Queer


CİNSELLİK


Souvarine, Bataille’dan şu terimlerle söz edecektir:

Bataille’ın cinsel bir sapkın olduğunu biliyordum, ama bu beni ilgilendirmiyordu. Bu eğilimin 
‘zihnin kimyası’ ve konvansiyonel bile olsa, ahlak sağlığı bakımından rahatsız edici sonuçlara yol açabileceğini elbette gorüyordum, fakat hiçbir şey yapamadım. Ayrıca, ilgilenmem gereken ciddi şeyler vardı ve sonuç olarak, Bataille’ın libidinal takıntılarıyla, onun sado-mazoşist zırvalıklarıyla ilgilenemezdim.

Bataille pis olandan başka bir şeyi asla sevmedi; onun sefihliğinin anlamı buydu. Sadece pis olan şey onu korkutabildi ve sarhoş edebildi: “Ne kadar çok korkarsam, bir fahişenin bedenin bana utanç verici bir şekilde söylemesi gerekeni o kadar tanrısal bir biçimde öğreniyordum.” Ve pislik, bir kadının açık olması gereken şeydir. “Kıllı bölümleri”nin cehennemine açılmalıdır: “[...] oradaki hakikat ağzının hakikatinden daha az değildir.” Bu hakikat cehennemdir ve cehennem deliliktir. Her hakikatte deliliğin kendi tersini fark edebilmeyi bilmesi bu cehennemin kozudur. Aşk yükseltmemeli, alçaltmalıdır; hiçbir kadının asla gidebileceğini hayal etmediği kadar aşağı inmeyi öğrenmek gerekir; korkuyla ürpermek gerekir. Tanrı’nın yokluğunun mutlaklığına ve âşıklar üzerinde ağır gökyüzünün boşluğuna sadece bu çekince, bu titreme cevap verir: “Çıplak tırtıllar gibi cinsel organların birleşmesi (bu kellikler, şu pembe mağaralar, bu isyan uğultuları ve şu ölü gözler: bu kudurmuş uzun hıçkırıklar, göğün akıl sır ermez çatlağına sende cevap veren anlardır).” Sadece bu çatlak öfkelenme kadar büyüktür; bütün öfkeler ve bütün felaketler kadar. Dianus azizeye kendini hiddete ve utanca dizginsizce bırakmayı buyurur:

"(...) sen müstehcenliğin içine sınırsızca dahilsin" Çünkü koz, bu müstehcenliktir (başka deyişle, arzu), yoksa haz değil. Haz arayışı ödlekçedir; haz istemekte, yatışma isteğinde ödleklik vardır: “İkinci olarak bilmen gereken, şehvet arzusu dışında, hiçbir şehvet arzulanamaz" Kişi böyle var olmalıdır, tamamen gerilmiş, tamamen kasılmış bir halde: En ufak gevşeklik “hazzın yavanlığı”na ve “sıkıntı ”ya geri döner. İki varlığın birlikte yaşaması gereken şey, herhangi bir anda birbirlerini seçme nedenleri, birbirlerinin bütün olasılıklarının işin içine katılmasıdır: “Cinsel deniz kazası.” Gerçekten de batmak gerekir: Hiçliğin içine (“hiçlik: sınırlı varlığın ötesi”). Deniz kazası bütün sınırları aşar. Böyle bir deniz kazasında, böyle bir orjide artık tecrit olmuş varlık yoktur; bu, bir süreliğine, yerini “ölülerin dehşetli ilgisizliğine" bırakır. Bu dayanılmaz ve anlık yok oluşta keşfedilmesi gereken şey, varlığın imkânsız hakikati, onu sınırlanmalarından kurtarmayı vaat ediyor gözüken her şeye doğru yönelmiş olmanın, bundan ayrı olduğu oranda buna yönelmenin mahrem ve mide bulandırıcı anlamıdır. Erotizmin hakikati, orjinin hakikati, gizlenmenin hakikatleridir bunlar. “[...] nesnesini ondan sonsuzca gizleyen dünyaya bir tür meydan okuma.” Arzunun hakikati elbette kurtuluş değildir, ama ahlakidir. Ve Dianus uyarır: Bu ahlak ölümün ahlakıdır, “ezeli ölümün” ahlakıdır ve ancak “birkaç seçilmiş” buna erişebilir: “Seninle birlikte, bu seçilmişler insani şeylerin yitirildiği gecenin içine girecektir.” Fakat bu gece henüz en yüksek hakikatin olduğu zirve değildir: “Marazi kendinden geçişlerin ötesinde, ölümün gölgesine girerken, yine gülmelisin." 

Magritte, Madam Edwarda için çizim.


 Bataille, cinselliğin nasıl bir dehşet, nasıl bir hayvanlık içerdiğini bilen biri olarak davranır; hiçbir sosyal davranışın cinselliğe uyum sağlayamayacağını erkenden -hatta önceden- bilen biri gibi davranır; çünkü her ikisine de -hem cinselliğe, hem topluma- borçlu olunan şeyin ne olduğunu ve her birinin taleplerinin ne kadar bağdaşmaz olduğunu bilir; bunu gayet iyi bildiğinden açıkça ifade eder:


“Cinsel organın senin en karanlık, en kanlı yerindir. Çarşaf altına ve çalılığın içine büzülmüş, bir tür yarı varlık ya da yarı hayvandır, senin yüzey alışkanlıklarına yabancıdır. Onunla kendine dair gösterdiğin şey arasında aşırı bir uyumsuzluk mevcuttur. Gerçek şiddetin ne olursa olsun, başkalarına uygar ve cilalı yanlarını gösteriyorsun. Çatışmalardan kaçınarak ve her bir şeyi, hepsi uyum ve düzene girebilecek şekilde, kendi zavallı ortak ölçülerine indirgeyerek, her gün onlarla iletişime geçmeye çalışıyorsun.”


Bataille, öyle bir şeye -sınırsız özgürlüğe- gözünü dikmişti ki, herkesin itaat ettiği sınırlara uyuyor gözükmenin, bu sınırlar tarafından cezalandırmanın, bunu yitirme riskinden daha iyi olduğunu biliyordu. 1928’de durum böyle miydi, bunu elbette kesin olarak bilemeyiz; bununla birlikte durum yine de böyle olabilir. Yine de o dönemde Gözün öyküsü'nün ne kadar skandal yaratıcı olabileceğini tahmin edebiliriz. Onu yüksek sesle ve açıktan üstlenseydi ne kazanırdı? Yoksa Sade gibi yasaklanır mıydı (hiç kuşkusuz o kadar ağır olmazdı; fakat Sade’ın özgürlüğünün elinden alınmasının Bataille’ı risk almama konusunda olabilecek gerekçelere" ikna ettiğine kuşku yoktur)? Bataille’ın kaybetmediği şeyi başkaları kazanır mıydı? En azından şunu anlamak gerekir: Bataille asla herhangi bir erotik özgürleşmenin militanı olmadı. Bir toplumun rıza gösterdiği ve herkesin itaat ettiği herhangi bir sınırı yıkmayı asla düşünmedi (hatta görüleceği gibi, ne kadar paradoksal gelse de, zamanı geldiğinde bu sınırları savunacaktır). 1928 yılında Gözün öyküsü öyle skandal yaratıcıydı ki onu gizler. Gördüğümüz gibi, onu Lord Auch takma adıyla imzalar (bu ad da bir takma adın ender olarak olabileceği kadar provokatiftir). O dönemde bu kitabın yazarının kim olduğunu bilen pek az kişi vardı kuşkusuz. Dostlarının bildiği kesin. Ama ya Ulusal Kütüphanedeki meslektaşları? Ya, 1927’den beri makaleler verdiği çok ciddi sanat ve arkeoloji dergisi Arethuse’ün diğer yazarları? Ya, yetişkin olmayan genç kızlarıyla evlenmesine izin vermiş eşinin ailesi?

*
Michel Surya
BATAİLLE

Falling in love again / Edmund White

Yaz sonuydu sanırım Edmund White'ın Bir Asi'nin Çifte Yaşamı ismiyle Türkçe'ye çevrilen Rimbaud biyografisini okumuştum. Bu video küçük bir sürpriz oldu benim için. Yazarı genç gay porno yıldızı güzel Lev Ivankov'la banyoda aşk yaparken izliyoruz... Slava Mogutin sokmuş onları banyoya.

   Edmund White'ın Türkçe'de bir kitabı daha var.  Büyükada'da kaldığı üç yaz boyunca yazdığı ve Türkiye'de geçen dört öyküsünün derlendiği, Roza Hakmen'in Türkçesinden Ada Öyküleri. Bir aralık, okumayı düşünüyorum.


*

Slava Mogutin:

LANETLİ EROTİZM





“Anladın mı? diye sözüne devam etti annem, 
zevk ancak kurt meyvenin içinde olduğu anda başlar ve mutluluğumuz
 zehirle yüklü olursa çok hoştur.”  (Annem'den)

Bataille’ın eserini bir muğlaklık uzun süredir hantallaştırmaktadır. Herkesin hemfikir olduğu üzere, Bataille’ın eseri en skandal yaratıcı eserlerden biri olduğundan, cinsel yasakların zayıflatılmasına katkıda bulunmuştur. Bataille’ın ölümünden kısa süre sonra ortaya çıkan (hatta daha önce başlamıştı bile) cinsel özgürlüğü alkışlayacağından kimse kuşku duymazdı. Hatta bunu, tüm gücüyle arzuladığı şeyin gerçekleşmesi olarak bile görebilirdi.

Aslında durum elbette böyle değildi. Bataille’ın erotizmi karadır, bahtsızdır, lanetlidir. Ne zaman ne de özgürlüklerin gelişimi buna deva olabilirdi. Esasen ve silinmez bir şekilde, bu erotizmden (cinsellik olarak değil, erotizm olarak) doğan şeye hiçbir şey çare bulamazdı, çünkü karanlık ve yaralayıcı göz kamaştırma niteliğini ölümden alıyordu. Bataille’ın bütün öyküleri, ölüme mahkûm oldukları için birbirlerini baştan çıkartan bedenlerin acımasız ve “kutsal” coşkusunu dile getirmektedir. Bunların hepsi, yüz kızartıcı entrikalarını -birbirlerinin üzerine atılmaları- sevmek için tek nedenin Tanrı’nın yokluğu olduğunu söylemektedir: Dolayısıyla ayrılıkları mutlaktır (Tanrı’nın var olmayan mutlaklığından geriye sadece bedenlerin ayrılığının mutlaklığı kalır).

Bataille, cinsel faaliyetimiz sonunda bizi kaygılandırıcı ölüm imgesine perçinler...” dediğinde ya da tersine, aynı cümlede, “[...] ve ölümün bilgisi erotizmin uçurumunu derinleştirir,” dediğinde, ölümü ve erotizmi kaygı içindeki ikili ve tersine ilişkinin içine yerleştirir: ölüm erotizmi yüceltir, erotizm ölümü arzu edilir kılar.

Şurası kesindir ki, Bataille, arzu ve erotizmin her türlü dinsel, ahlaki ve toplumsal yozlaşmadan önce geldiğini ilk ileri süren kişi olarak, sağlığında, kendisinden otuz yaş daha genç kişilerin saçma küçümsemesine katlanmak zorunda kalır, örneğin 12 Şubat 1957’de verdiği, Ölümün Büyüleyiciliği adlı konferansta, erotizmin özgür ve mutlu olduğunu söylemesini konuşmacıdan bekleyenler, Bataille’ın, tersine, erotizmin esasen ve doğası gereği lanetli olduğunu, insanı ürpertecek denli lanetli olduğunu ciddi bir şekilde ileri sürdüğünü işitince, şaşkınlığa düştüler: Sevişmeyi (düşkünlüğe varana dek) parçalayan ve arzu edilen kılan bu lanettir; erotizm lanetli olduğu için daima dinin ve ahlakın dar sınırları içinde kapalı kalmıştı; bu sınırlar, insanın kendi ölüm korkusuna verme ihtiyacı duyduğu anlama sahiptir ve her zaman da sahip olacaktır ve bu nedenle, bu sınırları ortadan kaldırmaya çalışmak gereksiz ve imkânsızdır; bunları egemen biçimde -ama tek başına-ihlal etmekte özgür olmak isteyen kimse, bu lanetin ve bu korkunun karanlık, korkunç, cehennemi hazzını aramalıdır.

Bataille o dönemde yanlış anlaşılabileceğini hissetmiş olmalıydı (1957 yılında insanlar onu erotizmin teorisveni ve Sade okuru olarak tanıtmaya aceleci ya da hesapçı bir şekilde başlarlar); yeni erotizm teorisyenlerinin mutluluk verici yorumundan kaçınmak istedi: “öncelikle, cinsel yasağın bir önyargı olduğunu, ondan kurtulma zamanının geldiğini ileri süren bu bayağı savların ne ölçüde boşuna olduğunu göstermeye çalışıyorum.” Şiir Nefreti'nin yeni baskısı İmkânsız adıyla yapıldığında -1961— bunu daha ayrıntılı olarak tekrar söyleyecektir. Söylediği şeyin ise yaşlanmasıyla, hastalığıyla alakası yoktur, on beş yıl önce yayımlanan kitabı asla inkâr etmez. Bu kitabın sadece püritenleri değil, ahlakı reddedenleri de rahatsız edeceğini eğer o dönemde düşünebilseydi söyleyebileceği şeyi söylerdi (bütün yanlış anlamaların silinmesi için biraz uzun bir alıntı yapmak gerekir):


“Kitabın bu baskının ilk iki bölümüne damgasını vuran cinsel kargaşayı vurgularken kuşkusuz aynı ölçüde açık seçik davranıyorum. Bununla birlikte bu kargaşayı burada övecek değilim. Tersine. Bence cinsel kargaşa lanetlidir. Bu açıdan, görünüşe rağmen, bugün baskın çıktığı sanılan eğilime karşıyım. Cinsel yasakları yok saymanın çözüm olduğunu düşünenlerden değilim. Hatta insan potansiyelinin bu yasaklara dayandığını düşünüyorum: Bu yasaklar olmadan bu potansiyeli hayal edemeyiz [...]. Zaten bu kitabın yaşanamayacak bir cinsel özgürlük yönünde etkili olabileceğine inanmıyorum. Tersine: Soluk kesici cinsel delilik, bu kitaptan kaynaklanır.”

Korkunç olan ölümdür. Kargaşa, ölümün kargaşasıdır. Arzunun kargaşasını mümkün kılan şey de ölümdür. Bu kargaşayı alkışlamak, bunu yürekten arzulamak, daha kötüsü, bu kargaşanın bir çıkış olduğuna inanmak, budala ve (yine!) idealist kişilerin işidir. Sağlıklı bir ten yoktur, çünkü ayrılmış ve ölümlü olmayan ten yoktur. Bir başkasının teni üzerinde kendini parçalayan tenin düştüğü uçurum, sonunda kendi düşeceği uçurumla aynıdır: Çürüme, tenin bu düşüşünün ve ten içine bu düşüşün anlamıdır. Bu, Bataille'ın bu zamana dek pek az ifade ettiği bir şeyi, doğa karşısında hissettiği tiksintiyi belirtmesine yol açar. Bu tiksinti, uzun süre Toprak Ana’yla ilgilenmiş bîrinden gelince şaşırtabilir:

“[...] Sanki çürüme, sonunda, içinden çıktığımız ve tekrar içine gireceğimiz bu dünyayı özetliyor gibidir; öyle ki utanç -ve tiksinti- hem ölüme hem doğuma bağlanır." Kadının hayvanlığının tiksindirmesi gibi doğa da tiksindirir, güzelliğinin “dehşeti” “hem tahammül edilebilir hem de büyüleyicidir,” bu güzelliğin “müstehcenliği doğal hayvanlıktan başka bir şey değildir.” Bataille’ın bu itirafı, hiç yapmadığı kadar çıplak itiraflarındandır (Edwarda’nın ya da Ölü Adam'daki Marie’nin zımnen yaptığından elbette temelde farklı değildir: Sadece daha kaba görülür, çünkü bu iki öykünün ortaya koyduğu duygudan kurtulmuştur. Bir anlamda bu duygu onun anlamını farklılaştırır). Sanki ani bir kayıtsızlıkla kendisinden, onu ürküten ve büyüleyen şeyden -büyülenmeden çok korkudan- söz etmeye yönelmiş gibi söz etmekte ısrar ettiğinden çıplaktır; ten eziyet çeker ve ona eziyet eden ölümdür. Fakat en korkunç, kafa karıştırıcı şey eziyet değil, bundan haz almasıdır, tenin kendisini lanetleyen şeyden, çamurdan, acımasız kökenden zevk almasıdır ve bu onun acımasız sonudur:

“Varlıkta dehşet vardır: Bu dehşet, varlığın bütünlüğünün oluştuğu noktada varlığını keşfettiğim tiksindirici hayvanlıktır. Fakat hissettiğim dehşet beni geri püskürtmez, hissettiğim tiksinti midemi bulandırmaz [...} tersine, ona susamış olabilirim; kaçmak bir yana, bana yakından baskı yapan bu dehşetle, bana zevk veren bu tiksintiyle susuzluğumu kesin olarak giderebilirim. Bunun için, varlığın hoşgörülemeyecek sırrına dokunma duygumu keskinleştiren açık saçık kelimelerim var elimin altında. Çıplak sırrı haykırmak için bu kelimeleri dile getirebilirim; bu sırrı tek bilen olmadığıma emin olmak isterim: O anda -yokluğunda kendimi dışarda bulacağım- bütünlüğü kucakladığımdan kuşku duymam: Haz alırım.”

Sevişmedeki hayvanlığın ne kadar dehşet verici olduğunu, sanki, bu hayvanlığın ötesinde, bütünüyle doğa varmış gibi, sanki kesinlikle tekrar içine düşmek için tesadüfen içinden çıkmışız gibi, arzu edilen mide bulandırıcı bulaşıcılığını insanın hissetmesi gerekirmiş gibi (bundan kaçmaya gerek yoktur; tersine!), bu denli açık seçik ve sert hiçbir kitabında ifade etmez Bataille: Çünkü sevişme sadece hayvani balçığa düşüş değildir; bunu takip eden ölümün ve çürümenin öngörüsüdür. 

Bu aynı zamanda Erotizm'in ilk cümlelerinin anlamıdır: "Erotizmin, yaşamın ölüme varana dek onaylanması olduğu söylenebilir.” Sevişmeye Evet demek gerekir, ona evet demek ve bağışlanamaz ahlaksızlığa varana dek onu aramak gerekir; öyle ki, yoğunluk bakımından en büyük kargaşaya denk olan ölüme düşüş en derin kargaşa olmalıdır ve aşkın keskin acısı ise ölümünkine denk olmalıdır. (Hak eden kadının fahişeye) erotik başkalaşım(ı) ne kadar büyükse, teninin gizlediği şeye, dehşetine ve ölümüne düşüş de o denli baş döndürücüdür:


Kişi aniden çıldırır. Bu çılgınlık bizim aşina olduğumuz bir şeydir, fakat böyle bir şeyi tanımayan ve farklılığıyla etkileyen bir kadının sevişmesine gizlice tanık olan birinin şaşkınlığını kolayca hayal ederiz. Kadının köpekler gibi azmış, hasta olduğunu düşünür. Sanki kudurmuş bazı fahişeler saygın bir kadının kişiliğine el koymuş gibidir... Hastalık demek bile yetmez. Şu an için, kişilik ölüdür. Şu an için, kişiliğin ölümü, fahişeye bütün hareket serbestliğini verir ve o da sessizlikten, ölmüş kadının yokluğundan yararlanır. Fahişe bu sessizlikten ve bu yokluktan haz alır -gürültülü bir şekilde haz alır.”


* Bataille teni inkâr etmez. Onda aforoz yoktur. Dinin ve ahlakın yarattığı haliyle yasağı kabul edip savunsa da, kendisini bundan özgür ilan etmek için kabul eder: ihlal etmek için. Bataille gerçekten de erotik bakımdan çok özgür kalmıştır ve genelevler 13 Nisan 1946’da da, onların sunduğu hazların yerine yenilerini geçirmeyi bilmiştir: Grup seks. Bunu Jean Piel’e şakayla karışık şöyle açıklar: "Jean, şunu anlamalısın, iki kişi ya da daha kalabalık sevişmek arasındaki fark, bir küvette ıslanmak ile denizde yüzmek arasındaki farktır". Teni reddetmese de, tenin dehşet verici temsiliyle büyülenir; genç biriyken Remy de Gourmont’un Le Latin mystique kitabını başucu kitabı yaptığında da tenden büyülenmiş olduğunu hatırlarız.

* Bataille’ın 1924’ten beri kendisi için bir ahlaki öğüt haline getirdiği sav ölüme de bulaşır. Yaşama Evet diyen aynı hareketle ölüme de Evet demek gerekir.

*
Michel Surya
BATAİLLE

Rimbaud'cu Çağrı

1920 yazından 1922 yazına  kadar bataille paris'i terk etme ve "mümkün olduğunca yeni yerler görme" şeklindeki oldukça rimbaud'cu bir çağrıya uyma fikrine bütünüyle bağlı kalır. sofu dönemleridir bu, bu yüzden özellikle doğu'ya (Tibet'e) gitme fikri vardır aklında:  

"Özellikle 23 Ağustos 1920'de Doğu'ya gitme fikri kafamdan hiç çıkmıyordu. Elbette, bu gecikmiş isteğe (yurtdışında yaşamak değil, mümkün olduğunca çok yeni ülke görmek!) genel olarak karşı duracak bir şeyle o zamandan beri asla karşılaşmadım. Elbette, burada sana söylediğim şey öyle doğrudur ki, bundan tekrar söz etmek tamamen gereksiz ve özellikle imkansız olur."




İmkansız


Yumurtaların, tohumların ve kurtların kaynaştığı bu maddeler sadece yüreğimizi sıkıştırmakla kalmaz, midemizi de bulandırır, ölüm varlığın acı yok oluşuna indirgenemez -benim olduğum her şey, hâlâ olmayı bekleyen şey, bunun anlamı, olmaktansa, olmayı bekleyen şey (sanki varlığı asla sahiden kabul edemezmişiz gibi, ama sadece varlığın var olacak ve olmayan varlığın beklentisi, sanki biz kendi olduğumuz mevcudiyet değil de, olacağımız ve olmadığımız gelecekmişiz gibi): Yine mide bulandırıcılık içindeki bu deniz kazası. İğrenç doğaya ve ölüm denen, gece gibi uzanan, sonsuz, anonim hayatın cerahatlenmesine kavuşacağım.

Günün birinde bu canlı dünya benim ölü ağzımda çoğalacak.


deliliğimin ve korkumun 
iri ölü gözleri var 
ateşin sabitliği 
bu gözlerde bakan 
evrenin hiçliğidir 
gözlerim kör gökyüzü

nüfuz edilemez gecemde 
imkânsızlık çığlık atar 
tamamen çökerek.

YÜZ PARÇA İŞKENCESİ


Tehlike altındaki kurban, işkence bahçesinde asılmış adam, çarmıha gerilen adam... Kiliselerde görülen bu vahşi temsillerin yarattığı korku, diz çöktüren ve titreten korku: Bataille, dindar olduğu dönemden beri, bütün bu imgeleri birer anı olarak, hatta belki de daha ziyade bir tercih konusu olarak korudu. Hıristiyanlık, en berbat şeyi yaparak -bir Tanrı’nın haysiyetsizce ve mide bulandırıcı ölümü-, müphem ve karanlık, aynı zamanda da sanrılı olan kendi gizemini açacak anahtarın ne olduğunu kuşkusuz doğru algılamıştır. Bataille da, Nietzsche gibi, bu acınası çıplak Tanrı’ya olan sevgisini korumuştur.

Fakat 1925 yılında, bir başka işkencenin sanrısına cevap verdi. 1922 yılında Madrid’te bilinçli düş görme yöntemleri deniyordu. 1938 yılında, düzensiz ve sarsıcı meditasyonlara girişecekti. 1925 yılında, dolaysız ve karanlık hazlara kendini verir. Haçın imparatorluğu kötülüğün imparatorluğudur: Pascal, Nietzsche ve Shestov gibi, Bataille da diriliş öyküsüne sağırdır. Hıristiyanlıkta onu tek ilgilendiren şey, altıncı saatte haç üzerinde terk edilmedir, onu sadece en insafsız bir şekilde terk edilmiş İsa ilgilendirmektedir. Çarmıh sınırsız kötülüğün tahakkümünü kurar (Kötülüğü düşünmeye çok geç başlayacaktır), fakat insanı kavrayan, sanrılar veren, hayran bırakan bir kötülüktür bu. 1925 yılında Adrien Borel, Çin’de uygulanan bir işkencenin, Yüz Parça İşkencesi'nin fotoğrafını ona gönderir. Bu, bir tanrı katlinin doğası gereği idealleştirilmiş temsili yerine, her türlü kurtuluştan mahrum, suçlu birinin sıradan infazını koymaktadır. İşkence görenin adı Fou Tchou Li’dir. Prens Ao Han Ouan’ı öldürmekten suçludur. İmparatorun bağışlayıcılığı (!), onun öngörüldüğü gibi yakılmasını değil, parçalanmasını sağlar ve yüz parçaya bölünür, canlı canlı kesilir. 10 Nisan 1905’teki bu işkenceye muhtemelen Georges Dumas ve kesin olarak da Louis Carpeaux tanık olur ve fotoğraflarını gönderirler. Adrien Borel'in Georges Bataille’ın bilgisine sunduğu fotoğraf bunlardan biridir hiç kuşku yoktur:


 “Bu fotoğrafın hayatımda belirleyici bir rolü oldu.” 


Lingchi: Echoes of a Historical Photograph




Video, Vimeo'dan kaldırılmış.
Filmden bir parça izlemek için:
https://youtu.be/NhLoMDiHHVw


Lingchi: Echoes of a Historical Photograph
Super 16mm transferred to DVD, 
black & white, Sound in selected portions, 
21 minutes 04 seconds, Three-channel video installation
2002

Introduction and Artist’s Statement
text by Chen Chieh-Jen:

itpark.com.tw/artist/essays_data/10/842/73/en

*
yönetmenin film üzerine konuşması için (1:25'ten sonra):
 https://www.youtube.com/watch?v=xqqca2EmXa8

Execution by lingchi of pseudo-Fu-zhu-li





Date of event: Unknown
Date Accuracy: Dubious
Place Continent: Asia
Place Country: China
Place Region: Hebei (Zhili)
Place City: Beijing
Place_Street: Caishikou
PlaceAccuracy: Exact
EventNature: Execution

This execution became famous after publication of the photographs in the "Tears of Eros" (Larmes d'Éros) by Georges Bataille. However, they have been mistakenly presented as the pictures of Fu-zhu-li's execution by lingchi. This convict cannot be confused with the genuine Fu-zhu-li as he appears in Matignon, Carpeaux's books, and different sets of photography and postcards.


The condemned, a thin young man, still immune of all wound, is tied to the post with a rope, and also with his polytail, not yet visible as of the previous photograph. A pale grin can be already fathomed on his face.


The Chief executor starts untying Convict's arms, in order to carve them. The Convict's face is obscured, hence the impossibility to check whether he already shows the odd expression of later shots. Note the vertical charts advertising the Xihe niantang medicinal shop, which helps locate the scene on Caishikou execution field in Beijing.


This photograph has become famous after its publication by G. Bataille, who believed he was witnessing a "voluptuous ecstasy" on the face of the executed. A psychologist, G. Dumas, had already studied this "paradoxical expression". This might be the prevalent grin of previous pictures, merely amplified.

Gülmek


Gülmek, dünyaların dibidir; Bataille daha 1920’de bunu söylüyordu, fakat bunu hiç bu kadar basit ve acımasız söylememiştir. Gülmek dünyaların dibidir, çünkü en derin muğlaklıktır: 

“[...] İnsanın muğlaklığı, ölüme ağlamasıdır, ama güldüğünde, ölüme mi gülüyor, bilinmez.” Onun acımasızlığı aşırıdır (öyle aşırıdır ki, tereddüt ediyor gibidir. Don Juan’ın “yaşlı âşığa” HAYIR'ıdır): “[...] belki kendimle övüneceğim, fakat ölüm dünyada bana en gülünç gelen şeydir.” 




Ondan korkmadığından değil (konuştuğu sırada ölüm onun üzerindedir), fakat ölüm korkusundan sadece gülmek kurtarır, sadece gülmek onu hafif kılar, gülmek Evet der, çünkü erotizm gibi, hayatın -ölüme dek- en derin onaylanmasıdır: 

“Bana öyle geliyor ki, öncelikle, ölüme gülmeyecek kadar beni etkilemeden, ölümü en korkunç veçhesiyle yitip yutacak gibi davranmalıyım. Burada açıkça ateist bir şey söz konusudur, çünkü yargıç yerine geçen bir Tanrının huzurunda kimse ölüme gülemez.” 

Ölüm başlı başına her şeydir. Tanrının ölümüyle bıraktığı derin boşluktur. Bataille da ölürken, Tanrı’nın bıraktığı boşluğu doldurmaktan, ama kesin olarak doldurmaktan başka bir şey yapmaz: 
“Bu boş yerden söz etmek istedim.” ölürken, bu kez de, bu boş yerden yola çıkarak susacaktır.


*
Mıchel Surya
BATAİLLE

Fu-zhu-li

1930, Suplicio chino. (José Gutiérrez Solana)


Sofu'luktan Sefihliğe, Kilise'den Geneleve: Bataille

 Leiris onu şöyle tarif eder:

Georges Bataille’la karşılaştığımda, o çoktan sefih bir hayat içindeydi. Alemlere dalmış, içkici ve kumarbaz biriydi. Dar çevrelerde kumar oynuyor ve korkunç kaybediyordu.”

 İnancını yitirmesi sadece kesin değil, şiddetli de gözükmektedir.
Bataille bir hali terk edip zıddını benimsemiştir.

 1922’de sofu,

 1924’te sefih.

 Sefih Bataille genelevlerin müdavimi olmuştu. Ne zaman? Hangi koşullarda başladı bu? Ne kendisi ne de dostları bu konuyu açıklamıştır. Gerçek olan şudur ki, genelevler, daha 1923 yılında ya da en geç 1924 başında onun yaşamında temel bir yer işgal etti, oralara devamlı olarak gitmeye ve “servet” dökmeye asla ara vermedi. O dönemde bu ender bir durum olmadığından, Bataille’ı ayırt edici bir özellik değildi (sadece Breton genelevleri yasaklıyordu; fakat Aragon ile Drieu sık sık gidiyordu). Çok geçmeden bu konuda eleştirildiğine göre, farklı bir şey yapıyor olmalıydı. Savunulamaz bir şekilde, şoke eden bir tarzda... Belki de sadece bir “takınaklının yapabileceği gibi: “Breton’un benden duyduğu dehşeti anlıyorum. Bunu ben teşvik etmedim mi? Takınaklı olduğum doğru değil mi?”


"Genelevin çıplaklığı kasap bıçağını gerektirir."

Genelevlerde Bataille zevk bulur; “pis” ve savunulamaz bir zevk: Bu yerleri ve müdavimlerini niteleyen karanlığın, çirkinliğin ve müstehcenliğin seviyesine inmemiş birinin asla erişemeyeceği bir şey. Bataille’ın birkaç yıl önce kiliselerde aradığı dipsiz uçurum yanıltıcıdır, yanıltıcıdır çünkü Tanrı cevap verir: (sadece görünüşte bir uçurumdur);

"Kerhane benim gerçek kilisemdir; bana gerçek tatmin veren tek kilise"

“Her türlü görgü kuralını alaya aldığım ve en aşağı şeylerden zevk bulduğum için dostlarımdan farklıyım. Sinsi bir ergen gibi, yaşlı biri gibi yaşamaktan utanmam ben. Çıplak kadınlarla dolu bir batakhanede, sarhoş ve kıpkırmızı bir suratla mumu söndürmek: Beni orada asık suratlı ve dudaklarımda kaygılı bir kıvrımla gören biri benim haz aldığımı hayal edemez. Ben kendimi tek kelimeyle kaba biri olarak görüyorum ve hedefime erişemediğimde, en azından gerçek bir yoksulluğa gömülüyorum."


Genelev özgürlüktü: Ayakları dibinde diz çökmenin bir haçın karşısında diz çökmekten daha gerçek olduğu çıplak bedenlerin özgürlüğü; onur kırıcı bir alışverişe teslim edilmiş bedenlerin özgürlüğü. Genelevlerin özgürlüğü, kapılarını açıp içeri girmenin bedelinden daha fazladır. Nasıl bir dehşete açıldıklarını da görmek gerekir ve bu dehşet ilahidir. İlahidir, çünkü utanç vericidir, çünkü savunulamazdır. Mama, sanki hiç sınır tanımazlarmış gibi arzuya sonsuza dek hazır, dokunulan ve sahip olunan kadınların sahte cinsel hazzını düzenleyen Tanrı’dır. Fahişe, teninin altında boşluk olduğundan, uzanmış yatan bedenden daha alçak bir gökyüzü -Tanrı değil, boşluk- olduğundan, herhangi bir kadından daha derin olan, çilekeş bir gece gibi açılan Tanrı’dır.

“Genelevde sayısız kadın soydum. İçtim, kafam kıyaktı, mutluydum ama mazur görülemezdim.

“Özgürlük sadece genelevde vardır... Genelevde pantolonumu ve donumu çıkartabilir, patroniçenin yardımcısının dizlerine oturup ağlayabilirim. Bunun da bir önemi yoktu, sadece bir yalandı, yine de sefil olasılıkları tüketip atıyordu.”


NOBODADDY

*Nobody (hiç kimse) ile daddy'nin (baba) birleşmesiyle oluşan bu kelime burada
 -ve William Blake’e göre- Tanrı Baba’yı belirtmeye yarar.


“Göğün yırtılıp açılmasını umdum [...]. Umdum, ama gökyüzü açılmadı. Açlığın etini kemiğini kemirdiği, büzülmüş bir av hayvanı gibi sinmiş bu bekleyişimde bir gizem var. Tamamen saçma bu: ‘Hayvan Tanrı’yı mı paramparça etmek isterim?’ Sanki gerçek bir av hayvanıymışım gibi, ama ben ondan daha fazla hastayım. Çünkü kendi açlığım beni ilgilendirmiyor. Yemekten ziyade, yenmek istiyorum. Aşk beni çiğ çiğ kemiriyor: Tek kurtuluş hızlı bir ölüm. İçinde bulunduğum karanlıkta bir cevap bekliyorum. Belki de, öğütülemediğimden, unutulmuş bir atık olarak kalacağım! Bütün bu bitkin düşüren hareketliliğe hiçbir karşılık yok:

 Sadece boşluk. Oysa ki... Tanrı yok, yakaracak Tanrım yok benim.”


Tanrı yok. Yakarı boğazda düğümleniyor. İşitecek kimse olmasa bile daha az korkunç değil. Çığlık, ardında bıraktığı boşluk ölçüsünde: uçsuz bucaksız.

Bataille’ın mistik biri olduğu çok söylendi. Savaşın onun için bir tür ikinci inanç değişikliğine denk düştüğü de söylendi. Bataille savaştan önce aktif biriyken, savaş ilan edildiğinde düşüncelere dalan bir münzevi olur. Hakikat ise daha karmaşıktır. 1937 yılında Alexandre Kojeve’e kendini “işi gücü olmayan bir olumsuzluk” olarak tarif eder. Bir Hegelci olan Kojeve açısından bir olumsuzluğun ne olduğu derhal anlaşılabilir: Hegel’e göre eylem olumsuzdur. Ama bu durumda, aniden uğraşacak bir şey bulamayan bir eylem nedir? Kuşkusuz ki, düşünceye dalma değildir. Bir mistiklik hiç değildir. Harekete geçme araç ve gerekçelerinden mahrum kalmış bir faaliyet, zamanı erteler; bu savaş zamanı (dolayısıyla faaliyetlerin en şiddetlisi) bile olsa, erteler, gerçeklikle ilişkisini keser.

Bataille, yapacak bir iş bulamayan bir olumsuzluğun ne olabileceğini Hegel’in de tasavvur etmiş olduğundan kuşkuya düşmese de, bu olasılığı Tarih’in sonuna yerleştirmemesinden, bunun onun tüm sistemini çürüttüğü sonucunu da çıkarmaz. Bataille’ın düşüncelere dalan biri olması, savaşla birlikte meydana gelen bir şey değildir. O, zamanla “kendinden geçen” (zamana ilgisiz) biridir. Yararlı zaman, bekleme zamanı, projelerin zamanı, sonların zamanı, savaş (bu bakımdan da hâlâ aydınlatıcıdır) tarafından ek-statik bir zamana, soyut bir zamana dönüşmüştür: Bir ölüm kalım mücadelesinin sınırsız zamanıdır, yaşamın ve ölümün iki zamanı arasında, ne tam olarak biri ne tam olarak diğeridir (Tanrı ya da hiçlik, ölüm zaman değildir).

Suçlu denen bu tuhaf kitabı yazmaya başlayarak (bu gerçekten bir kitap mıdır, yoksa, göreceğimiz gibi, bir günlük müdür; günlükse, karmakarışıktır), Bataille bir ölüm kalım mücadelesinin hiçliğinin öyküsünü yapmaya girişir:

“Mistik bir deneyimi tarif etmek istiyorum." Ve bu deneyimin kendi vecd halleri vardır. Bunlar nitelik bakımından şehvetinkilerden farklı değildir; sadece daha yoğundur. Kendinden geçmeyi (zamanın köleleştirici hükümdarlığını anlık olarak ortadan kaldırma kapasitesi) Bataiile, Yüz parça işkencesine bakarken olduğu gibi, en bulanık tercihen en kanlı heyecanlarda (ağzın köpürdüğü, yaralayan heyecanlar) olduğu gibi vecd arayışındadır: Bir avcı kuşun daha küçük bir kuşu boğazlaması; dize saplanan bir bıçak... kendinden geçme midir? Bir mistiğin kendinden geçmesi bu mudur?


“[...] kendimi aniden tartışmasız bir yoğunlukla, ereksiyon halindeki bir cinsel organ gibi hissediyorum [..:]• Bizzat vücudumun ve kafamın dev gibi, çıplak ve kan dolmuş bir penisten başka bir şey olmadığı fikri bana öyle saçma geldi ki gülmekten bayılacak gibi oldum. Vücudumdaki gerilim öyle güçlüydü ki, gidemezdim bile. İşkence altındaki biri gibi, gözlerim şaşkınlık içindeydi ve başım arkaya devrilmişti. Bu durumda, işkencenin, kendinden geçmiş bakışın, çırılçıplak bırakılmış kan içindeki kaburgaların acımasız temsiliyle acı verici bir şekilde kasıldım [...]”


Bu sahneye kısmen daha az yoğun olan bir diğer sahne bir yıl sonra karşılık verir:

“[...] Hayal edebileceğim en bulanık imgeleri zihnimde canlandırmaya başladım. Orjiden ziyade kâbusa bağlı olan, tarifi imkânsız, fakat şiddetli öfke hareketlerinin desteklediği bir hale girdim... Tuvalete girdim ve güçlü bir dışkılamanın beni rahatlatmasını umarak oturağa oturdum: Çırpınıp kasılarak kıvrılıp büküldüm, bağırabilirdim, ama kendimi aynı gerginlikle, aynı susamışlıkla  bir kez daha odamda buldum. Bunun üzerine, çıplak bedenim yeniden yay gibi büküldü, -bir yıl önce olduğu gibi- işkence gören adamın allak bullak olmuş görüntüsü yeniden oluştu ve ani irkilmelerle sıçrayarak yere düştüm."

Şehvetten daha yoğun olan bu tür durumlar Tanrı’dan da daha yoğundur (bunların Tanrı olduğu da söylenebilir: Tanrı’nın yokluğu kadar yırtıcı, boyun eğmeyen çığlık kadar açgözlü; hiçbir adalete başvurmayan biri kadar boğulmuş). Bataille’ın hayal edilebilir bütün parçalanmaları kendine yöneltirken keşfettiği şey -savaş, Bataille’ın gözden geçirdiği akkor halindeki bütün zamanların hallerine ilave birkaç temsilden başkasını asla sunmaz- vecdin Tanrı’dan vazgeçecek kadar asla daha az olmadığıdır (tanrısallığı da daha az şiddetli değildir). Kendini mistik gören için Tanrı olmazsa olmaz değildir; Tanrı sadece ölmekle kalmamıştır, hiç var olmamıştır: Hıristiyan mistiklerin kendinden geçmeleri, daha az hayali değildir.

Bataille’ın kendini mistik ilan etmedeki ısrarı kışkırtıcı bir ısrardır; bu kelimeyi sevmediğini gizlemediğinden daha da kışkırtıcıdır: "[...] -genellikle bağlı kalınan- ‘inançsal’ deneyimlerden çok, hangisi olursa olsun herhangi bir inanca -muğlak bağlarla da olsa- bağlılıktan kurtulmuş kendi içinde deneyimi tahayyül ediyorum. Kafa karışıklığına düşmeden bağlı kalamayacağım ‘mistik’ kelimesinden vazgeçmemi doğrulayan şey budur...” Fakat her şeyin ötesinde, Tanrı’yı olası kelimelerin sonuncusu olarak, ötesinde sessizliğin başladığı şey olarak belirtmek gibi bir avantajı vardır... Tanrı kelimelerin sonuncusu olduğundan, “ötesindeki her kelimenin eksik kalacağını ifade eder. Ve (diğer kelimeler arasında; çünkü artık onlarda farklı değildir) bu kelimenin düştüğü 
sessizlikle birlikte işkence başlar.

Bütün öte kelimeler tıpkı Tanrı'nın eksik olması gibi eksik olacaktır. Bataille'ın kendi içinde keşfetmeye çalıştığı şey, Tanrı'nın şu ana dek gizlediği şeydir. Burada tarif edilen deneyim türlerini Tanrı'nın onlara imlettiği şeye bağlamak vahiy olarak onların rolünü engeller. Mistik "istediğini görür." Ve en fazla "bildiğini" keşfeder. Hile yapar. Rol yapar. Şiirselleştirir. Tanrı'nın "mest ettiği" yerde, yokluğu eziyet eder. Tanrı'yla birlikte, Bütün'den, kurtuluştan, yetkinlikten, kısacası onun bütün göz boyamalarından kurtulmak ve insanı bu tür durumları hissetmeye ve denemeye yönelten şeyler arasında sadece onu en çıplak bırakanı bilmek gerekir, çünkü böyle bir durumun kendinden başka otoritesi yoktur. Hiçbir şey onu doğrulamaz ve hiçbir şey ona anlam vermez: “Eğer canım isterse, mistik haller benim için mümkün olur. Her türlü inançtan uzak durmayı sağlarsam, her umuttan yoksun kalırsam, hiçbir şey beni bu hallere erişmeye mecbur edemez.”


W.B.

GEORGES BATAİLLE



Elli yaşına gelirken nasıl bir Bataille portresi çizilebilir (1947'de ellisindedir) Onun hakkında Leiris’in, Piel’in, Klossowski’nin ve Rey’nin art arda yaptığı tablodan pek farklı değildir. Keza 1948 yılında onunla karşılaşan Françou Perroux’nun çizdiği tablodan da farklı değildir: 

"Daha ilk bakışta, Georges Bataille’ın yüzü yüreğime işlemişti; bizi gündelik bataklıklardan çekip kendi yolumuza yerleştiren ateşli 'araştırmacıların, aşırı şiddetli şahısların yüzü vardı onda."

 Demek ki yüzündeki öfke ve taşkınlık belirgin biçimde varlığını koruduğundan, onunla ilk kez karşılaşan biri bunları da onun güzelliğine ekliyordu. Ondan etkilenmiş olan Perroux bu güzelliği “ürkütücü” diye nitelemişti.

Kuşkusuz yine de kişiliğinin belli belirsiz aydınlığını (bu giderek artacaktır) dikkate ele almak gerekecektir. Bataille bir “sefih”ti (hâlâ da öyledir); hep olduğunu söylediği "deli" ve öfkeli biriydi; François Perroux’nun onda gördüğü gibi “taşkın” kişi, paradoksal bir şekilde, istikrarlı ve sabırlı biriydi; Bataille’da “heyecanlı” bir güzellik asla yoktu, örneğin her zaman yavaş konuşuyordu, yavaş ve ölçülü, ayrıntıların titizliğini önemseyen biriydi. Yıllar içerisinde daha da etkili konuşan biri oldu; sesinin güzel olduğunu herkes söylüyordu: Sesinin hafifçe titrek tınısı çok özel konuşma tarzına eklenince, çoğu kişi için bu onun belirgin baştan çıkartıcı yönüydü. Herkes bunu söyler, ama kimse Maurice Blanchot’dan daha iyi söylemez: Belki de aslında sadece Bataille gerçekten konuştu, Bu konuşma tarzı (ani ışıltıların geçtiği uyuşma anlarına riayet etse de) bezginlikten ya da yapmacıklıktan yavaş değildi; yarattığı etkileri dert edinen bir hitabetin olması gerektiği gibi yavaştı.




Yavaştı, çünkü belki de sadece Bataille konuşurken arıyordu. İnsanın ne söyleyeceğini bilerek konuşmaması enderdir; konuşmaya başlar başlamaz cümle —ve cümleyle birlikte, taşıdığı fikir— tamamen oluşmadan konuşmak enderdir. Bataille ise, tersine, kendi kendini keşfeden bir konuşma riskine kendini ve dinleyenleri maruz bırakıyordu. Söz böyle dile geliyordu; amaçlarında belirsiz, genellikle tereddütlü, kimi zaman göz kamaştırıcıydı; kendi yetersizliklerini kabul ederek uygun imgeyi ya da bunu destekleyen anıyı imdada çağırıyordu; kendisi için bile neredeyse her zaman öngörülemezdi. Kimi zaman böyle bir cümle bulmayı umduğu anlamın içinde bütünüyle ertelenmiş kaldığı gibi, bir amacının olmaması da mümkündü; o zaman bir el kol hareketi bu cümleyi tamamlıyordu, daha doğrusu, ertelenmiş bırakıyordu. Diane Bataille, daha ilerde söyleyecektir:

"Bataille, gecenin geç vakti... genellikle Tanrı’dan -çünkü belli ki sohbetlerinin en değişmez konusu, en sıklıkla zihnini meşgul edeni buydu- konuşurken olduğundan hiç daha fazla göz kamaştırıcı olmamıştı."

 "...cümlelerini kasıtlı olarak bir el kol hareketiyle bitiriyordu...” (J.-J. Pauvert); 

“Kimi zaman cümlesini tamamlamıyor, elinin ve bakışının bir hareketiyle onu sürdürüyordu” (Femande Schulmann). Femande Schulmann’ın yaptığı Bataille portresi de (kuşkusuz daha geç tarihlidir, 1955’e doğru) bütünüyle aktarılmayı hak eder:

Georges Bataille’s grave

GEORGES BATAİLLE
1897  -1962

Georges Bataille’s grave, Vézelay, 2013. photo: Tereza Zelenkova


Acephale


Çizim: Andre Masson

Acephale dindardır, "şiddetle” dindardır; aynı zamanda da paradoksal olarak dindardır. Bataille Nîetzschecidir ve Nietzsche gibi, Hıristiyanlığa tamamen düşmandır. Dolayısıyla bu yeni dinin anlamı asla Hıristiyanlıkta aranmamalıdır. Daha ziyade, Aztek tanrılarında, Bataille’ı güçlü bir şekilde etkilemiş olan bu “acımasız ve kötü niyetli” tanrılarda, ölümün en şiddetlisine yakın olmakta tüm diğer halklardan daha fazla mutluluk bulan bu halkın uyguladığı ritüel kurbanlarda, keza Fou Tchou Li’nin katlandığı Çin işkencesinde (Yüz Parça İşkencesi), Mauss’tan alınma üretken olmayan israf kavramında, Bataille’ın daha önce sözünü etmiş olduğu potlach’larda... kısacası, insanı zorlayarak içinde varlığı uyandıran ve onu dünyada en yoğun varlık haline taşıyan şeyde aramak gerekir. İnsanı bu hale sadece en dizginsiz erotizm, en, karanlık ölüm taşır. Acephale bir din olmuşsa (ya da olmaya çalışmışsa), ölüme başka hiçbir dinin vermediği bir yeri vermek istemesi anlamındadır. Herkes ölümden kaçsa da herkes ona son bir anlam verse de, herkes onu varlığın -ya da ruhun- bir sonraki evresine doğru bir geçiş olarak görse de, Acephale, tersine, ölüme varlığın kaçınılmaz yok oluşu anlamını verir. Bataille’ın kuşkusuz arzuladığı şey, her birimize vaat edilmiş olan ölümün dehşetinin herkesin içine dehşet verici bir paskalya yortusu gibi inmesidir ve o zamana dek bastırılmış olan coşku ve enerjilerin bu dehşetin düzeyinde ortaya çıkmasıdır.


*
Michel Surya
BATAİLLE

*
İlgili okuma:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/06/Acephale (Masson & Bataille)

Goya

“Bir çığlıkla kollarını ileri atarak ölmekte olan adamın görüntüsü, Üç Mayıs diye adlandırdığımız kurşuna dizme sahnesi, bizzat ölümün görüntüsüdür, insan bunu asla bilemez, çünkü ölüm, meydana gelirken, kendinin bilincini ortadan kaldırır. Goya Üç Mayıs'ta ölümün bu anlık ışıltısını yakalar, ki bunun şimşek gibi parlaması ışığın parıltısını aşar: Bu ışıltıda yoğunluk görüntüyü imha eder. Resmin ifade gücü, hitabeti hiç bu kadar öteye gitmiş midir? Fakat bu çığlığın buradaki etkisi mutlak bir sessizliktir, daha doğmadan boğulmuş bir feryattır.”


Üç Mayıs 1808, Goya

‘Sanatların en özgürünün politik bir resimle zirveye erişmiş olması tuhaftır. [...] İspanyol halkının özgürlüğü için mücadelenin bir sanatçıyı esinin en üst derecesine ilk kez taşımadığı doğrudur. Dos de Mayos'ta kurşuna dizilenler, büyük bir çığlık atarak gözleri açık ölenler, kuşkusuz ki Goya’nın başyapıtıdır. Ve Prado Müzesindeki bu tuval, son faşist ‘mabedin’ tam kalbinde, Madrid’te, bütün zamanların ve bütün ülkelerin ‘direniş’ini yüceltmeye devam ediyor.”


İlgili okumalar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/06/2-ve-3-mays-1808-goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2017/08/savasn-felaketleri-goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/01/massacre-in-korea-pablo-picasso.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/06/the-execution-1995-yue-minjun.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/04/goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/02/goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/04/3-mays-1808-goya.html

Georges Bataille / Edebiyat ve Kötülük


İnsanların hayvanlardan farkı yasaklara uymalarıdır; ne var ki yasaklar iki yanlıdır. İnsanlar bir yandan yasaklara uyarken diğer yandan da onları çiğnemek durumunda kalırlar. Yasakları ihlal etmelerinin nedeni bilgisizlikleri değildir: Bu tavır kararlı davranıp cesaret göstermeyi gerektirir. Yasakları ihlal etmek için gerekli olan cesaret insanın kendini gerçekleştirmesidir. Bu aynı zamanda edebiyatın da kendini gerçekleştirmesidir ve edebiyat ayrıcalıklı bir tutum içine girerek meydan okur. Otantik edebiyat Prometheus'çudur. Otantik yazar, etkin toplumun temel yasaklarına karşı çıkma cüretini gösterir. Edebiyat, temel bir düzenliliğin ve sakınımlılığın kurallarını tartışma konusu yapar. 

Yazar suçlu olduğunu bilir. Hatalarını kabul edebilir. Seçilmişliğin göstergesi olarak coşkuyu talep etmeye hakkı olduğunu iddia edebilir.

Günah, mahkumiyet zirvededir.  

Bu kitapta incelenen sekiz yazarın, Emily Bronte, Baudelaire, Michelet, William Blake, Sade,  Proust, Kafka ve Genet'nin tuttukları yolda da işte bu tehlikeli, ama insana özgü kararlılığı da içinde barındıran suçlu bir özgürlüğe duyulan özlemi hissediyoruz.

 (Edebiyat ve Kötülük, Georges Bataille)

Georges Bataille / Michel Surya

SATYRİCON (Petronius & Fellini)


  En sevdiğim kitaplardan biri Nero’nun sarayındaki soylulardan biri olan Petronius Arbiter’in Satyricon'uydu. Bize sadece bölümler halinde ulaşabilmiş. Bazı öykülerin başı, bazılarının sonu yok. Bazılarının ne başı ne sonu var, sadece ortaları kalmış. Fakat eksik olan kısımlar beni daha çok heyecanlandırıyordu, çünkü bunlar düşgücümü harekete geçiriyordu.

      Bazen bizden sonraki kuşakların 4000 yılında, gizli bir mahzende 20. yüzyıldan kalma, kaybolduğu sanılan bir film bulduklarını hayal ediyorum. Arkeologlardan biri Satyricon’u izleyince, "Yazık," diye yakınır. "Başı da, sonu da, ortası da eksik. Tuhaf. Bu Fellini nasıl bir insandı acaba? Belki de deliydi."

      Bir film için Petronius’un Satyricon'u gibi bir kaynak seçerseniz bu, film gelecekten değil geçmişten de bahsetse bilimkurguya benzer. Bu dönem bize uzaktır ve bilinmeyen gelecekten daha az yabancı değildir.
                  
     İnsanın kendisini tümüyle tasarladıklarına bırakabildiği bir tarihi film çekmek harika. İçinde bulunduğumuz zamanın kurallarına bağlanmadan düşgücü zenginliğini araştırma olanağım vardı. Zamanımızda geçen bir olay atmosferi, mekanları, kostümleri, tavırları, yüzleri keyfimce değiştirmeme izin vermez. Olay akışı ve gerçeğe bağlılık beni sadece düşgücüme hizmet ettikleri sürece ilgilendirir. Fakat gerçeği, daha doğrusu gerçek yanılmasını her zaman oluşturmak gerekir, çünkü seyirci başka türlü ayin duyguyu paylaşamaz.

     Satyricon’da bize hayal edemeyeceğimiz kadar uzak olan bir zamanı gösteriyorum. Gerçi eski Roma tarihsel mirasımızın bir parçası, fakat orada yaşamın aslında nasıl olduğunu bilmemiz mümkün değil. Gençliğimde Satyricon'daki eksik bölümleri kendi öykülerimle tamamlardım. Hastanede yatarken tekrar Petronius’a döndüm. Tekdüze, moral bozucu ortamımdan kaçma olanağı veriyordu bana ve Satyricon üzerinde daha yoğun düşünmeye başladım. Kendimi, eski bir vazonun parçalarını birleştiren ve bu arada eksik parçaların nasıl görünmüş olabileceğini tahmin etmeye çalışan bir arkeolog gibi hissediyordum. Roma da dağılmaması için hep restore edilen ama gizlerini kendine saklayan eski bir vazo gibidir. Kentimin pek çok katmanı altında nelerin gizli olabileceği düşüncesi beni büyülemiştir.


Fantasy fun on the Paris Metro / Gaston Goor



Man At Bath (2010, Christophe Honore)















Satyricon / Gaston Goor


Popol Vuh

Werner Herzog


“Cennette çölü geçerken gölgeniz hiç görünmez.”



Mayaların kutsal kitabı Popol Vuh. (Anlamı zamanların kitabı ya da olayların kitabı) İnsanlık tarihinin en eski kutsal metinlerinden biri kabul ediliyormuş:

Yaradılış (POPOL VUH)

Bir zamanlar dünyanın derin bir sessizliğe teslim olduğu, sükûnetin, dinginliğin etkisinde kaldığı yeryüzünün ufak ufak salındığı yalnız ve manasız bir şekilde durduğu söylenirdi. Bu da ilk ispat ve ilk sözlerdir. İnsan yoktu. Vahşi, evcil hayvan, balık, yengeç, ağaç yoktu. Kaya, mağara, vadi, öbek öbek çimenler, çalılıklar yoktu. Orada sadece gökyüzü vardı. Dünyanın yüzü görünmezdi. Gök kubbenin altında bir tek denizler toplanmıştı. Hepsi bu kadardı. Gök kubbenin altında olup şekil almış. azıcık da olsa işitilebilir, hareket eden veya akan veya koşuşturan hiçbir şey yoktu. Etrafta bir tek hiçlik vardı. Sadece sular bir araya gelmişti. Yalnızca deniz yerini almıştı, kabaran tek bir deniz vardı. Aslına bakılırsa başka türlü var olan hiçbir şey yoktu. Sadece dişi ve erkek yaratıcı vardı.
Yaratıcı ve Yapıcı. Çocukları taşıyan Yapıcı ile çocukların babası Yaratıcı. Uçsuz bucaksız suların üzerinde dururdu Bilgelik ve kudret onların özünü oluştururdu. Ayrıca orada gerçekten bir Cennet ve Cennetin Kalbi vardı. Bu, Tanrı'nın adıydı. O'nun ismi bu şekildeydi. 

Tanrı, sözlerini Yaratıcı ve Yapıcı ile paylaştı. Karanlık ve gecenin hüküm sürdüğü yerde Yaratıcı ve Yapıcı ile konuştu. Kendi aralarında konuştular, düşünüp taşındılar. Birbirlerine nasihatler vererek fikirleri arasındaki uyuşmazlıkları giderdiler. Orada, günün ağarması ve insan kavramları gün yüzüne çıktı. Bunun ardından tabiatın yeşermesi canlıların türemesi ve gece ve gündüz boyunca insanoğlunun var olması hakkında kararlar alındı. Huracan isimli Cennetin Kalbi olan yaradanın kudretiyle anlatılanların hepsi gerçekleşecekti. Huracan'ın ilk belirişi "Şimşek" ile oldu. İkincisi "Yıldırım" üçüncüsü ise "Yeşil Işıltıydı.". Cennetin Kalbi bu üç imge ile kaplandı. Ardından Yaratıcı ve Yapıcı'ya ışık ve hayatı masaya yatırma sırası geldi. Hayatın ve ışığın tohumu ne şekilde atılacaktı?. Bizlerin gözeticisi ve koruyucusu kim olacaktı? Bir şekilde gerçekleşecekti!. Bunun üzerine kafa yoracaksın!. Yeryüzündeki sular çekilerek azalacaktı!. Dünya şeklini alacak dengeye ulaşacak, böylece hayat başlayıp cennette de dünyada da ışık olacaktı. İnsanoğlu ne bir ihtişam, ne bir nam ne de bir görkem olmadan yaratılacak, hayata gelecekti. Böyle bir karar verdiler.

IAMX / Chris Corner