Hannigram







Hannibal S02E13 "Mizumono"


2. sezon finalinin, Nazi imajının ve fanniballar arasında hiç işitmediğim
 kandan Hitler bıyığının hakkını teslim etmeli,












Can çekişen ateist ile Papaz

Akıl, dostum, evet, akıl kendi başına etrafımızdakilere zarar vermememiz için bizi uyarır, bizi hiçbir zaman mutlu etmez ve kalbimiz, onların mutluluğuna çalışması, doğa tarafından yeryüzünde bize verilen en büyük şeydir; tüm insani ahlak şu söze sığar: Başkalarını kendin için arzu ettiğin oranda mutlu et ve görmek istemediğin kötülüğü ötekine yapma. İşte dostum, izlememiz gereken ilkeler bunlardır sadece ve bunları tatmak ve kabul etmek için ne dine ne de tanrıya ihtiyacımız vardı, sadece iyi bir kalp yeterlidir.  Ey vaiz, önyargılardan uzak dur, insan ol, insani ol, endişesiz ve umutsuz; dinlerini de tanrılarını da bırak gitsin; tüm bunlar insanların ellerine kılıç vermekten daha iyi değildir ve tüm bu korkuların adı bile dünyada diğer savaş ve felaketlerden daha fazla kan dökülmesine sebep oldu. Öteki dünya fikrinden vazgeç, yok öyle bir dünya, ama mutlu olma zevkinden, bu dünyada bu zevki tatmaktan vazgeçme. İşte doğanın senin varlığını pekiştirmek ya da onu söndürmek için bulduğu tek yol bu. Dostum, cinsel zevk benim en pahalı servetim oldu her zaman, ömrüm boyunca bu değeri yükselttim ve onun kollarında bitirmek istiyorum; sonum yaklaşıyor, günışığından da sevimli altı kadın yan odada bekliyor, onları bu an için sakladım, sen de bu ana katıl, onların göğüslerinde, beni örnek alarak, tüm batıl inançları, boş safsataları ve tüm aptal ikiyüzlü yanlışları unut.

Can Çekişen Ateist ile
 Papazın Konuşması'ndan

Marat / Sade

Yaşamla ölüm üzerine sohbet.



- Kitaplarında okuduğuma göre, de Sade, senin ölümsüz eserlerinin birinde tabiatın canlandırıcı gücü yıkımmış, yaşamı tartmaya yarayacak tek aracımız da ölüm.

- Doğru, Marat. Ama insanlar ölüme sahte bir önem yüklüyor. Ölen her hayvan, bitki ya da insan Tabiat'ın gübre yığınına katılır... hiçbir şeyin onsuz büyüyemeyeceği, onsuz yaratılamayacağı gübreye dönüşür. Ölüm, sürecin bir parçası sadece. Her ölüm, hatta en korkunç ölüm bile Tabiat'ın mutlak kayıtsızlığında boğulur. Tabiat izler istifini bozmadan tüm insan ırkını yok etsek bile. Tabiat'tan nefret ediyorum ben, o her şeye dayanabilen ruhsuz seyirciden, o asla dağılmayan buzdağı suratlıdan.. bu bizi gittikçe büyüyen eylemlere teşvik ediyor. Ama her ne kadar bu tanrıçadan nefret etsem de... tarihteki en büyük eylemlerin onun yasalarına uyduğunun farkındayım. Tabiat, insana kendi mutluluğu için savaşmasını öğretir. Ve elde etmek için öldürmesi gerekirse o zaman cinayet doğal bir şey olur.



Kendimizden güçsüz olanları hep ezmedik mi biz? Bitmek bilmez bir alçaklık ve şehvetle gırtlaklarına çökmedik mi? Nihai çözümü uygulamadan önce laboratuvarlarımızda deneyler yapmadık mı? İnsan bir yok edicidir. Ama öldürüp de, bundan hiç zevk almazsa, makinadan farkı kalmaz. Tutkuyla yok etmeli, insan gibi. Damiens'ın idamını hatırlatayım size... On Beşinci Louis'ye düzenlediği başarısız suikast girişiminin ardından gerçekleştirilen. Damiens'ın nasıl öldüğünü hatırlıyor musunuz? Izdırabının yanında giyotinin ne kadar yumuşak kaldığını? Kalabalığın gözleri önünde dört saat sürdü... hatta Casanova da o sırada üst pencerelerden izleyen hanımların eteklerinin altında kendinden geçiyordu. Göğsünde, kollarında, kalçalarında ve baldırlarında derin yarıklar açıldı. Her yarığa erimiş kurşun döküldü, kızgın yağ döküldü üstüne, kızgın balmumu, kükürt. Ellerini yakıp kül ettiler, ipler bağladılar kollarına ve bacaklarına ve onu dört ata koşup, atları dehlediler. Bir saat boyunca çekelediler onu... sanki her seferi ilk kezmiş gibi, ama  yine de parçalanmadı... omuzlarından ve kalçalarından testereyle kestikleri ana kadar. Önce ilk kolunu kaybetti, sonra da ikinci kolunu... ve kendine yapılanlara şöyle bir bakıp bize döndü ve herkesin anlayabileceği kadar yüksek bir sesle bağırdı. Ve ilk bacağını, ardından da ikinci bacağını kaybettiğinde hâlâ yaşıyordu. Ve sonunda, orada sallanıyordu,  sallanan başıyla kanlı bir gövde... sadece inleyen ve günah çıkaran papazın kendisine kaldırdığı krüsifiye dik dik bakan.

Bu bir festivaldi, bugünün festivallerinin yarışamayacağı bir festival. Şu aralar bizim engizisyonun
bile bir anlamı kalmadı. Artık hepsi resmi. Duygusuzca idama mahkum ediyoruz, seçilecek benzersiz, özel bir ölüm şekli de yok... bütün milletlere azar azar dağıtabileceğimiz isimsiz, ucuz bir ölüm var sadece... matematiksel bir esasa dayalı...hayatın topyekûn söneceği zaman gelene dek.

Sade ya da Cinsel Şiddet

Marki de Sade’ın gücü elbette Nerciat’dan daha fazlaydı, ama o romanesk yazının kurtarıcılığı sayesinde, Freud tarafından incelenen Başkan Schreber'in içine batacağı zihinsel yıkımdan kurtulan büyük bir paranoyaktır. Tutkularını gerçekten hayale taşıması, onun için, bir denge unsuru olacaktır, hayal ettiği sahneler en şiddetli noktaya çıktıkça daha iyi hissedilen bir rahatlama yoludur bu. Daha kötü durumda olan insanları seyrederek kendi zalim ihtiyaçlarını gideriyordu.  Sade'da, Dr. Jeykll ve Mr. Hyde'e benzer bir ikiye bölünme vardır; Sade-Jeykll klasik bir yazar olmak ister, hikayelerini yazarken 'Fransız Boccacio'su" olarak kabul edilmek isterken Sade-Hyde, hemen hemen aynı zamanda, Sodom'un Yüz Yirmi Günü'nü (27 Ekim 1785’de Bastille'de başlanmış ve "otuz yedi günde tamamlanmış" eser) kaleme alarak şiddetli ahlak bozukluğunu dışarı vurur; Kara Orman'daki Silling Şatosunda bulunan dört çapkına "hikayeci kadınlar" tarafından anlatılan ve bundan tahrik olup haremlerindeki oğlanlar ve kızlarla bu iğrençlikleri yapmak isterler -  dörtyüz altmış (tek, çift ya da canice) cinsel tuhaflığın toplamıdır. 

Sade-Jeykll ile Sade-Hyde birbirlerine güvenmemeye, aynı konuyu kullanarak birbirleriyle yarışmaya kadar işi vardırırlar. Sade-Jeykll, 1791'de, Başrahip Prevost'un inkar edemeyeceği kadar nazik bir tarzda, soylu bir genç kızın işkencelere maruz kaldığı Justine ya da Erdemin Acılarnı yayımlar; Sade-Hyde 1797’de, benzer bir kadın kahramanın tüyler ürpertici kötü muamelelere tabii olduğu, Direktuvar dönemindeki erotik kitap meraklılarının bile iğrendikleri Yeni Justine ya da Erdemin Mutsuzlukları' yla diğer Sade'la yarış eder. Sade-Jeykll'ın bir hikâye derlemesinin, Aşk Suçları, farkına varan gazeteci Villeterque, 30 vendemiaire yıl IX’da, Sade-Jeykll'ın, Yeni Justine gibi bir kitabı yazmış olduğundan kuşku duyduğunu söyler. Sade gazeteciyi derhal "alçak iftiracı" diye suçlar, bu "korkunç kuşku"ya karşı kendini savunur ve "ahlak çıkarı için bile olsa ağıza alınması gerekmeyen bu utanılacak kitabın" (sic) yazarı olabileceğini belirterek protesto eder. Ve Sade-Jeykll, elini kalbinin üstüne koyarak şöyle der: "Ahlaksız kitap hiç yapmadığımı ve asla yapmayacağımı söyler ve bunu doğrularım." Onu dolap çevirmekle suçlamakta acele etmeyelim. Sade-Hyde‘ın gerçek Sade olduğunu kabul etmemektedir: O sadece, büyük La Coste senyörünün zaman zaman dönüştüğü bir gulyabanidir.

Gazeteci Taslağı Villeterque'e Mektup, okuyucunun kafasına korku ve acıma sokmak için "mutsuz erdem tablolarının karşısına "zafer kazanan cinayet tabloları" çıkaran Sade'ın estetiği üzerine bize bilgi verir. Bu karşıtlık, işkencecilerin dehşet verici olduğu ve işkenceye maruz kalanların melodram yöntemlerle acınacak kılındığı Yeni Justine'de çok güçlü vurgulanmıştır. Justine, maceraları içinde, kötüden en kötüye gider; tehlike her adımda onu kovalar, kaçtığı erkekler birden karşısında belirir, sığınabileceğini sandığı yerler onun için cehennem haline gelir. Sis Manastırına düştüğünde, orada altı sapkın keşişin tutsağı olur: "Bu genç kızın yaşı ve güzelliği bu hergeleleri daha da ateşlendirir." Bu keşişler canice tutkularına boyun eğdirmek için başka kızları da kaçırıp cadaloz kadınların denetimine vermişlerdir. Dehşet, basit bir yemekte bile, giderek büyür: "Cadalozlar, kızların sıçmaları gerektiğini bildirir. —Tabaklara, tabaklara! der Clement. —Ağzımıza, der Sylvestre. Bu son düşünce üstün çıkar." Korku/acıma karşıtlığı nedeniyle okuyucunun acıması için ısrarla "zavallı kız", "utangaç Justine" dediği bu tatlı, sofu kahramanın, bu korkutucu gösterinin izleyicisi olması gerekmektedir.

Sade’ın hikayelerinde egemen kılmak istediği İngiliz kara romanının duygusal korkusu değil, cinsel korkudur. Sade'ın kahramanlarının hepsi, gerçek zevkin acı olduğuna inanırlar; kimileri zevk alırken acı çekmek bile ister ve cinsel eylem sırasında kendilerini kırbaçlattırır ya da hırpalattırırlar. Ama, kendilerini ortadan kaldırmaya kadar gitmek istemediklerinden, başkalarının acısını izlemeyi tercih ederler. Bu acı ne kadar büyük olursa, zevkleri o kadar tam olacaktır. Keşiş Jerome'un meslektaşlarına itirafı, zihinsel gaddarlığı fiziksel kabalığa ekleyen tam bir sadistin itirafıdır. Bir İtalya seyahati sırasında, Heloise'm sevgilisi Alberoni’yi nasıl öldürdüğünü anlatır. Heloıse bayılır: "Benim yerimde başkaları olsaydı, belki kurbandan daha sakince faydalanmak için onun bayılmasından istifade ederlerdi. Ben çok farklı düşünüyordum: Bu zavallının, başına geleceklerden daha iyi zevk almak için bütün duyularına sahip olmamasına üzülüyordum." Kızı kendine getirir ve ona acı vermeye başlar: "Oh! Vicdansız! der kız ağlayarak. Daha ne istiyorsun? Bana ne işkenceler hazırladın?" Bunun üzerine Jerome, hayal edilebilecek en korkunç biçimde kıza arkadan tecavüz eder. "Onu sevgilisinin cesedinin üstüne yatırdım ve onları öyle bir araya getirdim ki, ağızları birbirine yapıştı. Bu yeni durumun kurbanımı içine sürüklediği korku, dehşet ve umutsuzluk anlatılamaz."

Valentine Hugo "Sade"

Yeni Justine'de, kadınların ellerini kollarını kesmek ve onları kanları boşalarak ölmeye terk etmekten zevk alan Gernande Kontunun ürkünç bir görünümü vardır: Uzun burun, çalı gibi kaşlar, dişsiz ağız, boğuk ve tehditkâr bir ses, gırtlaklamaya uygun uzun eller. Bu tipin karşısında, siyah gözlü, ince uzun, sarışın, ondokuz yaşındaki karısı Madam de Gernande melek gibidir: "Hareketlerinin, davranışlarının her birinde küçük de  olsa bir tatlılık vardır, duygu taşımayan tek bir bakışı yoktur" Sade, böyle bir güzellikle böyle bir çirkinlik arasında bu karşıtlığı geliştirmekten büyük zevk alır. "Namussuz eşekarısının birkaç leke bıraktığı güzel bir zambak görüntüsü." Ama kontesin bütün bu övgülü portresi, kocanın onu aşağılık kimselere sunacağı anı daha üzücü yapmak içindir: "İşte size verdiğim karım, dostlarım, der Gernande; sizden rica ediyorum, ona küfredin, kötü davranın, her anlamda ve her biçimde ona eziyet edin."

Marat / Sade


Marat / Sade (1967, Peter Brook)

Marat...

Bastille'de yattığım on üç uzun yıl boyunca öğrendim ki, bu dünya bedenlerin dünyası. Her beden korkunç bir güçle titriyor... her beden yalnız ve kendi huzursuzluğundan muzdarip. Bir taş denizinin ortasındaki bu yalnızlıkta durmadan fısıldaşan dudaklar duydum ve hep onu hissettim, avuçlarımda ve tenimde o temas ihtiyacını. On üç sürgülenmiş kapının ardında, ayaklarım zincirlenmişken ben sadece bedendeki deliklerin hayalini kurdum. insan kanca haline gelip, birinin içine kaçabilsin diye konmuşlar sanki oraya. Hiç durmadan bu karşı karşıya gelişin hayalini kurdum....ve bu en vahşi, en hoşgörüsüz, en gaddar bir zihnin hayaliydi.

Marat... öz benliğin bu hücreleri, en derin taş zindanlardan bile daha beterdir, kilit altında oldukları sürece de... senin o meşhur ihtilalin sadece bir hapishane ayaklanması olarak kalır...

...ve baştan çıkmış mahkum dostların
tarafından bastırılması gerekir.

Sade'dan Mektuplar

21 ekim 1778

Ne kadar sevdiğimi tahmin bile edemeyeceğin küçük minnoşlarıma (*Sade'ın iki oğlu: 27 Ağustos 1767 doğumlu Louis Marie, 27 Haziran 1769 doğumlu Donatien Claude Armand) bir lafım var. Yarın serbest kalmış olsam, iki yıl süresince onları göremeyecek olmak benim için büyük bir üzüntü kaynağı. Bunu hiç beklemiyordum. Geçtiğimiz yıl, onları görebildiğimde büyümüş olacaklarını hayal etmekte haksız değilmişim. Aman tanrım, karşılaştığımızda beni kesinlikle tanımayacaklar. İnsanın çocuklarına kavuşup sarılamaması gerçek bir ceza; en tatlı oldukları zamanlar şu anlar, sonra sadece sıkıntı verecekler. Senden, bu zavallı yavrucakları koruyup kollamak için gösterdikleri çabaları için, babana ve annene, benim adıma ısrarla teşekkür etmeni istiyorum. Bu yaptıklarının beni ne derece etkilediğini anlatamam. Bir yandan üzülürken diğer taraftan seviniyorum; hani çocuklarına bakacak birini bulduklarında onların ayaklarına kapanan zavallılar vardır ya, bu zenginler onlar içinde bulundukları umutsuzluktan kurtardığı için, çocuklarına hayal ettikleri imkanları sağlayacağı için, onlara karşı minnet gözyaşları dökerler, işte bizi onlara benzetiyorum. Yaptığım bu benzetme bilmiyorum seni ne kadar sarstı ama bunları düşünürken benim döktüğüm gözyaşları nasıl isimlendirilmeli bilmiyorum...


...

22 mart 1779

Kuzucuklarımla ilgili, bana, kelimesi kelimesine, çocuklar giderken seni iki yıl sonra görecekleri için mutlulardı, yazmıştın. Bu onları iki yıl göremeyeceğim anlamına geliyor sanırım. Ama şimdi iyi ki bu değişti, onları görmeden ülkeden ayrılmak zorunda kalsaydım, bu benim için dayanılmaz bir acı olurdu. Deli oldum. Beni tek başıma sanki onlar yanımdaymış gibi konuşurken görseydin... Aklımı kaçırdığımı zannederdin. Rüyama girmedikleri tek bir gece yok. Yakında onlara mektup yazacağım.

Sade (2000, Benoit Jacquot)

Sade'dan Queer Öyküler

Sade'dan Queer Öyküler


Kestane Çiçeği

Sizlere bu konuda kesin bir güvence veremem ama kimi bilim adamlarının, kestane çiçeğinin tıpkı Adem soyunun üremesi için doğanın erkeklerin böğrüne yerleştirmekten mutluluk duyduğu o üretici tohumlar gibi koktuğuna insanları inandırdıkları söylenir.

Valentine Hugo "Sade"
Yaklaşık on beş yaşlarında, babaevinden dışarı adımını atmamış genç bir kız, bir gün annesi ve sevimli bir rahiple birlikte, iki yanı kestane ağaçlarıyla çevrili bir yolda dolaşmaktaydı. Kestane çiçeklerinin kokusu yukarıda sözünü ettiğimiz anlamda kaplamıştı çevreyi.

"Aman Tanrım” der genç kız annesine, kokunun nereden geldiğini anlamaksızın. “Şu tuhaf koku... içinize çekin anne, soluyun lütfen... Yakından tanıdığım bir koku bu."

"Susunuz, kızım, böyle şeyler söylemeyiniz, lütfen."

"Peki ama neden anne, bu kokunun bana hiç yabancı gelmediğini söylemekte bir kötülük görmüyorum, üstelik de bu koku bana kesinlikle çok tanıdık geliyor."

“Ama kızım...”

“Ama anne, bu kokuyu tanıdığımı söylüyorum size. Rahip efendi, lütfen söyleyin bana, anneme bu kokuyu kesinlikle tanıdığımı söylemekte ne gibi bir kötülük olabilir ki?"

"Küçük hanım" der rahip göğsündeki dantelle oynayıp sesinin tonunu yumuşatarak. 

“Kötülük sözcüğü tek başına pek bir anlam taşımaz ama şu anda kestane ağaçlarının altındayız ve biz, doğabilimciler kestane çiçeklerinin..."

"Evet, kestane çiçeklerinin..?"

"Evet, küçükhanım, kestane çiçeklerinin meni gibi koktuğunu kabul ederiz."


Erotik Edebiyat Tarihi




İÇİNDEKİLER


I ANTİK ÇAĞDA AŞK SANATI, 11

Attika Komedyasından Milet Hikâyelerine, 12

 Klasik Latin Erotizmi, 24

 Hıristiyan Erotizmi, 36

II ORTAÇAĞDA SEFAHAT, 41

 Fabliyoların ve Farsların Evreni, 42

And re le Chapclain'in Kibar Erotolojisi, 47

 Aşk Sotileri, 55

 Boccacio ve Etkisi, 62

III RÖNESANS EROSU, 69

 Aretino ve Aretinci Edebiyat, 76

 Sersemler Akademisi, 89

Antoine de La Sale ve Yüz Yeni Hikâye, 92

Rabelais'nin Pantagruelciliği, 96

Pleiade'ın "Eğlencelikleri", 103

Brantöme’un Çapkın Kadınlan, 111

"Soylu Yağ" Hikayeciliği, 121

Beroalde de Verville ve Başan Kazanmanın Yolu, 133

IV XVII. YÜZYILDA YASAK VE DOĞANIN AÇIKLANIŞI, 139

 İlk Hovardalar, 144

Ferrante Palla vicino'nun "Yasaklanan Eserleri", 153

 XIV. Louis döneminde îkincil Klasikler, 158

V HOVARDALIĞIN ALTIN ÇAĞI, 185

 Erotik Peri Masalları, 187

Kilise Karşıtı Hicivler, 191

Halkın ve Yüksek Tabakanın Ahlakından Tablolar, 196

Ancien Regime Döneminde Sansür, 199

Yasadışı Tiyatroların Komedyaları, 205

Tenin Şiiri: Giorgio Baffo'dan Alexis Piron'a, 211

John Cleland, Ingiliz Erotizminin Öncüsü, 216

Andrea De Nerciat, Afroditler'in Büyük Ustası, 221


Soylu Hovarda Mirabeau, 238

Devrimde Yergiler, 240

Cinselliğin Anı Yazıcıları, 251

VI XIX. YÜZYILIN YASADIŞI KİTAPLARI, 257

 Romantizmin Gizli Taşkınlıkları, 266

 Baudelaire ve Siyah Venüs Kültü, 275

IH. Napeolon Döneminde Yasak Kitaplar, 279

XIX. Yüzyılın Satyrik Pamas Akımı, 285

Doğu Erotolojisinin Keşfi  292

 İngiliz Erotizminin Gelişimi, 297

Sacher-Masoch ve Mazoşist Edebiyat, 305

 Amerikan Pornografisinin Doğuşu, 309

 Erotik Romanda Gerçekçilik ve Egzotizm, 312

 Natüralizm, Anarşi ve Cinsellik, 318

VII EROTİK KADIN EDEBİYATI, 325

Yan itiraflar ve Yutturmacalar Dönemi, 327

 Kadın Cinselliğinin Öncüleri, 337

 Paris-Lesbos 1900,341,

Üç Kraliçe, 347

Parlak Sanatçı Anais Nin, 357

O ve Emmanuel Maskelerinin Altında, 364

Gerçeküstücü Kadınların İsyanı, 370

Feminizmin Yasak Kitapları, 378

VIII İTİRAF EDİLMEYENİN ROMANCILARI, 385

 Pierre Louys'un Fantazmaları, 385

Pierre Mac Orlan’ın Gizli Eseri, 395

D. H. Lavvrence’a Göre Cinselliğin Incil'i, 401

İki Dünya Savaşı Arasında Erotizmin Küçük Ustaları, 412

IX SODOM EŞLERİ, 419

 Sodom’un Züppesi Oscar Wilde, 421

 Üranistler, 424

Homoseksüelliğin Don Juan’ı Marcel Jouhandeau, 426

 Jean Genet’nin Cehennem Azabı, 432

William Burroughs ve Vahşi Kuşak, 438

Gay Fenomeni, 443

X GERÇEKÜSTÜCÜ EROTİZM, 445

 Büyük Büyücü Appolinaire, 445

 Dadacı Aşk, 450

Çırpıntılı Güzellik Örtülü Erotik Olacaktır", 454

Aragon'un Cinsel Dramı, 458

Georges Bataille ve Erotizmin Lanetli Yüzü, 468 

Gerçeküstücü Curiosa'lar, 471

Dali'nin "Çokbiçimli Sapkınlığı", 473

Henry Miller Vakası, 476

Savaş Sonrasında "Eros Sarhoşluğu", 485

Yasalar Karşısında Yayıncılık, 490

Barok Zevkin İki Heykeltraşı, 495

Anlamsız Sözcük Oyunlarıyla Eğlence, 502

Çılgın Arzuların Etiğine Doğru, 505

Gerçeküstücülüğün Sınırlarında, 511

Erotik Edebiyat Tarihi (Önsöz)

KISA ÖNSÖZ

Bu deneme, ciddiyetten uzak ya da ahlakdışı diye adı çıkmış bir konuyu, övmek için değil, altında ne olduğunu anlamak ve bu konu aracılığıyla edebiyat-ahlak ilişkisini tanımlamak amacıyla büyük bir ciddiyetle ele almaktadır. Umarım bu çalışma ilginç olacağı kadar yararlı da olur. Son yıllarda edebiyat ve sanatta görülen erotizm aşırılıkları, güçlükle kazanılmış özgürlüklerin yeniden tartışma konusu yapılması tehlikesini de beraberinde getirmektedir. Koşulsuz hoşgörü savunucularına karşı insanlar, püritanizme ve yasaklamaya geri dönüş hayalleri kurmaktadır. Cinselliğin tümüyle ifadesinden yana olan yazarların yüzyıllardır süren mücadelesinin temsil ettiği her şeyi, bütünlüklü bir bakış açısıyla her iki tarafa da sergilemek bir zorunluluktur.

Kamuoyu tarafından oldukça iyi karşılanmış olan önceki kitaplarımdan Aşkı Özgürleştirenler'de özel yaşamın özgürleşmesinin en büyük modern ideali olarak düşündüğüm "tutkulu aşkla çapkınlığın sentezinin nasıl gerçekleşeceğini romanesk, sosyolojik ya da mistik yollarla göstermiş olan cinsel devrimin ustalarını inceledim. Bu kitapta, tamamlayıcı bir adım olarak, cinsel devrimin temel bir unsurunu, bu devrimi her yönüyle yansıtan edebi erotizmi titizlikle deşeleyecek, onun paradoksal gelişimini inceleyecek ve etik ve stilistik düzeyde çeşitli dersler çıkaracağım.

Elbette bu erotik edebiyat tarihinin okul kitaplarına benzer hiçbir yanı yoktur; bir tür didaktik elkitabı yapmak, gereğinden fazla dar görüşlülük ve sakıncalı bir durum olur. Tersine, böyle bir edebi türün dayattığı sorunları değerlendirebilmek amacıyla, yazarlarının psikolojisini vurgulayan biyografik saptamalarla birlikte, çok sayıda metin analizine dayanan genel bir  düşünce söz konusudur. Bu, aynı zamanda, yoğunlaştırılmış bir tarihtir, çünkü bu konudaki gereksiz uzatmaları haklı bulmak mümkün değildir; ben, klasik yazılarla ya da kolektif libido' yu bize açıklamada oldukça anlamlı popüler kitaplarla kendimi sınırlamak isterken, bu gereksiz uzatmalar beni ikinci dereceden şeylerden söz etmeye yöneltebilir.

Tensel hakları öne sürme amacı taşıyan bir edebiyat tamamıyla meşrudur. Ama insan dengesi tehlikeye atılmak istenmiyorsa bu edebiyat, ruhun haklarının tensel hakların önünde tutulmasını, nesnel olarak ruhu eleştirerek, ister. Bu edebiyatın, bu kitapta ortaya koyduğum değişimlerinin genel bilgisinden yoksun olunduğunda, taşıdığı derin anlam ve yaratıcıları konusunda acınacak yanılgılar işlemek mümkündür. Kitabım boyunca, dinsel özgürlük kavramının tanımlanışı,  zaman içindeki gelişiminin açılımı, dönüşümleri ve hatta çelişkileri görülecektir. Erotik bir kitabın iyi mi kötü mü olduğuna, edebiyata mı ait, yoksa psikopatalojik bir belge mi olduğuna karar vermeyi sağlayacak gerçek ölçütlerin neler olduğu anlaşılacaktır.

Günümüzde, alabildiğine dizginsiz edebi ya da sinematografik ürünler karşısında, geçmişte olduğu gibi erdemi yardıma çağırmak yerine, erotik-olan ile pornografik-olan arasında ayrım yapmak gerektiği ileri sürülüyor. İkiyüzlülüğün yeni biçimi şuna dayanıyor: Bu roman ya da bu film erotik olsaydı onun kalitesi önünde eğilirdim; ama o pornografiktir, bu yüzden onu öfkeyle reddediyorum. Bu düşünce tarzı o kadar aptalcadır ki, kimse burada gördüğü farklılığı açıklamayı başaramaz. Haksız da değillerdir: Farklılık yoktur.

Pornografi tensel zevklerin saf ve basit tanımıdır, erotizm bu aynı tanımın bir aşk düşüncesine ya da toplumsal yaşama bağlı olarak değer kazanmasıdır. Erotik olan her şey, bazı fazlalıklarla birlikte, zorunlu olarak pornografiktir. Erotikle müstehcen arasında ayrım yapmak çok daha önemlidir. Bu durumda erotizm, teni arzulanır kılan, gözalıcı parlaklığı ya da körpeliği içinde gösteren, sağlıklılık, güzellik, nefis bir oyun izlenimi uyandıran her şey olarak kabul edilir; oysa müstehcenlik teni küçük düşürür, pisliği, güçsüzlükleri, kaba saba şakaları ve edepsizce sözcükleri tene ortak eder.

Bu kitap Avrupa edebiyatını ele almaktadır —çünkü Kama Sutra'lar gibi kendi ülkelerinde dinsel anlamı olan Doğu eserlerinin, dindışı anlam edindikleri ve erotizmin belirli bir edebi tür haline geldiği yer Avrupadır— ama eksiksiz olmak zorunda değildir. Bu konuda, Orta Çağdan itibaren tüm ulusları etkileyecek kadar mutlak özgünlüğe sadece iki ulus, İtalya ve Fransa, sahip olduğundan erotik edebiyatı ulus ulus ele almak bu kitabı gereksiz —ve monoton— bir biçimde büyütmek olurdu. C. R. Davves'in A Study of Erotic Literatüre in England'da (1943) gösterdiği gibi, İngiltere erotik edebiyatını ancak XVII. yüzyılda geliştirmeye başladı. Almanya, hafifmeşrep Fransız yazarlarından esinlenmeden önce, Boccaccio'nun etkisinde kaldı (bu etki Hans Sachs üzerinde görülür). "Altın çağ" Hollandasının tek erotik kitabı, Verıus Bataua (1618), Latincedir ve özellikle oymalı yirmi dört levhası nedeniyle değerlidir.

Engizisyon sansürüne meydan okumaya cesaret edemeyen İspanya, duygusal ve şövalyeliğe ilişkin edebiyatta uzmanlaştı; Femando Bruner Prieto'nun kataloğunu hazırladığı Palma Mayorka'daki Don Antonio Villalonga'nın kütüphanesinin müstehcen kitaplar bölümündeki yüz yetmiş üç erotik kitap arasında sadece üç İspanyolca kitap (obras de burlas —kaba güldürü piyesleri— tarzında iki şiir antolojisi ve Quevedo'nun bir pikaresk şiirler seçkisi) bulunuyordu. 1983'de Madrit'te yayımlanan İspanyol erotizmi üzerine bir eser, sadece başpapaz de Hita'nın Libro de Buen Amor'u ve La Celestina komedisi gibi Platoncu ve satirik eserleri belirtiyordu. Travesuras del Amor (1870) gibi ilk İspanyol pornografi romanları XIX. yüzyılda Londra'da yayımlandı. Avrupa'nın bütün erotik edebiyatı Yunan, Latin, Fransız, İtalyan, İngiliz, Alman dillerindeki yüz kadar başyapıta indirgenebilir. Bunlar incelendiğinde, tüm geri kalanlar gereksiz yineleme ya da niteliksizleşme gibi gelir: Bu başyapıtların yazarları türün yasalarını belirlemiştir.

Cinsel edimi bütün çeşitlilikleriyle konu edinen gerçek anlamıyla erotik romanı, erotik bölümler içeren romandan ayırmak gerekir. Erotik bölümler içeren roman cinselliği serbestçe canlandırır, çünkü yazan, bu temel güçten yoksun kişileri anlattığında romanın eksik kalacağını düşünür; ama yine de daha geniş bir amaca hizmet eder. Gerçek anlamıyla erotik roman sadece cinselliği ifade eder, başka hiçbir şey değil, ve bunu da okuyucuyu tahrik etmek için yapar. James Joyce’un Ulysses'ini, Mrs. Bloom'un sondaki monologuna rağmen, erotik roman olarak nitelendiremeyiz, çünkü Ulysses öncelikle aşağı tabakalar üzerine metafizik bir romandır: Şehrin aşağı tabakası (kahraman, Dublin'in heyecan dolu mahallelerinde dolaşırken); dilin aşağı tabakası; insan bilincinin aşağı tabakası. Sade'ın romanları ise tersine, kudurmuş cinsel isteğini doyurmak ve gerektiğinde bunu başkalarına iletmek için yazılmış erotik romanlardır. Dolayısıyla burada, Sade'ınkilerle karşılaştırılabilecek eserleri seçmem gerekti, yoksa tesadüfen cinsellikten bahsedenleri değil.

Sürrealizm ve Rüya, Romantik Sosyalizm, Okült Felsefe Tarihi adlı büyük denemelerimde daha önceden yapmış olduğum gibi, ele aldığım konuyu, en az bilinen yönlerini ve inceliklerini ortaya çıkaracak bakış ağlarının altına yerleştireceğim. Derin bilgi gerektiren çalışmalarımın hedefi daima, belirli bir sistemin bilgisini okuyucu için olanaksız hale getiren kabul edilmiş düşünceleri ortadan kaldırarak, onu yanılgılardan kurtarmaktır. Erotizm üzerine çok sayıda önyargı ve yanlış değerlendirme vardır, çünkü henüz, derinleştirilmiş incelemeler ve eklerle bir üniversite tezinin konusu olmamıştır. İlk erotik edebiyat tarihi 1927 yılında Stuttgart'da yayımlanan, Dr. Paul Englisch'in Almanca, Gesaıichte der Eroticschen Literatür adlı eseridir. Hitler, Berlin'deki Cinsel Bilimler Enstitüsü'nün kapatılmasını emrettiğinde Naziler tarafından yok edildiğinden dolayı günümüzde bulunmayan bu kitap, hem gazetelerin çapkınlık ilanlarını, hem de yasadışı kitapları inceleyen altıyüz doksanbeş sayfalık, dört yapraklı forma biçimindeydi. Bu eserin ayrıntılı bir özeti, Hugo Hayn’ın Bibliotheca Gemmnorum Erotica et Curtosa'sının 1929 ekinde görülebilir. Jacques Gorvil’in 1933 tarihli Fransızca bir uyarlaması, Historie de l'erotisme en Europe, orijinalinin vasat bir özetinden başka bir şey olmadığından orijinalin her şeye rağmen bütünüyle gün ışığına çıkarılması gerekmektedir.

O zamandan günümüze özellikle erotik edebiyatı sözlükleri, antolojileri ve bibliyografyaları kaleme alınmaktadır; bunlar arasında 1971'de Pascal Pia yönetiminde gerçekleştirilen ("Fransızca alanı"yla sınırlı) Dictionnaire des oeuvres erotiques, Jean-Jacques Pauvert'in 1979'da çıkardığı ve sonradan iki cilt daha eklediği VAnthologie des lectures erotiques ve 1981’de Londra'da yayımlanan Patrick J. Keamey'in bibliyografyası, The Private Case, sayılabilir. Demek ki, böyle bir türün tarihsel evrimini, hatır olsun demeden anlatan ve değerlendiren karşılaştırmalı ve tanıtıcı bir deneme eksikti. Ben, bu eksikliği doldurmak istedim.

Hangi noktaya kadar her şeyi söylemeye izin vardır? Ve yazarlar, açıkça ya da 'anonimliğin örtüsü altında her şeyi söylemeye cesaret ettiklerinde, insan doğası üzerine, işin özünü söylemek zorunda olanlardan daha şaşırtıcı açıklamalarda mı bulundular? Bu tür soruların cevabı, Rimbaud'nun söz büyücülüğü için başvurduğu "imlasız erotik kitaplar" dahil, kütüphanelerin "cehennemleri"nde  saklanan eserlerin titizlikle incelenmesini gerektirmektedir. Böyle eserler, sözcük dağarcıkları ve içerikleriyle, bütün toplumların korumak istedikleri görgü ve nezaket idealine karşı durarak, istisnaların edebiyatını oluştururlar. Bu türün, duygusal türün yavanlıklarıyla çelişmek için varolması iyi bir şeydir, ama bu erotik türü diğerlerinin üzerine koymak elbette tiksinti verici olur. Dolayısıyla bu deneme, edebi yaratının ve aşk hayatının kurallarını daha iyi ayırt etmeyi teşvik eden istisnai olanın incelenmesi olarak okunmalıdır.

Alexandrian

Çarmıhtakine karşı, Sade



 Ey İsa, sahtekarların prensi,
en soylu zevklerimizin hırsızı!

Beni dinle!

O bakirenin göbeğinden sürünerek
çıktığın günden beri tek yaptığın

Sorumluluklarından kaytarmak
ve sözlerini tutmamak oldu!

Biz asırlarca bekledik,
ama sen sessizliğini korudun!

Kurtuluş vaat ettin, ama tek
bir ruhu bile kurtarmadın!

Seni canavar, sen ki
yaşamı zalimlikle yarattın

Ve onu bütün günahsız
ruhlara zorunlu kılarak,

Bilinmeyen bir güç adına,
"İlk günah" ile bizi lanetledin

Sırf, yine aynı otorite
adına bizi cezalandırmak için.

Günah çıkarmanı istiyoruz!
Bize yalan söylediğini itiraf et!

İğrenç ve affedilemez
günahlarını itiraf et!

Etine daha derin ve yeni çiviler çakıp

Alnına daha sivri dikenlerden taç yapacağız

Ta ki kabuk bağlamış
yaralarından kan fışkırana kadar!

Uğruna bu kadar kan dökülmüş olan,
değersiz varlık

İnsanın aptalca umut ve korkularının yarattığı
bir hayal ürününden başka bir şey değilsin.

İnsanoğluna işkence
etmek için varsın sadece!

Ne çok acıdan sakınırdık
Sileni (2005, Jan Svankmajer)

Adını haykıran ilk aptalı
boğazlayıp öldürmüş olsaydık.

Göster kendini! Haydi,
sana küfrettiğim için beni cezalandır!

İhtişamını küçümsüyorum!
Cömertliğini hor görüyorum!

Mucizeler yarattığını iddia ediyorsun,

öyleyse şimdi görelim bir tanesini!

Tanrı, eğer varsan,

bize görün!

Hıristiyanlığa karşı yasa



Mahkum ediyorum Hristiyanlığı; ona, şimdiye dek herhangi bir savcının ağzından çıkan en korkunç suçu yöneltiyorum. O benim için düşünülebilir yozlukların en yükseğidir, olanaklı en son yozluğun istemi olmuştur. Hristiyan Kilisesi yozluğunu bulaştırmadık hiçbir şey bırakmamıştır, her değeri bir değersizlik, her hakikati bir yalan, her dürüstlüğü bir ruh alçaklığı haline sokmuştur. Bir de tutup bana onun «insancıl» katkılarından söz açıyorlar! Herhangi bir zorluk, felaket durumunu ortadan kaldırmak, onun en derin çıkarına aykırıdır, —o, felaketlerle yaşar, kendini bengileştirmek için zorluklar yaratmıştır... Günah kurdu örneğin: bu felaketle katkıda bulundu Kilise insanlığa! «Ruhların Tanrı önünde eşitliği», bu kalpazanlık, bütün aşağı duyumluların rancune'ları için bu perde, bu patlayıcı kavram, sonunda devrim, modern fikir ve bütün toplum düzeninin batış ilkesi haline gelen bu kavram— Hristiyan dinamitidir... Hristiyanlığın «insancıl» katkıları! Humanitas'dan bir çelişki, bir kendini aşağılama sanatı, ne pahasına olursa olsun yalan söyleme istemi, bütün iyi ve dürüst içgüdülere karşı bir isteksizlik, bir horgörü çıkarmak! Bunlar, bence Hristiyanlığın katkıları! —Kilise'nin biricik etkinliği olarak asalaklık; uçuk benizlilik, «kutsanmışlık» idealiyle, her kanı, her sevgiyi, her yaşam umudunu emip yutmak; her gerçekliği değilleme istemi olarak, öte dünya; şimdiye dek kurulmuş en yeraltı komplo'nun nişanesi olarak, haç — sağlıklılığa karşı, güzelliğe, nasipliliğe,
yürekliliğe, tine, ruh iyiliğine karşı, yaşamın kendisine karşı... Hristiyanlığı mahkum eden bu sonsuz iddianameyi bütün duvarlara yazacağım, duvarı olan heryere,— körleri de görür kılacak harflerim vardır benim... Hristiyanlık, diyorum, tek büyük lanet, tek büyük içsel yozluk, hiçbir aracın yeterince zehirli, gizli, yeraltı, küçük gelmediği tek büyük intikam içgüdüsüdür, —diyorum, tek silinmez utanç lekesi insanlığın...
Ve zamanlar da bu dies nefastus'a göre, bu kötü yazgının başlangıcına göre hesaplanıyor, — Hristiyanlığın ilk gününe göre! —Son gününe göre olsa, daha iyi olmaz mı? —Bugüne göre.? —

Değerlerin yeniden değerlendirilmesi!...




Hıristiyanlığa karşı yasa



Felah gününde, Bir Yılı'nın ilk gününde verilmiştir
(—eski yanlış takvime göre, 30 Eylül 1888)

G ü n a h a k a r ş ı ö l ü m ü n e s a v a ş :
G ü n a h , H r i s t i y a n l ı k t ı r

Madde Bir. — Doğaya her türden aykırılık, günahtır. En günahkar insan, rahiptir: o,
doğaya aykırılığı öğretir. Rahibe gösterilecek olan, nedenler değildir, tımarhanedir.

Madde İki. — Herhangi bir tanrıya tapınma ayinine katılmak, kamu ahlakına
tecavüzdür. Protestanlara, Katoliklere davranıldığından daha katı; liberal Protestanlara
da dinibütünlerinden daha katı davranılmalıdır. Hristiyan olmaktaki suçluluk derecesi,
bilime yakınlık derecesine göre artar. Dolayısıyla, suçlunun suçlusu, filozoftur.

Madde Üç. — Hristiyanlığın yılan yumurtalarını kuluçkaya yatırdığı lanetlenesi
yerler, yerle bir edilmeli ve yeryüzünün rezaletli yerleri olarak geleceğin korkulu ibret
vesileleri olsunlar diye korunmalıdır. Buralarda zehirli yılanlar yetiştirilmelidir.

Madde Dört. — Saffet vaazetmek, doğaya aykırı olmaya kamusal bir kışkırtmadır.
Cinsel yaşamın her horlanması, «kirlilik» kavramıyla her kirletilmesi, yaşamın kutsal
ruhuna karşı işlenmiş sahici günahtır.

Madde Beş. — Bir rahiple birlikte aynı masada yemek yemek, çıkarttırır; bununla kişi
kendini doğru dürüst insanlar topluluğundan afaroz etmiş olur. Rahip, bizim
şandala'mızdır, —onu kanun kaçağı ilan etmeli, açlığa mahkum etmeli, bir tür çöle
sürmelidir.

Madde Altı. — «Kutsal» tarih, layık olduğu adla, lanetli tarih adıyla anılmalı; «tanrı»,
«mesih», «kurtarıcı», «aziz», sözcükleri küfür olarak, canilere takılan adlar olarak
kullanılmalıdır.

Madde Yedi. — Gerisi kendiliğinden gelir.

D E C C A L

DECCAL

ÖNSÖZ

Bu kitap en azlarındır. Belki de onlardan hiçbiri yaşamıyor daha. Onlar, benim Zerdüşt'ümü
anlayanlar olacaklar: kendimi, daha bugünden işitilecek kulaklar bulanlar ile nasıl karıştırabilirdim ki? Ancak öbürgündür benim olan. Kimileri öldükten sonra doğar.

Kişinin beni anlamasının, hem de zorunlukla anlamasının koşulları, —bunları pek iyi bilirim.
Benim yalnızca içtenliğime, tutkuma dayanabilmek için, düşünsel konularda katılık kertesinde dürüst olması gerekir kişinin. Dağlarda yaşamaya, alışkın olması gerekir— çağın siyasetinin ve halkların çıkarcılıklarının sefil gevezeliğini kendi altında görmeğe. Aldırmaz olmuş olması gerekir, hiç sormaması gerekir, doğruluk yararlı mıdır diye, bir kötü kader olup çıkar mı diye... Bugün kimsenin sorma yürekliliğini göstermediği sorulara sertliğin verdiği yatkınlık; yasaklanmış olana
yüreklilik; labirente önceden-belirlenmişlik. Yedi yalnızlıkta edinilmiş bir deneyim. Yeni bir
müzik için yeni kulaklar. En uzaklar için yeni gözler. Şimdiye dek sağır kalınmış doğrular için yeni bir vicdan. Ve yüce üslubun iktisat istemi: gücünü, heyecanlanmalarını derli-toplu tutmak... Kendi kendine saygı; kendi kendine sevgi; kendi kendisi karşısında koşulsuz bir özgürlük...

İşte! Bunlardır benim okurlarım ancak, benim sahici okurlarım, benim önceden belirlenmiş okurlarım: geri kalan neye yarar ki —geri kalan, insanlıktır yalnızca.— Kişinin, gücüyle, ruhunun
yüksekliğiyle, insanlığa tepeden bakması gerekir —hor görüşüyle...


F R I E D R I C H  N I E T Z S C H E

Sade'dan Queer Öyküler

Sade'dan Queer Öyküler

Filozof Eğitmen

Eğitimine çalışılan bir çocuğa öğretilmek istenen bütün bilimler içinde Hıristiyanlık’ın sırları, bu eğitimin en yüce bölümü olmasına karşın, genç beyinlere en zor sokulabilen bilgilerdir. Sözgelimi, on dört ya da on beş yaşlarındaki bir çocuğu baba Tanrı’yla oğul Tanrı’nın bir olduğuna, babanın oğulla, oğulun da babayla aynı tözden geldiğine... bunun da yaşamdaki mutluluk için son derece gerekli olduğuna inandırmak cebir öğretmekten çok daha zordur. Bunu başarmak istiyorsanız bazı fiziksel biçimler kullanmak, bazı somut açıklamalar getirmek zorundasınız. Bunlar, bazen ne kadar ilgisiz görünürlerse görünsün, gizemli nesnenin kavranmasını sağlayacaktır.

On beş yaşında, yeryüzünde görülebilecek en güzel yüze sahip genç Nerceuil Kontu’nun eğitmeni rahip Du Parquet kadar bu yöntemi derinlemesine uygulayan kimse yoktur dünyada.

Genç kont “Sayın rahip” diyordu her gün eğitmenine, “bu eştözlülük düşüncesini bir türlü kavrayamıyorum. İki kişinin nasıl bir olduğunu kesinlikle anlayamıyorum. Bu gizemi açıklayın bana, lütfen, ya da anlayabileceğim bir biçime sokun.”

Eğitiminde başarıya ulaşma hırsıyla yanıp tutuşan saygın rahip, öğrencisine her zaman her şeyi kolaylaştırabilmekten mutlu, kontu rahatsız eden güçlükleri ortadan kaldırmak için çok ilginç ve eğlenceli bir yöntem bulur. 

Doğanın içinden aldığı bu yöntem kesinlikle başarıya ulaşmalıydı. Eve on üç, on dört yaşlarında bir kız çocuğu getirtir, onu iyice eğittikten sonra genç öğrencisiyle birleştirir.

“İşte, dostum” der öğrencisine, “eştözlülüğün gizemini kavrayınız artık: iki kişinin nasıl bir ettiğini şimdi daha kolay anlayabiliyor musunuz?”

“Tanrı aşkına, evet, sayın rahip” der gönül çekici yaratık. “Şimdi her şeyi akıl almaz bir kolaylıkla algılıyorum. Bu gizemin tanrısal kişilerin bütün mutluluğu olduğuna şaşırmıyorum artık çünkü iki kişiyken bunu bire indirgemenin ne kadar hoş olduğu ortada.”

Birkaç gün sonra küçük kont eğitmenine bir ders daha vermesi için ricada bulunur çünkü bu gizin içinde hala karanlık kalmış, iyi anlayamadığı bazı şeyler vardır ve bunu ancak daha önce yaptığını bir daha tekrarlayarak kavrayabilecektir. Görünüşe göre bu sahneden en az öğrencisi kadar keyif almış olan kibar rahip genç kızı yeniden getirtir, ders yeniden başlar ama bu kez, tek vücut olurlarken Nerceuil’ün güzel çocuğunun kız arkadaşıyla yarattığı iştah kabartıcı görüntüden fazlasıyla heyecanlanan rahip İncil’deki meseli açıklamak için üçüncü kişi olarak aralarına katılır ve ellerine gelen güzelliklerden hazzın ateşi bütün benliğini sarar.

“Sanırım biraz hızlı gidiyorsunuz” der Du Parquet genç kontu kendine doğru çekerek. “Hareketleriniz fazla esnek, eğer tam bir bütünleşme gerçekleşemezse burada kanıtlamaya çalıştığımız gizemi bütünüyle kavramanız mümkün değil... Ama iyice yerleştirirsek, evet, tam bu biçimde iyice yerleştirirsek...” der öğrencisinin genç kıza sunduğu şeyi öğrencisine aynen sunarak.

“Ah! Aman Tanrım, canımı yakıyorsunuz, sayın rahip” diye bağırır delikanlı. “Bu tören biraz gereksiz gibi geliyor bana, giz konusunda bildiklerime bunun daha fazla ne gibi bir katkısı oluyor ki?”

“Tanrı aşkına” der rahip zevkten titreyerek, “sana her şeyi aynı anda öğrettiğimin farkında değil misin? Buna ‘Teslis’ derler, evladım... sana Teslis’i öğretiyorum bugün. Böyle beş, altı ders daha alırsan eğer, Sorbonne’da doktoranı bile verebilirsin.”

Marquis de Sade


Sileni (2005, Jan Svankmajer) "Marquis de Sade"

Tabiat bize ne veriyor? Tabiat açgözlü, yok edici, zalim, vefasız ve tamamen duyarsız değil mi? Elinden gelen en iyi şeyin cinayet ve sakat bırakmak olduğunu söyleyemez miyiz? Kötülüğün, onun doğal bir parçası olduğunu görmüyor musun? Yaratıcı güçlerini sadece, dünyayı kan, göz yaşı ve acıyla doldurmak için kullandığını? Hangi ana tüm enerjisini felaketlere yol açmaya harcar? Merhametsizce ve sistemli bir şekilde çocuklarını öldürmeye? Tabiat Ana dediğin şeye bir bak. Sadece yok etmek için yarattığını göreceksin. Tek yaptığı cinayet! Öyleyse bizler, onun çocukları, neden daha iyi davranalım? Ben böyle bir anneyi öldürürüm! Tanrı'ya gelince... Tabiat, en azından, bizim istek ve arzularımızdan bağımsız var olabiliyor. Ancak Tanrı, insanın korku ve umutlarının yarattığı bir hayal ürünüdür. İnsan hep mutsuz olmuştur. Her zaman korkmuştur. Acılarının sebeplerini ve onları sona erdirecek umudu arar durur. Bu yüzden, dileklerini yerine getirmesini umarak uydurma bir Tanrı hayal eder. Tanrı, bir hayalden fazlası değildir, Hristiyanlık öğretisi, senin şu Yüce Tanrı'n hakkında ne anlatıyor bize? Senin dininin, onun hakkında anlatacak nesi var? Tek gördüğüm hayal ürünü barbar bir varlık, Dünyayı bir günde yaratan, ve ertesi gün buna pişman olan. İsteklerini yerine getirecek kullar yaratmaktan aciz zayıf bir yaratık!

...

Erotik Edebiyat Tarihi (Sonsöz)

SONSÖZ

Erotik edebiyat, uygarlığın yüksek dönemlerinde, örneğin Auguste çağında, Quattrocento ya da XIV. Louis dönemlerinde yeşerdiğinden bir çöküş işareti değildir; hatta "Aydınlanma Çağı" denen XVIII. yüzyılda özellikle en parlak dönemindeydi. Bir ahlaksızlık ya da iğrençlik işareti de değildir; Hıristiyan yazarlar bile (sadece Ausone değil) pişmanlık duymadan bu edebiyatı geliştirmişlerdir. Geriye baştan çıkartıcı olup olmadığı kalmaktadır, çünkü yasaklanmasına neden olan temel motif her zaman bu olmuştur.

Gerçekte, eğer erotik edebiyat ahlak kuralları için tehlikeliyse, eleştiri duygusu reddedilerek okunan diğer edebiyat türlerinden daha tehlikeli değildir. Sefahati cesaretlendirdiği suçlaması yapılmaktadır, ama büyü üzerine yazılmış elkitapları da zararlı başka boş inançlara itmektedir insanları. Eğer basılı kağıtlar, bunların ne yapılması gerektiğini kesin olarak belirttiğine inanan zayıf ruhların besini olurlarsa, polisiye edebiyat da hırsızlığa ve cinayete, dini edebiyat da inançsızların fanatikler tarafından katledilmesine neden olabilir. Kitaplar bize başka insanların düşündüklerini ya da hayal ettiklerini öğretir, hepsi bu: Onların ilkelerini benimsemek ya da reddetmek özgürlüğü her zaman vardır.

Bu edebiyat, erotizmi gerçeklikteki gibi değil, eğer arzular görgü kurallarından ya da yasaklardan kurtulursa olabileceği biçimiyle sunar. Erkek kahramanları utanma ve engel tanımamaktadır, kadın kahramanları, Gamiani gibi, "bir gecede otuzbeş yatağa koşmaya" yeteneklidir. Yazarların çoğu, gerçek deneyimlerinden çok fantazmalarını ifade ederler ve bu fantazmalar cinselliğin gerçek olanaklarını abartır ya da çarpıtır. İnsan cinselliğinin bir bölümü hayal gücüyle doyma eğiliminde olduğundan bu daha az ilginç ya da özgün değildir.

Cinsel cinayet nedeniyle tutuklanan sadist bir İngiliz çiftin evinde Sade'ın bütün eserleri bulunmuştur; ama bu eserler, entelektüel merak nedeniyle bunları okuyan normal insanlara bu cinayetlerin dehşetini hissettirmektedir. Bunu, aşk davranışının kılavuzu yapmak için deli olmak gerekir. Sade, Juliette'i bitirirken, "felsefe her şeyi söylemelidir," diyordu; bununla birlikte, ancak felsefeyi iyi bilenlerin herhangi bir riske girmeden okuyabileceklerini kabul ediyordu. Kültürün ideali, insanı, her şeyi okuyabilecek ve her şeyi görebilecek yetenekte yapmaktır. Bu yetenekle her şeyi kabul etmek arasında aşılmaz bir adım vardır, çünkü iyiyle kötü arasındaki ayrım kaybolursa toplumda hiçbir şey ayakta kalamayacaktır. Her şeyi okumalı ve her şeyi görmeli, ama her şeyin serbest olduğuna inanmak için değil, gerçeği aramak için: Özgür’ bir düşüncenin temel güçleri olan bilinçlilik, sağduyu ve insana saygı korunduğu sürece bunun asla sakıncası yoktur.

Alexandrian

Jan Svankmajer'den Lunacy " Marquis de Sade"


" Bayanlar baylar, İzlemek üzere olduğunuz, bir korku filmidir.
Türe özgü tüm bozulumları barındırmaktadır. Bir sanat eseri değildir. Günümüzde, sanat zaten ölmüştür. Onun yerine, Narkissos'un yüzünün yansıması için bir tür fragmandır. Filmimize, Edgar Allen Poe'ya çocukça bir övgü gözüyle bakılabilir. Kendisinin bazı motiflerini ödünç aldım. Ve  Marquis de Sade'a...ki film, saygısızlık ve yıkıcılığını kendisine borçludur.

Bu filmin konusu aslında ideolojik bir tartışma. Akıl hastanelerinin nasıl yönetileceğiyle ilgili. Temel olarak, bu tür enstitüleri yönetmenin iki yolu vardır. İkisi de aynı ölçüde aşırıdır. Biri mutlak özgürlüğü teşvik eder. Diğeri, eski moda olanı, denenmiş bir kontrol ve cezalandırma yöntemidir. Ancak, üçüncü bir tane daha vardır. Diğer ikisinin en kötü yanlarını bir araya getirerek daha da kötüleştirir. Bugün içinde yaşadığımız tımarhane, budur."

Jan Svankmajer

Sade'dan Queer Öyküler

Sade'dan Queer Öyküler

Beni Hep Böyle Kandırın

Hala hayatta olması ve güçlü varlığı yüzünden sizden adını gizlememe izin vermenizi isteyeceğim sayın ... Kardinali kadar ahlaksız pek az insan vardır yeryüzünde. Resmi görevi, yoldan çıkmışlara hazlarını doyurmak için gerekli şeyleri sağlamak olan o kadınlardan biri, söz konusu Kardinal için hep özel anlar düzenlemektedir. Görevi gereği ona her sabah en fazla on üç, on dört yaşlarında bir kız çocuğu sunar ama Kardinal Hazretleri uygunsuz bir biçimde hazlarını tatmin ettiğinden, genç kız bakire olarak girdiği yerden bakire olarak çıkar, böylece ahlaksız insanlara bir ikinci kez daha satılabilirdi. Kardinal’in buyruklarını körü körüne yerine getiren saygıdeğer kadın, bir gün, elinin altında, her sabah sunmak için anlaştığı o gündelik haz nesnelerinden tek bir tane bile bulunmadığını görünce korodan çok güzel bir erkek çocuğunu kız gibi giydirmeyi düşünür. Çocuğa saçlar takılır, bir bone geçirilir başına, jüponlar giydirilir, kısacası Tanrı’nın bu kutsal adamının isteyebileceği bütün yanıltıcı çekicilikler sağlanır. Tabii ki ona kendisini öbür cinsten ayıran özellikler verilemez ama bu durum düzenbaz kadını da pek korkutmaz açıkçası... Bu yutturmaca işinde kendisine yardım eden arkadaşını, “Bu erkek çocuğunun evrendeki bütün kızlarda da varolan yerleriyle ilgilenecektir yalnızca, korkmanıza hiçbir neden yok...” diye yatıştırır.

Bir İtalyan kardinalinin böyle şeylerle kandırılamayacak kadar ince bir sezgi yeteneği ve fazlasıyla gelişmiş bir zevki olduğuna inanan çocuğun annesiyse heyecan içindeydi. Çocuk gelir, saygıdeğer papaz onu kurban eder arzularına ama üçüncü deviniminde " Per Dio santo" diye bağırır Tanrı'nın adamı, "sono ingannato, questo bambino e ragazzo, mai non fu putana!"

Ve doğruluğunu kontrol eder... Kutsal kentin sakini için bu serüvende öfkelenecek bir şey olmadığından kardinal yoluna devam eder, sürdürür işini, belki de patates yerine kendisine yer mantarı ikram edilen çiftçi gibi "Beni hep böyle kandırın" diye söylenir içinden.

İşi bittiğinde, "Madam" der yaşlı kadına, "bu kandırmacanızdan ötürü kınamıyorum sizi."

"Monsenyör, bağışlayınız."

"Hayır, hayır, kesinlikle kınamıyorum sizi ama bir daha böyle bir şey yapacak olursanız beni önceden uyarmayı sakın ihmal etmeyin çünkü... ilk anda göremediğim şeyi böyle bir durumda kesinlikle hemen fark ederim."

Sade

http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/09/black-spark.html

...ne yaptığım ne yapmadığım çağdaş mitin konusu olmakta. Cinsel eğilimlerim yeraltı dünyasının bir kalıtı olmaya doğru gidiyor. Zincirlere asılı, saçları kazınmış genç adam genlerimde canlı buluyor beni. Onun erbezi iç salgısında ruhsal değerim ben... 

Yaşamın karanlık yanı, yeraltı, insan doğasının arka yanı. Açınsamanın başladığı yer orası işte. Ya orada bana katılıp sanatın için deneyim yönünden zenginleşmiş olarak dönmeyi ya da kendini rahat hissettiğin duyusal yöre içersinde kalmayı seçebilirsin...(http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr /2014/03/ Sade Okumaları

SADE

O.Flake. Sade üzerine: Karşısında saygıyla eğilmeyen kişi için hiçbir değer kalıcı değildir. Sade, neden saygı göstermesi gerektiğini anlamaz, uzun süre bu nedeni aradı ama bulamadı. "Sade'a göre lütuftan yoksun olan insan sorumlu değildir.

Bak. Juliette'de kötünün matematiği.

Temel yasaya başkaldırı takıntısı içindeki bu kişi, akla ve cinselliğe, aynı gerekçeyle, inanıyordu. Charenton'da, işkence görmüş ama akıl sağlığı yerinde olarak, ölüme yaklaşırken, hepsini kendisinin yönettiği oyunlarda delileri oynattı: Tablo.

"Büyük sorunları irdelemek için - hiç yaşamadığı ve yaşamak istemeyeceği acımasızlıklar hayal etti."

Albert Camus / Defterler'den

Black Spark

It's not arty porn or porny art: "You're seeing my love life."






Sade'dan Queer Öyküler

Sade'dan Queer Öyküler

İkinize de Yer Var

Saint-Honore Sokağı’nda oturan, yirmi iki yaşlarında yağlı, tombul, şehvet uyandıran körpe bir bedene sahip, cinsel çekiciliğini akıl, canlılık ve katı aile yasalarının yasakladığı hatlara duyduğu çılgınca arzuyla zenginleştiren güzel bir burjuva kadın, yaklaşık bir yıldan bu yana yaşlı ve çirkin kocasına iki yardımcı tutmaya karar vermişti. Yaşlı ve çirkin koca bizim güzel ve baştan çıkarıcı Dolmence’imizi yalnızca tiksindirmekle kalmıyor, görevlerini de pek ender ve pek kötü bir biçimde yerine getiriyordu. Dünyada hiçbir şey Dolmence'in iki sevgilisiyle ayarladığı randevulardan daha iyi düzenlenmiş olamazdı: Genç asker Des Roues’nun randevusu akşam dörtten beşe kadardı. Dünyanın en güzel yüzüne sahip genç tüccarsa saat beş buçuktan yediye kadar kalıyordu yanında. Bu beraberlikler için başka bir zaman bulmaya kesinlikle olanak yoktu. Bunlar Madam Dolmence'in tek elverişli anlarıydı: Sabahları kesinlikle mağazaya gitmesi gerekiyordu, akşamları da şöyle bir görünmesi gerekiyordu bazen, ya da kocası geliyor, bu kez de işlerden konuşmak gerekiyordu. Aslına bakarsanız Madam Dolmence bir bayan arkadaşına zevk anlarının böyle peşpeşe gelmesinden de çok hoşlandığını söylemişti. Böylece hayal gücü hiç zayıflamıyor, sönmüyor, diye ileri sürüyordu, bir hazdan diğerine geçmekten daha hoş bir şey olamaz, yeniden yoğunlaşmaya, uğraşmaya bile gerek kalmıyor. Aşkın bütün heyecanlarını en ince ayrıntısına kadar hesaplayan gönül çekici bir kadındı Madam Dolmence. Bu yetenekleri sayesinde de iki sevgilinin tek bir sevgiliden daha iyi olduğunu keşfetmişti. Kim ne derse desin, sonuçta hemen hemen aynı noktaya varılıyordu. Kocası kendisini çocuk sahibi yapabilecek güçte olmadığından gebe kalmaktan özellikle çekinen Madam Dolmence, iki sevgilinin çok daha az tehlikeli olacağını hesaplamıştı; çünkü, diyordu iyi bir anatomist olarak, iki meyve karşılıklı olarak yok eder birbirini.

Bir gün, randevulardaki bu düzen bozuluverir ve birbirini hiç görmemiş, tanımamış olan bizim iki sevgili, az sonra görüleceği gibi çok komik bir biçimde tanışırlar. Des Roues birinciydi ama çok geç gelmişti randevusuna, işler bir kez ters gitmeye görsün, ikinci sevgili Dolbreuse de biraz erken geliverir.

Bu iki küçük yanlışlığın nasıl kötü bir karşılaşmaya neden olabileceğini zeka dolu okur hemen anlayıverecektir; Zaten her şey onun tam da düşündüğü gibi oldu. Bunun nasıl olduğunu anlatalım şimdi, kendi başına alabildiğince açık saçık bir olayı elden geldiğince kibar ve bütün ağırbaşlılıkla sermeye çalışalım gözlerinizin önüne.

Pek tuhaf bir fantezi fikriyle erkeklerde çok sık rastlanır buna, sevgili rolü oynamaktan yorulan bizim askerimiz bir an için metres rolüne soyunmak ister. Tanrıçasının kollarında olmak yerine onu kolları arasında tutmayı arzular: Tek kelimeyle altta olması gerekeni üste çıkarır ve Madam Dolmence, güzel kalçalı Venüs gibi çırılçıplak, sevgilisinin üzerine boylu boyunca uzanınca Yunanlılar’ın sözkonusu heykelde tapınırcasına sevdikleri o çok güzel bölgeyi bütün gizemlerin kutsandığı odanın kapısına doğru sergilemek zorunda kalır ister istemez. Uzağa gitmeye gerek yok, bu güzel bölgeler Paris'te de yeterince hayran bulmakta. Hiç beklemeden dosdoğru odaya girmeye alışık olan Dolbreuse ıslık çalarak geldiğinde işte bu manzarayla karşılaşır ve namuslu bir kadının hiçbir zaman göstermemesi gereken yerlerini görür.

Başkalarını pek mutlu edecek bu görüntü karşısında Dolbreuse geriler “Bu da ne” diye bağırır.. “Alçak kadın... bana layık gördüğün yer burası mı?"

Bir kadının sanıldığından daha iyi tepki gösterdiği o kriz anlarından birini yaşamakta olan Madam Dolmence kendini Adonis'inin kollarına bırakırken: “neyin var kuzum” diye çıkışır öbür Adonis’ine. “Senin için hiç de üzücü bir durum yok ortada. Bizim rahatımızı bozma, sana ne kalmışsa oraya yerleş işte, görüyorsun ya, ikinize de yer var.”

 Metresinin bu soğukkanlılığı karşısında Dolbreuse gülmesine engel olamaz. Söyleneni yapmanın en doğrusu olduğunu düşünür, bir kez daha tekrarlatmaz bu öneriyi ve söylenenlere bakılırsa her üçü de pek mutlu olurlar.

Eros ve Ölüm




Hans Sebald Beham'ın Genç Çift (1529) adlı gravürü, Eros ile Thanatos'un ayrılmaz bir bütün olduğunu göstermektedir bize; ölüm tutkunun sonu değil, öbür yüzüdür burada; süreksizliliği temsil eden ölüm metaforu, erosun kaybolduğu şeyde varolma özlemini adım adım izlemektedir. Buna göre, genç çiftin verdiği poza biraz dikkatli bakınca, bağlamında en küçük bir değişiklik yapılması halinde, kolayca pornografinin ilgi alanına girdiğini görüyoruz. Ölüm, Sade'ın öngördüğü anlamda olmasa bile, ahlakın sınırlarını zorlayan bir sahneye eşlik etmektedir sanki. Nitekim, iki cinsin yakınlaşmasında, gövdelerinin masumane teşhirinden çok, cüretkar bir kışkırtıcılığın izlerine tanık oluyoruz bu örnekte. Eller, karşılıklı olarak, edep yerlerini örtmek yerine, okşamaya aracılık ediyor -erkek, işaret parmağını hafifçe vulvaya koyup, genç kadını tahrik etmeye çalışırken, kadın da onun cinsel organı ile erbezini avuçluyor usulca. Hemen arkalarında, resmin sağında iki defa temsil ediliyor gelecekleri; biri ölüm (süreksizlik), diğeri ise ortaklaşa ürünleri olan çocukta devam eden (süreklilik) bedenleri; şimdinin geleceğe meydan okuyan coşkusuna nihai son eşlik etmektedir hep -halas insanın varlığını tehdit eden şeyin geleceğinin güvencesine çeviren erosta saklıdır. Cinsel edim, evcilleştirilmiş ölümdür bir bakıma. Orgazm, ecele teğet geçip - iştiyakla kıvranan bedenin boşalma anındaki esrimesini anımsayalım- kaçınılmaz sonu makul hale getirmenin en emin yoludur. Gençlik ve canlılığın zirvesine işaret eden cinsel iştah, yaşamı hak etmenin temel göstergesidir. 

 Mehmet Ergüven

Sade'dan Queer Öyküler

Sade'dan Queer öyküler

Augustine de Villeblanche ya da
 Aşk Uğruna Çevrilen Dolaplar


Az sonra kendisinden söz etme fırsatı bulacağımız Matmazel de Villeblanche “doğadaki sapmalar arasında o yarı filozofları, hiçbir şey anlamaksızın her şeyi incelemeye, çözümlemeye çalışan o yarı filozofları en fazla düşündüren, onlara en garip gelen, belli yapıda ya da belli yaradılıştaki kadınların kendi cinsiyetlerindeki insanlara karşı duydukları o tuhaf istektir” diyordu bir gün en iyi bayan arkadaşlarından birine. “Ölümsüz Sapho’nun çok öncesinde ve sonrasında bize bu tür fantezileri, bu tür tercihleri olan kadınları sunmamış ne tek bir ülke ne de tek bir kent vardır evrende. Böylesine güçlü kanıtlardan sonra da kalkıp bu kadınları doğaya karşı suç işlemekle suçlamak yerine bu tuhaflıklarından ötürü doğayı suçlamak çok daha akıllıca olacaktır sanırım. Oysa yine de hep ayıplanıp durmuştur bu kadınlar. Kimbilir, cinsiyetimizin her zamanki o buyurgan etkisine, çekiciliğine kapılmamış olsalardı kimi Cujas’lar, kimi Bartole’ler, kimi IX. Louisler bu duygusal ve mutsuz yaratıklara karşı erkekler için resmen açıklamış oldukları aykırı eğilimlerin yasalarını aynen uygulamayı düşünecekler miydi dersiniz. Aynı tuhaf biçimde yaratılmış ve hiç kuşkusuz aynı geçerli nedenlerle birbirlerine yeteceklerini sanan bu insanlara göre üreme için çok önemli olan karşı cinslerin birleşmesi belki de hazlar için aynı derecede önemli değildir. Tanrı şahit, hiç kimsenin tarafını tutuyor değiliz burada... değil mi, cicim?” diye sürdürüyordu konuşmasını güzel Augustine de Villeblanche bayan arkadaşına biraz kuşku uyandıran öpücükler göndererek.Ama bütün aykırılıklar, bütün nefretler, bütün acı alaylar, günümüzde artık körleşmiş olan bu silahlar yerine, toplumun umrunda bile olmayan, Tanrı’ya vız gelen, belki de doğaya sanıldığından daha yararlı olan bu eylemle herkesi davranışında özgür bırakmak çok daha yerinde olmaz mıydı?... Bu bozulmanın, bu yoldan çıkmanın ne gibi ürkütücü bir yanı olabilir ki?.. Gerçekten bilge olan bütün insanların gözünde bu, belki çok daha büyük bozulmaların habercisidir ama asla çok daha tehlikelilerinin değil... Ah, ulu Tanrı’m, kadın ya da erkek, bu insanların fantezilerinin dünyanın sonunu getireceğinden, o değerli insan soyunu tehlikeye atacağından ve çoğalmaya yardımcı olmadığı için bu sözümona suçun Adem soyunun artışını yavaşlatacağından mı korkuluyor? İyi düşünüldüğünde bu hayali kayıpların doğayı hiç ilgilendirmediği, onları suçlamak şöyle dursun doğanın onları istediğini, onları arzuladığını bize binlerce örnekle kanıtladığı görülecektir. Üstelik, bu kayıplar onu ürkütüyor olsaydı, binlerce durumda böylesine hoşgörülü davranır mıydı? Üremek onun için böylesine büyük önem taşısaydı eğer bir kadının yaşamının ancak üçte birinde kendisine bu alanda hizmet etmesine, eline doğan insanların da yarısının çoluk çocuk sahibi olmaya ters düşen zevkler edinmesine izin verir miydi hiç? Daha iyisi şöyle söyleyelim, türlerin çoğalmalarına izin verir doğa ama bunun için hiç mi hiç zorlamaz. Her zaman kendisine gerekenden fazla insana sahip olacağı apaçık ortadadır ve temelinde üremeyle ilgili bir olgu bulunmayan, hatta bu üreme olgusundan tiksinti duyan eğilimleri engellemeyi düşünmekten de alabildiğine uzaktır. Rahat bırakalım doğa anayı, kaynaklarının sonsuz olduğuna, yaptığımızı hiçbir şeyin onu aşağılamadığına, yasalarına kastedecek bir suçu işlemeye de gücümüzün yetmeyeceğine inandıralım kendimizi.

Nasıl bir mantığa sahip olduğunu biraz olsun gördüğümüz matmazel de Villeblanche yirmi yaşında dilediği gibi davranma özgürlüğüne kavuşmuş, yılda otuz binlik bir geliri de bulunduğundan hiç evlenmemeye karar vermişti. İyi bir aileden geliyordu, Hindistan'da servet sahibi olmuş, kendisi daha çocukken, adına evlilik kararı verilemeyecek bir yaştayken ölmüş bir babanın kızıydı. İster öğüt, ister eğitim, ister organın niteliği ya da kanın kaynaması (Madras'ta doğmuştu) ya da doğanın dürtüsü deyin, kısacası nasıl tanımlarsanız tanımlayın, ne derseniz deyin Matmazel de Villeblanche erkeklerden nefret ediyordu, iffetli kulaklar safoculuk sözcüğünden ne anlıyorlarsa kendini tümüyle ona kaptırmış, hazzı yalnızca kendi cinsiyetindeki insanlarda buluyor, Aşk’tan duyduğu nefreti Venüs’ün tanrıçalarında gideriyordu.

Augustine erkekler için gerçek bir kayıptı aslında: Uzun bir boy, resmi yapılacak kadar çekici, kestane rengi güzel saçlar, hafif kartalımsı bir burun, olağanüstü dişler... Hele o gözlerindeki anlam, canlılık... o yumuşacık, bembeyaz ten... ve bütün bunlar insanın içini hoplatan bir şehvet duygusu yaratıyordu tek kelimeyle. Onun bu denli aşk için yaratılmış ama bunu kabul etmemekte öylesine kesin kararlı olduğunu gördüklerinde erkeklerin kendilerine hizmet etmek için dünyaya getirilmiş evrenin bu en güzel yaratıklarından birinin, Paphos sunaklarını kendilerine yasaklayan ama Venüs mabedinin müridlerine bir yığın haz tattıran bu sapkın zevkle acı acı alay etmelerinden daha doğal ne olabilirdi ki. Matmazel de Villeblanche bütün bu sitemlere, kınamalara, bütün bu kem sözlere kahkahalarla gülüyor, fantezilerinden bir an olsun vazgeçmiyordu.

Çılgınlıkların en büyüğü doğanın bize verdiği eğilimlerden dolayı yüzümüzün kızarmasıdır" diyordu. "Tuhaf zevkleri olan bir insanla alay etmek, en az tek gözlü ya da topal doğmuş bir insanla alay etmek kadar barbarcadır ve bu aptallara mantıklı ilkeleri anlatmaya kalkışmak da yıldızların akışını durdurmaya çalışmaktan pek farklı değildir. Kendinde olmayan bir kusurla alay etmekte gururu okşayan, tatmin eden bir şeyler vardır ve bu zevkler insanoğlu, özellikle de geri zekâlı insanlar için öylesine tatlıdır ki, bundan bir türlü vazgeçemezler... Tabii bu bazı iblisliklere, bazı alaylara, pek yavan cinaslara yol açar. Topluluk için, yani sıkıntının bir araya getirdiği ve aptallığın farklılaştırdığı bir insan topluluğu için hiçbir şey söylemeden bir iki saat konuşmak öylesine güzel, kendilerinde varolmayan bir kusuru, bir kötü alışkanlığı kınayarak ortaya koymak ve bu sayede başkalarının gözünde parıldamak öylesine tadına doyum olmaz bir şeydir ki... Aslında üstü kapalı olarak bir tür övgü yağdırmaktadırlar bana farkında olmaksızın, bu uğurda başkalarıyla birleşmeyi bile kabul ederler, en büyük suçu kendileri gibi düşünmemek olan kişiyi ezmek için komplolar kurar, entrikalar düzenler ve davranışlarının ukalalık ve aptallıktan başka bir şey olmadığı kendilerine kanıtlanmadığından zekâlarından gurur duyarak, koltukları kabararak evlerine dönerler.”

İşte böyle düşünüyordu Matmazel de Villeblanche; duygularını bastırmamaya kesin kararlı, dedikodularla alay eden, kendi kendine fazlasıyla yetecek kadar zengin, ününün de ötesinde şehvet dolu bir yaşamı tenetaparcasına hedefleyen, buna karşılık tanrısal mutluluğa pek fazla inanmayan, duyuların ölümsüzlüğü gibi boş hayallere hiç mi hiç inanmayan, çevresi kendisiyle aynı görüşleri paylaşan kadınlarla sarılmış olan sevgili Augustine, büyük zevk aldığı hazlara safça terk etmişti kendini. Pek çok hayranı olmuştu ama onlara öylesine kötü davranmıştı ki, hepsi de böyle bir zafer elde etmekten neredeyse tümden vazgeçecek duruma gelmişti, işte tam o sıralarda, onunla hemen hemen aynı sosyal konumda, en az onun kadar zengin olan Franville adlı genç bir erkek çılgıncasına âşık olmuştu kendisine. Kabalıklarından tiksinti duymadığı gibi zafer kazanmadan sahayı terk etmemeye de kesin kararlıydı. Tasarısından arkadaşlarına söz etti, alay ettiler kendisiyle, kazanacağı konusunda diretti, kazanamayacağına bahse girdiler, kabul etti. Franville, Matmazel de Villeblanche’tan iki yaş küçüktü, sakalı daha yeni çıkıyordu, çok güzel bir vücuda, çok çekici hatlara, dünyanın en güzel saçlarına sahipti. Kadın kılığına girdiğinde her iki cinsi de her zaman şaşırtırdı, kimisini yolundan saptırır kimisi de çılgınca aşkını ilan ederdi kendisine ve böylece aynı gün içinde kimi Adrien’ların Antonius’u, ya da kimi Psyche’lerin Adonis’i oluverirdi. İşte Franville, Matmazel de Villeblanche’ı bu giysiler içinde baştan çıkarmayı kurdu, nasıl davrandığını, neler yaptığını az sonra göreceğiz.