albert camus sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
albert camus sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

Yoksulların Belleği / Albert Camus


Yoksulların belleği zenginlerinki kadar dolu değildir, yaşadıkları yeri ender olarak bıraktıklarına göre, uzamda bellik noktaları daha azdır, tek biçimli ve kül rengi bir yaşam süresinde de daha az bellik noktası bulunur. Hiç kuşkusuz, gönül belleği de vardır, onun daha güvenilir olduğu söylenir, ama zorluk ve emek yüreği yıpratır, yorgunlukların ağırlığı altında insan daha çabuk unutur. Yitik zamanı ancak zenginler yeniden bulur. Yoksullar için, ölümün yolunun belirsiz izlerini belirtir yalnızca. Hem sonra, katlanabilmek için fazla iyi anımsamamak gerekir, günlerin hemen yakınında bulunmak gerekir.

(İlk Adam'dan)


Ada / Albert Camus

Çöl kalmadı artık. Ada kalmadı. Oysa gereksinimini duyuyoruz. Dünyayı anlamak için bazı bazı ona sırtımızı dönmemiz gerekir; insanlara daha iyi yardım edebilmek için bir an onları kendimizden uzak tutmamız gerekir. Ama güç kazanmamız için zorunlu yalnızlığı, usun toparlandığı ve gözüpekliğin ölçüsünün alındığı uzun soluğu nerede bulmalı? Büyük kentler kaldı. Ancak, bunun için de birtakım koşullar gerekiyor.


Avrupa’nın önümüze serdiği kentler geçmişin uğultularıyla fazla dolu. Deneyimli bir kulak, kanat sesleri seçebilir buralarda, ruhların çırpınışını seçebilir. Yüzyılların, devrimlerin, görkemin baş dönmesini duyar insan. Batı’nın çığlıklar içinde kurulduğunu anımsar. Bu da aradığı sessizliği sağlamaz ona...

Albert Camus

Saçma ama yaşıyoruz

Albert Camus ille de yaşayacağım demişti. İnsan da yaşam da saçmadır, boşunadır, rastgeledir, sağlam hiçbir şey yoktur, ama yine de yaşamak gerektir. Bu, insanın insanlığı kabul etmesi ve ne kadar sınırlı olursa olsun, insan yazgısını sevmesi demekti; insan az bir şey ama yine de çok bir şey demek istiyordu: Camus'nun düşüncesi ve insanların tarihi, insanın küçüklüğü ve büyüklüğü demekti.

İnsanın ölmesi fizikötesi bir rezalettir -bunu Caligula rolündeki Gerard Philipe'e söyletti.


Bu rezaletten, bu ayaklanmadan, bu küfürden çıkardığı sonuçlar, dünya sevgisi, yiğitlik, cömertlik ve insan sıcaklığı oldu.
Kendisinin, Caligula'nın ve Sisyphos söyleni'nin ilk sözlerinin, umutsuzluk sözleri olması, yaşamın, uyanık insanın sürdürdüğü yaşamın umutsuzluğa karşı, daha doğrusu umutsuzluk önünde kendisini ortaya koyması gerektiği içindir.

İnsan alışkanlıkla değil, yaşamayı seçtiği için yaşar. Onun için insan ne yaptığını bilerek, talihin bütün kötülüklerini karşısına alarak, boşuna düşlere kapılmayı teperek seçmeli. İnsanın yaşamı tam anlamıyla seçmesi demek, yaşamın saçma, dünyanın haksız, Tanrı'nın sağır olduğunu düşünmüş olması demektir. İnsan her şeyi yitirmeli ki her şeyi alabilsin. Camus yaşamın anlamı üzerinde Descartes'ın dünyanın varlığı üzerine yürüttüğü düşünce ile yaşamın hiçbir anlamı olmadığını kabul ediyor. İşte o zaman seçiyor ve yaşamdan yana oluyor...Stoik bir filozof...ama vahlanmayan ve böbürlenmeyen bir filozof.

Camus doğanın amansız ama yine de içli güzelliğini derinden duyuyordu. Onun için evren artık bir yardımcı, bir öğretici olmaktan çıkmış, bir dost olmuştu.


R.M.Alberes

Saçma





Camus'nun saçma tanımlaması,insanın durumunu anlatan ilkçağ mitolojisinin kalıplarına uyan Saçma, su ile işkence yapılan ve çevresindeki ağaçlardan meyve koparamayan Tantalus’un, zincire vurulan ve akbabaların sonsuzluğa kadar yiyip duracakları Promete’nin, bir kayayı durmadan her seferinde gene aşağı yuvarlanacağı bir tepeye çıkaran Sisyphus’un durumlarına benzer. Bu temel biçimi ile saçma, insanın tanrılarla boy ölçüşmeye kalkması karşısında tanrıların kızmasını hatırlatır. Gerçekten de Camus saçmayı klâsik tragedyanın bütün yoğunluğu, zorlukları ve evrensellikleri ile işler. Ama saçmayı yine de sorgusuz sualsiz kabul etmeye hazır değildir. Saçmayı insan varlıkları tarafından katlanılamayacak, şu ya da bu biçimle ortadan kaldırılması gereken tutku olarak sunar. 


Valery bir keresinde, alaylı bir şekilde, Sisyphus’un saçma görevi sonunda yine de bir şey kazandığını söylemiş: kasları kuvvetlenmiştir demişti. Ama, Camus daha çok şeyler istiyor. Bir çeşit tinsel kas kazanılıp kazanılmayacağını, kazanılabilirse bunun nasıl olumlu olarak kullanılabileceğini öğrenmek istiyor...


kitap: 
Albert Camus ve Başkaldırma Edebiyatı

MAYIS

kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/05/ Çalıkuşu Sokak

Merhaba!


Blog'da bu ay Resim'e, özellikle Francis Bacon'a geniş bir başlık açtım: böylelikle Bacon'ın resmi aracılığıyla Darwin'e, Freud'a, Nietzsche, Bataille ve Sade'a doğrudan bir bakış atıyoruz:

kaotikbenlik.blogspot.com.tr/search/ Francis Bacon (+21)



Bacon'ın resminin fotoğrafla ilişkisi üzerine (stüdyosunda 1500'ün üzerinde fotoğraf bulunmuş) Deleuze'ın bir yazısı ve kendi söyledikleri yer alıyor; Muybridge'ın insan hareketini tanımlayan fotoğrafları Bacon resminin en önemli ilham kaynağı:


Portre resimlerindeyse Bacon bir modelle çalışıyor, aynaya ya da fotoğraflara bakıyor: 


 Bacon gibi başka pek çok ressam da fotoğrafı model olarak kullanıyor: 




Francis Giacobetti, Bacon'la son söyleşileri gerçekleştiren ve fotoğraflarını çeken kişilerden biri: bu söyleşinin ve fotoğraf çalışmasının ingilizcesini daha önce paylaşmıştım: 


Söyleşi İzlekler dergisinin bir sayısında Türkçe'ye çevrilmiş:


Susan Sontag'ın Bacon üzerine kısaltılmış bir yazısı Adam Sanat'ın sayfaları arasındaydı:

 (sayı 131 / 1996)


Bacon'ın kişisel kitaplığında yer alan yedi yüz küsür kitabın dökümünde birkaç yazar hemen gözüme çarpıyor: Bataille, Baudelaire, Barthes, Berger, Conrad, Lorca, Nietzsche..  




İlk kez gördüğüm erken tarihli bir resmi, Figure in the Sea (1957), Bacon'a esin kaynağı olması düşük bir ihtimal olsa da görür görmez aklıma Blanchot'nun Karanlık Thomas kitabının ilk sayfalarını getirdi.  Daha önce Karanlık Thomas'nın bu ilk sayfalarını filmsel bir dile nasıl dökebilirim diye kafa yormuştum:


Picasso, Bacon'ı en çok etkileyen ve resme başlama nedeni olarak gördüğü ressam. Crufixion serilerinin ilham kaynağı, 1929'da bir sergide görüp etkilendiği birkaç Picasso resmi, ona ilk çığlıkları attırıyor. Picasso'nun bu resimlerine ve desen çalışmalarına Bacon'un Crufixion'ları aracılığıyla bakmak benim için de şaşırtıcı oldu: 




Bacon ve Giacometti, yaşama ve sanata bakışları, stüdyosu ve çalışma biçimleri, ün ve başarıya olan ilgisizlikleri ile birbirlerine çok benzeyen iki isim. İlk kez 1960'ların başında Paris'te karşılaşırlar: 


Giacometti, bu ay yeniden üzerine eğildiğim bir başka isim. Bağlantılarda John Berger, Genet ve James Lord'un yazılarıyla atölyesinde çalışırken çekilmiş birkaç videosu yer alıyor. Genet'nin deyimiyle Giacometti, ya da körlere çalışan heykeltraş:




Giacometti, bir sanat kitabının üstüne, Van Gogh'un bir otoportresinin yer aldığı sayfanın tam karşısına bir kopyasını çizmiş: 



 Yaşamının son günlerinde çalışma bütün büyük sanatçılar gibi Van Gogh için de bir tür tapınmaya dönüşmüş, ondan kalan 840 tablonun yarısına yakınını yaşamının son iki yılında yapıyor. Kargalar çığlık çığlığa:



İnsanın kendi kitapları, İnsanın kendi manzaraları, diyordu Nietzsche: 

manzaraya karşı Walt Whitman'ın romanı Jack Engle'ı okuyorum, seninle ilgili neler geçiyor aklımdan Walt Whitman,


şiirlerini kırlarda çırılçıplak dolaşarak ve bağıra bağıra söylemek istiyorum:

geçmek (ah yaşamak, hep yaşamak!)
 geride bırakmak cesetleri...



Ağır ağır yürüyor, rüzgarın, denizin ve kuşların sesine kulak veriyorum:


 Doğa iyi geliyor, deniz hemen yamacımda. Midilli adasına bakan ıssız bir kıyıya ulaşıyor, Son Mülteci'ye rastlıyorum: 





Whitman'a ait olduğu düşünülen 36 saniyelik bir ses kaydında Whitman America şiirini okuyor, Octavio Paz'ın Whitman yazısı ve Whitman'ın yitik Amerika düşü:



 Sen aradığım erkeksin diyor Whitman, ya da aradığım kadın (sanki bir düş görüyorum): Billy Duckett, Whitman'ın bir oğlanı: Ressam ve fotoğrafçı Thomas Eakins onu model olarak kullanıyor ve çıplak fotoğraflarını çekiyor:


 ya bu çıplak Eakins serisindeki yaşlı adam? o da Whitman:


Sex, Death and The Meaning of Life (2012, Richard Dawkins)

Hepimiz öleceğiz.

Yalnızca bunun ne zaman ve nasıl olacağını bilmiyoruz. Birdenbire, öylece bitiverecekse, yaşamın anlamı nedir ki? Gün geçtikçe daha fazla insan bir tanrı olmadığını fark ediyor. Ama dini değerler yaşamlarımıza yüzlerce yıl boyunca yön verdi ve üzerimizde halâ bir etkiye sahip. Ölüm karşısında huzur bulmak için, doğruyu yanlıştan ayırmak için veya kayıtsız ve umursamaz bir evren karşısında anlam bulmak için.

Eğer tanrı yoksa, hayatın anlamı nedir?

 Tarihteki en büyük zihinlerden bazıları hepimizin yüzleştiği o nihai soruyu cevaplamak için depresyonlar atlattı, hattâ intiharı bile düşündü:

"Ne anlamı var?"

Birçok insana göre, eğer bir tanrı yoksa hiçbir şeyin anlamı yok. Yaptığım konuşmalardan sonra bana en sık sorulan sorulardan birisi: "Sabahları kalkmaya neden zahmet ediyorsunuz?"


Bu film, benim bu soruyu yanıtlama girişimimdir.


DAWKINS: SEKS, ÖLÜM VE
HAYATIN ANLAMI





Birçok İngiliz çocuğu gibi, ben de Hıristiyan okullarına gönderildim... ve 13 yaşımdayken İngiliz Kilisesi'ne kabul edildim. Hıristiyan tanrısına inanırdım. Birkaç yıl sonra ise, bunun gerçek olmadığını fark ettim. Tanrı diye bir şey yoktu. Orada hiçbir şey yoktu. Bu deneyimi birçok insan yaşıyor ve farklı insanlar buna çok farklı biçimlerde tepki veriyor. Tanrısız bir yaşamla karşılaşıldığında verilebilecek en tuhaf tepkilerden biri, büyük Rus romancı Lev Tolstoy'dan gelmiştir. Benim gibi, Tolstoy da bir Hristiyan olarak yetiştirildi ve genç yaşta inancını kaybetti. "Savaş ve Barış" ve "Anna Karenina" gibi romanları sayesinde bir serveti, ailesi ve şöhreti vardı. Ama kırklı yaşlarının sonlarında, her şeyi sorgulamaya başladı. Tolstoy çaresizlik içinde, intihara uzanabilecek bir depresyon uçurumunun kenarında duruyordu. Ona böylesine azap çektiren şeye cevap bulamıyordu.

"Neden yaşıyorum? Hayatımda, ölümün kaçınılmazlığının yok edemeyeceği herhangi bir anlam var mı?"

Umutsuzca, yaşamın daha büyük bir amacının olduğuna inanmak isteyen Tolstoy bir umutla felsefeye ve bilime koştu, ama acısı daha da derinleşti.

"Sen sadece, parçacıkların geçici ve tesadüfi bir birikimisin. Sen, bir şeylerin rastgele bir araya gelmesinden oluşan bir yığınsın." 

Nihayet, Tolstoy bir yanıt buldu ve uçurumun kenarından geriye çekildi. Ruhani inziva ve adanmışlık. Tolstoy'un anlamsızlık tehdidine verdiği cevap geri gidip, Tanrı'yı bilinçli olarak kucaklamaktı.

"Tanrı gerçekten var. Bunu yalnızca bir an için fark ettim ve yaşamanın olasılığını ve keyfini hissettim."

"Tanrı'ya olan inancıma geri döndüm. Artık onsuz yaşayamayacağımı biliyordum."

Artık yaşlanmış olan Tolstoy bir Hristiyan cemaatine liderlik etmek için kendini toplumdan soyutladı.

Saçma ve Başkaldırı - Edouard Morot

Franz Von Stok - Sısyphe

 Sartre Albert Camus için saçma'nın Descartes'i demişti. Sartre'ın sözü şu açıdan doğrudur: İnsanın mutluluğu sorununa bir çözüm bulmak için ve aklın uyanıklığını sağlamak için kalkış zeminini olması gereken bir sıfır arayışında, saçma felsefesi bilincin kendi kendini keşfidir. Dünya saçma değildir; ama saçma deneyimi insanla dünya arasındaki ilişkide yaşanır. Acı ve ölüm, yaşama arzusu ve mutluluk gereksinimiyle karşı karşıya geldiğinde, temel bir çelişkiye götürür bizi: Sisyphos mitinin örneklediği saçma tavır. Böylelikle, bu çelişki bilinci, bütün bu tutarsızlığın ortasında asgari tutarlılık verir düşünceye. Camus saçma akıl yürütmenin mantıksızlığın mantığı olduğunu söyleyecektir. Nitekim, saçma, ahlaksal bilincin çilekeşliğidir, başlangıçtaki uyanıklıktır, olası bütün  yutturmacaları ve aldatmacaları, özellikle de metafiziksel ve dinsel avuntuları uzaklaştıran bir paradokstur. Yalansızca mutlu olabilmek gerekir, tıpkı kayasının tepeden aşağı yuvarlanışını seyreden Sisyphos gibi, hayallere kapılmadan, sahte umutlar beslemeden, üzüntü duymadan. Kısacası, saçma akıl yürütme ahlaksal bir radikalizm yöntemidir; insanın kendi kendini esenliğe kavuşturması arayışında ilk ve gerekli aşamadır.



Arnold Böcklin - Prometheus

Camus'nun ikinci felsefi evresi Başkaldıran İnsan evresidir. Saçma deneyiminden sonra sıra başkaldırıdadır.

Cmus'nun ahlaksal imgeleminde Prometheus Sisyphos'un yerini alır ve yeni bir paradoksun simgesi haline gelir: Prometheus insanlığı kurtarmak için tanrılara meydan okur ama esenliğe kavuşturmak için onlara mutluluğun yolunu öğretmeli ve böylece onları kendilerine rağmen kurtarmalıdır; böylece tek kelimeyle, Prometheus Caesar haline gelir, sapık bir kahraman! Dolayısıyla başkaldırı ruhunu kirlenip bozulmadan ve Caesar'a özgü bir devrime dönüşmeden önce durdurmak gerekmektedir. Başkaldırı, hor görülenlerin ve mütevazı insanların dayanışmasıdır: "Başkaldırıyorum öyleyse varız"; Yunanlıların hayranlık verici biçimde kavradığı bir ölçülülük anlayışının keşfidir bu yine; insanın insan eliyle dostluk ya da sevgi içinde kurtulmasının müjdesidir nihayet.

Camus X Sartre

Sartre'çı hayır, Camus'cu evet duygusu; birinin doğaya hayırı, ötekinin toprağa eveti; birinin kara ilhamları, ötekinin kozmik büyülenmeleri; bir yanda hiç bağdaşmayacağımızı hissettiğimiz bir dünyanın ürkütücü betimlemeleri, nesneler fobisi, her şeyi illa ve sürekli çıkarma, dünyaya ve hayasız çoğalmalarına allerji- öte yanda, neredeyse mistik esrimeler, Cezayir manzaralarının tarifsiz güzelliği, güneş ve mevsimler izin verdiği sürece, taşın ve tenin diyaloğu, ballı meyveler, toprak ve bereketi, sonsuzluk ve kozmosun güzelliği, kestane ağaçlarının yerine selviler, alametler ve yıldızlarla dolu gece, Roquentince bulantıya karşı greko-Cezayir atlet, güreşen sarhoş bedenler, tenin kutsal gizemi, kokuları, renkleri, ruhla duvağı, yapış yapışa karşı kuru, fazlası olan bir vücuda ve karşı koyulmaz çirkinliğine karşı doygun ten, Sartreçı politikacı Gide'e karşı Epikurosçu Gide, "Yarılmış etinden bal sızan altın sarısı iri Trabzon hurmaları."

Bir anlamda, sanat ve yaşama sevinci düzeni, elbette ve her zaman Albert Camus haklı bulunacaktır: Mutluluk, haz, şeylerle dostluk, uyum, kösnüllük, dünya ile barışıklık,  şimdiye bakma, an ahlakı -ve buna karşılık, Sartre'da, ara ve acı bir şekil, Augustin'ci 'acı gönül kırıklıkları', insanlar arası ilişkilerde ortaya çıkmaya hazır kin ve kancıklıktan kopmayan bakış.

Ama bir başka anlamda, tepkilerden sonra, kavramlar olan ilkeler, ahlakın ve ayrıca politikanın başka temelleri anlamında, nasıl olur da sözü Sartre'a bırakmayız, eski dostunun tarafını bırakıp onun tarafını tutmayız: Gerçekten de insanın doğaya boyun eğmesini savunan bir etik nasıl bir etiktir? Ne zamandan beri, değerler arzulara ve arzular dünyanın düzenine yerleşmiştir? Adaletten daha çok mutluluktan söz eden bir ahlak ahlak mıdır? Dünyaya bayılmakla, ona rıza göstermekle, onu kutsamakla yetinen bir siyaset siyaset midir?



...  sf 376, 377   Sartre Yüzyılı


Yoksulluk

Bazen zenginliği benim düşünemeyeceğim kadar çok olan insanlara rastlıyorum. Ama gene
de böylesi bir zenginliğe nasıl kıskanç gözlerle bakılabileceğini anlamak için kendimi zorlamam gerekiyor ... O dönemler daha sonra beni varlığın göstergesini ya da dolgun maaşlılığı alay, sabırsızlık ve zaman zaman da hiddetle karşılamaya yönelten gerçeğin farkına vardım... Sahip olma duygusunu anlayamıyorum... Sahip olunanlar fazlalaşmaya başlar başlamaz özgürlüğün kaybolmasına dayanamıyorum ... Arapların ya da İspanyolların, kuru, çıplak evlerini seviyorum. En fazla severek yaşadığım ve çalıştığım yer otel odası; (ve hatta çoğu insanın tersine orada ölmek de benim için çok fark etmiyor).

Afrika'da deniz ve güneş bedava... Yoksulluğu, öncelikle ondan söz etmek gerekiyorsa, hiç bir zaman talihsizlik olarak görmedim, çünkü ışık zenginliklerini onun üzerine saçıyordu; ve son olarak: En büyük yoksulluk sonuçta her zaman dünyanın lüksü ve zenginliğiyle birleşir ... Yoksullukta bir yalnızlık vardır, ama bu her şeye kendi değerini veren bir yalnızlıktır.


*
İlgili okumalar: 

Yoksulların Belleği:

İSTEMLİ ÖLÜM

“To be, or not to be, that is the question:
Whether ’tis nobler in the mind to suffer 
The slings and arrows of outrageous fortune,
Or to take arms against a sea of troubles,
And by opposing end them? To die, to sleep,
No more; and by a sleep to say we end 
The heart-ache and the thousand natural shocks 
That flesh is heir to, ’tis a consummation 
Devoutly to be wished. To die, to sleep;
To sleep! Perchance to dream: ay, there's the rub.”

Shakespeare, Hamlet, III, I.

(Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu:
Kör talihin darbelerine ve sıkıntılarına dayanmak mı daha onurlu 
olur ruh için,
Yoksa acılar ummanına karşı silahlanıp
Bir yaşam reddiyle onlara bir son vermek mi. Ölmek, uyumak
Hepsi bu; bir uykuyla korkunç kalp atışlarını yatıştırabilmek sonunda,
Doğanın bedene miras bıraktığı bin bir acıyı sona erdirmek,
Canı gönülden istenecek bir son olmaz mıydı? Ölmek, uyumak; 
Uyumak... Ve belki düş görmek: işte bütün dert de bu.)


GİRİŞ

Michel Vovelle, François Lebrun, Pierre Chaunu, Philippe Aries, John MacManners ve daha birçoklarının, 1970’li ve 80’Ii yılların tarih yazarlığına damgasını vurmuş değerli yapıtlarında büyük bir eksik vardır: istemli ölüm. La Mon et l’Occidetıt de 1300 â nos jours [ 1300'den günümüze Batı dünyası ve Ölüm], Les Hommes et la man en Anjou aux XVII' et XVllle sütcles [XVII. ve XVIII. yüzyıl Anjousunda insanlar ve ölüm), La Mart â Paris (XVI-XVII|siicle) [Paris’te Ölüm (XVI.-XVIII. yüzyıllar)], L'Homme devant la mon [Ölüm karşısında insan),4 Death and Enlightenment [Ölüm ve Aydınlanma] gibi büyük ve değerli yapıtların neredeyse hiçbir yerinde intihara rastlanmaz.

Bu eksiklik öncelikle belgelerin yetersizliğinden kaynaklanır. İstemli ölüme ilişkin kaynaklar, doğal ölümleri anlatan kaynaklardan farklıdır. Kiliseye ait ünlü ölüm kayıtlarının bu konuda hiçbir yardımı olmaz, çünkü intihar edenlerin dini usullere uygun biçimde gömülmeye hakkı yoktur. O halde tarihçi, bir cinayet gibi görülen istemli ölüm için adli arşivlere başvurmak zorundadır. Ama bu arşivler de çok yetersiz olduğundan karışık ve pek de zengin olmayan değişik kaynaklara başvurması gerekir: anılar ve kronikler, gazeteler ve edebiyat. İstemli ölüm vakalarının sayısı az gibi de görünebilir: örneğin Fransa Krallığı’nda yılda birkaç yüz kadar; bu da, dizisel, nüfusbilimsel ve toplumbilimsel nitelikli çalışmalar için pek anlamlı değildir.

Bu yöntemsel nedenlere öze dayalı bir neden de eklenir: intiharlar, veba ya da tüberküloz ölümleri gibi incelenemez, çünkü istemli ölüm, nüfusbilimsel değil, felsefi, dini, ahlaki ve kültürel anlamı olan bir ölüm türüdür. Uzun süre boyunca etrafını sarmış olan sessizlik ve gizlilik, onun çevresinde bir rahatsızlık ortamı yaratmıştır.

Durkheim’in 1897 yılında yayımlanmış ünlü kitabı Le Suicide’den (İntihar) sonra, çağdaş istatistiklerden yararlanan doktorlar, sosyologlar, psikologlar ve psikanalistler, intiharı kendi açılarından incelemiştir. Eski Rejim'in sonuna dek uzanan tarihsel intihar araştırması, özel çalışmalara ya da birkaç ünlü örneğe adanmış yayınlara olanak vermiştir. Antikçağ için, özellikle Yolande Grisinin edebi kaynaklara dayanan çok değerli çalışmasını, Le Silicide dans la Rome antujue'i [Antik Roma’da İntihar] sayabiliriz. Ortaçağ konusunda, Jean-Claude Schmitt, “Ortaçağ’da intihar” konulu dikkate değer bir makalede yöntembilimsel sorunlara değinmiştir. Rönesans konusunda, Bemard Paulin’in Du coııteau â la plume. Le suicide dans la litterature anglaise de la Renaissance (Î580- i625) [Bıçaktan tüy kaleme. İngiliz Rönesans edebiyatında intihar (1580-1625)] konulu tezi, başlıkta belirtilen dar sınırların dışına çıkar. Modern çağın tamamı (XVI.-XVIII. yüzyıllar), İngiltere için, Michael MacDonald ve Terence Murphy’nin 1990 yılında yayımlanan, belgelere dayalı ve vardığı sonuçlarda çok derinlere inen bir yapıtında, Sleepless Souls. Suicide  in Early Modern England’da incelenir. Bugün, sadece bir yapıt Antikçağ’dan XX. yüzyılda intihar tarihinin bir sentezini
sunar: Albert Bayet’nin, şimdiden çok eski, ama hâlâ bir bilgi hâzinesi olan, 1922 yılında yayımlanmış yapıtı, Le Suicide et la morale [İntihar ve Ahlak).

Artık insana özgü hiçbir davranış araştırmacılara yabancı değildir. İnsanı insan yapan her şeyin önyargısız ve yasaksız incelenmesi gerekmez midir? Jean Baechler’in de hatırlattığı gibi, istemli ölümden daha insana özgü bir şey var mıdır? Hayvan “intiharları” birer masaldır;' sadece insan, kendi varlığı üzerinde düşünebilir ve onu sürdürme ya da sona erdirme kararını verebilir. İnsan, şu ana dek yaşamda kalmasını sağlayacak nedenler bulduğu için bugün insanlık hâlâ vardır. Ama belli bir kısmı, bu yaşamın artık yaşanmaya değer olmadığına karar vermiş ve hastalık, yaşlılık ya da savaş tarafından kovulmadan kendi isteğiyle çekip gitmeyi tercih etmiştir. Bazıları onların deli olduğunu söyleyecektir. Cato, Seneca, Montheriant, Bettelheim ve daha birçok kişi de, tam anlamıyla insana özgü bir edim olan istemli ölümün, özgürlüğün, varlığına ya da yokluğuna karar verme özgürlüğünün en büyük kanıtı olduğunu düşünmüştür. Onların tercihi karşısında, insan, Raymond Aron gibi kendine şu soruyu sormalıdır: 

“Kendini öldürmek, felaket karşısında pes etmek midir, yoksa en büyük egemenliğin, insanın kendi yaşamı üzerindeki egemenliğinin kazanılması mıdır?”

1600 yılında, Shakespeare, Hamlet’te olağanüstü yalınlığıyla temel soruyu sorar: “Olmak ya da olmamak?” Bize rehberlik edecek olan soru budur. Neden filan çağda, bazı insanlar olmamayı seçmiştir? Herkesin kendine göre nedenleri vardır ve bu nedenleri anlamaya çalışmak gerekir, çünkü bu davranış toplumun temel değerlerini ortaya koyar. Hem bireyi hem de grubu ilgilendirir. Hiç kimse bunu Albert Camus’den daha iyi açıklayamamıştır: 

"Gerçekten ciddi tek bir felsefi sorun vardır: intihar. Yaşamın yaşanmaya değer olup olmadığına karar vermek, felsefenin temel sorusunu yanıtlamak demektir. Gerisi, dünyanın üç boyutlu olup olmadığı, mizacın dokuz mu yoksa on iki kategorisi mi olduğu, bütün bunlar sonra gelir. Oyunun kuralı budur; önce yanıtlamak gerekir. ... Kurt insanın içindedir. Onu orada aramak gerekir. Varoluş karşısındaki bilinçlilikten aydınlığın dışına kaçmaya götüren bu ölümcül oyuna uymak ve onu anlamak gerekir.”

En uzak Antikçağ’dan bugüne dek, erkekler de, kadınlar da ölümü seçmiş ve bu seçime hiçbir zaman ilgisiz kalınmamıştır. Sınırlı koşullarda kahramanca bir eylem gibi alkışlanmış olsa da, intihar çoğu zaman toplumsal bir kınamanın konusu olmuştur. Çünkü intihar, hem bize hayat veren Tanrı’ya hem de üyelerinin refahını sağlayan topluma karşı bir hakaret olarak görülmüştür. Tanrı bağışını reddetmek ve yaşam şöleninde türdeşlerimizle birlikte olmayı reddetmek, tanrısal lütufların yönetimiyle ilgilenen dini sorumlularla toplumsal şöleni düzenleyen siyasal sorumluların hoş göremeyeceği iki suçtur.

Olmak ya da olmamak? Onlara göre bütün mesele bu değildir. Yaşıyorsak, Tanrı’ya şükretmek ve topluma yararlı olmak için yaşamak zorunda olduğumuz içindir. Kaçıp gidenler, hem öbür dünyada hem de ölü bedenleri içinde ağır biçimde cezalandırılır. Avrupa’da, Ortaçağ’ın sonuna dek tam olarak ve tartışmasız biçimde bu düşünce hâkimdir; birinci Rönesans'tan itibaren, XV. yüzyılın sonunda delilik yoluyla ve mizah tonuyla ilk itirazın ortaya çıkmasıyla birlikte bu tutum değişmeye başlar; sonra itiraz hızla büyür, 1600 yılında soruyu açık açık sordurur, Avrupa bilinç bunalımları sırasında daha da sert bir tartışmaya yol açar ve Aydınlanma Çağı’nda apaçık bir meydan okumaya dönüşür.

1700 yılından önce ortaya çıkan ve o zamana kadar kullanılmış “kendini öldürme" deyiminin yerine geçen “intihar” (suicide) sözcüğünün kendisi de bu evrimin bir işaretidir. Otoritelerin karşı koymaları hiçbir zaman bitmez kuşkusuz, ama XVI. ve XVIII. yüzyıllar arasında, soru artık açıkça sorulmaya başlar, hatta bazıları, herkes adına, bunu yanıtlama özgürlüğünü istemeye bile cesaret eder, bu da, iktidarları tutumlarını değiştirmeye iter. Bizim burada incelemek istediğimiz şey de, şimdiye kadar üzerinde pek az durulmuş olan, Batılı anlayışlardaki bu çok önemli değişimdir.


Gelecek / Albert Camus

Camus Bel - Abbes lisesine öğretmen olarak atanır:


1937, Bel Abbes
"Şu son günlere kadar, hayatta bir şeyler yapmak gerektiği, hele insan yoksulsa, geçimini sağlaması, bir mevki elde etmesi, bir yer edinmesi gerektiği düşüncesiyle yaşadım. Hala bir ön yargı olduğunu söylemeye cesaret edemediğim bu düşüncenin bende kök saldığına inanmak gerekir, çünkü bu konuyla alay etmeme ve kesin sözler sarf etmeme rağmen böyle düşünüyordum. Ama şimdi, Bel-Abbes'e atanınca, düşüncelerimle özdeşleşen bu kesin atama karşısında, her şey birdenbire tersine döndü. Gerçek yaşamdaki şanslarımı göz önüne alarak, güvenliğimi hiçe sayıp bu görevi kabul etmedim. Bu tatsız ve köreltici varoluş karşısında geri çekildim. İlk günleri atlatabilseydim kesinlikle
uyum gösterebilirdim. Ama, tehlike o noktadaydı. Korktum, yalnızlıktan ve kesinlikten korktum. Şu yaşamı reddetmekten, kendimi 'gelecek' diye adlandırılan her şeye hapsetmekten, yine belirsizlik ve yoksulluk içinde kalmaktan korktum, bugün bunun bir güç mü bir zayıflık mı olduğunu söyleyemeyeceğim, ama en azından, çatışma varsa, buna değer bir şeyler olacağını biliyorum. En azından değerlendirilecek bir şeyler . . . Hayır Kaçınmama neden olan, kendimi yerleşik hissetmemden ziyade kendimi çirkin bir şeylerin içinde yerleşik hissetmemdir.

Şimdi, başkalarının 'ciddi' olarak adlandırdıkları şeyi başarabilecek miyim? Ben bir tembel miyim? Tembel olduğumu sanmıyorum ve bunu kendime kanıtladım. Ama, insan hoşuna gitmediği için sıkıntı veren şeyi reddetme hakkına sahip midir? Aylaklığın, yalnızca yeterli güce sahip olmayanları darmadağın edeceğini düşünüyorum. Bu güçten yoksun olsaydım, bana yalnızca tek bir çözüm yolu kalabilirdi.


Albert Camus

 

Camus’nün kurmaca metinlerinde, ünlü denemelerinin sesi, serinkanlılığı ve sakinliğinde cismani olmayan bir şey vardır. Güzelce yansıtılan varlığıyla, o unutulmaz fotoğraflarına rağmen söz konusu olan bir şeydir bu. İster bir palto, ister bir süveter ve açık bir gömlek, isterse takım elbise giyiyor olsun, dudaklarının arasında hep bir sigara tutuludur. Üstelik birçok açıdan neredeyse ideal bir yüz diyebiliriz onunkine: delikanlı görünümlü, yakışıklı ama fazla yakışıklı olmayan, ince, sert, hem yoğun hem mütevazı ifadeli bir yüz. Tanımak isteyeceğiniz bir adam.


Susan Sontag


Mutlu Ölüm - Albert Camus

"Nakit Vakittir"

"Şanslı" doğmuş bir adam için mutlu olmak, vazgeçme isteğiyle değil de, tersine, mutluluk isteğiyle, herkesin ortak yazgısını değerlendirmektir. Mutlu olmak için zaman gerekir, bol zaman. Mutluluk da uzun bir sabırdır. Ve zaman, bizden zamanı çalan para gereksinimi demektir. Zaman satın alınır. Her şey satın alınır. Zengin olmak, hak edildiğinde, mutlu olmak için zamana sahip olmaktır.


Camus'nun Mutlu Ölüm romanı için
aldığı 17 Kasım 1937 tarihli not  

Adirondack



Adirondack’ların ortasında, kuş uçmaz bir bölgede küçük bir han. Odaya girerken şu garip duygu: İş gezisine çıkmış bir adam, önceden düşünmeksizin, yabanıl bir ülkeye, uzak bir hana geliyor. Ve bu doğanın sessizliği, odanın basitliği, her şeyden uzaklık, ona, orada kesin olarak kalma, yaşamını oluşturan şeylerle bütün bağlarını koparma, geride kalanlara asla yaşamda olduğuna ilişkin en küçük bir haber göndermeme kararı verdirtiyor.




*
Yolculuk Günlükleri
Kuzey Amerika Güncesi
Albert Camus

Maldoror'un Şarkıları / Comte de Lautreamont

Lautreamont'la, başkaldırmanın delikanlılık olduğu anlaşılır. Büyük bomba ve şiir yıldırıcılarımız çocukluk çağından yeni çıkmışlardır. Maldoror'un türküleri, dahi bir liselinin kitabıdır nerdeyse; dokunaklılığı da evrene ve kendi kendine karşı ayaklanmış bir çocuk yüreğinin çelişkilerinden doğar. Illuminations'un dünyanın sınırlarına doğru atılan Rimboud'su gibi, bu ozan da, ne ise o olan dünyada kendisini ne ise o yapan olanaksız kuralı benimsemektense, yıkmayı, yıkılmayı seçer.

Albert Camus



On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek kendi şairini (bununla birlikte, başlagıçta, bir başyapıtla başlamamak, doğanın yasasını izlemek gerek); şair Amerika kıyılarında doğdu, bir zamanlar birbirine düşman olan iki halkın, şu anda, özdeksel ve tinsel gelişmeyle kendilerini aşmaya çalıştıkları yerde, Plata Irmağının ağzında. Büyük halicin gümüşlü sularından dost ellerini uzatıyorlar, güneyin ecesi Buenos-Airos ile cilveli Montevideo. Ama, egemenliğini kurdu bu topraklar üzerinde ölümsüz savaş, ve kurban hasadı yapıyor neşe içinde. Elveda ihtiyar, ve düşün beni, yazdıklarımı okuduysan eğer. Sen, delikanlı, kaptırma kendini umutsuzluğa, çünkü, sen tersini düşünsen de bir dostun var bu kan emici hortlakta. Dostun iki olacak, uyuzböceği kurdundan türeyen uyuzu da hesaba katacak olursak. 

(Birinci Şarkının Sonu)


YAZ

"Ama işte gökyüzünün gülümsemesi.
 Işık kabarıyor, yaz pek mi yakın?" 

Albert Camus



2018 / 2019

Düşüş - Albert Camus

Kölelik mi, hayır, biz ona karşıyız! Kendi evinde ya da fabrikalarda köleliğe yer vermek zorunda kalmak, şeylerin özünde vardır, ama bununla övünmek, işte bu olmaz.

İnsanın egemen olmaktan ya da hizmet görmekten vazgeçmeyeceğini biliyorum. Her insanın temiz hava gibi kölelere gereksinimi vardır. Kumanda etmek soluk almak demektir, bu kanıdasınız, değil mi? En nasipsizler bile soluk almayı başarır. Toplumsal merdivenin en altında bulunan kimsenin bile bir eşi ya da çocuğu vardır. Bekarsa bir köpeği vardır. Kısacası asıl olan, karşındakinin yanıt verme hakkı olmaksızın insanın kızabilmesidir. "Babaya yanıt verilmez.", formülünü bilirsiniz, değil mi? Bir anlamda bu formül tuhaftır. Sevilen kişiye değil de kime yanıt verilir bu dünyada? Bir başka anlamda da inandırıcıdır bu. Birinin son sözü söylemesi gerekir. Yoksa her nedene karşı başka bir neden ileri sürülebilir: O zaman sonu gelmez bu işin. Güç ise, tersine, her şeyi keser atar. Epey zaman harcadık bunu anlamak için, ama sonunda anladık. Örneğin, dikkatinizi çekmiştir, bizim o ihtiyar Avrupamız artık iyi yolda felsefe yapmıyor. İnsanların bön kafalı olduğu zamanlardaki gibi "Ben böyle düşünüyorum. Sizin itirazlarınız nelerdir?" demiyoruz artık. Akılımız başımıza geldi. Diyalog yerine bildiriyi koyduk. "Doğru olan budur" diyoruz, "Bu doğruyu tartışabilirsiniz dilerseniz, bu bizi ilgilendirmez, ama birkaç yıl içinde polis gelip haklı olduğumuzu size gösterecektir." 

Saçma


Saçma, bir aynanın karşısındaki trajik insandır (Caligula). O halde, yalnız değildir. Bir doyumun ya da sevgi bağının tohumu vardır. Şimdi , aynayı yok etmek gerek.  

Albert Camus


Yıkıntılar Arasında

"Havanın bu ışıl ışıllığı, göğün bu verimliliği altında,
insanların tek ödevi, yaşamak ve mutlu olmak gibi görünüyordu. "



Hiçbir şeyi dışarıda bırakmamaktan ve kırılasıya gerilmiş bir ipi ak ve karayla örmeyi öğrenmekten başka ne dileyebilirim? (...) Ama var olanın bir yanından el çekilirse, var olmaktan da el çekmek gerekir; öyleyse ya yaşamaktan vazgeçmeli, ya da "vekaleten" sevmekten başka türlü  sevmeli. Böylece yaşamın hiçbir şeyini yadsımadan bir yaşama istenci vardır, bu şu dünyada benim en çok saydığım erdemdir. En azından, arada bir bunu uygulamış olmak istediğim doğrudur. 

Tel örgüleri ona bakarak geçip yıkıntılar arasına giriyorum en sonunda. Ve aralığın şanlı ışığı altında, tamı tamına bulmaya geldiğimi ve zamana ve dünyaya karşın, bu ıssız doğada bana, gerçekten yalnızca bana sunulmuş olanı buldum, yaşamda yalnız bir iki kez olabilirdi böylesi, bundan sonra da insan isteğine kavuştuğunu düşünebilirdi. Her yanına zeytinler saçılmış pazaryerinden, aşağıda köy görünüyordu. Hiç bir gürültü gelmiyordu buradan; duru havada hafif dumanlar yükselmekteydi. Deniz de susuyordu, kıvılcımlar saçan, soğuk bir ışığın kesintisiz akışı altında soluğu kesilmişti sanki. Günün kırılgan şanını Chenoua’dan gelen bir horoz sesi kutsuyordu yalnızca. Yıkıntıların bulunduğu yanda, gözün uzanabildiğince uzaklarda, billursu havanın saydamlığında yalnızca çiçek bozuğu taşlar ve pelinler, ağaçlar ve kusursuz sütunlar görünüyordu. Öyle görünüyordu ki, hesaplanması olanaksız bir an için sabah donmuş, güneş durmuştu. Bu ışık ve sessizlik içinde, azgınlık ve gece yılları ağır ağır eriyordu. Sanki uzun zamandır durmuş yüreğim usul usul yeniden çarpmaya başlıyormuş gibi, içimde neredeyse unutulmuş bir sesi dinliyordum. Şimdi uyanmış, sessizliği oluşturan ayrımsanmaz sesleri birer birer tanıyordum: kuşların kesintisiz sesi, kayalıkların dibinde denizin hafif ve kısa iç çekişleri, ağaçların titreşimi, sütunların kör şarkısı, pelinlerin, ürkek kertenkelelerin hışırtısı. Bunu işitiyordum, içimde yükselen mutlu dalgaları da dinliyordum. Bana öyle geliyordu ki, en sonunda, hiç değilse bir anlığına, limana gelmiştim ve bu an bundan böyle hiç bitmeyecekti. Ama az sonra gözle görülür biçimde güneş bir basamak yükseldi. Bir karatavuk kısa bir giriş yaptı, hemen arkasından da dört bir yandan, bir güç, bir sevinç, şen bir uyumsuzluk, sonsuz bir kendinden geçişle kuşların şarkısı patladı. Gün yeniden yürümeye başladı. Akşama dek taşıyacaktı beni.