırlanmıştı ve, ne yazık ki, onun eserlerinin ruhunu pek az yansıtmaktadır. Onun üslubunu bu günlüğün üslubuyla ya da babamın ara sıra Fransız dergilerine sanat üzerine yazdığı denemelerin üslubuyla karşılaştırırsanız, aradaki farkı kolayca görürsünüz. Benim içinse, en azından, bu günlük eşi bulunmaz bir kişiliğin aydınlatıcı bir oto-portresidir.

Babama dair hatıralarımı, o bulanık ve sayıca az hatırayı şekillendiriyor, canlandırıyor. Onun iyiliğini, mizah gücünü, asi ruhunu, bakış açısının netliğini, ikiyüzlülüğe ve yalana duyduğu
aşırı nefreti gözlerimin önüne seriyor. Başkalarının bu günlükten neler çıkaracağını bilmiyorum, pek
de umrumda değil. Babam bütün hayatı boyunca kendini beğenmiş saygın insanları sarstı, bu günlüğünde anlattığı o müstehcen resmi duvarına asmaya zorlayan aynı ele avuca sığmaz mantıkla, gayet bilinçli bir biçimde sarstı. Ölümünden sonra da anıların sarsmaya devam etmesinden daha olağan ne olabilir ki?

Diğer insanlar yanlış anlamayacaklardır. Bu günlüğün Paul Gauguin'in tablolarında konuşan aynı özgür, korkusuz ve duyarlı ruhun kendiliğinden ifadesi olduğunu kavrayacaklardır.

EMiLE GAUGUIN
PHILADELPHIA
Mayıs 1921



***

MÖSYÖ FONTAINAS'A

HEPSİ BU İŞTE
YALNIZLIK VE YABANİLİKTEN DOĞAN
BİLİNMEZ BlR DUYGUYLA YOLA ÇIKAN,
HIRÇIN BİR ÇOCUĞUN BAŞIBOŞ MASALLARI,
GÜZELLİĞİ ARA SIRA YANSITAN VE HER
ZAMAN İÇİN GÜZELLİĞİN - KİŞİSEL OLAN
GÜZELLİĞİN - İNSANCA OLAN TEK
GÜZELLİĞİN - AŞIĞI OLMUŞ BİR
ÇOCUĞUN MASALLARI.

PAUL GAUGUIN

Vincent Van Gogh & Paul Gauguin

Vincent Van Gogh, Portrait of Gauguin, 1888
Uzun süre Van Gogh hakkında yazmayı istedim, o ruh haline girdiğim güzel bir günde bunu yapacağım. Size onun hakkında, daha doğrusu bizim hakkımızda birkaç yerinde söz söylemek istiyorum. Bazı çevrelerde dönüp duran birkaç yanlışı düzeltmek için.

Benimle arkadaşlık eden ve benimle konuşup tartışmayı seven birkaç kişi delirdiğinde böyle oluyor.
Van Gogh kardeşlerin durumunda da böyle oldu ve belli bazı kötü niyetli kişiler çocukça onların deliliğini bana atfettiler. Kuşkusuz bazı insanlar arkadaşları üzerinde az çok etkilidir, fakat  delinmekle bunun arasında büyük bir fark vardır. Felaketten uzunca bir süre sonra Vincent, bakıma alındığı özel akıl hastanesinden bana yazdı. "Paris'te olduğun için ne kadar da şanslısın. Orası insanın en iyi doktorları bulabileceği yer, sen de kesinlikle deliliğinin tedavisi için bir uzmana danışmalısın. Hepimiz deli değil miyiz?" diyordu. 

İyi bir tavsiyeydi, bu yüzden de kulak ardı ettim. Galiba tersine gitme ruhuyla ... Mercure'ün okuyucuları Vincent'ın birkaç yıl önce yayımlanan mektuplarından birinde, yöneteceğim bir atölye bulma düşüncesine kapılarak beni Arles'a getirmek için ısrar ettiğini görmüşlerdir. O zamanlar Brötanya'da Pont - Aven'da çalışıyordum. Ya çalışmalarım beni oraya bağlamaya başladığından ya da güçlü bir sezi beni olağandışı bir şeylere karşı uyardığından uzun zaman direndim, ta ki sonunda Vincent'ın samimi, dostça coşkusuna yenilip yola koyulduğum gün gelene kadar. Arles'a sabaha doğru vardım ve bütün gece açık olan küçük bir kafede şafağı bekledim. Kafenin sahibi bana bakıp "Siz o dostsunuz, sizi tanıdım," demişti. Vincent'a göndermiş olduğum kendi portrem, kafe sahibinin bu sözlerini açıklıyor. Vincent portremi göstererek yakında dostlarından birinin geleceğini söylemişti.

Vincent'ı kaldırmaya gittiğimde ne çok erken ne de çok geçti. O gün benim yerleşmemle, bol sohbetle, ben Arles'ın ve Arles kadınlarının güzelliğine hayran kalayım diye yaptığımız yürüyüşlerle
geçti. Bu arada hiçbirinin beni çok heyecanlandırmadığını söyleyeyim.

Ertesi gün çalışmaya koyulduk, o başladığı işe devam etti, ben yeni bir şeye başladım. Başkalarının zahmetsizce fırçalarının ucunda buluverdikleri zihinsel kolaylığa sahip olmadığımı belirtmeliyim.
Bunlar trenden inerler, paletlerini alırlar ve size bir anda bir gün ışığı yaratırlar. Kuruyunca Lüksemburg'a gönderilir ve Carolus-Duran diye imzalanır. Resmini beğenmiyorum, ama adamı beğeniyorum. Ne kadar güvenli, ne kadar serinkanlı. Ben ne kadar kararsız ne kadar tedirginim. Nereye gitsem bir kuluçka dönemine ihtiyaç duyuyorum, bitkilerin ve ağaçların özünü anlayabileyim, kısacası asla anlaşılmak ya da kendini vermek istemeyen doğayı öğrenebileyim diye. Yani Arles'ın ve civarının fark edilir derecede keskin kokusunu kapabilmem için birkaç hafta geçmesi gerekti. Fakat bu yoğun çalışmamızı engellemedi, özellikle de Vincent'ı. Biri esaslı bir yanardağ olan onunla içten içe kaynayan benim gibi iki varlık arasında bir tür mücadele hazırlığı vardı. Öncelikle her yerde
ve her şeyde beni dehşete düşüren bir düzensizlik görmüştüm. Hiç kapanmayan boya kutusu bütün o tüplerle karmakarışıktı. Bu kargaşaya rağmen tuvallerinde ve sözlerinde bir şeyler parlıyordu. Daudet, Goncourt, İncil onun Hollandalı beynini ateşlemişti.




 Arles Manzaraları - Gauguin

Selfportrait Dedicated to Vincent Van Gogh, les misérables (1888)