Tiktaalik
Rupert Brook’un Cennet adlı şiirine Carl Sagan’ın Tanrının Kapısını Çalan Bilim kitabında rastladım. Tiktaalik’e gelsin:
Tiktaalik, Tanrı'nın kapısını çalan balık..
BALIK (Haziran ayı derinliğinde
sinek dolu sularda,
tembel tembel yüzerek vakit geçiriyorlar)
Derin dal ey akıl, karanlık ya da berrak sularda
balık gibi kaygan her sırra
umut ya da korkuyla olta atarak
Balıklar, akarsuları ve havuzları olduğunu
söylüyorlar ama
daha ötede ne var ki diye soruyorlar
yaşadığımız bu hayat
hayatın kendisi olamaz
diye yemin ediyorlar
çünkü hayat dediğin şey hepsi bundan ibaretse
ne de tatsız bir şey
Birileri sudan ve çamurdan
her nasılsa iyiliğin çıkageldiğinden
kuşku duyuyorlar
ve, elbet, saygıdeğer gözler
akışkanlıkta bir erek görüyor olmalılar
Karanlık içinde biliyoruz
işte inançla haykırıyoruz ki istikbal tamamen çorak değil
çamur çamura karışıyor! Ölüm anaforu yaklaşıyor
belirlenmiş. Son burada olamaz, burada olamaz.
Fakat mekân ve zamanın ötesinde, bir yerde,
su ıslak mı ıslak
çamur balçık mı balçık
Ve orada (inanıyoruz ki) biri
Akarsuların akarsu olmaya başlamasından önce
Yüzmüş,
Pul pul balıkçıl şekilli ve zihinli
hep kudretli ve müşfik
Ve o çok kudretli yüzgeç altına
en küçük balıklar girebilirler.
Ah, ah! Hiçbir zaman sinek bir olta iğnesi gizlemez,
diyor Balık, Ebedi Akarsu
Fakat orada dünyanın yabani otlarından daha fazlası var
Ve çamur göksel bir
itibarda
Semiz tırtıllar sürünüp gidiyor etrafta
ve cennet böcekleriyle karşılaşılıyor
yok olmuyor küf etrafta, ölümsüz sinekler
Ve hiçbir zaman ölmüyor kurt
Ve arzularının, tüm arzularının o Cennetinde
hiç toprak olmayacak
diyor balık
Etiketler:
Bilim
Space Oddity
Ashes to ashes, dust to stardust. your brilliance inspired us all. Goodbye starman
Chris Hadfield to David Bowie
İçimizdeki Balık
İÇİMİZDEKİ BALIĞI BULMAK
Yetişkinliğe geçtiğimden bu yana,
yazlarımı hep Kuzey Kutbu dairesinin kuzeyinde, kar ve sulusepken yağışı
altında, sarp kayalıklardaki taşları eşeleyerek geçiririm. Çoğu zaman soğuktan
donarım, her yanım su toplar, oramda buramda nasırlar çıkar ve elim boş
dönerim. Ama eğer şansım yaver giderse, tarihöncesinden kalmış balık kemikleri
bulurum. Çoğu kişiye öyle gelmese de, bu kemikler benim için altından kat kat
değerli hâzinelerdir. Tarihöncesi balık kemiklerinin izini sürerek kim olduğumuzu
ve nasıl böyle olduğumuzu anlayabiliriz. Vücudumuz hakkındaki bilgileri,
dünyanın dört bir yanındaki kayalardan çıkarılan solucan ve balık
fosillerinden, bugün yeryüzünde yaşayan hemen her canlının DNA’sına kadar,
tuhaf görünebilecek pek çok yoldan ediniyoruz. İnsan vücudunun temel yapısıyla
ilgili ipuçlarına ulaşmada geçmişten kalan bu iskelet (ve daha önemlisi balık)
kalıntılarını neden bu kadar önemsediğimi anlatmaya bu da yetmez.
Bundan milyonlarca, hatta çoğu kez
milyarlarca yıl öncesinde olan bitenleri gözümüzde nasıl canlandırabiliriz? Ne
yazık ki, hiç görgü tanığı yok; hiçbirimiz oralarda değildik. Aslında milyarlarca
yıl önce, ortalıkta ne konuşan, ne ağzı, ne de kafası olan bir şey vardı. Daha
da kötüsü, o zamanlar var olan hayvanlar çoktan ölüp gitmiş ve o kadar uzun
süre gömülü kalmıştır ki, iskeletleri de ancak nadiren korunabilmiştir. Gelmiş
geçmiş tüm canlı türlerinin yüzde 99’dan fazlasının bugün soyunun tükendiği,
bunların ancak çok az bir kısmının fosilleşip kaldığı ve bunların da bugüne
kadar henüz çok azının bulunabildiği dikkate alınacak olursa, geçmişimizi
anlamaya yönelik tüm girişimler, daha başından yenilgiye mahkûm görünüyor.
İçimizdeki balıkla ilk kez karlı bir
temmuz günü öğleden sonra, yaklaşık 80 derece kuzey enlemindeki Ellesmere
Adası’nda, 375 milyon yıllık kayaları incelerken karşılaştım. Dünyanın bu ıssız
bölgesine, balıktan karada yaşayan hayvana geçişteki en önemli aşamalardan
birini keşfetmek uğruna meslektaşlarımla birlikte yolculuk etmiştik. Taşların
arasından bir balığın burnunun ucu görünüyordu. Üstelik bu herhangi bir balık
da değil, yassı kafalı bir balıktı. Yassı kafasını gördüğümüz an önemli bir şey
bulduğumuzu anlamıştık. Kayalığın içinde iskeletin geri kalan kısmı da varsa,
bu bizim kafatasımızın, boynumuzun, hatta kol ve bacaklarımızın geçmişindeki
ilk evrelere ışık tutabilirdi. Yassı kafa, denizden karaya geçişle ilgili
olarak benim için ne anlama geliyordu? Neden Hawaii’de değildim de, kendi
güvenliğimi, rahatımı bırakıp Kuzey Kutbu’na gelmiştim? Bu soruların yanıtları,
fosilleri buluşumuzun ve kendi geçmişimizi aydınlatmak için bunlardan nasıl yararlandığımızın
öyküsünde saklı.
Fosiller, kendimizi öğrenmek için
başvurduğumuz en önemli kanıtlardandır (diğerleri ise, ileride ele alacağım
genler ve embriyolardır). Pek çok kişi, fosil bulmanın, genellikle hayrete düşürücü
bir kesinlik ve tahmin gücüyle gerçekleştirdiğimiz bir şey olduğunu bilmez.
Sahadaki başarı şansımızı en yüksek düzeye çıkarabilmek için evde ödevimizi iyi
çalışırız. Sonra da işi şansa bırakırız.
Planlama ve şansa bırakma arasındaki
bu paradoksal ilişkiyi en güzel anlatan, Dwight D. Eisenhower’in savaş
hakkındaki ünlü sözleridir: “Anladım ki, bir çarpışmaya hazırlanırken planlama
yapmak şarttır, ama planlar hiçbir zaman işe yaramaz.” Bu söz, saha
paleontolojisini de gayet güzel özetliyor. Bizi, fosil bulabileceğimiz alanlara
götürecek her türlü planı yaparız; sahaya varınca da, saha planını olduğu gibi
çöpe de atabiliriz.
Sahada karşılaştığımız durumlar, en
iyi hazırlanan planları bile değiştirebilir. Yine de bu durum, bazı bilimsel
soruları yanıtlayabilecek keşif seferleri planlamamıza engel değildir. Aşağıda
anlatacağım birkaç basit fikirden yararlanarak önemli fosillerin nerelerde bulunabileceğini
tahmin edebiliriz. Kuşkusuz her zaman yüzde 100 isabetli olmayabiliriz, ama
şansımız, genelde işleri ilginç kılabilecek sıklıkta yaver gider. Ben de,
kariyerimi tümüyle bunun üzerine kurmuş durumdayım: memelilerin kökenlerine ilişkin
sorulan yanıtlayabilecek ilk memelileri, kurbağaların kökenlerine ilişkin
soruları yanıtlayabilecek ilk kurbağaları ve karada yaşayan hayvanların
kökenlerinin anlaşılabilmesine yarayacak üyeli ilk hayvanlardan bazılarını
bulup çıkarmaya.
Saha paleontologları, yeni kazı
yerleri bulmanın, artık pek çok bakımdan eskisinden çok daha kolay olduğu bir
çağda yaşıyor. Belediyelerin, petrol ve gaz şirketlerinin yaptığı jeolojik keşifler
sayesinde yörelerin jeolojik yapısı hakkında bugün çok daha fazla şey
biliyoruz. İnternet sayesinde haritalara, saha etüt bilgilerine ve havadan
çekilen fotoğraflara hemen erişebiliyoruz. Hatta dizüstü bilgisayarımla,
evinizin arka bahçesinin olası fosil alanlarından biri olup olmadığına bile
bakabilirim. Üstelik görüntüleme ve radyografi cihazlarıyla bazı kaya
türlerinin içini görebiliyor ve barındırdıkları kemikleri görüntüleyebiliyoruz.
Tüm bu derlemelere rağmen, önemli
fosilleri ararken hala neredeyse yüz yıl öncekiyle aynı yollara başvuruyoruz.
Paleontologlar, bugün de, kayaları aynı şekilde incelemek (aslında kayaların
üzerinde sürünmek) ve kaya içlerindeki fosilleri, çoğu zaman elleriyle kazıp
çıkarmak zorundalar. Kemik fosilleri ararken ve çıkarırken o kadar çok karar
alınması gerekir ki, devreye giren süreçleri bilgisayarda işlenecek bir dile
dökmek, çoğu zaman mümkün olmaz. Üstelik fosil bulmak için bir monitöre bakmak,
asla kazarak çıkarmanın keyfiyle boy ölçüşemez.
Bu işi zorlaştıran, fosil alanlarının
ender oluşudur. Başarı ihtimalimizi en yüksek düzeye çıkarmak için üç durumun
birbirine yakınlaştığı yerleri bulmaya çalışırız. Arama yaptığımız yerler doğru
yaşta, fosilleri koruyacak türde ve yüzeye çıkan kayaların bulunduğu
bölgelerdir. Bir diğer etken daha var; o da tesadüf. Örnek olarak anlatacağım
öykü de bununla ilgili.
Örneğimiz bize, canlılık tarihindeki
büyük geçişlerden birini, yani karanın balıklarca istila edilişini gösterecek.
Milyarlarca yıl boyunca canlıların hepsi sadece suda yaşarken, günümüzden 365
milyon yıl kadar önce, karada da yaşar hale geldiler. Bu iki ortamdaki hayat
birbirinden tamamen farklıdır. Suyun içinde soluyabilmek için, havada solunum
için kullanılanlardan çok farklı organlar gerekir. Aynı şekilde boşaltım,
beslenme ve hareket için gelişen organlar da farklıdır. Sonuçta, bu geçişin
gerçekleşmesi için tamamen yeni bir vücut tipinin ortaya çıkması gerekiyordu.
İlk bakışta, bu iki ortamı
birbirinden ayıran çizginin aşılması imkânsız gibi görünür. Ancak, kanıtları
inceleyecek olursak her şey farklı bir görünüme bürünecektir; imkânsız görünen
şey, aslında gerçekleşmiştir. Doğru yaştaki kayaları ararken, lehimize işleyen
olağanüstü bir durum söz konusudur: Kayaların içinde yer alan fosiller, öyle
rastgele dizilmiş değil; bulundukları yer de, bu yerin barındırdıkları da,
kesinlikle belli bir düzene tabidir. Keşif seferlerimizi tasarlarken de, işte
bu düzenden yararlanabiliyoruz. Milyarlarca yıllık değişim sürecinde,
yerkabuğundaki farklı türden kaya katmanları birbiri üzerine yığılmıştır.
Buradaki geçici varsayım -ki bunu test etmek kolaydır- en üstteki kayaların
dipteki kayalardan daha genç olduğu şeklindedir; bu da genellikle, katman yaş
pasta gibi düzgün biçimde üst üste dizilmiş (Büyük Kanyon’u düşünün) arazilerde
geçerlidir. Ancak yerkabuğundaki hareketlerin yarattığı fay çatlakları bu
katmanların yer değiştirmesine neden olabilir ve yaşlı kayalar genç kayaların
üzerine çıkabilir. Neyse ki, bu fayların konumlarını tespit ettikten sonra,
parçaları biraraya getirip katmanların başlangıçtaki düzenini yeniden
oluşturmak mümkün.
Bu kaya katmanlarının içindeki
fosiller de, alt katmanlardaki canlı türlerinin üst katmanlardakilerden tamamen
farklı olduğu bir düzen sergiler. Canlı tarihini tümüyle içeren tek bir kaya
sütununu oyup çıkarabilecek olsak, inanılmaz bir fosil dizisiyle karşılaşırdık.
Bu durumda, en alt katmanlarda pek hayat belirtisi olmaz, bunların üzerindeki
katmanlarda, denizanası benzeri çok çeşitli canlıların izleri olurdu. Daha üst
katmanlarda ise, iskeletleri, uzantıları ve göz gibi çeşitli organları olan canlılar,
onların üstünde de omurgalı ilk hayvanların bulunduğu katmanlar yer alırdı. Ve
bu böyle devam ederdi. İlk insanları içeren katmanlar çok daha üstte bulunurdu.
Tabii ki, yeryüzü tarihinin tamamını içeren böyle bir sütun yok. Yeryüzünde bir
bölgedeki kayalar ancak dar bir zaman kesitini yansıtır. Resmin tamamını
görebilmek için, dev bir yapbozu tamamlamaya uğraşır gibi, kayaları ve
içlerindeki fosilleri birbiriyle karşılaştırıp eşleştirerek parçalan biraraya
getirmemiz gerekir.
Kuşkusuz, kayalardan çıkarılacak
böyle bir sütunda, fosilleşen canlı türlerinin evrimini izleyebilirdik. Böyle
bir kaya sütununun sağlayacağı kesinlikte olmasa da, günümüzde yaşayan hayvan
türleriyle karşılaştırarak, her katmandaki canlı türlerinin aslında neye
benzeyebilecekleri ile ilgili ayrıntılı tahminler yürütebiliriz; bu da, yaşlı kaya
katmanlarında ne tür fosiller bulabileceğimizi tahmin etmede işimize
yarayabilir.
Etiketler:
Bilim
We Are All Fish
İnsan hemcinslerime baktığımda geçmişte yaşamış hayvanların hayaletlerini görürüm. Hepimizin içinde gizli, destansı bir öykünün izleri vardır. Benim adım Neil Shubin. Bir bilim adamı olarak, insan vücuduna çoğu insandan farklı bakıyorum. Elimizle kavrama şeklimizi primat atalarımıza borçluyuz. Bu kadar çok sesi duyabilme yeteneğimiz ise geçmişte yaşamış fare kadar hayvanlara dayanıyor. Ve ne kadar geçmişe gidersek, işler o kadar tuhaflaşıyor.
Kendi vücudumuzun temel parçaları ilk olarak suda yaşayan balıklarda ortaya çıkmıştır. Sudaki yaşamdan karadaki yaşama geçiş süreci de insanlığımızın özü olan yepyeni anatomik icatların önünü açmıştır.
Yaşam ağacındaki yolculuğumuzun her yeni aşamasında eski hayvan atalarımız, kendilerinden
önceki yapıları yeniden şekillendirdi. Bütün ilginç kusurlarımıza rağmen bugün gezegene hükmeden zeki canlılar haline işte böyle geldik. Vücudumuzdaki her organ, hücre ve genin gezegenimizdeki yaşamın geri kalanıyla derin bağlar taşıdığı düşüncesi cidden önemli ve güzel bir farkındalık içeriyor.
Neil Shubin
Etiketler:
Bilim
Tiktaalik
Shubin, içinizdeki Balık (Your
Inner Fish) isimli kitabında Ekip bu
fosili aramak için en doğru yerin neresi olacağı üzerine kafa yormuş ve nihayet
Kanada’nın Kuzey Kutup Dairesi’nde bulunan ve tam olarak geç Devoniyen zamanına
ait bu alanı dikkatlice seçmiş. İşte bilim insanlarının yoluna düştükleri yer
burası; ve hayvanbilimsel define sandığını bulduktan yer de. Tiktaalik Hiçbir zaman unutulmayacak
bir isim. Eskimo dilinde büyük tatlı su balığı anlamında bir kelimeden geliyor.
Tür ismi olan roseae hakkında ise, gelin size, bazen dikkatli olmam gerektiğini
anlatan şu öyküyü anlatayım. Bu ismi ilk duyduğumda kafamda serbest çağrışımlar
tetiklendi: Devoniyen, “Eski Kızıl Kumtaşı”, Deven kavmine ismini veren renk,
Petranın rengi (“Zamanın yarısı kadar yaşlı, gül kırmızısı renkli şehir”).
Maalesef ki yanılmıştım. Fotoğraf gül kırmızısını abartılı koyulukta
gösteriyordu. Bu isim, Kuzey Kutup Dairesi Devoniyenine yapılan keşif
gezisinin gerçekleşmesi için bağışta bulunan bir kimsenin onuruna seçilmişti.
Keşfedildikten kısa bir zaman sonra Tiktaalik roseae'yi, kendisiyle Philadelphia’da
öğlen yemeği yediğim zaman Dr. Daeschler’in bana göstermesi ayrıcalığını
yaşadım ve ömür boyu içimde taşıdığım hayvanbilimci (ya da belki de içimdeki
balık) söyleyecek söz bulamadı. Gözlüklerimin hafif kırmızı renklendirilmiş
camından bakarken, dosdoğru atam olan bir fosilin yüzüne baktığımı düşündüm. Bu
düşünce her ne kadar gerçekçi olmasa da, pek de gül kırmızısı renkli olmayan bu
fosille karşılaşmam, zamanın yarısı yaşındaki gerçek atalardan biriyle
tanışmaya büyük olasılıkla en çok yaklaştığım ve yaklaşacağım anlardan biriydi.
Canlı kanlı bir Tiktaalik ile burun buruna gelseydiniz,
muhtemelen bir timsah tarafından tehdit edilmişçesine geriye sıçrardınız, zira
Tiktaalik'in yüzü tam da bir timsaha benziyor. Bir balığın kuyruğuna ve alt
gövdesine eklenmiş bir semender gövdesinin üzerine konmuş bir timsah başı.
Diğer balıkların aksine, Tıktaalik'in bir de boynu vardı. Başını
çevirebiliyordu. Tiktaalik, her hususta mükemmel bir “kayıp halkadır;
mükemmeldir, çünkü balıklarla ikiyaşayışlıların ikiye ayrıldığı noktadadır ve
mükemmeldir çünkü artık kayıp filan değildir. Fosil elimizde. Onu görebilir,
ona dokunabilirsiniz; ne kadar yaşlı olduğunu tahayyül etmeye çalışabilir ama
bunu başaramayabilirsiniz.
*
Richard Dawkins
Kitap: Yeryüzündeki En Büyük Gösteri
Richard Dawkins
Kitap: Yeryüzündeki En Büyük Gösteri
Etiketler:
Bilim
İçimizdeki Evren
İnsan bedenini oluşturan elementlerin formülü budur. Kimyasal
açıdan belirli atomların bir karışımıyız. Bedenin çoğunluğu hidrojenden
oluşur: örneğin her kobalt atomuna karşın neredeyse 400 milyon hidrojen atomu
bulunur. Ağırlık olarak o kadar çok oksijen ve karbon içeriyoruz ki tüm evrende bir
benzerimiz olmadığını ileri sürebiliriz.
Bedenimizde bulunmayan bir
element bize önemli bir öykü anlatıyor. Tüm evrende en sık rastlanan atom olan
helyum, elektronların diğerleriyle alışveriş yapmasını neredeyse olanaksız
kılan bir içyapıya sahip. Bu alışveriş olmadan da yaşamı belirleyen
metabolizma, üreme ve büyümeyle ilgili kimyasal tepkimelerde bulunamıyor. Öte
yandan evrende oksijen ve karbon helyuma oranla yirmi kez daha ender
bulunuyor. Oysa bu atomlar değişik elementlerle etkileşime girerek canlı
varlıklar için vazgeçilmez olan çeşitli kimyasal bağlantılar oluşturabiliyor.
Grup halinde bulunan atomlar arasında tepkime olağandır; tek başına olanlar
için ise bu geçerli değildir.
Atomların oranları beden
yapımızın yalnızca bir bölümünü oluşturur. Beden, Rus matruşkaları gibidir:
minik parçacıklar atomları oluşturur, atom grupları molekülleri ve moleküller
bir araya gelerek çeşitli tepkimelerle hücrelerimizi, dokularımızı ve
organlarımızı oluştururlar. Tüm bu kademeler, parçaların tamamından daha üstün
özellikler sağlar: karaciğerinizdeki her bir atomla ilgili tüm bilgilere sahip
olabilirsiniz ama bu size karaciğerinizin nasıl işlediğini öğretmez. Küçük
parçaların yeni özelliklere sahip birimlere dönüşmesi olan hiyerarşik
yapılanma, Dünya'mızın oluşumunun temelidir ve sonunda evrenle, güneş sistemi
ile ve gezegenimizle derin bağlantılarımızı ortaya koyar.
Bugün biyoloji ile ilgili
bilimsel bir dergiye bakarsanız ilişkiler silsilesini görebilirsiniz.
İnsandan, safkan bir ata, şampiyon bir Hereford'a kadar her yaratığın bir soy
ağacı; bir şeceresi vardır. Bu soy ağaçları canlıların birbiriyle akrabalık
derecelerini gösterir: birinci kuşak kuzenler ikinci kuşaklardan daha fazla
birbirlerine yakındır. Şecereyi bilmek, değişik varlıkların birbirine olan
bağlantısını, türlerin nasıl oluştuğunu ve bazılarının diğerlerine oranla
hastalanmaya neden daha yatkın olduğunu anlamamızı sağlar. Doktorlar bu yüzden
muayene sırasında ailenin geçmişini araştırırlar.
Çağdaş biyoloji sayesinde aile geçmişimizin
diğer bütün canlıları kapsadığını biliyoruz. Bu ilişkilerin aydınlanması için
değişik türleri ayrıntılı biçimde kıyaslamamız gerek. Canlıların özellikleri
yaşamdaki düzeni ortaya koyar: yakın akraba olanlar daha uzaktakilere oranla
daha fazla özellik paylaşırlar. Bir ineğin bir sineğe oranla insanlarla
paylaştığı daha fazla organ ve gen var: Saç, sıcakkanlılık ve süt bezleri
memelilerde vardır ama böceklerde yoktur. Biri memeli ve tüylü bir sinek
buluncaya kadar, sineklerin inekler ve insanlarla uzak akraba olduğuna inanacağız.
Bu kıyaslamaya balıkları da eklerseniz onların sineklere oranla inekler ve
insanlarla daha yakın akrabalığı bulunduğunu görürsünüz. Bunun nedeni
paylaşılan özelliklerdir: balıkların da insanlar gibi omurgaları, kafatasları
ve uzantıları vardır. Aynı mantığı her türe uygulayacak olursak insanların,
balıkların ve sineklerin soy ağaçlarının gezegendeki milyonlarca diğer türle
olan ilişkisi ortaya çıkar.
Peki, neden kendimizi yalnızca
canlı varlıklarla kısıtlayalım?
Güneş hidrojen yakar. Diğer
yıldızlar oksijen ve karbon yakar. Ellerimizi, ayaklarımızı ve beynimizi
oluşturan temel atomlar yıldızların yakıtım oluşturur. Üstelik evrenin derinliklerine
kadar uzananlar yalnızca bedenimizdeki atomlar değildir: bedenimizi oluşturan
moleküller de evrende mevcuttur. Yapıtaşlarımız olan proteinler ve daha büyük
moleküller -aminoasitler ve nitratlar- göktaşları ile Dünya'mıza yağmakta ve
Mars'ın kayalık yüzeyinde ya da Jüpiter'in uyduları üzerinde bulunmaktadır.
Oysa eğer kimyasal kuzenlerimiz yıldızlarda, göktaşlarında ve diğer göksel
cisimlerde bulunuyorsa, evrenle olan en derin bağlantılarımızın ipuçları da
tepemizdeki gökyüzünde demektir.
Gökyüzünde şekiller belirlemek
-gökadaların biçimlerini, gezegenlerin özelliklerini belirlemek ya da ikiz
yıldızları birbirinden ayırmak- hiç de kolay değil. Gözlerin karanlığa alışması
zaman alır, görmeye başlaması da öyle. Gözlerinizi karanlıktaki biçimleri
görmeye alıştırmanız gerekir. Bir teleskop ya da dürbün aracılığı ile
yıldızların puslu görüntülerini seçmeye gelince, hayal gücü ve beklentiler,
boşlukta birtakım seraplar oluşturabilir. Bunlardan arınmak ve uzaydaki donuk
nesneleri görebilmek için çevresel bir görüş gerekir; gözlerimizin ışığa en
duyarlı bölümü ile ölgün ışığı seçebilmeli ve puslu görüntüleri birbirinden
ayırabilmeliyiz. Gökyüzüne bakmayı öğrendiğimiz zaman renkler, derinlik ve
şekiller tepemizdeki âlemde biçimlenmeye başlar, tıpkı tozlu bir çölde
ayaklarımızın altında ortaya çıkıveren bir fosil kemiği gibi.
Göksel nesneleri ayırt etmek,
gökyüzünü görmeyi öğrenmek için atılan ilk adımdır. Kuşaklar boyu bir evde
asılı duran bir tablo gibi, bugün karşılaştığımız göksel manzara,
anne-babamızın, büyük anne-babalarımızın hatta maymunsu atalarımızın
gördüklerinin hemen hemen aynısıdır. İnsanlık kuşaklar boyu sadece gökyüzünü
görmekle kalmamış, onunla bağlantımızı anlamanın çeşitli yollarını bulmuştur.
Yıldızlarla olan ilişkilerimiz, 20. yüzyılın başlarında
Harvard Bilgisayarlarının bulgularıyla büyük bir değişikliğe uğradı. O zaman
Harvard'daki gözlemevinin müdürü olan Edward Charles Pickering ciddi
hesaplamalar ve tahliller gerektiren bir sorunla uğraşıyordu. Gözlemevinde
takımyıldızlarla, yıldızlarla ve nebulalarla ilgili o kadar çok resim
çekilmişti ki bunları düzene koymak çok zordu. O dönemde bugünkü dijital
bilgisayarlar yoktu, bu yüzden hesaplamalar elle yapılmak zorundaydı.
Pickering son derece hasisti ve bir keresinde mevcut personeline aynı işi
evindeki hizmetçisine yarı fiyata yaptırabileceğini dahi söylemişti. Bu yeni
fikir çok hoşuna gitti ve hizmetçisi Williamına Fleming'i gözlemevinde
görevlendirdi.
Williamina Fleming yirmi bir
yaşında ve bir erkek çocuk annesi iken kocası onu beş parasız bırakarak terk
etmişti. Pickering önce onu temizlikçi olarak işe aldı, sonra da iddiasına
uygun olarak göksel görüntüleri düzenlemesi için gözlemevine getirdi. Büyük
bir bağış alınca da gruba birkaç kadın daha ekledi. Pickering'in asla
beklemediği ise, bu ekipten o dönemin, hatta her dönemin en ünlü
astronomlarının çıkması idi.
Etiketler:
Bilim
Marooned - Pink Floyd
Uzaydan görüntüler ve hayalet şehir Çernobil eşliğinde
Marooned...
Etiketler:
Müzik
BOŞLUK "bakışımın biçimini alıyor"
...
Çağdaş gökbilimin mesajı. Eskiler gibi biz de göğe bağlı olduğumuzun bilincindeyiz. Ama daha önce hiç kimsenin hayal etmediği genişlikte bir çerçeve içinde. Yaşamımız dev bir boyut içinde yer alıyor. Gezegenler, yıldızlar, galaksiler onun büyüleyici parçaları. Varoluşumuzun kozmik ulumaları var.
Matematik doğanın dilidir. Atomlar ile moleküller bizim tözümüzdür. Onların biribiriyle ilişkilerini keşfetmek kendi geçmişimizi ve kendi şimdimizi incelemektir. Bu da bizim var olmamızı sağlayan bu engin düzenleme hareketini biraz daha iyi anlamaktır.
Coğrafi bakımdan, kozmik maddenin hemen hemen tamamında, hiç yok demeyelim de, çok ilkel bir düzenleme düzeyi vardır. Ne ki bu kaoslu okyanusta, kimi ayrıcalıklı yerlerde, uygun fizik koşulların kayırdığı adacıklarda, madde düzenleyici eğilimlerini "bırakabilmiş", gizini kendinde taşıdığı harikalar yaratmıştır.
Bilimler, ancak XX. yüzyıldan itibaren, bilgilerin birikmesi sayesinde ve bunların engin bir kendine dönüşüyle, birleşmelerini tamamlayabilmiştir. Farklı disiplinlerin edinimlerini yan yana koyarak engin bir bilgi freskosu yapılabilir. Bilim adamları da çabalamaları sırasında biraz unutmuş oldukları şeyi yeniden keşfederler. Yani ortak nesnelerinin bilimi yapan insanın yaşadığı evren olduğunu.
"Varolmak". Görünüşte yalın bir sözcük. Gerçekte ise öyle derin bir gizemi var ki. Chamonix vadisinin üstünde durup önümde Mont Blanc’ı gördüğüm zaman, Mont Blanc "vardır". Yaklaşırsam kayalık yarlardan başka bir şey görmem. Mikroskopla bakarsam, onun "varlığı" mineral oluşumlarının dokusunda kaybolur.
Bilim bize var olan her şeyin -taş, yıldız, kurbağa ya da insan- aynı maddeden, aynı temel parçacıklardan yapıldığını öğretiyor. Tek fark parçacıkların biribirine göre düzenlenişinde. Tek fark karmaşıklık piramidine tırmanmak için gereken basamakların sayısında.
Bilimsel bilgiler bize insanın yeni bir imgesini veriyor. "Dünyanın merkezi" olma iddialarından vazgeçmek zorunda kalan insan yeni bir yer ediniyor. Kendini doğanın düzenlenmiş varlıkları arasında çok yükseğe yerleştiriyor. Bütün kozmik olguları içinde barındıran bu uzun hazırlığın kendisini götürdüğü yere. Bu yeri, kökeni ne olursa olsun bütün insan kardeşleriyle paylaşıyor. İnsan Haklarına saygı aynı zamanda evrenin tarihinde her bireyin öneminin bilincine varılması demektir.
Kütle ve hacim ölçeğinde insan hiçtir: Sınırsız uzayda bir toz tanesidir. Ancak çok daha anlamlı olan düzenlenme ölçütüne göre çok yükseklere yerleşir. Bizim bilgimize göre en yüksek basamakta, evrenin görülebildiği, kendi kökeni ve geleceği üzerine sorular sorabildiği bir yerde bulunur. Bizden önce kimse -en azından bizim gezegenimiz üzerinde- bu sorgulamaları yapamamıştır.
Bulutsular ve atomlarla birlikte, var olan her şeyle birlikte maddenin düzenlenişinin bu engin deneyimine katılıyoruz. Evrene yabancı olmak şöyle dursun, milyarlarca ışık yıllık bir genişlikte sürüp giden bir serüvenin içinde bulunuyoruz. On beş milyar yıllık bir gelişmeden sonra bizi yaratan bir kozmosun çocuklarıyız. Hindu geleneğinde olduğu gibi, taşlar ve yıldızlar bizim kardeşlerimiz. Böylece verimli yaşam alanımızın ortaya çıkmasına katkıda bulunmuş olan bütün canlılara, bitkilere ve hayvanlara bağımlı olduğumuzu keşfediyoruz.
"İnsani olan hiçbir şeyin bana yabancı olmadığını düşünüyorum" diye yazıyordu Terentius, iki bin yıl önce. Buna şu eklenebilir: Fizikle, kimyayla, biyolojiyle ilgili hiçbir şey bana yabancı değildir.
Bilim "Tanrı var mı? Yaşamın bir anlamı var mı? Ölümden sonra yaşam var mı?" gibi sorulara yanıt veremese bile, bilimsel bilgiler kendimizi yıldızlara, bitkilere, hayvanlara göre kozmosta bir yere yerleştirmemize izin veriyor. Bunlar bizim geçmişimizi yeniden anlatıyor, kozmik köklerimizi yeniden buluyor, kendini düzenleyen maddenin, içinde bizim de yer aldığımız serüvenini betimliyor.
İnsanlar ölüyor, ama yaşam hiçbir şey olmamış gibi bir biçimde devam ediyor. Ölümü bir bitiş olarak değil, olimpiyat ateşini sönmeden başkasına aktaran Yunanlı koşucu örneği, bir bayrak yarışı aşaması olarak görmek gerek. Yaşamımız kısa, ama türümüz uzun süreli. Hepimiz zincir baklalarının sorumluluğunu taşıyoruz.
...
Etiketler:
Bilim
Venedik’te Ölüm’de Aschenbach, ataları hakkında:
“Ne derlerdi? Gerçekten, onların yaşantısından çok farklı olan,
bu yozlaşmış yaşam için ne söylerlerdi?”
Etiketler:
Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk),
Venedik'te Ölüm
NİHİLİZMİN ÇANLARI
*N. üzerine okumak en büyük zevklerimden biri. N.'nin Sorrento Yolculuğu isimli kitapta hayatına dair daha önce okumadığım anekdotlar, çevrilmemiş ve belki de hiç çevrilmeyecek kimi yazı parçalarını görmek mutlu etti beni. İnsanca Pek İnsanca'da yer alan ve en sevdiğim fragman parçalarından birinin (http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/04/insanca-pek-insanca.html)kitapta kelime kelime sayfalar boyu irdelendiği aşağıdaki kısmıysa zevkle okudum.
Çanlar nihilizm için çalıyor:
Çanlar nihilizm için çalıyor:
CENOVA'NIN ÇANLARI VE
NIETZSCHE’NİN EPİFANİLERİ
Ölüm arzusu, deniz tutan ve sabahın erken saatlerinde liman ışıklarını
gören birinin karayı arzulaması gibi.
Bu düşünce Cenova’da, karada,
büyük ihtimalle ertesi gün 11 Mart’ta yazılmış bir not defterinde ortaya çıkar,
ve aynı sayfada başka kısa bir not buluruz:
Cenova'da akşam çan sesi- melankolik, ürkütücü, çocuksu.
Platon: Ölümlü olan hiçbir şey ciddiye alınmaya değmez.
Cenova’nın sokaklarında
alacakaranlıkta dolaşırken, Nietzsche bir kulenin tepesinden gelen çan sesini
duyar. Bir anda, papazın oğlu olması, filolog olarak derin bilgisi, filozof
olarak düşünceleri bir düşünce deneyimi içinde erir ve onu derinden sarsar. Not
defterinin sayfası bu deneyimin yazılı izini saklar.
Epifaniler
Cenova çanları Nietzsche için bir
epifanidir. Yunan kültüründe epifaneia, tanrısal bir varlığın tezahürü, daha
doğrusu görünmez olan bu varlığın mevcudiyetini somutlaştıran işaretler
anlamına gelir: vizyonlar, rüyalar, mucizeler. Hıristiyan dünyasında, üçüncü
yüzyıldan sonra bu terim Hz. İsa’nın tanrısallığının ana tezahürlerini anma
törenleri (vaftiz, müneccimlerin secdesi, ilk mucize) için kullanılmaya
başlandı ve sonrasında anlamı daraldı, Batı kilisesinde ve popüler gelenekte
müneccimlerin gelişini nitelemek oldu. Günümüz dünyasında James Joyce, bu
terimi, bir konunun manasının bir anda açığa çıktığı ya da bir olayın hafızada
gömülü bir hatırayı bütün detay ve duygularıyla yeniden uyandırması gibi
ansızın yaşanan önsezi anlarını tarif etmek için kullanmıştır. Şiirinin ve
edebiyat projelerinin gelişiminde, Joyce tarafından kullanılan epifani
kavramı, birçok değişim geçirmiş ve birçok kez yeniden tanımlanmıştır. 1900’de
yazılmış bir epifani derlemesinde, epifaniler dramatik veya kurmaca olmak
üzere, çok kısa bağımsız kompozisyonlar şeklinde sunulur ve yazara “güzelliğin
ruhunun kendisini manto gibi sardığı” hissini veren önemli anları hatırlatır
veya canlandırır. Daha sonraları, ilk deneme romanında (Stephen Hero, 1904),
yazar epifani kavramına teorik bir açıklama ekler:(Stephen'ın) epifaniden
anladığı, dilin veya vücut hareketinin yavanlığında ya da zihnin faaliyetinin
anmaya değer bir evresinde ansızın gelen manevi bir tezahürdü. Eli kalem tutan
insanların bunların yitip gidebilecek, hassas anlar olduğunu göz önünde tutup,
bu epifanileri büyük bir özenle saptadıklarını tahmin ediyordu. Cranly'ye dedi
ki, 'Ballast ofisindeki duvar saati epifaniye sebep olabilir'. (...)
"Ne?" "Netliğini ayarlamaya çalışan manevi gözümün attığı bakışlarmış
gibi hayal et bu duvar saatine attığım bakışları. Görüntü netleştiğinde, eşya
görünür, işte bu epifani anında ben, güzelliğin üçüncü ve en üstün evresini
yakalıyorum."
Güzelliğin üçüncü evresi Thomas
Aquinas’ın estetik öğretisine dayanır: Ad pulchritudinem, tria requiruntur:
integritas, conso- nantia, claritas (Güzelliğin üç koşulu vardır: bütünlük,
uyum ve görkem”): Uzun bir süre, Aquinas'ın ne
demek istediğini anlamadım. Mecazi bir kelime kullanmış ki normalde kullanmaz,
ama sonunda anlamayı başardım. Claritas quidditas demek. İkinci özelliği
keşfettiği analizden sonra, zihin mümkün olan tek mantıklı sentezi yapıp üçüncü
özelliği keşfediyor.
İşte benim epifani diye adlandırdığım an budur. Önce,
eşyanın bütün bir şey olduğunu keşfediyoruz, sonra onun düzenlenmiş karışık bir
yapıya sahip olduğunu, onun aslında bir şey olduğunu anlıyoruz: Son olarak
parçalar içindeki ilişki kusursuz olduğunda, parçalar birbirine olması gerektiği
gibi oturduğunda, o şeyin ne olduğunu biliyoruz. Ruhu, kimliği dış görünüşünden
bize fışkırıyor. En sıradan eşyanın ruhu bile eğer yapısı oturmuşsa, bize
ışıltılı gelir. Eşya tezahürünü (epifanisini) tamamlamıştır."
Aslında buradaki epifani kavramı,
Skolastik bir kavramı canlandırmak yerine Walter Pater’in her kusursuzluk
anından tat almaya ve kısa süren her anı mutlak hale getirmeye çalışan estete
övgüyle sonlandırdığı La Renaissance’ın bitiş sözlerine gönderme yapıyordu.
Epifani; Marcel Proust, David Herbert Lavvrence, Virginia Woolf, Thomas Stearns
Eliot gibi 20. yüzyılın yazarları arasında serpilen “anın estetiği”ne dahildi.
Kavramı Pater, romantizm sonu ve sembolizm başı arasında bir bağlamda ortaya
atmıştı; Joyce ise kavrama, D’Annunzio’nun Ateş isimli eserinde, “Ateşin
epifanisi” başlıklı ilk bölümünde rastlamıştı.
Joyce, Sanatçının Bir Genç Adam
Olarak Portresi isimli romanını yeniden yazdığı sırada claritas ve quidditas
arasındaki denkliği muhafaza ederek, epifani terimini kullanmayı bırakır, bu
gizemli anın rengini anlatmak için, Shelley ve Ganvani’den aldığı iki
karşılaştırmayı kullanır. 1904’ten itibaren Joyce epifanileri özerk
kompozisyonlar gibi değil de yazı inşa öğeleri, basit notlar olarak kullanır ve
1909 yılında onları alfabetik sıraya dizerek, konularına göre düzenleyerek,
önce Portre'de sonra da Ulysses’te kullanmak üzere hazır hale getirir.
Ulysses’in üçüncü kısmında, Stephen, Sandymont plajında yürür ve düşünürken
gençliğinin epifanileriyle alay eder: “Oval şekildeki yeşil sayfalara yazdığın,
derin ki ne derin, eğer ölürsen İskenderiye kütüphanesi dahil dünyanın bütün
kütüphanelerine gönderilmek üzere örneklerini hazırladığın epifanilerini
hatırlıyor musun? Finnegans Wake isimli romanında epifaniye dönüş yapar, bu
durum tüm esere yansıyarak, eseri tek ve “muazzam bir insan dili epifanisi”
haline getirir. Eser araya mesafe koymak, eşyaya olduğu kadar kelimelere de
yeni ve şaşkın bir gözle bakmak için düz söyleyiş biçimini parçalar, biçimi
olumsuzlar.
Roman epifaninin kıyameti (apokalips), Apophanype ile son
bulur. Dördüncü ve son kitapta, Joyce’un Yeni Ahit’indeki Apokalipsi bölümünde
yani, şöyle yazar: “Wrbps, that wind out of noreıvere! As on the night ofthe
Apophanypesl”.
Nietzsche epifani terimini
eserlerinde kullanmamıştır; ama biz, onun felsefi yazısının oluşumuna ve yapısına
özel bazı özellikleri anlamak için epifaniyi kritik bir kavram olarak
kullanacağız. Bu kelimeyi kullanmamış dahi olsa, Nietzsche varlığımızın, anlamı
yoğun anlar tarafından duraklara ayrıldığının ve bu anların hayatımızın
senfonisinin en belirleyici ton değişikliklerini temsil ettiğinin farkındaydı:
"Yaşamın akrebi. -Yasam, yüksek anlamlılık yüklü ender tek
anlardan ve bu anların olsa olsa gölge görüntülerinin çevremizde gezindiği,
sayısız aralardan oluşur. Sevgi, bahar, güzel ezgilerin her biri, dağlar, ay,
deniz -her şey ancak tek bir kez tam yürekten dile gelir: Bir biçimde tam
olarak dile gelebilirse. Çünkü birçok insan bu anları hiç yaşamaz: onlar gerçek
yaşam senfonisinin araları ve duruşlarıdır."
Filozofun not defterlerinde bazen
epifanilerinin izlerine rastlanır. Mesela çocukken Plauen Nehri yakınlarında
ilkbahar güneşi altında ilk defa kelebekleri görüşünü anımsadığında yaşadığına
benzer biyografik epifanilerdir bunlar veya mutlu günlerini anlattığı ve onda
çocukluğu kaybettiği duygusunu canlandıran, babasının katı sesini ona yeniden
duyuran bir dizi memorabilia’yı kaydettiği küçük not defterini hatırladığında
yaşadığı epifanilerdir. Nietzsche’nin yazılarında biyografik epıfanilere az
rastlanır. Filozof “bilginin zehirli oku onu delmiş geçmiş” gibi hissediyordu
ve hayatının en önemli olayları gerçekte kendi düşünceleriydi. Nietzsche’ye
özgü gerçek epifaniler felsefeden bahseder, bunlar bilginin epifanileridir, bir
kıvılcımla felsefi bir problemi çözen ya da görünürde birbirine uzak kavramları
bağdaştırarak yeni perspektifler açan zihnin kısa devreleridir. Bazı
epifaniler özellikle mühimdir; çünkü bunlar bir dönemeci, düşüncede bir
sıçramayı ilan ederler ve Nietzsche’nin zaten hızlı gelişim gösteren
düşüncesine ivme kazandırırlar. Nietzsche’ye özgü felsefi epifaniler
kökensel bir perspektif içinde bulgusal bir araç olarak, yani yeni bir bilişsel
senaryonun doğuşunun tetiklediği güçlü, duygusal bir çalkantının işareti olarak
kullanılır. Epifanilerini takip etmek bize Nietzsche’nin düşüncesinin bazen
kökü yeraltına uzanan hareketini keşfetmeye ve derin değişimlerini anlamaya
yardımcı olabilir. Bütün epifaniler bir dönemecin belirtisi değildir elbet ama
Nietzsche’nin felsefesinde, metamorfozların öncesinde yer alan veya onlara
eşlik eden bir epifani vardır mutlaka.
Nietzsche’nin felsefesinde
epifaninin statüsü ve şekli nedir? Öncelikle Nietzsche’ye özgü epifanilerin
birbirleriyle hiyerarşik bir ilişki kurmadıklarını belirtmek gerekir. Epifani
sırasında özneye görünen, nesnenin aşkın bir niteliği, özü, quidditas değildir,
derin anlamı bile değildir. Nietzsche’nin varlık felsefesinde, öz yoktur,
şeylerin asli bir manaları yoktur; dünyamızdaki nesneler devamlı hareket
halinde olan biçimlerdir ve görece sabit dönemlerde bile manaları sürekli
değişir: “form akıcıdır, ama ‘anlam’ daha da akıcıdır.” Epistemolojik bir
bakış açısıyla, Nietzsche’ye özgü epifaniler gizemli aydınlanma anları değil,
ilham alan bir öznenin giriş ayrıcalığına sahip olduğu farklı bir varlık
boyutunun ortaya çıktığı, rasyonel olmayan bilginin ifadesidir; tam aksine,
bunlar, birçok rasyonel bilginin bir imge veya kavramda birleşmiş, yoğunlaşmış
halidir. Nietzsche’ye özgü epifaniler, bir olayın, bir nesnenin veya bir
kavramın zengin semantik doğurganlığının filozofa ansızın belirdiği anlardır.
Bize göre, bunların üç ayırt
edici niteliği vardır. İlk olarak, bunlar anlamların karşılaşma noktalarıdır,
çünkü özlerle hiyerarşik bir ilişki kurmaktan uzak, farklı bağlamlardan gelen
düşünce hatlarının yatay ilişkilerinin karşılaşma noktalarıdır. Öznenin, onu o
sıra meşgul eden felsefi teorilerin, kişisel deneyimlerin veya edebi imgelerin
hepsinin tek bir zihinsel figürde özetlenmiş haliyle karşılaştığı anlardır.
İkinci olarak, epifaniler aşkın değilseler de bir derinliğe sahiptirler,
tarihsel derinlikleri vardır. Düşüncesinin güncelliğinden doğan semantik
hatların yanında, filozofun zihninde, nesnenin tarihini oluşturan çoklu anlam
katmanları, yani edebiyat, sanat, felsefe veya basit dilbilimsel kullanım
(metafor, mecazı mürsel) yoluyla oluşan yan anlamlar belirir. Sonuç olarak
filozof, epifanik durumun semantik potansiyelinin önsezisine sahip olur.
Nietzsche’ye özgü epifanilerin üçüncü ayırt edici özelliği bunların anlam yaratma
araçları olmasıdır. Epifani anında filozof; kültürel bir geleneğin nice
unsurunu bir imgede, çok sayıda anlamı barındıran bir pota gibi, toplayıp
eritebileceğini ve bu taşıyıcı imgenin anlam doğurucu olduğunu anlar: Daha
önce var olan katmanlara eklenerek ve geleneksel anlamı bazen ters yüz ederek
bazen de hicvederek onu değişikliğe uğratmaya ve yeni bir anlam yaratmaya izin
veren yeterince geniş ve şekillendirilebilir bir potadır bu. Özetlemek
gerekirse: Epifani anında, özne nesnenin bir dünya görüşünün sembolü olma
kapasitesini sezer ve bu sembol haline gelme işi, çok çeşitli anlamların
tutarlı biçimde bir imge haline gelivererek bir noktada birleşmesiyle olur.
Ayrıca, kişi, nesnenin, tüm bir edebiyat, felsefe, sanat geleneğini boyunca, quidditas,ını
değil tarihsel derinliğini oluşturan anlam parçalarını yüklenmiş olduğunu fark
eder. Epifanik imgenin canlılığı ve semantik potansiyeli filozof için mevcut
anlam dokusuyla birlikte belirir ve böylece bu imgenin yeni bir felsefi
bağlamda yeniden kullanımını ve yeniden yorumlanmasını mümkün kılar.
Bu gözlemlerden yola çıkarak,
Nietzsche’nin epifanileri ile Joyce’un epifanilerinin birbirlerinden ne kadar
farklı olduğunu anlarız. Bir statü farkı vardır, çünkü Nietzsche’nin epifanisi
Stephen Dedalus’un quidditas'na ve Ulysses'in dilsel kalıplarına aynı
uzaklıktadır: Nesnenin özünü ifade etmez ve semantik değeri bir dizi dilsel
kalıptan daha zengindir. Ayrıca, bazı işlev farkları da dikkatimizi çeker.
Yazar için epifani, bir süre imge üzerinde durup “estetik hazzın ışıltılı ve
sessiz yavaşlığını” ortaya çıkartmaktır, oysaki filozof için epifani yeni bir
düşünce akımı için gelen dürtüdür. Joyce’da, epifani edebi metinlerin inşasını
amaçlayan özel bir stil stratejisidir. Nietzsche’de ise tersine, epifani
bilişsel yeni bir senaryoyu doğuran ama sonrasından felsefi metin yazımında kullanılmayabilen
özel bir deneyimdir; felsefi metinler onları doğuran epifanik anlardan çok, o
anlardan kaynaklanan felsefi bilgi ve içeriği kullanır. Sonuç olarak, Nietzsche’nin
epifanileri onun not defterlerine hapsolmuşlardır ve yayınladığı metinlerde,
yazıldıkları halleriyle ortaya çıkmazlar. Epifani filozofun notlarında farkına
vardığımız ışıltılı sinyaller gibidir ve bir imgenin veya felsefi bir temanın
önemini açığa çıkarırlar. Epifanilerin izini takip etmek Nietzsche’nin
metinlerinin yaratılışını yeniden kurgulamamıza; genellikle epifanik boyuttan
mahrum, salt felsefi kavram biçiminde yayınlanmış daha sonra tekrar karşımıza
çıkacak bazı temel kavramları ve felsefesinin gelişimini anlamamıza yardımcı
olur. Epifani, Nietzsche’nin metinlerinin hareketini aydınlatmaya yarayan,
izah edici özelliği olan bir araçtır.
İnsanca Şeylerin Değeri
Şimdi, Cenova’daki epifaniye geri
dönerek, bu epifaniyi oluşturan unsurları analiz edelim.
Glockenspiel Abends in Cenua-wehmütig schauerlich kindisch. Plato:
nichts Sterbliches ist grossen Ernstes würdig.
Cenova'da akşam, çan sesi- melankolik, ürkütücü, çocuksu.
Platon: Ölümlü olan hiçbir şey ciddiye almaya değmez.
Bu ani aydınlanma anında en az üç
semantik düzey birbirine karışmıştır: Biyografik düzey, edebi düzey ve daha
felsefi bir düzey. Biyografik düzeyde, günün saatlerini belirten ve dini
görevlere eşlik eden çanların sesi, Röcken’in küçük bir kasabasının papazının
oğlu olan Nietzsche’nin (“bitki olarak
bir mezarlığın yanında, insan olarak bir papaz evinin içinde doğdum”)
ruhunun derinliklerinden hatıraları su yüzüne çıkartmıştır.
Otobiyografilerinde ve gençken yazdığı şiirlerde, çan sesinin onda uyandırdığı
derin etkilerin izlerini bulabiliriz; bu izler Cenova epifanisini andıran
kelimelerle kaleme alınmıştır. 1858’de, Nietzsche 14 yaşındayken, Röcken
kasabasında çan kulesiyle çan sesinin oluşturduğu görsel ve işitsel durumun,
babasıyla ve onun cemaatteki rolüyle bağdaştığı o mutlu çocukluk günlerini
yazmıştır. Nietzsche’nin yitirilmiş çocukluğun melankolisini (melankoli de,
çanlar üzerine aldığı notlarında rastladığımız kelimelerden biridir) neden çan
seslerinde buluyordur sorusunun cevabı eski ve derinde kalmış hatıralardadır: “Her şeyden daha önce göze çarpan, yosunla
kaplı çan kulesiydi. Hâlâ hatıramda taze olan bir anımda, çok sevdiğim babamla
Lützen’den Röcken’e gidiyorduk ve yolun yarısında Paskalya Bayramı sebebiyle
çanların ağırbaşlı bir şekilde çaldığını duyduk. Bu ses sık sık içimde
yankılanır ve melankoli beni çok uzaklara, sevgili baba evime götürür. Mezarlık
hafızamda o kadar canlı ki! Eski, çok eski mezarlar göre göre, kaç defa,
tabutlar ve yas tülleri, eski cenaze kayıtları ve türbeler üzerine sorguladım
kendimi!” Ne yazık ki, bu mutlu seyahatlerinden bir yıl sonra
çanlar Nietzsche’nin babasının cenazesi için çalmıştır. Çocukluk yıllarının
mutluluğunu, evi, aileyi temsil eden bu ses artık ölüm dehşeti ve kalbinin ait
olduğu yerlerden ayrılmayı çağrıştıracaktır: “Uzun bir sürecin sonunda, korkunç şey gerçekleşti: Babam öldü. Bugün
bile hâlâ, bu düşünce beni derinden etkiler ve canım yanar”; “iki Ağustos’ta,
canım babamın cenazesini toprağa verdik. Mezarı belediye başkanı yaptırmıştı.
Öğleden sonra birde tören başladı, çanlar durmadan çaldı. Of, o boğuk çan
sesleri hafızamdan asla silinmeyecek”; “Onu toprağa gömmek içimi öyle bir
sıkıştırdı ki! Yas çanının boğuk sesi omuriliğime kadar titretti beni. Kendimi
terkedilmiş ve öksüz hissettim, çok sevdiğim babamı kaybettiği anladım. (...)
Sevgili yuvamızdan ayrılma vakti geldi. Orada geçirdiğim son günü ve geceyi
hâlâ çok net hatırlıyorum. Akşam, bir grup çocukla bunun son kez olduğunu bir
saniye bile aklımdan çıkarmadan oynadım. Sonra, onlarla ve benim için değerli
olan her yerle vedalaştım. Gece çanı tarlaların üzerinden melankolik bir
şekilde çaldı. Kasaba yarı karanlığa büründü, ay yükselmişti ve bize yukardan
soluk aydınlığıyla bakıyordu.” O dönemin mektup ve şiirlerinde, çanların
sesinin ölümü de çağrıştırdığını görürüz. Mesela, 1859 tarihli, Akşam duası çam
isimli şiirde: Akşam duası çanı
tarlaların ötesinden usulca çalıyor. Çanlar, dünyada hiç kimse mutluluk diyarını
bulamaz diyorlar kalbime; daha yeni topraktan çıkmışken, geri dönüyoruz
toprağa. Çanların yankısı içimde bir düşünce doğuruyor: hepimiz sonsuzluğa
giden yoldayız.” 16 yaşında, saygın Pforta okulunda öğrenci
olan Nietzsche, Ölüler Günü’nde annesine yazar: “Dün saat 6’da, çan seslerini duyunca sizi ve son yıllarda birlikte
geçirdiğimiz zamanları düşündüm. Akşam, ölüler için ayin düzenlendi ve yüksek
sesle bizden önce Pforta’da okumuş merhum eski öğrencilerin hayatlarından
bahsedildi.” İki yıl sonra, kaleme aldığı Ölüler Günü Arifesi isimli
şiirinde, bir kış gecesi çanların sesinin kalbinin derinliklerinde uyuyan
göçmüş yakınlarının hatırasını uyandırdığını yazar. Çanın sesiyle ölüler
uyanır ve genç adamı yanlarına, uzun dondurucu uykularına davet ederler. Demek ki biyografik bir bakış açısıyla, çanların anlamı melankolik ve çocuksudur,
çünkü filozofun içinde yankılanan çocukluğun kayıp dünyasıdır; bu dünya
ürkütücüdür, çünkü ölüm düşüncesini çağrıştırır. Çanlar merhumların hatırasını
taşıyanın kalbini delik deşik eder.
Röcken kasabasının çan kulesi
Etiketler:
Nietzsche
Mutlu Ölüm
Ölüm karşısında kendimize sahip olursak, onunla egemenlik ilişkileri kurmuşsak yazabiliriz ancak. Karşısında direncimizi yitirdiğimiz şey, egemen olamayacağımız şey midir bu, öyleyse kalemin altından sözcükleri çeker alır, sözü keser: yazar artık yazmaz, çığlık atar, beceriksiz, karmakarışık, kimsenin duymadığı ya da kimseyi heyecanlandırmayan bir çığlık. Kafka burada derin bir biçimde sanatın ölümle ilişki olduğunu hisseder. Neden ölüm? Çünkü o aşırı uçtur. Ona sahip olan, sonuna dek kendine sahiptir, yapabileceği herşeye bağlıdır, tepeden tırnağa güçtür. Sanat son ana egemen olma, son egemenliktir.
Alsancak Kent Kütüphanesi'nde, 05.02.2016 |
Mutlu ölüm
Kafka Günlük'ünün bir notunda, üstünde düşünebileceğimiz bir
açıklama yapar: "Eve dönerken, Max'a, ölüm döşeğinde, acılarımın çok büyük
olmaması koşuluyla, çok mutlu olacağımı söyledim. Yazdığım en iyi şeyin bu
mutlu ölebilme yeteneği üzerine kurulduğunu eklemeyi unuttum ve daha sonra
bilerek savsakladım bunu. Güçlü bir biçimde inandırıcı, bütün bu güzel
bölümlerde, hep, ölen ve bunu çok zor bulup bunda bir haksızlık gören biri söz
konusudur; bütün bunlar, hiç değilse benim görüşüme göre, okuyucu için çok
coşku vericidir. Ama, ölüm döşeğimde mutlu olabileceğimi sanan benim için,
böylesi betimlemeler için için bir oyundur, ölen kişide ölmeye bile
seviniyorum, demek ki ölçülmüş bir biçimde okuyucunun böylece ölüm üstünde
toplanmış dikkatini kullanıyorum, ölüm döşeğinde yakınacağını varsaydığım
kişiden çok daha fazla ferah tutuyorum içimi, o halde benim yakınmam
olabildiğince kusursuzdur, gerçek bir yakınma gibi ani bir biçimde kesilmek
yerine güzel ve saf akışını izler..." Bu düşünce Aralık 1914 tarihini
taşır. Kafka'nın daha sonra da kabul edeceği bir bakış açısını dile getirdiği
kesin değildir; bu zaten, Kafka'nın densiz yanını hissetmişçesine, söylemediği
şeydir. Ancak, özellikle kışkırtıcı hafifliği yüzünden, bu düşünce
açımlayıcıdır. Bütün bu bölüm şöyle özetlenebilir: Ölüm karşısında kendimize
sahip olursak, onunla egemenlik ilişkileri kurmuşsak yazabiliriz ancak. Karşısında
direncimizi yitirdiğimiz şey, egemen olamayacağımız şey midir bu, öyleyse
kalemin altından sözcükleri çeker alır, sözü keser: yazar artık yazmaz, çığlık
atar, beceriksiz, karmakarışık, kimsenin duymadığı ya da kimseyi
heyecanlandırmayan bir çığlık. Kafka burada derin bir biçimde sanatın ölümle
ilişki olduğunu hisseder. Neden ölüm? Çünkü o aşırı uçtur. Ona sahip olan,
sonuna dek kendine sahiptir, yapabileceği herşeye bağlıdır, tepeden tırnağa
güçtür. Sanat son ana egemen olma, son egemenliktir.
"Yazmış olduğum en iyi şey mutlu ölebilme yeteneği
üstüne kurulur" tümcesinin, yalınlığından gelen çekici bir yanı olsa bile,
yine de kabul edilmesi güçtür. Bu yetenek nedir? Bu güvenceyi Kafka'ya veren
nedir? Şimdiye dek, ölümün karşısında nasıl duracağını bilecek denli ona
yaklaşmış mıdır? İçinde birinin öldüğü, haksız bir ölümden öldüğü yazılarının
"iyi bölümlerinde" ölen kişide kendisini ortaya koyduğunu hissettirir
gibidir. Yazının örtüsü altında gerçekleşmiş, ölüme bir tür yaklaşım mı söz konusudur
öyleyse? Ama betik tam olarak bunu söylemez: Yapıtta gerçekleşen mutsuz ölümle
buna sevinen yazar arasında bir içlidışlılığı belirtir kuşkusuz; nesnel bir
betimlemeye izin veren soğuk, uzak ilişkiyi dışlar; bir anlatıcı, coşku
uyandırma sanatını biliyorsa, kendisine yabancı olan altüst edici olayları
altüst edici bir biçimde anlatabilir; bu durumda, sorun dil uzluğunun ve ona
başvurma hakkının sorunudur. Ama Kafka'nın söz ettiği ustalık başkadır ve onun
başvurduğu hesap daha derindir. Evet, ölende ölmek gerekir, gerçek bunu
gerektirir, ama ölümle yetinme; en yüce doyumsuzlukta en yüce doyumu bulma ve,
ölüm anında, böylesi bir dengeden gelen bakışın aydınlığını koruma yeteneğinde
olmak gerekir. Hegel'in bilgeliği doyumu ve kendine ilişkin bilinci
çakıştırmaktan, en son olumsuzlukta, olasılığa, çalışmaya ve zamana dönüşmüş
ölümde, kesinlikle olumlu olanın ölçüsünü bulmaktan oluşuyorsa, demek ki ona
çok yakın bir doyumdur bu.
Ne var ki Kafka burada doğrudan bu denli tutkulu bir
görüngede yer almaz. Şu da var ki, iyi yazma yeteneğini iyi ölme gücüne
bağladığında, genel olarak ölümü ilgilendirecek bir kavrama değil de kendi
deneyimine anıştırma yapar; şu ya da bu nedenle, sakin bir biçimde ölüm
döşeğine uzandığı içindir ki kahramanları üzerine sakin bir bakış yöneltebilir,
ileriyi gören bir içlidışlılıkla onların ölümüne katılabilir. Yazılarından
hangilerini düşünür? Bir kaç gün önce arkadaşlarına okumasının kendisine
cesaret verdiği İn der Strafkolonie, Zindanda adlı anlatıyı kuşkusuz; bunun
üzerine Dava'yı, ölümün dolaysız ufkunu oluşturmadığı bitmemiş bir çok anlatıyı
yazar. Dönüşüm'ü ve Yargı'yı da düşünmemiz gerekir. Bu yapıtların anımsanması
gösterir ki Kafka ölüm sahnelerini gerçekçi bir biçimde betimlemeyi
düşünmemiştir. Bütün bu anlatılarda, ölenler birkaç hızlı ve sessiz sözcükle
ölürler, Bu, yalnızca öldükleri zaman değil de görünüşe bakılırsa yaşadıkları
zaman da Kafka'nın kahramanlarının gelişmelerini ölüm uzamında tamamladıkları,
"ölme"nin bitimsiz zamanına ait oldukları düşüncesini doğrular. Bu
kahramanlar bu garipliği sınarlar ve Kafka da, onlarda, sınanmaktadır. Ama ona
öyle gelir ki, ancak, herhangi bir biçimde, bu sınamanın son anıyla önceden
uyum içine girerse, ölümü umursamazsa bu sınamayı "iyi bir sonuca"
vardırabilecek, bundan anlatı ve yapıt çıkarabilecektir.
Düşüncesinde bize ters gelen şey, sanatın aldatmacasına izin
verir gibi görünmesidir. Kendisinin kıvançla karşılayabileceğini hissettiği
şeyi haksız bir olay olarak betimlemek neden? Kendisi ölümden hoşnutken, neden
onu bizim için korkunç kılar? Bu betiğe acımasız bir hafiflik verir. Belki
sanat ölümle oynamayı gerektirir, belki de çarenin ya da egemenliğin kalmadığı
yere bir oyun, biraz oyun getirir. Ama bu oyun ne anlama gelir? "Orada
yanmamaya kararlı bir niyetle sanat gerçeğin çevresinde gezinir." Burada,
ölümün çevresinde gezinir, yanmaz ama yanığı hissedilir kılar ve yanan şeye ve
soğuk ve aldatıcı bir biçimde coşku veren şeye dönüşür. Sanatı tutsak etmeye
yetecek görünge. Yine de, Kafka'nın açıklamasına haksızlık etmemek için, onu
farklı biçimde anlamak da gerekir. Mutlu ölmek onun gözünde kendi içinde iyi
bir tutum değildir, çünkü öncelikle dile getirdiği, yaşamdan memnun olmama,
yaşama mutluluğunun, herşeyden önce arzulamak ve sevmek gereken bu mutluluğun
dışlanmasıdır. "Mutlu ölebilme yeteneği" alışılmış dünya ile
ilişkinin bundan böyle koparılmış olduğu anlamına gelir: Kafka bir anlamda
şimdiden ölüdür, sürgünün ona verilmiş olduğu gibi, bu ona verilmiştir ve bu
yetenek yazma yeteneğine bağlıdır. Doğal olarak, olağan olasılıklardan sürgün
edilme, böylelikle, en son olasılık üstünde egemen olmayı sağlamaz; yaşamdan
yoksun olma ölüme mutlu bir biçimde sahip olma güvencesini taşımaz ölümü ancak
olumsuz bir biçimde mutlu kılar (insan yaşamdan memnun olmamanın sonunu
getirdiği için mutludur). Açıklamanın yetersizliği ve yüzeysel niteliği buradan
gelir. Ama tam olarak, bu aynı yılda ve iki kez, Kafka Günlük'üne şunları
yazar: "Huzur içinde yaşamak için değil de huzur içinde ölebilmek için
insanlardan uzaklaşıyorum." Bu uzaklaşma, bu yalnızlık gerekliği ona işi
tarafından zorla verilmiştir. "Bir işe atılıp kendimi kurtarmazsam,
mahvolurum. Acaba onu olduğu kadar açık seçik biliyor muyum? Huzur içinde
yaşamak istediğim için değil de huzur içinde ölmek istediğim için varlıklardan
gizleniyorum." Bu iş, yazmaktır. Yazmak için kendini dünyadan koparır ve
huzur için de ölmek için yazar. Şimdi, ölüm, mutlu ölüm sanatın
kazandırdığıdır, yazının ereği ve nedenidir. Huzur içinde ölmek için yazmak.
Evet, ama nasıl yazmak? Yazmayı sağlayan nedir? Yanıtı biliyoruz: Mutlu ölmeyi
becerebilirsek ancak yazabiliriz. Çelişki bizi yeniden deneyimin derinliğine
getirir.
Döngü
Etiketler:
Edebiyat
INCIPİT VITA NOVA
HERMANN HESSE
INCIPİT VITA
NOVA
Almancadan
çeviren : Oruç ARUOBA
Yaşamımda, çoğunluk insanların
yaşamındaki gibi, bir özel başkalaşım noktası, bir korku, karanlık,
yalnızlaşmışlık yeri, bir görülmemiş körelme ve boşluk günü var; bugünün
akşamında ise, gökyüzünde yeni yıldızlar, içimizde de yeni gözler doğuyor.
O zamanlar, titreye titreye,
gençlik dünyamın yıkıntıları arasında dolaşıp duruyordum, kırık düşünceler,
kopuk, dağınık düşler üstünde; neye baksam, un-ufak oluyor, yaşamaz oluyordu.
Yanımdan, tanımaktan utanç duyduğum dostlar gelip geçiyor; dün düşündüğüm, sanki
yüzyıllıkmışçasına, hiçbir zaman benim olmamışçasına uzaklaşmış, yabancılaşmış
düşünceler dönüp bana bakıyordu. Sonra herşey yıkıldı, kaydı gitti, korkunç
bir boşluk, bir durgunluk sardı çevremi. Artık bana yakın hiçbirşey yoktu, ne
sevgili, ne komşu; yaşamım sarsıcı bir tiksinti gibi kabardı içimde. Sanki her
ölçü taşırılmış, her tapınak kirletilmiş, her tat bozulmuş, her yükseklik
aşılmıştı. Sanki bütün temizlik pırıltıları karartılmış, bütün güzellik umutları
kırılmış, ayaklar altına alınmış. Özleyecek hiçbirşeyim yoktu artık,
tapınacak, nefret edecek hiçbirşey. İçimde kutsal, alçalmamış, bağışlatıcı ne
kaldıysa, bakışını, sesini yitirmişti. Yaşamımın bütün bekçileri
uyuyakalmıştı. Bütün köprüler yıkılmış, bütün uzaklıklar maviliklerinden
soyulmuştu.
Çekici, sevmeğe değer ne varsa
böyle yitip gittiğinde, ve ben, bir tin kazazedesi gibi, bitkin,
anlatılmazcasına tükenmiş, yoksul, sefilliğimin bilincine vardığımda,
gözlerimi yere düşürdüm, kollarım bacaklarım ağır, kalktım, geçmişimin bütün
alışkanlıklarını bırakıp uzaklaştım; geceleyin, selam bırakmadan ve kapıyı
kapatmadan evini bırakıp giden bir hükümlü gibi.
Yalnızlığın dibini gören kim var?
Kim yadsıma ülkesini bildiğini söyleyebilir? Bakışlarım kararıyordu uçurumun
üstüne eğildiğimde, düşüyorlardı aşağıya, duracak yer bulamadan. Yadsıma
ülkesini gezindim durdum, dizim yorgunluktan kırılana dek, ve daha hâlâ önümde
uzanıp gidiyordu yol hiç eksilmemiş bengiliğinde.
Bir durgun, hüzünlü gece, avutucu
ve rahatlatıcı, kubbelendi üzerimde. Uyku ve düş, sılaya dönmüşü karşılayan
dostlar gibi geldiler bana, öldürücü yükü, bir bohçayı alır gibi indirdiler
sırtımdan.
Hiç kazazede olup karayı
gördüğün, yüzerek sana yaklaşan birini gördüğün oldu mu? Hiç ölümcül hasta
olup ilk sağaltıcı, temiz dağ havasını içine çektiğin, yenilenen kanın tatlı
kıpırtısını hissettiğin oldu mu? Bu kurtarılan, bu sağalan gibi, beni de bir
şükran, huzur, ışık, sağlık dalgası kapladı, o gece, bilinmez varlıkların bana
dostça yaklaştıklarını anladığımda.
Gökyüzü, daha önceleri hiç
görmediğim bir görünümdeydi. Yıldızların yerleri ve dönüşleri ile iç yaşamım
arasında önceden belirlenmiş bir dostluk birliği kuruldu; bengi-olan da, açıkça
ve iyilikle, içimden birşeyleri kendi yasalarına bağladı. Çölleşmeğe yüztutmuş
yaşamıma, altın toprakların serildiğini; içimde eski yeni herşeyi soylu
billurlar gibi düzenleyeceğini, dünyanın bütün şeyleri ile, bütün harikaları
ile iyilikli birlikler kurması gerektiğini enfes bir şaşkınlıkla sezinlediğim
bir güç ve bir yasanın verildiğini hissediyordum.
Incipit vita nova. Yeni birisi
oldum artık, kendi kendime bir mucize gibi geliyorum daha, hem dingin hem
etkin, kabul eden ve bahşeden, belki en değerlilerini kendimin bile daha
bilmediği değerlerin sahibi.
***
Çevirenin Notu:
Metin, Hesse’nin 1897-99
yıllarında Tübingen’deyken yazdığı, ilkin Eugen Diederich’in yayımevince
(Leipzig, Haziran 1899), yayımcının karısı, Hesse’nin dostu, şair Helene
Veigt’un ısrarı üzerine (yayımevinin çizgisine uymadığı halde) yayımlanan
Geceyarısının Ardından Bir Saat (Eine Stun- de hinter Mitternacht) adlı 9
parçalık derlemenin 4’üncü parçasıdır.
Kitabın ilk farkına vararak
üzerine yazı yazanlardan biri Rilke’dir; ama kitap ilk yılında ancak 53 adet
satmıştır. Hesse (kendisi ‘ün’ kazandıktan sonra çabucak tükenen) kitabın yeni
bir basımına uzun süre izin vermez; sonradan (1941’de) ancak kısıtlı (1500
nüshalık) bir yeni basımını (Verlag Fretz und Wasmuth, Zürich) yaptırdığı
derlemedeki metinleri de «düzyazı şiirler» diye nitelendirerek, bunların kendi
«yolu[n]un anlaşılması için önemli» olduklarını, «içeriği ve sorunlarının
yaygın okur kitlelerini ilgilendirmediğini, «ama dar dost ve eleştirmenler
çevresine yeniden ulaştırılmaları gerektiğini söyler.
Burada aslı ve çevirisi verilen
metin 1941 baskısındandır (ss. 67-72).
Parçanın (son paragrafın ilk
tümcesi olarak yinelenen) Latince başlığı, «Başlıyor Yeni Yaşam» (ya da
«dilegeliyor (konuşmağa başlıyor) yeni yaşam») demektir. Bu, akla hemen
(metnin içindeki «bengi», «dönüş», «yük», «sağalma» gibi sözcüklerle birlikte)
Nietzsche’yi getirir: Nietzsche’nin Şen Bilim adlı kitabının ilk baskısının
(1882) son parçasının (s. 342) adı «Incipit tragoedia»dır: Başlıyor Tragedya.
Bu parça da (hemen hiçbir değişiklik görmeksizin) Nietzsche’nin bir sonraki
kitabı, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün en başında yer alan parçadır.
"Yazko Çeviri", Ocak-Şubat 1982, Sayı: 4
Etiketler:
Edebiyat
everett ruess
Fakat çıplak güzelliğe uzun zaman bakan kişi doğanın
asla dönemeyebilir cihana
ve ne kadar denese de,
boş ve nafile bulacaktır elindeki uğraşı
ve insan ilişkisini maksatsız ve abes
Tek başına ve kayıp,
ölmek zorundadır o güzelliğin sunağında
Etiketler:
Ben,
Everett Ruess
Dostlar ve Yalnızlık
Hayır, gezgin, Hayır! Selamım sana değildir
Hele ki bu sesle!..
Sen yoluna devam et
Şarkımı asla anlamadan!..
Nietzsche’nin tutku dolu iletişim kurma istenci ve buna rağmen artan yalnızlığı, hayatının temel bir gerçeğidir. Bunun kanıtı, aynı zamanda hayatından ayrılamayan eserlerinin de bir parçasını oluşturan mektuplarıdır.
Hele ki bu sesle!..
Sen yoluna devam et
Şarkımı asla anlamadan!..
Nietzsche’nin tutku dolu iletişim kurma istenci ve buna rağmen artan yalnızlığı, hayatının temel bir gerçeğidir. Bunun kanıtı, aynı zamanda hayatından ayrılamayan eserlerinin de bir parçasını oluşturan mektuplarıdır.
Nietzsche’nin dostları yüksek
mevkideki insanlardı. Zamanının ilk tinleriyle ilişki halindeydi. Etrafında
sıradışı insanlar bulunuyordu. Ama hiç kimseyi kendine bağlayamadığı gibi hiç
kimse de ona bağlanamamıştır.
Dostlukları -her bireye karşı
tuhaf bir biçimde gerçekleşmesinde, tamamlayıcı içeriklerinin ifadesinde,
hareketlerinin aşamalarında, başarısız oluşlarında- Nietzsche’nin özüne ve usavurma
tarzına vazgeçilmez bir yol olduğu gibi dostluk kurma fırsatları için benzersiz
bir tecrübedir. Nietzsche’yle yakınlaşan insanların sayısı açısından değil,
tamamen farklı yönlerde dostluk kurma fırsatlarının görülmesi açısından
zenginliği ele alınmalıdır.
Nietzsche, iki dostuna, Erwin
Rohde ve Richard Wagner’e derinden bağlıydı. Bu dostluklar sürekli olmamıştır.
Ama içsel olarak her ikisiyle de dostluğu ömür boyu ruhunun derinliklerinde
sürmüştür. Onlarla birlikte yaşadığı sürece temelde yalnız değildi. Onlardan
ayrıldıktan sonra radikal yalnızlığı başladı.
Bu yalnızlığın içinde yeni
dostlar edinmeyi denedi (Paul Ree, Lou Salome, Henrich von. Stein), ama bu
dostlar, her ne kadar mevki ve önem sahibi olsalar da kaybettiği iki dostunun
yerini dolduramadı. Her biriyle hayal kırıklığı ve yine başarısızlıklar yaşadı.
Bu dönemlerin arka planında, ağırlıkta olmasa da kaybedilen her şeyin yerine
konulan bir şey gibi Nietzsche’nin illüzyonlarıyla kaplanmış bir şekilde Peter
Gast durmaktadır.
Başarısız olan bu arkadaşlıkların tersine, daha sığ [ama
uzun süreli] insan ilişkileri, Nietzsche’ye yeterli desteği sağladı. Gelip
giden yakınları, sıradan ziyaretçiler, sürekli olarak değişen, ama derinden
sarsılmayan mühim kişilerle kurduğu tinsel ve eğlenceli ilişkileri de söz
konusu desteği artırdı, öyle ki Overbeckle sarılırken bile kendini huzurlu
hisseder oldu.
Sonuç her yerde aynıdır: Derin
bir yalnızlık. Bu yalnızlığın Nietzsche’de istisnai bir varoluş olarak nasıl
gerekli olduğunu sormalıyız: Nietzsche’de, bildirişim nedenleri ve koşulları
açısından bir hazır olmama olgusu hissediliyorsa da görevinin kendisini insan
olarak ve dostluk kurma fırsatlarında nasıl tükettiğini kavramak zorundayız.
Nietzsche'nin yalnızlığını bizzat kavrama şekli, bu soruya cevap vermese de
bir açıklama getirebilir. (sf 73)
Nietzsche’nin dostluk
kurma olanaklarının sınırları ve yalnızlığı
— Nietzsche’yi yanlış durumlarda görmek, yani tesadüfen yoluna çıkan insanlarla konuşurken ve onlara bir nevi yakınlık gösterirken; hemen hiç tanımadığı bir öğrenciden seyahate çıkmasını talep edip reddedilirken; aniden evlenme teklif edip ardından tekrar kendisine bir eş aramalarını isterken; Ree ve Lou’ya doğru bir adım atarken görmek, sanki Nietzsche konusunda şüpheye düşmek gerekiyormuş gibi can sıkıcıdır. Nietzsche, “yalnız insanın kendini herhangi bir insanın boynuna attığı ve gökten inen bir dost gibi davrandığı ve bir saat sonra iğrenerek, bu sefer de kendinden iğrenerek ittiği o saatleri” (kız kardeşine mektup, 8 Temmuz 1886) ve bugüne dek ne tür insanları kendine eş tuttuğuna dair utanç verici anıyı çok iyi bilir. Ne var ki gerek bu durumlarla gerekse başka durumlarla başa çıkmıştır. Bu durumların üstesinden geliş şekli, bu durumlara düşüşünden daha karakteristiktir.
— Nietzsche’yi yanlış durumlarda görmek, yani tesadüfen yoluna çıkan insanlarla konuşurken ve onlara bir nevi yakınlık gösterirken; hemen hiç tanımadığı bir öğrenciden seyahate çıkmasını talep edip reddedilirken; aniden evlenme teklif edip ardından tekrar kendisine bir eş aramalarını isterken; Ree ve Lou’ya doğru bir adım atarken görmek, sanki Nietzsche konusunda şüpheye düşmek gerekiyormuş gibi can sıkıcıdır. Nietzsche, “yalnız insanın kendini herhangi bir insanın boynuna attığı ve gökten inen bir dost gibi davrandığı ve bir saat sonra iğrenerek, bu sefer de kendinden iğrenerek ittiği o saatleri” (kız kardeşine mektup, 8 Temmuz 1886) ve bugüne dek ne tür insanları kendine eş tuttuğuna dair utanç verici anıyı çok iyi bilir. Ne var ki gerek bu durumlarla gerekse başka durumlarla başa çıkmıştır. Bu durumların üstesinden geliş şekli, bu durumlara düşüşünden daha karakteristiktir.
Nietzsche’nin dokunulmadan ve
sarsılmadan dünyayı dolaşan çelik gibi sert ve kendi ayaklarının üstünde duran
bir kahraman olarak betimlenmesi yanlıştır. Nietzsche’nin kahramanlığı
farklıydı. İnsani başarının her türlüsünün kendisine yasak olduğu insani
kaderine maruz kalmıştır; insanca dürtülerden dolayı bazı anlarda görevinin
yolundan sapmak, yolunu kolaylaştırmak zorunda kalmıştır: Örneğin etkisinin
gerçekliğini planlamak ve desteklemek öğretmenlik dürtülerini faaliyete
geçirmek için bir yol bulmak, dostlarına inanmak zorunda kalmıştır.
Başarısızlık sonrası geri dönüşü kahramanlığını oluşturur. Dünyadaki faaliyetlere
ilişkin kararları bu nedenle gittikçe daha olumsuz hale gelmektedir. Çağın
aydınlatılamayan karanlığına gömülmemiş ve bir illüzyona kapılmamış olması,
kendine özgü sanki ufuksuz düşünen kavrayışının olağanüstü bir şekilde
gelişmesini sağlamıştır.
Etiketler:
Nietzsche
ALSO SPRACH ZARATHUSTRA
"Zarathustra'nın edebi bir eğlence parçası olarak dünyaya gelmesi düşüncesi midemi bulandırıyor; kim onun kadar ciddi olabilir! "
"Bu küçük kitabın efsanevi bir havası olmasına aldanma: Bütün düz ve ilginç kelimelerin ardında benim en derin ciddiyetim ve felsefem yatıyor. Bu benim kendimi ortaya koymamın bir başlangıcı, fazlası değil! Gayet iyi biliyorum ki şu an hayatta olan hiç kimse Zarathustra gibi bir şey yapamaz .."
Zerdüşt, bir yandan, estetik anlamda bir edebiyat eseridir ve sadece bu perspektiften yargılanabilir; öte yandan, tamamen mistik-anlamda bir edebiyat eseridir -Nietzsche’nin etiğinin en yüksek taleplerinin onun sayesinde ilk kez kendilerini gerçekleştirdiği bir dini yaratım edimidir. Bu Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt'ünün neden, tüm kitapları içinde, olsa olsa, en çok yanlış anlaşılmış olanı olarak kaldığını açıklar.
Ancak aslında tüm eserleri içinde popülerleşmesi en az istenmiş olanı budur.
Eğer bugüne kadar, herkes için tamamen erişilir olmayan gizemli bir felsefe var oldu ise, bu odur.
Lou Salome
Lou Salome
Mustafa Tüzel'le Nietzsche Hakkında
Türkiye’de Nietzsche denilince Zerdüşt akla geliyor hemen. Piyasada 8-10 çeşit Zerdüşt “çevirisi” var. Peki niye ille de Zerdüşt çevriliyor? Çok satıyor o haliyle de ondan. Zerdüşt’ü alıp okuyanların yelpazesi geniş aslında. “Ferrarisini Satan Bilge” niyetine, “Simyacı” niyetine de okunuyor. Şiirsel bir metin, oradan birkaç güzel cümle okuyup, sevgiline hava atabilirsin filan. Bunun böyle olmasını belirleyen de, ister inanın ister inanmayın, dağıtım şirketlerinin elemanları. Böyle pazarlanıyor bu kitap. Yayın piyasasını, dolayısıyla düşünce dünyasını kısmen onlar belirliyorlar. Oysa Zerdüşt en son okunması gereken kitap. Tragedya’nın Doğuşu’ndan başlayıp, sırayla okumak gerek; sonra bir de sıkı Nietzsche biyografisi okumalı ki, göndermeler tam olarak anlaşılsın. Kimileri, “Nietzsche Ağladığında”yı okuyup, ben Nietzsche’yi biliyorum diyebiliyorlar; politikanın içinde olan, sözü dinlenen “ağır abiler” var böyle. Halbuki, eski Afa yayınlarından çıkan “Kızkardeşim Karım” isimli kitap doğru düzgün okunmuş olsa, “kırbaç” meselesi aydınlığa kavuşacak. Ama ezberden konuşmak çok rahat.
Bir de Zerdüşt’ün buyurması meselesi var. Yıllarca bu başlığın etkisinde alımlandı Zerdüşt ve Nietzsche. Oysa, Siyahi’deki yazımda da belirttiğim gibi, Zerdüşt buyurmaz, o söyler sadece.
İthaki yayınlarının tüm Nietzsche’leri eksiksiz ve doğru çevirilerle yayımlama çabasında benim payım fazla değil. Ben Colli-Montinari edisyonunu önerdim, ki bunu da kafamıza sokan elbette sevgili Oruç Aruoba’dır. Yayınevi copyright satın almaya yanaşmayıp herhangi bir edisyonu yayımlamayı da tercih edebilirdi. Ama o zaman yapılacak işin eksik olduğunu gördüler. Çünkü C-M dışında gerçekten de doğru dürüst bir edisyon yok. Olay sadece dipnotlarda ve açıklamalarda bitmiyor. Oruç Aruoba’nın çevirilerini beğeniyorum elbette. Yukarıda da söylediğim gibi, aslında Nietzsche dilimize yeni çevriliyor.“Tragedya’nın Doğuşu”nun çevirilerine bir allahın kulu açıp baksın. İddia etmiyorum, bunu söylemek bir görevdir, bu kitabın Türkçe’de yapılmış ilk çevirisi, benim çevirimdir. Diğer kitaplar için de aşağı yukarı öyle. Bunu bana değişik Üniversitelerde akademisyon olan, tanıdığım tanımadığım insanlar söylediler; metinleri Almanca, İngilizce karşılaştıranlar var. Üzerinde Almanca’dan yapıldığı yazılmış bir çeviride, İngilizce çevirideki hatanın aynen yinelendiği saptanıyorsa, başka ne söylenebilir ki?
Nietzsche’nin popüler olduğunu da sanmıyorum. Yukarıda dediğim gibi, popüler olan yanlış bir Nietzsche imgesi, yanlış bir Zerdüşt imgesi.
Çevirileriyle 19.Yüzyılın en önemli düşünürlerinden Nietzsche’yi
derli toplu ve doğru okumamızı sağlayan Mustafa Tüzel’e
Nietzsche ve Türkiye hakkında sorular gönderdik.
Sağ olsun, kırmadı bizi, bilgilerini bizimle paylaştı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)