'La Coste' Sade'ın Şatosu




Yüzyıllar boyu La Coste'ta olmakta olan şey, evrenin hala yazılmamış cinsel tarihidir.

Bu şato, La Coste 1790'da harabeye çevrilmiştir. Kamunun gözünde, korkulan ve saygı duyulan bir insan olan benim korkulan ve saygı duyulan bir kalıntımdır.



Mr. & Mrs. Woodman (Man Ray, 1947)





Kurban

Beni arkadan istediğini söylüyordu bana, seks konusunda hala erden olduğum için böyle cezalandıracaktı beni. Üzerime abanmış ısrarını, acelesini hissedebiliyordum; kanındaki sabuklama uğulduyordu. İçime girmeye zorlanıyor, korkunç cinsel arzusuyla beni kazığa çekmeye çalışıyordu. Karşı koyacak gücüm kalmamıştı. Nefretle boyun eğiyordum.  Olanlar, arzusunun alıcısı olan benim başıma gelmiş olamazdı. İçime girmişse, o değil başka bir kişi olabilirdi bu, ben olduğunu ileri süren biri. Gergin bile değildim, yalnızca kayıtsızdım olanlara.  Bir zamanlar beni isyan ettiren şey şimdi önemsiz görünüyordu. Ama acıyı hissediyordum. Aradaki fark çok büyük olmalıydı: benim darlığıma karşı onun genişliği, benim kasılmama karşı onun şehveti. Yarılıyordum ve yakıyordu. Soluğu hızlı ve düzensizdi. Elinden gelse beni delip karşıya geçeceğine dair bir his vardı içimde -bir uçtan ötekine delik açardı. Seksi öldürmek istiyordu tam da onu yaparken, çünkü bir gelecek vermiyordu seks. Onu şimdiki zaman içine daldırıyordu. 'Burada yaptığımız şey yapmak istediğimiz şeyin bir imgesidir ancak,' diye yazmıştı bana daha sonra. Ama güçlü oğlancılık onun felsefi kavramlarıyla ortadan kaldırılamazdı. Ağızda kalan limon kadar keskin bir tatla daha sonra geliyordu bunlar. Yaşamı gibi sürüyordu.

Kazığa oturmuştum. Daha önce hiç kimsenin yapmadığı gibi girmişti içime. Acıma, en ufak bir gönül indirme bile yoktu. Şaşkınlığın verdiği uyuşma ve kopuş yavaş yavaş yok oluyordu. Oyuyordu beni. En tehlikeli anına yaklaşmış olduğunu düşünüp duruyordum, fakat her gecikişinde doruktan geriye doğru dönüyor ve eski ritmine yeniden başlıyordu. Beni gözetliyor, kendini gözetliyordu. Benim kendisi, kendisinin de ben olmasını istiyordu. Onun haz duygusunu rahatsız eden şey kendi yalıtılmışlığıydı. Her ikisi de olmaya gereksinimi vardı, o ise yalnızca birdi. 'Duyguların hazzı her zaman imgeleme uygun olarak düzenlenir.' Bunu hapishaneden yazıyordu bana.

Daha fazla dayanamadım. Sakatlanıyordum. Üzerinde kasılmaya ve böylece gelmesini sağlamaya karar verdim. Kaslarımı sıktım ve onu kısıtladım. Tuzağa kısılmıştı. Ne kalkabiliyor, ne çıkabiliyordu. Uyguladığım bası nefesini kesmişti. Ağza alınmaz bir sürü laf etti ve boşaldı. Sonunda delirmişti. Gelecek düşüncesini yitirmişti, coşkusunu yeniden kazanamayışı fitilini söndürmüştü.

Bacaklarımın arasından akan kanı hissedebiliyordum. Bu aşağılamadan dolayı bir erkeği bağışlayabilir miydim? Benim bu olaya eşlik etmemi bağışlayabilir miydi? Karaya oturmuştuk, konuşmasız. Ağzımın içinde ölümün tadını duyuyordum.

Sanırım her ikimiz birden, yapacağı tek şeyin beni öldürmek olduğunu anlamıştık. Ama onun sapık tarzına uygun olarak, çürümüşlüğünü sahici kılmak için mani'sine bir tanık olması gerekiyordu. Yalnızca gözleri, elleri ve güdüleri vardı onun. Ben çoğalttım bunları. İkimiz birden dört gözü, dört eli, dört bacağı, iki sırtı, iki popoyu temsil ediyorduk. Ve öykü ne zaman bir başkasına anlatılsa, parçalar çoğalırdı. Aykırı doğası hem özel hem evrensel olmak istiyordu. Yasanın dışında yaşamak istiyor, aynı zamanda doğal cinsel eğilimlerini duyurmak istiyordu.

Salo (or the 120 Days of Sodom)





Salo (or the 120 Days of Sodom)



Salo (or the 120 Days of Sodom)






*
Salo or the 120 Days of Sodom 
1975, Pier Paolo Pasolini

Yeryüzüne Dayanabilmek İçin


Hazırlayanın Notu

Dikkatli okuyucu, Tezer Özlü'nün yurtdışından zamanın dergilerine gönderdiği bu olağanüstü yazıları gördüğünde onun sanatın çeşitli dallarıyla ne derece ilgili olduğunu görecektir. Özellikle de dünya edebiyatı, sinema, yazarlarla karşılaşma, çeviri sorunlarıyla ilgili yazılarında. Bir açıdan haber niteliği taşımalarına rağmen bu yazılar bir başka açıdan da ülkemiz okuyucusuna başka dünyaları açmakta ve asla güncelliğini yitirmemektedir. Aynı zamanda da öğreticidirler. Gerçek bir entelektüelin elinden çıkmışlardır.

Güzelliklerimiz, sanatla ilgilendiğimizde, sanatın içine girdiğimizde ortaya çıkar. Edebiyattan,  resimden, heykelden, sinemadan -gerçekten sanatsallarsa- öğreneceklerimiz sonsuzdur. Bu kahredici düzende bize mutluluk verenler de onları yaratanlar ve yapıtlarıdır.

Bu gözle okunmalı bu yazılar.

Sezer Duru


***


Yaşamla ve Ölümle Hesaplaşmak İçin Yazıyorum

Ma Boheme- Fantaisie (Derbederliğim)

müzik: Leo Ferre
resim: Van Gogh. Starry Night, June, 1889


Gidiyordum, ellerim delik ceplerimde,
Paltoma gelince, o da bin parça;
Yürüyordum göğün altında, Esin Perisi! Kölendim;
Ah! nasıl da görkemli aşklar düşlemekteydim.

Biricik paltomun kocaman bir delik vardı kıçında.
-Ben hayalci Parmak Çocuk, kafiyeler döktürüyordum
Yürürken. Hanımdı benim Büyük Ayı.
-Tatlı bir gösteriş içinde gökteki yıldızlarım.

Oturup yol kıyılarına dinliyordum onları,
Şu güzelim eylül akşamları, sert bir şarap benzeri
Duyumsarken çiğ damlalarını alnımın üzerinde;

Orada kafiye düzerken düşsel gölgeler arasında,
Lirin telleri gibi, çekiyordum lastiklerini yaralı
Ayakkabılarımın, bir ayak yüreğimin yanında.

Arthur Rimbaud
çeviri: Ülker İnce

Leo Ferre & Rimbaud


Les chercheuses de poux 
(Bit Ayıklayan Ablalar)

Yanarken alev alev acı kızıl alnında,
Beyaz düşler kovanında sayıklarken çocuk,
Yatağının yanında belirir iki abla
Tırnakları gümüşten, parmakları incecik.

Pencerenin önüne oturturlar çocuğu,
Mavi gök, maviliğin arıttığı çiçekler..
Ağır gür saçlarında çiylerle tüten buğu,
Ve o narin parmaklar, korkunç büyülü eller.

Gül rengindeki, uzun, bitkisel ballar kokan
Ürkek soluklarının başlar sonra şarkısı,
Bir ıslık, ve çocuğun dudaklarından akan
Salyalar, öpülme özlemi keser şarkıyı.

Kokulu sessizlikte, kara kirpiklerinin
Kıpırtısı duyulur, ablaların elleri
işler çıtırtılarla, elektrikli, serin
Kral tırnaklarında küçük bit ölüleri.

İç çekip sayıklayan armonika ezgisi,
O tembellik şarabı yemden yükseliyor.
Çocukta, okşayışlar yavaşladığı zaman
Bir ağlama arzusu doğup doğup ölüyor.


Chanson de la plus haute tour
 (En Yüksek Kulenin Türküsü)


Sevdalar çağı dönsün,
Dönsün geri gelsin

Ah nasıl dayandım nasıl da
Unutamam artık dünyada,
Nice korkular kaygılardı
Uçup gitti göklere.
Bir belâlı susuzluk
Karartıyor damarlarımı.

Sevdalar çağı dönsün,
Dönsün geri gelsin.

Bir çayır gibi tıpkı
Unutulmuş bir kıyıda,
Karamukların, gülüklerin
Boyatıp çiçek açtığı,
O yabanıl uğultusunda
Korkunç pis sineklerin.

Sevdalar çağı dönsün,
Dönsün geri gelsin.


Maldoror'un Geceleri / Rimbaud'nun Geceleri

Garson, "Şimdi şu küçük fişi," dedi.

Philippe bavulunu yere bıraktı, kalemi aldı, mürekkebe batırdı. Garson, elleri arkasında onu seyrediyordu. Dudaklarında zaptetmeye çabaladığı esneme mi, yoksa gülme mi? Philippe öfkeyle, "Üstüm başım fazla temiz," diye düşündü. Hepsi önce kıyafete bakarlar, üst tarafı, üst tarafını görmezler bile. Kararlı bir elle yazdı:

Isıdore Ducasse
Gezici tüccar.

Garsonun gözlerinin içine bakarak "Odamı gösterin lütfen," dedi.

...

Ben Philippe Gresigne'im, 
General Lacaze'nin üvey oğlu, edebiyat fakültesi mezunu, geleceğin şairi, 
dün, dün, sonsuza dek sürecek olan dün. Soyunmuştu, pijamasını giydi; bu han bozuntusunda bunlar yeni, kararsız, acemi hareketlerdi, alışması gerekti. Rimbaud bavuldaydı, almadı, canı okumak istemiyordu.

... Mağrur, sefil ve rezil hayatım, benim! Gururum; benim! 
Ben hükmedenler soyundanım. Ha ha, diye öfkeyle düşündü. Sonra! Sonra! Beklemek gerek. Sonra bu otelin duvarına bir mermer bir levha koyacaklar, Philippe Gresigne 23 - 24 Eylül 1938 gecesi burada kalmıştı. Ama ben ölmüş olacağım. Belli belirsiz ve yumuşak bir mırıltı kapının altından sızıyordu. Gece bir anda öldü. Geceye, mermer levhanın altında nutuk söyleyen siyah ceketli adamların gözleriyle, geleceğin içinden, derinliklerinden bakıyordu. Her saniye, değerli ve kutsal, şimdiden geçmiş olarak karanlığın içinde akıp gidiyordu. Günün birinde bu gece geçmiş olacaktı, geçmiş ve zaferlerle dolu, 

Maldoror'un geceleri gibi,

 Rimbaud'nun geceleri gibi. 

Benim gecem.



*
Yaşanmayan Zaman
sf. 217..
SARTRE

Rimbaud


J.L. Forain. Rimbaud, 1872

"Ölünce rastlayacağım benim şiirlerimi yazan gence; 
keçe saçlı biri öfkeyle yığılıp kalmış olarak bırakmıştım bizim taşra meydanında..."

Rimbaud yeniden odağa geliyor... Londra rıhtımında, tek başına oturmuş ırmak üzerindeki ticareti seyrediyor. Mavi, boz ve gri ırmak, göğün renkleri birbirine karışıyor. Bir güneş ışını oku sol dizini yalayıp geçiyor. Yandan görünen yüzünün sağı gölgede. Hayatını şiirin altüst ettiğini düşünüyor. Batı Hint adalı bir rıhtım işçisinin gövdesinin çıplak olan üst yanını seyrederken karar veriyor hayatının başka yerde olduğuna, bu kararının kaynağında o adamın sırtı yatıyor. O üst gövdenin iç boşluğunu düşündü. Hafif kıvrımlı sırt kemiğini seyretti. Adamın hayvan gibi çalışmasının acısını duydu. Onun adını asla bilmeyecekti ama hayat yolları önemli bir noktada kesişmişti.

Rimbaud yeniden odağa geliyor. Bu kez derisi çöl güneşinden kapkara yanmış. Bir deri bir kemik; gövdesi bir uyuşturucu bağımlısınınkine benziyor. Kemiklerinin üzerinde hiç et yok. Yüzü, kafa kemiklerinin çatısını izleyerek içeri çökmüş. Bir tabanca taşıyor. Her şeyi havaya uçurmak isterdi. Benim kafamdaki kendi imgesine ateş etmek isterdi.

"Sayıklamalar"
Bir Arthur Rimbaud Yorumu
Jeremy Reed

Özgür olsun bu bahtsızlık



Sabretmeyi bilirim ben
İçebileceğim, sessiz
Ve öleceğim tasasız
Bir akşam vardır bekleyen
Birinde eski kentlerin!

Acım bir gün yatışır da 
Biraz altınım olursa eğer,
Kuzey'imi seçerim
Yoksa Bağlar Diyarı'nı mı?
- Tatsız düşlerden usandım.

Bir şey var yitip kaybolan!
Dolaşıp da köşe bucak,
Döndüğümde açmayacak
Kapısını o yeşil han,
Güler yüzle hiçbir zaman.


Rimbaud'nun Afrika'dan ailesine yazdığı mektupları okumayalım; bir gün ateş çalmak istemiş birinin sonradan ne satıp ne satmadığını öğrenmeye çalışmayalım. Onun yerine bu mezarın önünde duralım, birçok gencin gelmek istediği bu serapsız yerde, Charleville Mezarlığı'nda. Burada, basit bir tarihin yazılı olduğu taşın altında, ölümün kımıltısızlığında, maddedir elbette galip çıkan; sınırlılıktır, Rimbaud'nun savaştığı, gerçekliğin kolayca şeye indirgenişidir. Ve o, som ışığın altın kıvılcımı olarak yaşamak isterken, ölümü varlıkla kaynaşma olarak gördüğü zamanlarda düşlediği gibi, kutsal ve gerçekten mutlu bir biçimde can vermedi: Bu daracık, kamusal, çorak mezar, bu küçük burjuva ya da köylü mezarı, yaşamdan bir yaşamın çalındığını ve bir gencin kendi geleceği yerine yazgıyı, güneşin oğlunun özgürlüğü yerine tüccarın, işçinin bitkinliğini koymak zorunda kaldığını gösterir. Yine de bu yazgıyı mühürlemekle onu oluşturan öğeleri bir araya getirir: İlk Rimbaud, yani kendisini olanaksız bir vaatle kandırdığı için, yaratımlardan ve güçten sonra, olgun insanın kovduğu Cin, şimdi o vaadi kafasından silmek için dünyanın diğer ucuna giden öteki Rimbaud'yla yan yanadır yine. O şiddetli deli cinin ta kendisidir yaklaşanların çoğu için ayakta duran ve konuşan. Çelişkili yetkesini taştan alır sanki. Yenilgi düşüncesini yadsır. Bu izlenimde duralım, bu karşı konulmaz izlenimde. Arthur Rimbaud'nun şiirinin bizlere verdiği en önemli ders buradadır belki de.

Yves Bonnefoy

On yedi yaşlarında gelgeç oluyor yürek,





Roman

On yedi yaşlarında gelgeç oluyor yürek,
Şimdilik hoşça kalın gürültülü kahveler!
Böyle tatlı bir akşam bira neyine gerek -
Yeşil ıhlamurların altı dünyaya değer.

Haziran akşamları bu yollar sanki cennet!
Yum gözlerini solu, hava mis gibi nasıl;
Gürültüyle birlikte rüzgâr -uzak değil kent-
Asma ve bira kokusu taşır usul usul…

- Ve çevrilmiş ince bir dalla gökyüzü, kara
Mini mini tül gibi bir eşarbı andırır,
Tatlı titreşimlerle, küçük, beyaz, maskara,
Bir yıldız bu gergefe girip ışıklandırır…

Küçük bir hayvan gibi çırpınan bir öpücük
Tadı dudaklarında, dolaşırsın başıboş,
Bengisuyu şampanya, kanında köpük köpük.
Ey haziran akşamı! Ey coşkun onyedi yaş!

Solgun, kör ışığında bir sokak lambasının
Bakıp yürüyen genç kız, cilveli, ağır ağır
-Yanında baston yutmuş acayip babasının-
Bilmez, Robenson yürek romanlarla aldanır..

Bir göz atınca anlar, toy oğlanın teki der,
Hemen başını dönüp, küçük adımlarını
Sıklaştırarak hızla yoluna devam eder,
Ölür delikanlının dudaklarında şarkı…

Aşıktır. Kıvançlıdır ağustos ayına dek.
Şiirler yazıp yollar. Sevgilisi boşverir.
Dostları çekip gider, günlerin anlamı yok.
- Derken, bir akşam üstü o tatlı mektup gelir!…

- Bu güzelim akşamı artık kutlamak gerek,
Girersin bir kahveye, gelsin bira, içkiler…
- Onyedi yaşlarında gelgeç oluyor yürek
Yeşil ıhlamurların altı dünyaya değer.

23 Eylül 1870
Arthur Rimbaud

Kırların Parmak Çocuğu

Charleville'de


Esin Perim, yırtık ceplerimde eller,
Üstümde gök, paltom o biçim haliyle
Kırlarda özgür, başıboş yürürken böyle
Sorma bana! Neler geçmedi içimden neler!

Han’ım Büyük Ayı, pantolonumun kıçında
Koca bir delik. Yıldızlar altında gezerek
Dizeler yazıyordum, sayıp heceleri tek tek,
Ben kırların Parmak Çocuğu, düşler içinde.

O tatlı eylül akşamları, yol kıyısına
Çöküp kulak veriyordum yıldızların sesine
Sert bir şarap gibi, alnımda çiy damlaları.

Kırlarda koşmalar söyleyen ozan sazıydım,
Tel gibi çekiyordum yırtık çoraplarımı,
Sokulmuş yüreğime doğru küçük ayağım.


Rimbaud'yu anlamak için Rimbaud'yu okuyalım, kendisine karışmış onca sesten onun sesini ayırmak isteyelim. Rimbaud'nun kendisinin bize söylediği şeyi uzaklarda, başka yerde aramak yarar sağlamaz. Çok az sanatçı vardır ki kendini tanıma, tanımlama, dönüştürme ve kendini tanıyarak bir başka insan olma tutkusunu onun kadar duymuş olsun,öyleyse bu arayışı ciddiye alalım, bundan daha ciddi bir şey olamaz zaten. Bir sesi yeniden bulmayı, onun isteğini ortaya çıkarmayı, vurgusunu, özellikle de o kızgınlıklarını, o benzersiz saflığı, o zaferleri, o çöküşleri yeniden canlandırmayı öneriyorum.

O sesi dinleyelim, Hem onun güçlü büyüsüne kendimizi bırakmak için, hem de onu susturmak istemiş ve tabi susturmuş olan sessizliğin boyutlarını ölçmek için, doğallıkla en büyük tiksintileri anlamına gelen en acı alaylarında dinleyelim onu öncelikle de. Memleketim küçük taşra kentlerinin açık farkla en salak olanıdır, der öğretmenine on altı yaşında bir öğrenci. Rezillik! diye bağırır üç yıl sonra. Ne de masum canavarlardır şu köylüler... Canım iğrenç biçimde sıkkın. Tek bir kitap yok, çevremde tek bir meyhane yok, sokakta tek bir olay yok! Şu Fransız taşrası ne korkunç! Bu upuzun tapınma-karşıtı ilahilerin izine Rimbaud'nun yapıtının her yerinde rastlanabilir. Anlaşılan, Ardenne'ye, tiksindiği taşraya karşı nefretini hiçbir sözcük dile getiremiyor, adeta bu duygu hiçbir nitelemeye sığmıyor, tıpkı kımıltısız, uzak bir tanrı gibi. Nedir, bir büyülenmeye böylesine benzeyen bu kızgınlığın nedeni? İnsanların un ve hamur ürünleriyle beslendiği taşrayı ve Charlestown'ı ya da öyle bir yeri bilenlere kasabalarla köylerin sert çelişkilerini anımsatmak isterim ama. Bir yandan yalnızlık ve toprak, doğa güçlerinin varlığı, sessiz sedasız sürekliliği, tam ortasında hiç konuşmaksızın yaşanabilecek bir madde dünyası - Toprağa geri verildim, yazacaktır bir gün Rimbaud, aranacak bir görev ve kucaklanacak pürtüklü bir gerçeklikle! Köylü!- diğer yandan bu kaynak bolluğunu örten durağan, kaçış olmayan toplum yaşamı, sessizliği çarpıtan, çorak kalmış bir söz, kişinin topluma, toplumun da kişiye bakışında -sözgelimi piposunu baş aşağı çevirmiş tüttüren uzun saçlı Arthur Rimbaud'ya bakışında- tinin hızla değer yitirdiği dar çevrelerin inakçılığı. Ağır akşam gezintileri, başkaldırmak isteyen ruhun daralması, Rimbaud sizden öyle çok çekti ki sizi şiirlerine aldı, ölümsüzlüğünüzü ölümsüzleştirdi:

Ucuz çimenliklere bölünmüş şehir meydanı,
Küçük parkta ağaçlar, çiçekler, her şey yerli yerinde
Sıcaklardan bunalan bütün tıknefes burjuvalar
Kıskanç salaklıklarıyla dolaşır perşembe akşamları

Ucuz çimenliklere bölünmüş şehir meydanı... Müziğe adlı bu şiirde bir savaşımın başlangıcı olan sıkıntılı bir kin vardır. 1870'te gencecik bir Rimbaud vardı, sıkılgan, hırpani, yüreğinde binlerce arzu, o umutsuz ve sevgisiz sokaklarda umutsuzca yürüyen. Sıkıntının sürekli olmasını, tıpatıp aynı istasyonlara açılan o garın önünde, zamandan kopmuş duvar saatinin altında hiçbir geleceğin, hiçbir olanağın kalmamasını kabul etmiyordu. Kabul etmiyordu yaşanacak bir şey olmadığından kardeşi Vitalie gibi caddelerin ağaçlarını saymakla yetinmeyi. "Alles'nin altında yüz on bir, istasyonun gezinti alanının çevresinde altmış üç kestane ağacı," diye yazar ölmek üzere olan Vitalie anılar'ına.

Bir üvey anadır taşra, özgürlüğü yıkar çünkü. Taşra mutlak olarak kötü olandır. Ama bu sözcükte bu kez çok büyük bir tehlike kadar bir şans da bulunduğunu göstermek isterim çünkü mutlaktan mutlak doğar, en büyük yabancılaşma, bir engel aşılırsa, en aşırı şiire de yol açabilir. O apansız sıçramaları, o toparlanışları saptayabilir ve onlara sevinebiliriz Rimbaud söz konusu oldğunda; onlar sıradan görüntüyü taşlaştırır, belediye dairelerini, postaneleri, bilince zarar veren, sonunda da bilincin kanıksadığı her şeyi bir anın yabanıllığında, katıksızlığında önümüze silkelerler. Öyle bir anda hiçbir olanağın bulunmaması bile, bir anda varlık nedenini yitirmiş bir görüntünün gizeminde, geçerliği kalmamış yararlılığın tuhaflığında yepyeni, bambaşka bir olanak, insanla var olanın varlığı arasında yepyeni bir ilişki meydana çıkarır. Sözün Simyası'nın anlattığı bir dönüşümün başlangıcı olan bu şiirsel deneyime ileride döneceğim. En temel özgürlüğün aralanması için belki de taşradaki dışlanmanın çirkin yüzü gerekir.

Rimbaud'yu memleketindeki yalnızlığına konumlandırmayı tamamlamak için, Fransız taşrasının karşı çıkışının bir başka mutlak biçimini anımsatmakla yetineyim şimdilik, 1789'da ortaya çıkan biçimini. Büyük Devrim'de de, belki her şeyden önce, veriye kökten karşı çıkılması, metafizik bir şiddet amacı, varoluşsal bunalımın politik dışavurumu yaşandı. Reims'de halk meydanında, kral ve piskopos kutsamalarının bitmez tükenmez yağının saklandığı kutsal şişeyi kıran Konvansiyoncu Ruhl'u Rimbaud'dan çok uzak tutmamak gerekir. Ruhl bir yıla kalmadan kendini öldürdü. Asla bu toplumdan olmadım ben, yazacaktır Rimbaud Cehennemde Bir Mevsim'de; asla Hristiyan olmadım; ben işkence altında şarkı söyleyenlerin soyundanım; yasaları anlamam, sağduyum yoktur, bir hödüğüm... Rimbaud dirlik düzenlik içinde yaşayan taşra bölgelerinde rastlanan, varlığın o başkaldırmışlarının soyundandır, aşağılık soydandır, eğer bu soy gerçekten alışmayı, mal mülk sahibi olmayı, kazanç sağlamayı bilmeyen, yalnızca ölüme giden soy ise. Ama, sanki bir esinle, bu soyun kutsal olduğunu anlamıştır: Daha çocukken, hep zindana kapatılan o yola gelmez forsaya hayrandım; o konakladığı için kutsallık kazanmış olan o hanları, kiralık odaları ziyaret ederdim. (...) Kentlerde onun alınyazısının kokusunu alırdım. Rimbaud da şiirin forsası olacaktır, demek istediğim, boğucu Batı taşrasını yadsıma gereksinimiyle -Sarhoşluk Sabahı'nda Nietzsche kadar açıkça söylediği gibi- kendini iyi ile kötünün ötesine atan kişi olacaktır.


Yves Bonnefoy
Rimbaud
Sf. 7 - 10

Le Dormeur du val (Vadide Uyuyan)





Total Eclipse, Agnieszka Holland, 1995 



Yemyeşil bir çukurda bir ırmak akar çılgın,
Gümüş paçavraları takıp suda otlara.
Burada güneş parlar üstünde mağrur dağın;
Küçük bir vadi ki bu, köpürür ışıklarla.

Genç bir asker uyuyor, kasketsiz, ağzı açık,
yıkanır mavi derelerde ensesi.
O yeşil yatağına sel gibi yağar ışık,
Bulutların altında, devrilmiş, uçmuş benzi.

Hasta çocuklar gibi uykuda gülümsüyor.
Ayakları zambaklar içinde, askercik üşüyor,
Tabiat, beşiğinde salla onu, sıcacık sar!

Burun kanatları artık,  ürpermiyor korkuyla;
Eli göğsünde, sakin, güneşte dalmış uykuya
Yalnız sağ yanında iki kırmızı delik var.

(çeviri: Hüseyin Demirhan)

Taşra'dan Mektup


Thedore Banville'e
Charleville (Ardennes) 24 Mayıs 1870


Sayın Üstat;
Sevgi dolu aylardayız; yaşım on yedi. Şu umut ve kuruntular çağı dedikleri; ve işte Esi Perisi'nin şöyle parmak ucuyla dokunduğu bir çocuk olan ben -kaba kaçtıysa bağışlayın- inançlarımı, umutlarımı, coşkularımı, şu ozanlara vergi şeyleri dile getirmeye çalıştım, bahar dediğim bu işte benim.

Bu şiirlerden birkaçını size gönderiyorsam -iyi yürekli basımcı Alphonse Lemerre aracılığıyla-, ozan bir parnasyen olduğuna göre bu benim, sizi, biraz safça olacak ama, bir Ronsard torunu, 1830 ustalarımızın bir kardeşi, gerçek bir romantik, gerçek bir ozan görmemdendir. Nedeni bu işte. Aptalca bir şey değil mi ama, yine de? (...)

İki yıla, belki de bir yıla kalmaz Paris'teyim...
Hep iki tanrıçaya, Esi Perisi ve Özgürlüğe tapacağıma ant içerim sayın üstat.
Bu şiirleri okurken pek öyle burun kıvırmayın sakın. Credo i Uman* parçasına parnasyenler arasında ufak bir yer ayırtabilirseniz beni umut ve sevinçten deliye döndürmüş olursunuz...
Bu şiirler hele bir de Parnesse Contemporain'de yer alsalar? Ozanların tek inancı değil mi onlar?
Adım pek duyulmuş değil; ne önemi var ama? Ozanlar kardeş sayılır. İnanç dolu, sevgi dolu, umut doludur bu şiirler: Hepsi bu.

Sayın Üstat, üstadım, bana destek olun biraz: Gencim, biraz el uzatın bana.



***

Güneş ve Ten

Derin sevgilerin, yaşamın ocağı, Güneş
Baygın toprağı kızgın bir aşkla öpen ateş,
Vadide uzanınca insan görüp yaşıyor
Gelinlik kız gibi toprak kanla taşıyor;
Bir elin kaldırdığı geniş göğüslerinden
Akıyor tanrısal aşk,akıyor kadınsal ten,
Köpürmüş besi suyu, ışıklar var içinde,
Nice  can hücreleri kaynaşıyor içinde!

Ey Doğa’nın Anası!

                             -Ey Venüs, ey Tanrıça!

Nerde eski çağların gençliği, kutsal ece,
O peri kızlarının öptüğü nilüferler,
Ağaçları kemirip duran yarı tanrılar!
Kösnülü satyre’ler yok, kır tanrıçaları yok,
Irmağın dalgaları o besi suları yok.
Pan’ın damarlarına koca bir evren  sunan,
Teke ayaklarında toprağı canlandıran
O yeşil ağaçların kırmızı kanı nerde?
Kuş sesleri, göklerin altından perde perde
Dalların arasından seviyi şakıyordu,
Toprak içini diri Doğa’ya döküyordu;
Orda mavi Okyanus ve kuşlar cıvıldayan
Dilsiz dallar, toprak, beşiğimizi sallayan
Tanrıyla kucaklaşan bütün hayvanlar orda!
Nerde geçmiş zamanlar?Bereket Ana nerde?
Derler ki, bir zamanlar yüce bir insan vardı,
Tunç arabalarıyla nice kentler aşardı.
Emerdi Bereket’in memelerini insan
Küçük bir çocuk gibi kucağında oynarken.
Tanrıça ak sütünü cömertçe sunuyordu,
-Eskiden temiz, tatlı, güçlü bir insan vardı.

Yazık! Şimdi bir şeyler bildiğini sanıyor
Oysa kör, sağır, dilsiz, sürekli aldanıyor.
-Yine de tanrılardan, tanrılardan çok yüce,
İnsan Kral, Tanrıdır, betiğine gelince;
Aşktır. Ah! Kana kana içseydi o gözeden,
Tanrıların anası Kibele’nin memesinden;
Ve ten çiçeklerinin kokusuyla arınmış
Masmavi dalgaların aydınlığında yunmuş
Köpüklerin yüzdüğü gülpembe göbeğini
Durgun sulara yayan ölümsüz Asterté’yi
Terk etmeseydi keşke. O iri gözlü, kara
Göklerin Tanrıçası Asterté buyurunca
Şakırdı ağaçlarda bülbül,yüreklerde aşk!

Tek sensin, Kutsal Ana, inandığım tanrı,  tek.
Mavi Afrodit! Şimdi yollar dikenli, çalı
Öbür Tanrı haçını boynumuza takalı;
Ten, Mermer, Çiçek, Venüs, sana inanıyorum!
-İnsan üzgün ve çirkin. Giysiler, sanıyorum
Çıplaklığını değil, saflığını örtüyor,
Tanrısal  bedenini gizleyip kirletiyor.
Olimpos dağlarının kayaları gibi dik
İnsan bir köle oldu, başı haçlara eğik!
Ki solgun kemikleri ölümden sonra bile
O ilk güzelliğine saygısız şekli ile
Yaşamak sevdasında.-Yücelsin diye erkek,
Yükselebilsin diye sonsuz seviye erkek,
Toprağımız, mayamız Kadın sararıp soldu,
Zincirlere vurulup Tanrıya sunak oldu.
“Kadın mıyım, neyim ben, çoktan unuttum” diyor.
Bu kepazeliğe kargalar bile gülüyor
-Ey tatlı, yüce Venüs, n’olur bizi bağışla!

vesaire







      notlarım intihar etti...

Hoffman'a Veda

Çağımızın en büyük oyuncularından Philip Seymour Hoffman trajik ölümüyle, geride kimi karizmatik, kimi komik, pek çoğu da karanlık sayısız rolü barındıran zengin bir karakterler galerisi bıraktı.

Oynadığı her filme kendi hissiyatını katan, filmde kendi varlığını hissettiren oyunculardan olan Philip Seymour Hoffman artık aramızda değil. 2 Şubat günü –bir pazar günü– evinde, kolunda bir şırıngayla ölü bulundu. Malum, aşırı doz. Bağımsız Amerikan sinemasının anaakım sinemayla da flört etmekten çekinmeyen bu kalender ve mustarip figürünün bu şekilde, henüz kırk altı yaşındayken ölmesi üzücü fakat şaşırtıcı değil. Canlandırdığı hafiften kaybeden, hayatın kenarında duran, trajik ve krizli karakterlere uygun bir son. Yani bir bakıma Hoffman yaşadığı gibi oynamış, oynadığı gibi de hayata veda etmiş oldu.

Hoffman-severlerin, hatta bir filmde belirdiği zaman sırf onun varlığı yüzünden o filmi seven Hoffman düşkünlerinin sayısı hiç az değil. Hatta bu düşkünlüğü mübalağa edip Hoffman’ın oynadığı filmleri ‘bir Hoffman filmi’ diye ananlar da var –bendeniz de bunlardan biriyim. Bu anlamda Hoffman gerçek bir ‘yıldız’dı ama ‘yıldız’ sistemine uygun bir tavra ve duruşa sahip değildi. Aslında ‘silik’ olabilecek olağan hatları, hafif tombulluğu, hantallığı ve döküklüğüyle sorunlu ‘yan komşu’ tiplemesine ve genel olarak yan rollere uygundu. Ama yan rollerde belirdiğinde bile insanın aklına bir çengel gibi takılıyor, başrolden ‘rol’ çalıyordu. Kendisinin karizması (ya da aurası) ultra-etkileyici hatlardan ve ultra-havalı bir duruştan değil, gayet insani, gayet sıradan ve sahici bir portre çizmesinden kaynaklanıyordu. İnsanda hayran olunan, ulaşılmaz bir figüre duyulan saygıyla karışık mesafeli bir sevgi değil, içten, samimi bir sevgi yaratmasının nedeni de buydu herhalde. ‘Hayattan büyük’ ama yapay, iki boyutlu bir personası değil, hayatın içinde, biraz da hayatın hırpaladığı hakiki bir personası vardı.

Bu hakikilik sayesinde ‘iyi insan’ rollerini de ‘kötücül’ karakterleri de müthiş bir sahicilikle canlandırıyordu. Aslında tıpkı yan rol/baş rol ayrımını ortadan kaldırdığı gibi iyi/kötü ayrımını da ortadan kaldırıyordu. Belki de bu yüzden, bir kategoriye kolayca atılıp üstü kapatılamadığı için filmlerdeki varlığı seyircilerin hep aklında kalıyordu.

Canlandırdığı rolleri şöyle bir hatırlayalım. Şahsen hafızama en çok kazınan rolleri Paul Thomas Anderson’ın Manolya’sındaki iyi niyetli, fedakâr, kalender erkek hemşire rolü ve Todd Solondz’un Mutluluk’undaki krizli ve biraz da patetik yalnız adam tiplemesi olmuştu. Buna hemen Vahşiler’de canlandırdığı krizli, biraz insan sevmez, ‘mağrur-bezgin’ tiyatro profesörünü, Synecdoche, New York’ta canlandırdığı buhranlı oyun yazarını ve elbette Capote’de sergilediği şahane Truman Capote performansını eklemek lazım. Bu yazar-çizer rollerine Şöhrete Bir Adım’da canlandırdığı müzik eleştirmeni Lester Bangs’i de ekleyebiliriz. Sıkı bir edebiyatsever olduğu bilinen Hoffman’ın bu kadar çok ‘edebî’ karakteri canlandırması da rastlantı olmasa gerek. O mustarip ama yine de mağrur ifadesinde, yaşadıklarıyla arasına yazıyı ve hikâyeyi koyabilen ‘yazı üstatları’na has bir şey de vardı.

Acı Bir İroni

Bu yazar-çizer karakterlerin yanı sıra Hoffman’ın ete kemiğe bürüdüğü müptela ve kötücül karakterler de vardı. Kumar Tutkusu’nda yıkıma giden bir kumar bağımlısını, Paul Thomas Anderson’ın son filmi The Master’da da manipülatif, hipnotik ve kötücül bir tarikat liderini canlandırmıştı. Bilhassa Anderson’ın filmi Hoffman için hayati bir hikâye barındırıyor: Hard Eight’ten itibaren Anderson’ın neredeyse bütün filmlerinde kadrolu oyuncu olan Hoffman’ın oynadığı son Anderson filminin, sonunu hazırlayan bir olaya vesile olması son derece ironik. Corinne Van Vliet’in yazısına göre, Hoffman en son 1989’da veda ettiği madde bağımlılığına, The Master’ın 2012’de yapılan galasında kendisine ikram edilen bir kadeh içkiyle geri dönmüş. Daha doğrusu şöyle: tam yirmi üç yıldır alkolden ve uyuşturuculardan uzak duran Hoffman ilk kez bu galada alkolü tekrar bünyesine sokmuş ve işte o alkol damlası Hoffman’ı tekrar bağımlılığa götüren yolun başlangıcı olmuş. Hızla nükseden eski bağımlılık Hoffman’ı iki seneden kısa bir süre içinde aşırı dozdan ölüme götürmüş. Bu son filmin adının ‘Usta’ olması da Hoffman’a atfedilebilecek bir unvan olması sebebiyle hoş (ve acı) bir ironi içeriyor.

The Master’da Hoffman’ın oyunculuk geçmişini özetler gibi duran bir sahne var. Joaquin Phoenix’in canlandırdığı, savaşın travmasını atlatmaya çalışan denizci, Hoffman’ın canlandırdığı karakterle ilk karşılaştığında “Neler yaparsın?” diye soruyor. Aldığı cevap şu:  “Birçok şey… ben bir yazarım, doktorum, nükleer fizikçiyim, teorik filozofum.” Evet, Hoffman da ‘birçok şey’ oldu ve gerçekten oldu. Sanki onlarca farklı hayat yaşamış da büründüğü rollere bu hayatlardan parçalar katıyor gibi bir his yaratıyordu. Trajik ve erken ölümü de filmlerle geçen hayatına bir film sahnesi gibi eklenmiş oldu.

Huzur içinde yatsın. 

(Ahmet Ergenç - Altyazı)

Dertli Yıldıza Veda

“Bence herkes, kendi kendini sevmekle ilgili sorunlar yaşıyor. Bu en temel insani meselelerden biri; sabah uyanmak ve gece için rahat bir şekilde kafanı yastığa koyabileceğin bir gün geçirebilmek... Gençliğimde insanın kendisiyle ilgili böyle şüpheler, endişeler duymasının gerçekten nasıl bir şey olduğunu göstermek isterdim”. The Independent’tan Jess Denham’a verdiği röportajda Phillip Seymour Hoffman böyle diyordu. Pazar günü 46 yaşında New York’taki apartman dairesinde kolunda bir şırıngayla ölü bulunan oyuncu, gerçekten de sinema kariyerinin büyük bir bölümünü bu sözünü ettiği endişeleri perdeye getirmek için kullandı. İlk kez radarımıza girdiği ‘Boogie Nights / Ateşli Geceler’de porno kralı Dirk Diggler’a içten içe âşık set elemanı Scotty’den Oscar kazandığı ‘Capote’deki unutulmaz Truman Capote performansına kadar... Kısık gözleri, suratında karşıdakinin bakıp da bir saniye sonra olacakların kestiremeyeceği ifadesi, dipten gelen sesi belki her filminde bakiydi ama bu, birbirinden epey farklı karakterleri inandırıcı bir şekilde perdeye getirmesine engel olmadı. 

Kahramanı annesi

1990’ların Miramax çağının en bilinen yüzlerinden Hoffman, 1967’de New York, Fairport’ta doğdu. 2006’da en iyi erkek oyuncu Oscar’ını aldığında teşekkür konuşmasının yarısını ayırdığı ve bir kahraman olarak gördüğü annesi insan hakları savunucusu bir hakimdi. (Oyuncu Oscar konuşmasında “Beni ilk oyuna götüren annemdi. Sonrasında da onun rüyası kendi rüyam oldu” dedi.) Lisede boynu sakatlanınca güreş ringlerinden sahneye transfer olan Hoffman’ın yolu daha sonra New York’un meşhur sanat okulu Tisch’e kadar vardı. Uyuşturucu alışkanlığı da bu dönemde perçinlendi. Hoffman, 2006’de meşhur ‘60 Minutes’ programına verdiği röportajda üniversiteden mezun olmadan önce uyuşturucu ve madde problemi olduğunu ama rehabilitasyona girdiğinden beri ayık olduğunu söylemişti. Kendi ifadesine göre o dönem Hoffman, eline geçen ne varsa kullandı. New York Post’ta ise Hoffman’ın 2012’de bir kez daha rehabilitasyona girdiği, bu sene son filmi ‘God’s Pocket’ın promosyonu için hiçbir röportajı kabul etmediği yazıyor. Yine New York Post, onun son dönemde arkadaşları tarafından dalgın ve kafası uzaklarda göründüğünü aktarıyor. 

Asıl zorluk oyunculuk

Ne var ki söylentilere bakılırsa Hoffman, zaten hiçbir zaman görüntüsüyle beklentileri karşılamayı dert edinen birisi olmadı. Onunla röportaj yapma şansına erişenlerin ortak görüşü, Hoffman’ın neredeyse her seferinde kariyerinin doruğunda Oscar’lı bir oyuncu gibi değil de iş bulamayan bir aktör gibi röportajlara geldiği... “Sanki parkta bir bankta uyumuş da gelmiş gibi” ya da “Traşsızdı ve buram buram sigara kokuyordu” Hoffman röportajlarından birkaç alıntı. Ama sinemada kendini her türlü rolün içine bırakan Hoffman’ın gündelik hayatında nasıl göründüğü de pek kimsenin umrunda olmadı. Tabloidler ne derse desin. Zaten Paul Thomas Anderson gibi kuşağının en cesur yönetmenlerinden birinin gözde oyuncusu olarak onu seçmesinde şaşılacak bir yön yok. Anderson, kamera arkasında nereye gideceği kestirilemeyen işler çıkartırken, kamera önünde Hoffman da en tahmin edilemez karakterleri damarlarına nüfuz ettiriyordu. ‘Ateşli Geceler’de Scotty, ‘Punch Drunk Love’da telefon seksi komisyoncusu Dean, ‘Manolya’da hastasıyla alışıldıktan yakın bir ilişki kuran erkek hemşire Phil ve tabii ki ‘Usta’da eşi bulunmaz tarikat lideri Lancaster Todd. 
Ancak Hoffman’ın işini ciddiye alması için illa Anderson gibi yönetmenlere veya ‘Doubt / Şüphe’deki rahip gibi zorlu rollere ihtiyacı da yoktu. Misal Esquire dergisinin ‘Görevimiz Tehlike III’teki gibi rollerin daha az talepkâr olup olmadığı sorusuna “oyunculuk her zaman çok zordur, malzeme ne olursa olsun” cevabını vermişti. Görünen o ki bu zorluk da Hoffman’ın sadece kariyerinin değil hayatının merkezindeydi. Her ne kadar rolden çıkabilmenin en sağlıklısı olduğunu söylese de ‘Capote’ için çekim boyunca yazarın sinik tavrından ve aksanından vazgeçmemişti. Başka bir Hollywood yıldızında itici gelebilecek bu seçim söz konusu Hoffman olunca aynı etkiyi bırakmıyor. Zira oyuncunun çıkardığı işten bu titizliğin yersiz bir kapris değil de performans uğruna katlanılan bir zorluk olduğu bariz. 

“Filmlerimin hiçbiri çocuklarımın 40’ından önce seyredebileceği gibi değil... İşin tuhafı ‘Mary ve Max’ adlı bir animasyonun seslendirmesini yapmıştım ve onda da karakterlerden biri kendini öldürüyordu. Şimdiye kadar seslendirdiğim tek animasyon bile yetişkinler için” diyen Hoffman, bir ara karanlık, tekinsiz rollerin yanına daha hayat dolu olanları ekledi. ‘Charlie Wilson’ın Savaşı’, ‘Synecdoche’ ve ‘Idles of March’ filmleri ona göre “şüpheden çok hayata tutkuyla sarılmakla” ilgiliydi. 

En zoru diye nitelendirdiği tiyatrodan ne yönetmen ne de oyuncu olarak vazgeçti. Sahnedeki her işi coşkuyla karşılandı. Eğer 46 yaşında ölmeseydi, komedi dizisi ‘Happyish’le kariyerine televizyonu da ekleyecekti, Anton Corbijn’in ‘A Most Wanted Man’inin Sundance sonrası nasıl tepkiler alacağını görecekti. Ancak karakter oyunculuğuyla başrol arasındaki sınırları bulandıran eşsiz kariyerlerden birisini bırakarak hayata veda etti.

(Erman Ata Uncu / Radikal)

Evrenin Hikayesi


Kendi kökenimizi anlamak yıldızların yaşamını ve kıyametimsi ölümlerinin
 kainata yeni bir yaşamı nasıl getirdiğini anlamakla eş değer.
 Çünkü bu gezegendeki her dağ, her kaya, her yaşayan şey, sizin ve benim her parçam 
uzayın fırınlarında dövüldü.

Her uygarlık, dünyadaki her din bir yaratılış hikayesine sahiptir. Bu hikayeler nereden geldiğimizi, buraya nasıl geldiğimizi ve ölünce ne olacağını anlatır. Benim de farklı bir yaratılış hikayem var, ama bu tümüyle fizik ve uzay bilimine dayalı. Bu hikaye bize nereden geldiğimizi ve neyden yapıldığımızı anlatabilir. Aslında, bize dünyadaki her şeyin neyden yapıldığını ve nereden geldiğinizi anlatabilir. Ayrıca en temel insan ihtiyaçlarından daha büyük bir şeyin parçası olduğunun nasıl bir şey olduğunu cevaplandırıyor; çünkü bu hikayeyi anlatmak için evrenin geçmişini anlamanız gerekiyor. Bu, aydınlanma yolunun yaşamımızı ya da ölümümüzü anlamaktan değil, yıldızların yaşamlarını ve ölümlerini anlamaktan geçtiğini öğretiyor. Benim yaratılış hikayem evrenin bizi nasıl yarattığının hikayesidir. Vücudumuzdaki her atomun Dünya'da oluşmadığını bunun yerine uzayın derinliklerinde, yıldızların destansı yaşam döngüleri boyunca nasıl yaratıldığını açıklıyor.





Masalsı Gezegen "Dünya"


Harikalar diyarında yaşıyoruz.

Şaşırtıcı bir güzellik ve komplekse sahip bir dünya.

Alabildiğine okyanuslara ve muhteşem bir havaya sahibiz. Devasa dağlara ve nefes kesen manzaralara.
Fevkalade bir yalnızlığın içindeki dünyamızda hepsinin bu olduğunu düşünüyorsanız, o vakit yanıldığınızı bilin. Bir fizikçi olarak, doğa yasalarının dünyamızı ve onun ötesindeki gezegenleri de şekillendirmesine hep hayranlıkla bakmışımdır. Sanırım medeniyetimizin bilinen en büyük keşifler çağını yaşıyoruz. Güneş sisteminin en uç noktalarına yolculuk ediyoruz. Garip yeni gezegenleri fotoğraflıyoruz, bilinmeyen tabiatlara bakıyor ve dünya dışı havayı soluyoruz. 

İnsanlık tarihinin başlangıcından beri, gece gökyüzüne gözümüzü diktik, fakat şanslıyız çünkü bizler o gezegenlere ve uydulara gitmek için makineler üretebilen ilk jenerasyonuz. Ve biz onları hayal ettiğimizden daha güzel, daha vahşi, daha muhteşem ve daha büyüleyici bulduk. Araştıracak daha fazla dünya, yıldız sistemimizin kozmik bir laboratuvar olduğunun daha fazla farkına varıyoruz.









Soru şu;

 Kainatta yalnız mıyız?

Galaksimizdeki milyarlarca gezegenden, kainattaki milyarlarca galaksiden,
yaşam barındıran tek gezegen bu mudur?

Bu sanırım en önemli sorulardan biridir.