Thomas Bernhard


 Ne övecek, ne lanet edilecek, ne de yakınılacak bir şey var ortada, ama pek çok şey gülünç; aslına bakarsanız, insan ölümü düşündüğünde her şey gülünç.


İnsan yaşamdan geçip gidiyor, etkilenerek ya da etkilenmeksizin, sahneden geçiyor, her şeyin yerine bir başkası konulabilir, dekor parçalarından ibaret bir devlette talimli ya da talimsiz yaşamak; bir yanılgı! İnsan anlıyor: Her şeyden habersiz bir halk, güzel bir ülke, - ölmüş ya da vicdansızlıklarından dürüst babalar, yalın, gereksinimleri bağlamında yoksul mu yoksul küçük insanlar...



Her şey, son derece felsefi ve dayanılmaz bir tarih öncesi.

Çağlar bunamış...Devlet, hep çöküp gitmeye yargılı bir oluşum, halk ise hep ahlaksızlığa ve akıl zaafına yargılı bir kalabalık. Yaşam, bütünüyle bir umutsuzluk, o yaşama dayanan felsefeler içersinde sonunda her şey delirmek zorunda.

...

Düşündüklerimiz, yeniden düşünülmüş olanlar, hissettiklerimiz birer kaos, varlığımız bulanık.

Utanmamıza gerek yok, ama bizler de birer hiçiz ve kaostan başka bir şeyi hak etmiyoruz..."



(1968'de bir ödül töreninde yaptığı konuşmadan)


Diane Arbus'dan


Yalnızlığın Keşfi - Paul Auster


Her boşalmada birkaç milyar sperm hücresi vardır.- ya da aşağı yukarı dünyadaki insan sayısı kadar-, bu da, kendi başına, bir erkeğin tüm bir dünyanın gizil gücünü elinde tuttuğu anlamına gelir. Gerçekleşseydi şunlar olabilirdi: ahmaklar ve dahiler, güzeller ve sakatlar, azizler, şizofrenler, hırsızlar, borsacılar, tel cambazları. Öyleyse her erkek tüm bir dünyadır ve spermlerinde bütün insanlığın belleğini taşır. Ya da Leibnitz'in dediği gibi " Her yaşayan madde, evrenin sürekli yaşayan bir aynasıdır."

Gerçek şu ki, uzayın sonsuz boşluğunda ilk kıvılcımın ilk patlayışından oluşan maddeden yapılmışız hepimiz.  



DİANE ARBUS - Susan Sontag

 Diane Arbus 1971'de kendini öldürdüğünde, fotoğrafla yakından ilgili insanlar onun fotoğraflarını çoktandır iyi biliyorlardı. Ancak, Slyvia Plath'ın durumunda olduğu gibi, onun eserlerine ölümünden sonra duyulan ilgi de apayrı bir nitelikteydi -bir nevi ilahlaştırılmıştı. Hayatına intihar ederek kendi eliyle son vermiş olması, Arbus'un fotoğraflarının dikizcilik amacıyla değil, içtenlikle, soğuk bir bakışla değil müşfik bir yakınlıkla çekildiğinin nihai kanıtı sayılmıştır. Arbus'un intiharının başka bir sonucuysa, fotoğraflarının kendisi tehlike teşkil ettiğini ispatlarcasına, daha yıkıcı bir anlamla yüklenmesi olmuştur.


Arbus, kendi acısını nakletmek amacıyla kendi içine dalan bir şair değil, acılı görüntüler toplamak amacıyla kendini cesaretle dünyaya fırlatan bir fotoğrafçıydı. Acının yalnızca hissedilmekle kalmayıp bir de peşine düşülmesinin, mutlaka anlaşılır bir izahının olması da gerekmez üstelik. Reich'a göre, mazoşistin acıdan duyduğu zevkin kaynağı, acıyı sevmemesi değil, güçlü bir duygunun  -acı aracılığıyla- yakalanabileceği umududur; duygusal ya da duyusal analjeziyle (acı yitimiyle) engellenmiş kimseler, acı çekmeyi hiçbir şey hissetmemeye tercih ederler. Gelgelelim, insanların niçin acının peşine düştüğünün, Reich'ın yorumuyla taban tabana zıt - ama aynı derecede geçerli- bir açıklaması daha bulunur: İnsanlar acının peşine daha çok değil, daha az hissetmek için düşerler.  (Fotoğraf Üzerine kitabından)



Diane Arbus - Susan Sontag and his son David en 1965

Diane Arbus Fotoğrafları - Susan Sontag









 İnsanlık Arbus'un gözünde tek değildi. Bunuel, bir keresinde kendisine o filmleri niçin yaptığı sorulduğunda, "Bu dünyanın aklın hayal edebileceği tüm dünyalar içinde en iyisi olmadığını göstermek için" demiş.

 Arbus'un fotoğraflarını çektiği insanların hepsi ucubeydi: başında bir hasır şapka, elinde de "Hanoi'yi bombalayın" rozeti, savaş yanlısı bir mitingde yürümeyi bekleyen bir genç erkek; ihtiyarlar balosu'nda özel kostümleriyle kral ve kraliçe rolündeki yaşlılar; katlanır sandalyelerinde rahatça dinlenen otuzlarında bir banliyölü çift; dağınık yatak odasında tek başına oturan bir dul kadın vesaire. Arbus, oturduğu yerin yakınlarında bu amacına uygun çokça malzeme bulmuştu. Kadın elbiseleri giymiş erkeklerin katıldığı partileri ve yoksul barınaklarıyla New York, acayip insanları bakımından oldukça zengindi. Ayrıca Mariyland'de, Arbus'un orada bir insan iğneliğine, köpekli bir hemafrodite, dövmeli bir adama ve kılıç yutan ak saçlı insanlara rastladığı bir karnaval düzenleniyordu; New Jersey ve Pennsylvania'da çıplaklar kampları kuruluyor, cansız ya da uydurma, insansız manzaralarıyla bir Holywood seti ya da Disneyland görülebiliyor, Arbus'un en son ve en rahatsız edici- fotoğraflarından bazılarını çektiği, neresi olduğu anlaşılmayan bir akıl hastanesine rastlanabiliyordu. Tabi bunların hepsi, eğer onları görecek göze sahipseniz, bitmek bilmez tuhaflıklar sunan yanlarıyla gündelik hayattan kesitler sunan fotoğraflardı.

İzleyici, açıkça şunu merak eder: Onlar kendilerini hakikaten böyle mi görüyorlar? Ne kadar grotesk olduklarının farkındalar mı? Anlaşıldığı kadarıyla bu iki sorunun cevabı da 'hayır' dır.

Arbus'un fotoğraflarının konusu, etkileyici Hegel'ci deyişi ödünç alırsak, 'mutsuz bilinç'tir. Arbus, çektikleri fiili acıların ve kendi çirkinliklerinin çeşitli derecelerde bilincinde olan, hatta hiç farkında olmayan insanları fotoğraflamıştır. Bu da fotoğraflamaya değer bulduğu dehşetengiz manzaraları ister istemez sınırlamaktadır. Örneğin, kaza kurbanları, savaş mağdurları, açlık çekenler ve siyasi baskıya maruz kalanlar kişiler gibi ıstırap çektiklerini bilme ihtimali bulunan kişilerden uzak durmuştur.

Soyunma odalarındaki kadın taklitçiler, Manhattan'daki otel odasındaki Meksikalı cüce, 100. Cadde'de bir salona toplanmış Rus cüceler ve onlar gibi sürüyle insan, Bir parkta sırada otururken kavgaya tutuşan yaşlı çift, hatıra bir köpek biblosuyla bankında duran New Orleans'lı kadın barmen, Central park'ta oyuncak el bombalarını avuçlarının içinde sıkıp duran bir oğlan çocuğu...


"Hilkat garibelerinin fotoğrafını çekmek bana müthiş heyecan verdi, onlara taptım ben."

Susan Sontag

Ebedi Döngü - Nietzsche

Bu dalga sanki bir şeyin peşindeymiş gibi nasıl da hırslı yaklaşıyor! Korkutucu bir hırsla nasıl da adım adım ilerliyor şu girintili çıkıntılı kayalıkların en derin kuytularının üstüne üstüne! Değerli bir şey, çok çok değerli bir şey gizlenmiş olmalı sanki orada. İşte şimdi de geri çekiliyor, biraz daha yavaş bu sefer ama yine de heyecandan bembeyaz kesilmiş; hüsrana mı uğradı acaba? Aradığını buldu mu? Hayal kırıklığına uğramış numarası mı yapıyor yoksa? -Ama çoktan başka bir dalga yaklaşmaya başladı, daha da hırslı deminkinden ve daha da azgın, ruhu da gizlerle dolu sanki, öyle görünüyor, hazineleri bulacak sonuncusuymuş gibi. Böyle yaşar dalgalar -böyle yaşarız biz isteyenler de - Daha ne diyeyim.




Bu dünya görünürde bir dünyadır: dolayısıyla gerçek bir dünya vardır; - bu dünya koşulludur: dolayısıyla koşulsuz bir dünya vardır; - bu dünya çelişkilerle doludur: dolayısıyla çelişkilerin olmadığı bir dünya vardır: - bu dünya, oluş dünyasıdır: - dolayısıyla bir varlık dünyası vardır: bunların hepsi yanlış sonuçlardır (nedene körü körüne güvendir: A varsa karşıtı olan B de varolmak zorundadır). Bu sonuçlara neden olan ıstıraptır: temelde böyle bir dünyanın varolmasına dair arzular vardır; aynı şekilde daha değerli başka bir dünyayı hayal etmek, insana ıstırap veren bir dünyaya duyulan nefretin bir dışavurumudur: burada metafizikçilerin güncelliğe karşı küskünlüğü iş başındadır.
 

*

Genel gerçekliğin (görünüş=ıstırap) Budistler tarafından inkarı tamamen tutarlıdır: sadece "kendi içinde dünya" için değil, bu anlayışın ulaştığı yere gelirken kullandığı hatalı işlemlerin kavrayışı için de kanıtlanmazlık, erişilemezlik, kategorilerin olmayışı. "Mutlak gerçeklik", "kendi içindelik" bir çelişkidir. Bir oluş dünyasında "gerçeklik" daima pratik sonlar için bir basitleştirme veya organların kabalığından dolayı bir aldatmaca veya oluşun hızında bir varyasyondur.

Mantıklı yaşam inkarı ve hiçleştirme, varlık olmayanı varlıkla karşılaştırmak zorunda olduğumuz ve "oluş" anlayışının inkar edilmiş olduğu gerçeğinden kaynaklanmaktadır. ("bir şey" olur).





 Olmak ve oluş. - Tensel bir temelde, duyuların önyargısı üzerinde, yani duyu yargılarının gerçek olduğuna dair inancın üzerinde yavaş yavaş gelişen "neden"

"Yaşam" (nefes alma), "ruha sahip olma", "isteme, etkileme", "oluş" anlayışının evrenselleştirilmesi olarak "olmak".

Antitezi: "ruha sahip olmama", "olmamak", "istememek". Bu nedenle: "olmak", ne olmamanın, görünüşün hatta ne de ölünün (çünkü sadece yaşayan bir şey ölü olabilir) antitezi değildir.

Tarihöncesi çağlara ait bir gerçek olarak ileri sürülen ve herhangi bir oluşun varolduğu her yere yerleştirilen "ruh" ve "ego".


 *


Olmak - "yaşamak" fikrinden başka hakkında hiçbir fikrimiz yoktur.
 - Ölü bir şey nasıl "olabilir"?



 *


 Hayretle bilimin bugün görünürdeki dünyaya boyun eğdiğini görüyorum; gerçek bir dünya - neye benzerse benzesin- onu tanımak için hiçbir organımız yoktur. 
 Bu noktada şunu sorabiliriz: Bu antitezi hangi bilgi organıyla ileri sürebiliriz?-
Organlarımız için erişilebilir olan bir dünyanın bu organlara bağlı olarak anlaşılması gerektiği bir dünyayı subjektif açıdan koşullanmış olarak anladığımız, kesinlikle objektif bir dünyanın mümkün olabileceği anlamına gelmez. Kim bizi subjektifliğin gerçek ve gerekli olduğunu düşünmeye zorlar?

"Kendi içindelik" bile absürd bir anlayıştır; "kendi içinde anayasa" saçmalıktır; "varlık"; "bir şey" anlayışına sadece bağıntılı bir anlayış olarak sahibiz.-

Ampirik dünyamız bilgisinin sınırları açısından bile  kendini koruma içgüdüleri tarafından belirlenmiş olur: türlerin korunmasına hizmet eden şeyleri gerçek, iyi, değerli kabul ederiz -



*

 
Nihilist, dünyayı sanki olmaması gerektiği gibi bir dünyaymış gibi ve olması gerektiği gibi bir dünya yokmuş gibi yargılayan insandır. Bu görüşe göre, varoluşumuzun (eylem, ıstırap, istençli olma, duygu) hiçbir anlamı yoktur: "boşuna" sözcüğünün dokunaklılığı, nihilistin dokunaklılığıdır. - aynı zamanda dokunaklılık olarak, nihilistler açısından bir tutarsızlıktır. 



*


Oluşa varlık karakterini zorla kabul ettirmek- en üstün güç istenci budur.

 Her şeyin tekerrür ettiği, bir oluş dünyasının varlık dünyasına en yakın yaklaşımıdır:- derin düşüncenin doruk noktasıdır.


*


Mevcut haliyle varoluş, anlamsız veya amaçsız, herhangi bir hiçliğin finali olmadan kaçınılmaz olarak tekrarlansın: "ebedi tekerrür."

Nihilizmin en aşırı biçimi budur: hiçlik ("anlamsızlık", sonsuza kadar!)



 *


Tanrı fazlasıyla aşırı bir hipotezdir.



*


Pesimizm, nihilizmin bir ön hazırlık şeklidir.


*


İnsan -iyi ki- kendini gösterebileceği gün gelecek küçük ve eksantrik bir hayvan türüdür. Dünya üzerindeki her şey yalnızca bir an, bir olay, sonuçları olmayan bir istisna ve dünyanın genel karakteri için önemli olmayan bir şeydir. Dünyanın kendisi, her yıldız gibi, iki hiçlik arasındaki bir açıklık, plansız, nedensiz, istençsiz ve özbilinçsiz bir olay, gerekliliğin en kötüsü, aptal gerekliliktir. İçimizde bir şey bu görüşe isyan eder. Yılankavi kibrimiz bize şöyle der: "Kızgınlığa yol açtığı için, tüm bunların yanlış olması gerekir. Tüm bunlar yalnızca görüntü olamaz mı?" Ve Kant'ın dediği gibi, her şeye rağmen insan olamaz mı-



 

Palyaçolar - Bernard Buffet




Nietzsche ve Politika - Bernard Edelman

İnsanlık nasıl tedavi edilecek, yeniden nasıl doğru yola, "yaşamın", cesaretin, yaratımın yoluna koyulacak? Çünkü, batının sürdüğü politika bizi bugün dahi bu hastalığın devamlılığına ve düzenlenmesine sevk ediyor. Kitleler mi? Onlar hiçlik istencinin aracıdır; Demokrasi mi? Hiçliğin politik rejimi; İşçi mi? Hiçliğin sınıfı; Çalışma mı? Hiçliğin değeri; Kapitalizm mi? Hiçliğin ekonomisi.

Nietzsche bizler gibi, "iyi demokratlar", "iyi yurttaşlar", "iyi işçiler", "iyi vergi mükellefleri" gibi konuşmuyor; bizim bulunduğumuz yerden değil, fakat ne politik, ne ahlaki, ne devlete dair, ne metafizik ne de akli olan, yeniden başlamak için yıkmaktan ve bozmaktan çekinmeyen aktif bir güç istencinin oluşturduğu bir başka yerden konuşuyor. Şu en önemli soruda buradan gelmektedir:Kim iyileştirmek istiyor?, kim iyileştirebilir?, kim bu iyileşmeye tahammül edecek güce sahip?

Kesinlikle kitleler değil, kesinlikle zayıflar ve dışlanmışlar değil. Hiçlik istencini istedi aslında onlar, ondan besleniyorlar, çünkü yaşamlarına gerekli bu istenç. Eğer bu hastalıktan kurtulup iyileşselerdi, bundan ölürlerdi de mutlaka. Onlardan "üstün bir birlik", "kolektif bir varlık" oluşturdukları yönündeki inancı kaldırın; yalnızlık, adanmışlık, vatan, kamu yararı yanılsamalarını kaldırın onlardan, sürücül içgüdüyü sökün, onları evrenin geçici olduğuna, sonunun olmadığına, karmaşık ve anlaşılmaz bir dünyada yaşadığımıza ikna edin, parçalanırlar. Halkın bireysel özgürlük gücü yok; projesiz, programsız, ortak kadersiz, güvensiz, mutluluk vaatleri olmaksızın yaşayamıyor. Bunlar olmadan anarşi, terör ve kendini yok ediş içinde soluyor. Afyona ihtiyacı var -dine, paraya, çalışmaya ve ulusal gurura -; afyonu kaldırdığınızda o hiçlik içinde çözülecektir; sürünün birliğini kırdığınızda her hayvan kendi köşesinde ölmeye gidecektir.

"İyileştirmek" isteyen, "iyileştirebilen", kendisini bekleyen tehlikeyi göz ardı etmeyen üstün insandır, "üstinsan"dır. Hiçbir şey yatıştırıcı kesinlikleri, araçların amaçların rahat dünyasını, nedenselliğin ve mantığın sakin evrenini terk etmekten daha korkunç değildir; ve bunun karşısında, hiçbir şey "iyiliğin" var olduğuna, "kötülüğü" alt emek gerektiğine ve insanlığın ahlaki ve maddi gidişatını daha iyi hale getiren "Büyük Adamlar"a minnet duymak gerektiğine inanmaktan daha basit olamaz.
Etna'ya dalmak için, doğanın insanlıkdışılığını, ahlakdışılığını, kestirilemezliğini kabul etmek için başka bir ruh yapısına sahip olmak gerekir. Kim kendisini sürekli parçalanmaya, kendisinin sürekli dağılma ve yeniden yapılanmasına yem etmeye tahammül edebilir? Kim kendisini kaosun bir yankısı haline getirebilir ve kendi bedeninde ve ruhunda güçlerin oynamasına izin verebilir?
Nietzsche'nin "politika"sının karşısına koyduğu şey,kendilerini uzakta, yükseklerde tutan yalnızların kaderidir; varoluşlarının,oluşun işitilmedik,inanılmaz yolunu göstererek insanlığı kurtardığı yalnızların kaderi.S anatçı, filozof veya Buda, İsa, Sezar ya da Bonapart.

Evet, Kesin olarak ne istenebilir? Zayıflamış, fakirlemiş, çalışmanın kölesi olmuş, bayağı ve açgözlü efendilere itaat eden, güçlerini boşa harcayan bir insanlık mı? Gezegensel bir sürüye indirgenmiş,aynı saçmalıkları koro halinde "meleyen" bir insanlık mı, yoksa yeniden canlandırıldıklarında kendi büyüklüğünü bilecek bir insanlık mı? Nietzsche'nin büyük politik projesi kesinlikle kitleleri baskı altına almak ya da onları sömürmek değil, ama onların kendilerinden daha büyük olanın hizmetine sokmak...


"Gereğinden fazla insan doğuyor: lüzumsuzlar için icat edilmiştir devlet!

Devlet diyorum, herkesin, iyilerin ve kötülerin zehir içtiği o yere: devlet, iyilerin ve kötülerin, herkesin kendini keybettiği yer: devlet, herkesin yavaş yavaş intihar etmesine - "yaşam" adı verilen yer.

Bakın şu lüzumsuzlara! Mucitlerin eserlerini ve bilgelerin hazinelerini çalıyorlar: kültür diyorlar hırsızlıklarına - ve her şey hastalık ve felaket oluyor onlara!

Bakın şu lüzumsuzlara! Her daim hastadırlar, balgam çıkartırlar ve gazete derler bu çıkarttıklarına. Birbirlerini yutarlar ve kendilerini bile hazmedemezler. "


Böyle söyledi Zerdüşt.

SMİLE - (Weegee)








Münzevi - Nietzsche

Münzevi için dost her zaman üçüncü kişidir: üçüncü kişi, iki kişinin konuşmasının derinlere dalmasını engelleyen mantardır.

Ah tüm münzeviler için çok fazla derinlik vardır. Bu yüzden özlem duyarlar bir dosta ve onun yüksekliğine. Başkalarına duyduğumuz inanç, kendimizde neye inanmak istediğimizi ele verir. Bir dosta duyduğumuz özlemdir, içimizdeki hain.


Derin bir kuyu gibidir, bir münzevi. İçine taş atmak kolaydır, ama taş kuyunun dibine düşünce, söyleyin onu kim çıkarır?
Bir münzeviyi incitmekten sakının! Ola ki, bunu yaptıysanız bir kere o zaman onu öldürün de !


***


"Arayan kolaylıkla kaybolur. Her türlü yalnızlaşma suçtur." Böyle konuşur sürü, uzunca bir süre, sürüden biriydin sen de.

...

Münzevi, -oysa günün birinde yalnızlık yoracak seni, günün birinde gururun iki büklüm olacak ve cesaretin kırılacak."Yalnızım" diye haykıracaksın günün birinde. Günün birinde sende yüksek olanı artık görmeyeceksin ve sende alçak olana çok yakın olacaksın; kendi ululuğun bile bir hayalet gibi korkutacak seni."Her şey sahte!" diye bağıracaksın günün birinde.

Yalnız kişiyi öldürmek isteyen duygular vardır; öldürmeyi başaramazlarsa eğer, onların ölmesi gerekir! Peki gücün yetiyor mu katil olmaya?

Sevgi nöbetlerinden koru kendini.Yalnız kişi, çabucak uzatır elini karşısına çıkana. Ama karşına çıkacak en kötü düşman, her zaman sen kendin olacaksın: sen kendin pusuda bekleyeceksin kendini, mağaralarda ve ormanlarda.

Benim gözyaşlarımla git yalnızlaşmana, kardeşim. Severim, kendinin ötesindekini yaratmak isteyeni ve böylece yok olanı.

(Bir kez amacına ulaştın mı, kendi doruğunda sendeleyeceksin üstün insan...)

Böyle söyledi Zerdüşt.

Blood on the Floor (1986, Francis Bacon)


Günlük - Oğuz Atay

25 Nisan 1970

Selim gibi günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. "Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu," dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız. 

Surrealist visuality (Rene Magritte)






Eğitimci Olarak Nietzsche

...her zaman anıların ve içe yönelmenin korkusu içindeyiz. Bize böylesine dil uzatan şey, bizi uyutmayan bu sivrisinek nedir? Etrafımızda hayaletlere benzeyen şeyler dolanıyor, hayatın her anı bize bir şey anlatmak istiyor, ama biz bu hayalet sesi duymak istemiyoruz. Sessiz ve tek başımıza olduğumuz zamanlarda, bir şeyin kulağımıza fısıldanacağından korkuyoruz ve işte bu yüzden sessizliği aşağılayarak kendimizi sosyalleşme ile zehirliyoruz.

Zaman zaman derinden içine gömüldüğümüz bataklığı görecek kadar başımızı kaldırmayı başarabiliyor olmamız aslında hiç de küçümsenmeyecek bir başarıdır. Ama bunu yapmayı bile -bu yüzeye çıkışı ve bir anlık uyanışı- kendi gücümüzle beceremiyoruz. Kaldırılmamız gerekiyor, iyi de bizi kaldıranlar kimlerdir?

Onlar gerçek insanlar, o artık hayvan-olmayanlar, filozoflar ve sanatçılardır.


Eğitimci Olarak Schopenhauer
kitabından sf. 50 



**

İnsanların günün birinde er geç okumaktan ve aynı zamanda yazarlardan da bıkacakları, günün birinde bilginin kendine geleceği, kendi vasiyetnamesini yazacağı ve kendi cesedinin kitaplarıyla, özellikle de kendi metinleriyle birlikte yakılmasını vasiyet edeceği düşüncesini eğlenceli buluyorum.

Eğitimci Olarak Nietzsche

Şu hususu dikkatlice değerlendirin: hayvan nerede biter, insan nerede başlar! Doğanın tek kaygısı olan o insanoğlu! Biri mutluluğu arzuladığı kadar yaşamı arzuladığı sürece, henüz bakışlarını hayvanın ufkunun üzerine çıkaramamıştır, tek fark, hayvanın kör bir içgüdüyle peşinde koştuğu şeyi, insanın daha fazla bilinçle arzuluyor olmasıdır.Fakat yaşamlarımızın en büyük bölümü boyunca hepimizin önündeki yol budur: çoğu zaman hayvanlığı aşmayız, bizler anlamsızca acı çekiyor gibi görünen o varlıkların ta kendisiyiz.

Picasso Behind a Window, (1952 Photo by Robert Doisneau)





Genç Werther'in acıları - Goethe


"İnsan tabiatının belli sınırları vardır; sevince, acıya, sıkıntıya bu sınırlar içinde katlanabilir.Sınırı aştı mı, perişan olur. Öyleyse burada mesele, bir insanın zayıf veya kuvvetli olması değil, maddi  manevi acılara dayanıp dayanmayacağıdır. Kendini yaşamaktan mahrum eden bir insana korkak demekle, ateşler içinde yanıp kavrularak ölen bir kimsenin korkak olduğunu söylemek arasında bir fark göremiyorum.

...

İnsanın bütün gücünü yok eden, bir daha kendine gelemeyecek ve hiçbir değişiklikle yaşayışını eski haline koyamayacak kadar kolunu kanadını kıran bir hastalığa ölümcül hastalık dediğimizi kabul ediyorsun. Öyleyse, dostum, şimdi bunu manevi alana uygulayalım. Manen kolu kanadı kırılmış bir insanı gözünün önüne getir. Her şey onun üzerinde nasıl iz bırakır, düşünceler onda katılaşıp kalır, sonunda, tutulduğu karasevda onun bütün düşünme gücünü alır, onu mahveder. Soğukkanlı, aklı başında bir insanın, o zavallının halini görmeyip ona öğüt vermesi boşunadır. Hastanın yanı başında duran sağlam bir insan, kendi gücünden birazını onun damarlarına akıtabilir mi?"

Sf.  62 - 63

Peace - Marc Riboud






Çalarsaat - Baudelaire

Çalarsaat ! uğursuz, ürkünç, duymaz tanrı,
Der parmağıyla korkutup bizi: "Anımsa!"
Korku dolu bağrına saplanır nasılsa
Bir hedef gibi,titreşen acılar gibi;


Ufka doğru kaçar buğuyu andıran Haz
Sahne dibindeki bir peri gibi hemen;
Her bir an parça parça koparıp yer senden
Herkese ömrünce verilen zevki biraz.


Saniye,tam üç bin altı yüz kez saatte,
Fısıldar: Anımsa!- Çabuk çabuk, sesiyle
Bir böceğin, Şimdi der: Ben Geçmiş'im bile,
İğrenç hortumumla emdim ömrünü hatta!


Remember !, Anımsa! Esto memor! Ey savruk!
(Konuşmadığı dil yok demir gırtlağımın.)
Külçelerdir dakikalar, ölümlü, çılgın,
Altınını çıkarmadan atma çarçabuk!


Anımsa ki Zaman hırslı bir kumarbazdır,
Hilesiz kazanır, her elde ! budur yasa.
Gün sönüyor, kabarıyor gece; Anımsa!
Uçurum hep susuz; su saati boşalır.


Saat nerdeyse çalar ve tanrısal yazgı
Ve yüce erdem, daha kız olan karın,
Ve pişmanlık bile (ah! sonuncu durağın!)
Derler: Geber, koca ödlek! beklemez yargı!


Çeviri: Sait Maden

Elizabeth and Me (Andre Kertesz)


Kompozisyonlar - Andre Kertesz








Eninde sonunda -ya da sınırda- bir fotoğrafı iyice görebilmek için en iyisi bir başka yana bakmak, ya da gözleri kapamaktır...

Görüntü için gerekli koşul görmedir” demiş Janouch, Kafka’ya; Kafka da gülümseyerek yanıtlamış: “Biz nesneleri aklımızdan çıkarmak için fotoğraflarız. Öykülerim gözlerimi kapamamın bir yoludur.” Fotoğraf sessiz olmalıdır (yaygaracı fotoğraflar vardır, onları sevmem): bu bir ölçülülük sorunu değil, bir müzik sorunudur. Mutlak olan özellik ancak bir sessizlik hali ve çabası içinde sağlanabilir. (gözlerimizi yummak görüntüyü sessizlikte konuşturmaktır). Fotoğrafın beni duygulandırması için onu her zamanki zırvalarından geri çekmem gerekir: teknik, gerçeklik, röportaj, sanat vb:
 susmak, gözlerini kapatmak, ayrıntının kendi ahengiyle etkin bilince yükselmesine izin vermek.

(Roland Barthes)