Sade etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sade etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sade ya da Cinsel Şiddet

Marki de Sade’ın gücü elbette Nerciat’dan daha fazlaydı, ama o romanesk yazının kurtarıcılığı sayesinde, Freud tarafından incelenen Başkan Schreber'in içine batacağı zihinsel yıkımdan kurtulan büyük bir paranoyaktır. Tutkularını gerçekten hayale taşıması, onun için, bir denge unsuru olacaktır, hayal ettiği sahneler en şiddetli noktaya çıktıkça daha iyi hissedilen bir rahatlama yoludur bu. Daha kötü durumda olan insanları seyrederek kendi zalim ihtiyaçlarını gideriyordu.  Sade'da, Dr. Jeykll ve Mr. Hyde'e benzer bir ikiye bölünme vardır; Sade-Jeykll klasik bir yazar olmak ister, hikayelerini yazarken 'Fransız Boccacio'su" olarak kabul edilmek isterken Sade-Hyde, hemen hemen aynı zamanda, Sodom'un Yüz Yirmi Günü'nü (27 Ekim 1785’de Bastille'de başlanmış ve "otuz yedi günde tamamlanmış" eser) kaleme alarak şiddetli ahlak bozukluğunu dışarı vurur; Kara Orman'daki Silling Şatosunda bulunan dört çapkına "hikayeci kadınlar" tarafından anlatılan ve bundan tahrik olup haremlerindeki oğlanlar ve kızlarla bu iğrençlikleri yapmak isterler -  dörtyüz altmış (tek, çift ya da canice) cinsel tuhaflığın toplamıdır. 

Sade-Jeykll ile Sade-Hyde birbirlerine güvenmemeye, aynı konuyu kullanarak birbirleriyle yarışmaya kadar işi vardırırlar. Sade-Jeykll, 1791'de, Başrahip Prevost'un inkar edemeyeceği kadar nazik bir tarzda, soylu bir genç kızın işkencelere maruz kaldığı Justine ya da Erdemin Acılarnı yayımlar; Sade-Hyde 1797’de, benzer bir kadın kahramanın tüyler ürpertici kötü muamelelere tabii olduğu, Direktuvar dönemindeki erotik kitap meraklılarının bile iğrendikleri Yeni Justine ya da Erdemin Mutsuzlukları' yla diğer Sade'la yarış eder. Sade-Jeykll'ın bir hikâye derlemesinin, Aşk Suçları, farkına varan gazeteci Villeterque, 30 vendemiaire yıl IX’da, Sade-Jeykll'ın, Yeni Justine gibi bir kitabı yazmış olduğundan kuşku duyduğunu söyler. Sade gazeteciyi derhal "alçak iftiracı" diye suçlar, bu "korkunç kuşku"ya karşı kendini savunur ve "ahlak çıkarı için bile olsa ağıza alınması gerekmeyen bu utanılacak kitabın" (sic) yazarı olabileceğini belirterek protesto eder. Ve Sade-Jeykll, elini kalbinin üstüne koyarak şöyle der: "Ahlaksız kitap hiç yapmadığımı ve asla yapmayacağımı söyler ve bunu doğrularım." Onu dolap çevirmekle suçlamakta acele etmeyelim. Sade-Hyde‘ın gerçek Sade olduğunu kabul etmemektedir: O sadece, büyük La Coste senyörünün zaman zaman dönüştüğü bir gulyabanidir.

Gazeteci Taslağı Villeterque'e Mektup, okuyucunun kafasına korku ve acıma sokmak için "mutsuz erdem tablolarının karşısına "zafer kazanan cinayet tabloları" çıkaran Sade'ın estetiği üzerine bize bilgi verir. Bu karşıtlık, işkencecilerin dehşet verici olduğu ve işkenceye maruz kalanların melodram yöntemlerle acınacak kılındığı Yeni Justine'de çok güçlü vurgulanmıştır. Justine, maceraları içinde, kötüden en kötüye gider; tehlike her adımda onu kovalar, kaçtığı erkekler birden karşısında belirir, sığınabileceğini sandığı yerler onun için cehennem haline gelir. Sis Manastırına düştüğünde, orada altı sapkın keşişin tutsağı olur: "Bu genç kızın yaşı ve güzelliği bu hergeleleri daha da ateşlendirir." Bu keşişler canice tutkularına boyun eğdirmek için başka kızları da kaçırıp cadaloz kadınların denetimine vermişlerdir. Dehşet, basit bir yemekte bile, giderek büyür: "Cadalozlar, kızların sıçmaları gerektiğini bildirir. —Tabaklara, tabaklara! der Clement. —Ağzımıza, der Sylvestre. Bu son düşünce üstün çıkar." Korku/acıma karşıtlığı nedeniyle okuyucunun acıması için ısrarla "zavallı kız", "utangaç Justine" dediği bu tatlı, sofu kahramanın, bu korkutucu gösterinin izleyicisi olması gerekmektedir.

Sade’ın hikayelerinde egemen kılmak istediği İngiliz kara romanının duygusal korkusu değil, cinsel korkudur. Sade'ın kahramanlarının hepsi, gerçek zevkin acı olduğuna inanırlar; kimileri zevk alırken acı çekmek bile ister ve cinsel eylem sırasında kendilerini kırbaçlattırır ya da hırpalattırırlar. Ama, kendilerini ortadan kaldırmaya kadar gitmek istemediklerinden, başkalarının acısını izlemeyi tercih ederler. Bu acı ne kadar büyük olursa, zevkleri o kadar tam olacaktır. Keşiş Jerome'un meslektaşlarına itirafı, zihinsel gaddarlığı fiziksel kabalığa ekleyen tam bir sadistin itirafıdır. Bir İtalya seyahati sırasında, Heloise'm sevgilisi Alberoni’yi nasıl öldürdüğünü anlatır. Heloıse bayılır: "Benim yerimde başkaları olsaydı, belki kurbandan daha sakince faydalanmak için onun bayılmasından istifade ederlerdi. Ben çok farklı düşünüyordum: Bu zavallının, başına geleceklerden daha iyi zevk almak için bütün duyularına sahip olmamasına üzülüyordum." Kızı kendine getirir ve ona acı vermeye başlar: "Oh! Vicdansız! der kız ağlayarak. Daha ne istiyorsun? Bana ne işkenceler hazırladın?" Bunun üzerine Jerome, hayal edilebilecek en korkunç biçimde kıza arkadan tecavüz eder. "Onu sevgilisinin cesedinin üstüne yatırdım ve onları öyle bir araya getirdim ki, ağızları birbirine yapıştı. Bu yeni durumun kurbanımı içine sürüklediği korku, dehşet ve umutsuzluk anlatılamaz."

Valentine Hugo "Sade"

Yeni Justine'de, kadınların ellerini kollarını kesmek ve onları kanları boşalarak ölmeye terk etmekten zevk alan Gernande Kontunun ürkünç bir görünümü vardır: Uzun burun, çalı gibi kaşlar, dişsiz ağız, boğuk ve tehditkâr bir ses, gırtlaklamaya uygun uzun eller. Bu tipin karşısında, siyah gözlü, ince uzun, sarışın, ondokuz yaşındaki karısı Madam de Gernande melek gibidir: "Hareketlerinin, davranışlarının her birinde küçük de  olsa bir tatlılık vardır, duygu taşımayan tek bir bakışı yoktur" Sade, böyle bir güzellikle böyle bir çirkinlik arasında bu karşıtlığı geliştirmekten büyük zevk alır. "Namussuz eşekarısının birkaç leke bıraktığı güzel bir zambak görüntüsü." Ama kontesin bütün bu övgülü portresi, kocanın onu aşağılık kimselere sunacağı anı daha üzücü yapmak içindir: "İşte size verdiğim karım, dostlarım, der Gernande; sizden rica ediyorum, ona küfredin, kötü davranın, her anlamda ve her biçimde ona eziyet edin."

Marat / Sade


Marat / Sade (1967, Peter Brook)

Marat...

Bastille'de yattığım on üç uzun yıl boyunca öğrendim ki, bu dünya bedenlerin dünyası. Her beden korkunç bir güçle titriyor... her beden yalnız ve kendi huzursuzluğundan muzdarip. Bir taş denizinin ortasındaki bu yalnızlıkta durmadan fısıldaşan dudaklar duydum ve hep onu hissettim, avuçlarımda ve tenimde o temas ihtiyacını. On üç sürgülenmiş kapının ardında, ayaklarım zincirlenmişken ben sadece bedendeki deliklerin hayalini kurdum. insan kanca haline gelip, birinin içine kaçabilsin diye konmuşlar sanki oraya. Hiç durmadan bu karşı karşıya gelişin hayalini kurdum....ve bu en vahşi, en hoşgörüsüz, en gaddar bir zihnin hayaliydi.

Marat... öz benliğin bu hücreleri, en derin taş zindanlardan bile daha beterdir, kilit altında oldukları sürece de... senin o meşhur ihtilalin sadece bir hapishane ayaklanması olarak kalır...

...ve baştan çıkmış mahkum dostların
tarafından bastırılması gerekir.

Sade'dan Mektuplar

21 ekim 1778

Ne kadar sevdiğimi tahmin bile edemeyeceğin küçük minnoşlarıma (*Sade'ın iki oğlu: 27 Ağustos 1767 doğumlu Louis Marie, 27 Haziran 1769 doğumlu Donatien Claude Armand) bir lafım var. Yarın serbest kalmış olsam, iki yıl süresince onları göremeyecek olmak benim için büyük bir üzüntü kaynağı. Bunu hiç beklemiyordum. Geçtiğimiz yıl, onları görebildiğimde büyümüş olacaklarını hayal etmekte haksız değilmişim. Aman tanrım, karşılaştığımızda beni kesinlikle tanımayacaklar. İnsanın çocuklarına kavuşup sarılamaması gerçek bir ceza; en tatlı oldukları zamanlar şu anlar, sonra sadece sıkıntı verecekler. Senden, bu zavallı yavrucakları koruyup kollamak için gösterdikleri çabaları için, babana ve annene, benim adıma ısrarla teşekkür etmeni istiyorum. Bu yaptıklarının beni ne derece etkilediğini anlatamam. Bir yandan üzülürken diğer taraftan seviniyorum; hani çocuklarına bakacak birini bulduklarında onların ayaklarına kapanan zavallılar vardır ya, bu zenginler onlar içinde bulundukları umutsuzluktan kurtardığı için, çocuklarına hayal ettikleri imkanları sağlayacağı için, onlara karşı minnet gözyaşları dökerler, işte bizi onlara benzetiyorum. Yaptığım bu benzetme bilmiyorum seni ne kadar sarstı ama bunları düşünürken benim döktüğüm gözyaşları nasıl isimlendirilmeli bilmiyorum...


...

22 mart 1779

Kuzucuklarımla ilgili, bana, kelimesi kelimesine, çocuklar giderken seni iki yıl sonra görecekleri için mutlulardı, yazmıştın. Bu onları iki yıl göremeyeceğim anlamına geliyor sanırım. Ama şimdi iyi ki bu değişti, onları görmeden ülkeden ayrılmak zorunda kalsaydım, bu benim için dayanılmaz bir acı olurdu. Deli oldum. Beni tek başıma sanki onlar yanımdaymış gibi konuşurken görseydin... Aklımı kaçırdığımı zannederdin. Rüyama girmedikleri tek bir gece yok. Yakında onlara mektup yazacağım.

Sade (2000, Benoit Jacquot)

Sade'dan Queer Öyküler

Sade'dan Queer Öyküler


Kestane Çiçeği

Sizlere bu konuda kesin bir güvence veremem ama kimi bilim adamlarının, kestane çiçeğinin tıpkı Adem soyunun üremesi için doğanın erkeklerin böğrüne yerleştirmekten mutluluk duyduğu o üretici tohumlar gibi koktuğuna insanları inandırdıkları söylenir.

Valentine Hugo "Sade"
Yaklaşık on beş yaşlarında, babaevinden dışarı adımını atmamış genç bir kız, bir gün annesi ve sevimli bir rahiple birlikte, iki yanı kestane ağaçlarıyla çevrili bir yolda dolaşmaktaydı. Kestane çiçeklerinin kokusu yukarıda sözünü ettiğimiz anlamda kaplamıştı çevreyi.

"Aman Tanrım” der genç kız annesine, kokunun nereden geldiğini anlamaksızın. “Şu tuhaf koku... içinize çekin anne, soluyun lütfen... Yakından tanıdığım bir koku bu."

"Susunuz, kızım, böyle şeyler söylemeyiniz, lütfen."

"Peki ama neden anne, bu kokunun bana hiç yabancı gelmediğini söylemekte bir kötülük görmüyorum, üstelik de bu koku bana kesinlikle çok tanıdık geliyor."

“Ama kızım...”

“Ama anne, bu kokuyu tanıdığımı söylüyorum size. Rahip efendi, lütfen söyleyin bana, anneme bu kokuyu kesinlikle tanıdığımı söylemekte ne gibi bir kötülük olabilir ki?"

"Küçük hanım" der rahip göğsündeki dantelle oynayıp sesinin tonunu yumuşatarak. 

“Kötülük sözcüğü tek başına pek bir anlam taşımaz ama şu anda kestane ağaçlarının altındayız ve biz, doğabilimciler kestane çiçeklerinin..."

"Evet, kestane çiçeklerinin..?"

"Evet, küçükhanım, kestane çiçeklerinin meni gibi koktuğunu kabul ederiz."


Çarmıhtakine karşı, Sade



 Ey İsa, sahtekarların prensi,
en soylu zevklerimizin hırsızı!

Beni dinle!

O bakirenin göbeğinden sürünerek
çıktığın günden beri tek yaptığın

Sorumluluklarından kaytarmak
ve sözlerini tutmamak oldu!

Biz asırlarca bekledik,
ama sen sessizliğini korudun!

Kurtuluş vaat ettin, ama tek
bir ruhu bile kurtarmadın!

Seni canavar, sen ki
yaşamı zalimlikle yarattın

Ve onu bütün günahsız
ruhlara zorunlu kılarak,

Bilinmeyen bir güç adına,
"İlk günah" ile bizi lanetledin

Sırf, yine aynı otorite
adına bizi cezalandırmak için.

Günah çıkarmanı istiyoruz!
Bize yalan söylediğini itiraf et!

İğrenç ve affedilemez
günahlarını itiraf et!

Etine daha derin ve yeni çiviler çakıp

Alnına daha sivri dikenlerden taç yapacağız

Ta ki kabuk bağlamış
yaralarından kan fışkırana kadar!

Uğruna bu kadar kan dökülmüş olan,
değersiz varlık

İnsanın aptalca umut ve korkularının yarattığı
bir hayal ürününden başka bir şey değilsin.

İnsanoğluna işkence
etmek için varsın sadece!

Ne çok acıdan sakınırdık
Sileni (2005, Jan Svankmajer)

Adını haykıran ilk aptalı
boğazlayıp öldürmüş olsaydık.

Göster kendini! Haydi,
sana küfrettiğim için beni cezalandır!

İhtişamını küçümsüyorum!
Cömertliğini hor görüyorum!

Mucizeler yarattığını iddia ediyorsun,

öyleyse şimdi görelim bir tanesini!

Tanrı, eğer varsan,

bize görün!

Sade'dan Queer Öyküler

Sade'dan Queer Öyküler

Filozof Eğitmen

Eğitimine çalışılan bir çocuğa öğretilmek istenen bütün bilimler içinde Hıristiyanlık’ın sırları, bu eğitimin en yüce bölümü olmasına karşın, genç beyinlere en zor sokulabilen bilgilerdir. Sözgelimi, on dört ya da on beş yaşlarındaki bir çocuğu baba Tanrı’yla oğul Tanrı’nın bir olduğuna, babanın oğulla, oğulun da babayla aynı tözden geldiğine... bunun da yaşamdaki mutluluk için son derece gerekli olduğuna inandırmak cebir öğretmekten çok daha zordur. Bunu başarmak istiyorsanız bazı fiziksel biçimler kullanmak, bazı somut açıklamalar getirmek zorundasınız. Bunlar, bazen ne kadar ilgisiz görünürlerse görünsün, gizemli nesnenin kavranmasını sağlayacaktır.

On beş yaşında, yeryüzünde görülebilecek en güzel yüze sahip genç Nerceuil Kontu’nun eğitmeni rahip Du Parquet kadar bu yöntemi derinlemesine uygulayan kimse yoktur dünyada.

Genç kont “Sayın rahip” diyordu her gün eğitmenine, “bu eştözlülük düşüncesini bir türlü kavrayamıyorum. İki kişinin nasıl bir olduğunu kesinlikle anlayamıyorum. Bu gizemi açıklayın bana, lütfen, ya da anlayabileceğim bir biçime sokun.”

Eğitiminde başarıya ulaşma hırsıyla yanıp tutuşan saygın rahip, öğrencisine her zaman her şeyi kolaylaştırabilmekten mutlu, kontu rahatsız eden güçlükleri ortadan kaldırmak için çok ilginç ve eğlenceli bir yöntem bulur. 

Doğanın içinden aldığı bu yöntem kesinlikle başarıya ulaşmalıydı. Eve on üç, on dört yaşlarında bir kız çocuğu getirtir, onu iyice eğittikten sonra genç öğrencisiyle birleştirir.

“İşte, dostum” der öğrencisine, “eştözlülüğün gizemini kavrayınız artık: iki kişinin nasıl bir ettiğini şimdi daha kolay anlayabiliyor musunuz?”

“Tanrı aşkına, evet, sayın rahip” der gönül çekici yaratık. “Şimdi her şeyi akıl almaz bir kolaylıkla algılıyorum. Bu gizemin tanrısal kişilerin bütün mutluluğu olduğuna şaşırmıyorum artık çünkü iki kişiyken bunu bire indirgemenin ne kadar hoş olduğu ortada.”

Birkaç gün sonra küçük kont eğitmenine bir ders daha vermesi için ricada bulunur çünkü bu gizin içinde hala karanlık kalmış, iyi anlayamadığı bazı şeyler vardır ve bunu ancak daha önce yaptığını bir daha tekrarlayarak kavrayabilecektir. Görünüşe göre bu sahneden en az öğrencisi kadar keyif almış olan kibar rahip genç kızı yeniden getirtir, ders yeniden başlar ama bu kez, tek vücut olurlarken Nerceuil’ün güzel çocuğunun kız arkadaşıyla yarattığı iştah kabartıcı görüntüden fazlasıyla heyecanlanan rahip İncil’deki meseli açıklamak için üçüncü kişi olarak aralarına katılır ve ellerine gelen güzelliklerden hazzın ateşi bütün benliğini sarar.

“Sanırım biraz hızlı gidiyorsunuz” der Du Parquet genç kontu kendine doğru çekerek. “Hareketleriniz fazla esnek, eğer tam bir bütünleşme gerçekleşemezse burada kanıtlamaya çalıştığımız gizemi bütünüyle kavramanız mümkün değil... Ama iyice yerleştirirsek, evet, tam bu biçimde iyice yerleştirirsek...” der öğrencisinin genç kıza sunduğu şeyi öğrencisine aynen sunarak.

“Ah! Aman Tanrım, canımı yakıyorsunuz, sayın rahip” diye bağırır delikanlı. “Bu tören biraz gereksiz gibi geliyor bana, giz konusunda bildiklerime bunun daha fazla ne gibi bir katkısı oluyor ki?”

“Tanrı aşkına” der rahip zevkten titreyerek, “sana her şeyi aynı anda öğrettiğimin farkında değil misin? Buna ‘Teslis’ derler, evladım... sana Teslis’i öğretiyorum bugün. Böyle beş, altı ders daha alırsan eğer, Sorbonne’da doktoranı bile verebilirsin.”

Marquis de Sade


Sileni (2005, Jan Svankmajer) "Marquis de Sade"

Tabiat bize ne veriyor? Tabiat açgözlü, yok edici, zalim, vefasız ve tamamen duyarsız değil mi? Elinden gelen en iyi şeyin cinayet ve sakat bırakmak olduğunu söyleyemez miyiz? Kötülüğün, onun doğal bir parçası olduğunu görmüyor musun? Yaratıcı güçlerini sadece, dünyayı kan, göz yaşı ve acıyla doldurmak için kullandığını? Hangi ana tüm enerjisini felaketlere yol açmaya harcar? Merhametsizce ve sistemli bir şekilde çocuklarını öldürmeye? Tabiat Ana dediğin şeye bir bak. Sadece yok etmek için yarattığını göreceksin. Tek yaptığı cinayet! Öyleyse bizler, onun çocukları, neden daha iyi davranalım? Ben böyle bir anneyi öldürürüm! Tanrı'ya gelince... Tabiat, en azından, bizim istek ve arzularımızdan bağımsız var olabiliyor. Ancak Tanrı, insanın korku ve umutlarının yarattığı bir hayal ürünüdür. İnsan hep mutsuz olmuştur. Her zaman korkmuştur. Acılarının sebeplerini ve onları sona erdirecek umudu arar durur. Bu yüzden, dileklerini yerine getirmesini umarak uydurma bir Tanrı hayal eder. Tanrı, bir hayalden fazlası değildir, Hristiyanlık öğretisi, senin şu Yüce Tanrı'n hakkında ne anlatıyor bize? Senin dininin, onun hakkında anlatacak nesi var? Tek gördüğüm hayal ürünü barbar bir varlık, Dünyayı bir günde yaratan, ve ertesi gün buna pişman olan. İsteklerini yerine getirecek kullar yaratmaktan aciz zayıf bir yaratık!

...

Jan Svankmajer'den Lunacy " Marquis de Sade"


" Bayanlar baylar, İzlemek üzere olduğunuz, bir korku filmidir.
Türe özgü tüm bozulumları barındırmaktadır. Bir sanat eseri değildir. Günümüzde, sanat zaten ölmüştür. Onun yerine, Narkissos'un yüzünün yansıması için bir tür fragmandır. Filmimize, Edgar Allen Poe'ya çocukça bir övgü gözüyle bakılabilir. Kendisinin bazı motiflerini ödünç aldım. Ve  Marquis de Sade'a...ki film, saygısızlık ve yıkıcılığını kendisine borçludur.

Bu filmin konusu aslında ideolojik bir tartışma. Akıl hastanelerinin nasıl yönetileceğiyle ilgili. Temel olarak, bu tür enstitüleri yönetmenin iki yolu vardır. İkisi de aynı ölçüde aşırıdır. Biri mutlak özgürlüğü teşvik eder. Diğeri, eski moda olanı, denenmiş bir kontrol ve cezalandırma yöntemidir. Ancak, üçüncü bir tane daha vardır. Diğer ikisinin en kötü yanlarını bir araya getirerek daha da kötüleştirir. Bugün içinde yaşadığımız tımarhane, budur."

Jan Svankmajer

Sade'dan Queer Öyküler

Sade'dan Queer Öyküler

Beni Hep Böyle Kandırın

Hala hayatta olması ve güçlü varlığı yüzünden sizden adını gizlememe izin vermenizi isteyeceğim sayın ... Kardinali kadar ahlaksız pek az insan vardır yeryüzünde. Resmi görevi, yoldan çıkmışlara hazlarını doyurmak için gerekli şeyleri sağlamak olan o kadınlardan biri, söz konusu Kardinal için hep özel anlar düzenlemektedir. Görevi gereği ona her sabah en fazla on üç, on dört yaşlarında bir kız çocuğu sunar ama Kardinal Hazretleri uygunsuz bir biçimde hazlarını tatmin ettiğinden, genç kız bakire olarak girdiği yerden bakire olarak çıkar, böylece ahlaksız insanlara bir ikinci kez daha satılabilirdi. Kardinal’in buyruklarını körü körüne yerine getiren saygıdeğer kadın, bir gün, elinin altında, her sabah sunmak için anlaştığı o gündelik haz nesnelerinden tek bir tane bile bulunmadığını görünce korodan çok güzel bir erkek çocuğunu kız gibi giydirmeyi düşünür. Çocuğa saçlar takılır, bir bone geçirilir başına, jüponlar giydirilir, kısacası Tanrı’nın bu kutsal adamının isteyebileceği bütün yanıltıcı çekicilikler sağlanır. Tabii ki ona kendisini öbür cinsten ayıran özellikler verilemez ama bu durum düzenbaz kadını da pek korkutmaz açıkçası... Bu yutturmaca işinde kendisine yardım eden arkadaşını, “Bu erkek çocuğunun evrendeki bütün kızlarda da varolan yerleriyle ilgilenecektir yalnızca, korkmanıza hiçbir neden yok...” diye yatıştırır.

Bir İtalyan kardinalinin böyle şeylerle kandırılamayacak kadar ince bir sezgi yeteneği ve fazlasıyla gelişmiş bir zevki olduğuna inanan çocuğun annesiyse heyecan içindeydi. Çocuk gelir, saygıdeğer papaz onu kurban eder arzularına ama üçüncü deviniminde " Per Dio santo" diye bağırır Tanrı'nın adamı, "sono ingannato, questo bambino e ragazzo, mai non fu putana!"

Ve doğruluğunu kontrol eder... Kutsal kentin sakini için bu serüvende öfkelenecek bir şey olmadığından kardinal yoluna devam eder, sürdürür işini, belki de patates yerine kendisine yer mantarı ikram edilen çiftçi gibi "Beni hep böyle kandırın" diye söylenir içinden.

İşi bittiğinde, "Madam" der yaşlı kadına, "bu kandırmacanızdan ötürü kınamıyorum sizi."

"Monsenyör, bağışlayınız."

"Hayır, hayır, kesinlikle kınamıyorum sizi ama bir daha böyle bir şey yapacak olursanız beni önceden uyarmayı sakın ihmal etmeyin çünkü... ilk anda göremediğim şeyi böyle bir durumda kesinlikle hemen fark ederim."

Sade

http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/09/black-spark.html

...ne yaptığım ne yapmadığım çağdaş mitin konusu olmakta. Cinsel eğilimlerim yeraltı dünyasının bir kalıtı olmaya doğru gidiyor. Zincirlere asılı, saçları kazınmış genç adam genlerimde canlı buluyor beni. Onun erbezi iç salgısında ruhsal değerim ben... 

Yaşamın karanlık yanı, yeraltı, insan doğasının arka yanı. Açınsamanın başladığı yer orası işte. Ya orada bana katılıp sanatın için deneyim yönünden zenginleşmiş olarak dönmeyi ya da kendini rahat hissettiğin duyusal yöre içersinde kalmayı seçebilirsin...(http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr /2014/03/ Sade Okumaları

SADE

O.Flake. Sade üzerine: Karşısında saygıyla eğilmeyen kişi için hiçbir değer kalıcı değildir. Sade, neden saygı göstermesi gerektiğini anlamaz, uzun süre bu nedeni aradı ama bulamadı. "Sade'a göre lütuftan yoksun olan insan sorumlu değildir.

Bak. Juliette'de kötünün matematiği.

Temel yasaya başkaldırı takıntısı içindeki bu kişi, akla ve cinselliğe, aynı gerekçeyle, inanıyordu. Charenton'da, işkence görmüş ama akıl sağlığı yerinde olarak, ölüme yaklaşırken, hepsini kendisinin yönettiği oyunlarda delileri oynattı: Tablo.

"Büyük sorunları irdelemek için - hiç yaşamadığı ve yaşamak istemeyeceği acımasızlıklar hayal etti."

Albert Camus / Defterler'den

Sade'dan Queer Öyküler

Sade'dan Queer Öyküler

İkinize de Yer Var

Saint-Honore Sokağı’nda oturan, yirmi iki yaşlarında yağlı, tombul, şehvet uyandıran körpe bir bedene sahip, cinsel çekiciliğini akıl, canlılık ve katı aile yasalarının yasakladığı hatlara duyduğu çılgınca arzuyla zenginleştiren güzel bir burjuva kadın, yaklaşık bir yıldan bu yana yaşlı ve çirkin kocasına iki yardımcı tutmaya karar vermişti. Yaşlı ve çirkin koca bizim güzel ve baştan çıkarıcı Dolmence’imizi yalnızca tiksindirmekle kalmıyor, görevlerini de pek ender ve pek kötü bir biçimde yerine getiriyordu. Dünyada hiçbir şey Dolmence'in iki sevgilisiyle ayarladığı randevulardan daha iyi düzenlenmiş olamazdı: Genç asker Des Roues’nun randevusu akşam dörtten beşe kadardı. Dünyanın en güzel yüzüne sahip genç tüccarsa saat beş buçuktan yediye kadar kalıyordu yanında. Bu beraberlikler için başka bir zaman bulmaya kesinlikle olanak yoktu. Bunlar Madam Dolmence'in tek elverişli anlarıydı: Sabahları kesinlikle mağazaya gitmesi gerekiyordu, akşamları da şöyle bir görünmesi gerekiyordu bazen, ya da kocası geliyor, bu kez de işlerden konuşmak gerekiyordu. Aslına bakarsanız Madam Dolmence bir bayan arkadaşına zevk anlarının böyle peşpeşe gelmesinden de çok hoşlandığını söylemişti. Böylece hayal gücü hiç zayıflamıyor, sönmüyor, diye ileri sürüyordu, bir hazdan diğerine geçmekten daha hoş bir şey olamaz, yeniden yoğunlaşmaya, uğraşmaya bile gerek kalmıyor. Aşkın bütün heyecanlarını en ince ayrıntısına kadar hesaplayan gönül çekici bir kadındı Madam Dolmence. Bu yetenekleri sayesinde de iki sevgilinin tek bir sevgiliden daha iyi olduğunu keşfetmişti. Kim ne derse desin, sonuçta hemen hemen aynı noktaya varılıyordu. Kocası kendisini çocuk sahibi yapabilecek güçte olmadığından gebe kalmaktan özellikle çekinen Madam Dolmence, iki sevgilinin çok daha az tehlikeli olacağını hesaplamıştı; çünkü, diyordu iyi bir anatomist olarak, iki meyve karşılıklı olarak yok eder birbirini.

Bir gün, randevulardaki bu düzen bozuluverir ve birbirini hiç görmemiş, tanımamış olan bizim iki sevgili, az sonra görüleceği gibi çok komik bir biçimde tanışırlar. Des Roues birinciydi ama çok geç gelmişti randevusuna, işler bir kez ters gitmeye görsün, ikinci sevgili Dolbreuse de biraz erken geliverir.

Bu iki küçük yanlışlığın nasıl kötü bir karşılaşmaya neden olabileceğini zeka dolu okur hemen anlayıverecektir; Zaten her şey onun tam da düşündüğü gibi oldu. Bunun nasıl olduğunu anlatalım şimdi, kendi başına alabildiğince açık saçık bir olayı elden geldiğince kibar ve bütün ağırbaşlılıkla sermeye çalışalım gözlerinizin önüne.

Pek tuhaf bir fantezi fikriyle erkeklerde çok sık rastlanır buna, sevgili rolü oynamaktan yorulan bizim askerimiz bir an için metres rolüne soyunmak ister. Tanrıçasının kollarında olmak yerine onu kolları arasında tutmayı arzular: Tek kelimeyle altta olması gerekeni üste çıkarır ve Madam Dolmence, güzel kalçalı Venüs gibi çırılçıplak, sevgilisinin üzerine boylu boyunca uzanınca Yunanlılar’ın sözkonusu heykelde tapınırcasına sevdikleri o çok güzel bölgeyi bütün gizemlerin kutsandığı odanın kapısına doğru sergilemek zorunda kalır ister istemez. Uzağa gitmeye gerek yok, bu güzel bölgeler Paris'te de yeterince hayran bulmakta. Hiç beklemeden dosdoğru odaya girmeye alışık olan Dolbreuse ıslık çalarak geldiğinde işte bu manzarayla karşılaşır ve namuslu bir kadının hiçbir zaman göstermemesi gereken yerlerini görür.

Başkalarını pek mutlu edecek bu görüntü karşısında Dolbreuse geriler “Bu da ne” diye bağırır.. “Alçak kadın... bana layık gördüğün yer burası mı?"

Bir kadının sanıldığından daha iyi tepki gösterdiği o kriz anlarından birini yaşamakta olan Madam Dolmence kendini Adonis'inin kollarına bırakırken: “neyin var kuzum” diye çıkışır öbür Adonis’ine. “Senin için hiç de üzücü bir durum yok ortada. Bizim rahatımızı bozma, sana ne kalmışsa oraya yerleş işte, görüyorsun ya, ikinize de yer var.”

 Metresinin bu soğukkanlılığı karşısında Dolbreuse gülmesine engel olamaz. Söyleneni yapmanın en doğrusu olduğunu düşünür, bir kez daha tekrarlatmaz bu öneriyi ve söylenenlere bakılırsa her üçü de pek mutlu olurlar.

Sade'dan Queer Öyküler

Sade'dan Queer öyküler

Augustine de Villeblanche ya da
 Aşk Uğruna Çevrilen Dolaplar


Az sonra kendisinden söz etme fırsatı bulacağımız Matmazel de Villeblanche “doğadaki sapmalar arasında o yarı filozofları, hiçbir şey anlamaksızın her şeyi incelemeye, çözümlemeye çalışan o yarı filozofları en fazla düşündüren, onlara en garip gelen, belli yapıda ya da belli yaradılıştaki kadınların kendi cinsiyetlerindeki insanlara karşı duydukları o tuhaf istektir” diyordu bir gün en iyi bayan arkadaşlarından birine. “Ölümsüz Sapho’nun çok öncesinde ve sonrasında bize bu tür fantezileri, bu tür tercihleri olan kadınları sunmamış ne tek bir ülke ne de tek bir kent vardır evrende. Böylesine güçlü kanıtlardan sonra da kalkıp bu kadınları doğaya karşı suç işlemekle suçlamak yerine bu tuhaflıklarından ötürü doğayı suçlamak çok daha akıllıca olacaktır sanırım. Oysa yine de hep ayıplanıp durmuştur bu kadınlar. Kimbilir, cinsiyetimizin her zamanki o buyurgan etkisine, çekiciliğine kapılmamış olsalardı kimi Cujas’lar, kimi Bartole’ler, kimi IX. Louisler bu duygusal ve mutsuz yaratıklara karşı erkekler için resmen açıklamış oldukları aykırı eğilimlerin yasalarını aynen uygulamayı düşünecekler miydi dersiniz. Aynı tuhaf biçimde yaratılmış ve hiç kuşkusuz aynı geçerli nedenlerle birbirlerine yeteceklerini sanan bu insanlara göre üreme için çok önemli olan karşı cinslerin birleşmesi belki de hazlar için aynı derecede önemli değildir. Tanrı şahit, hiç kimsenin tarafını tutuyor değiliz burada... değil mi, cicim?” diye sürdürüyordu konuşmasını güzel Augustine de Villeblanche bayan arkadaşına biraz kuşku uyandıran öpücükler göndererek.Ama bütün aykırılıklar, bütün nefretler, bütün acı alaylar, günümüzde artık körleşmiş olan bu silahlar yerine, toplumun umrunda bile olmayan, Tanrı’ya vız gelen, belki de doğaya sanıldığından daha yararlı olan bu eylemle herkesi davranışında özgür bırakmak çok daha yerinde olmaz mıydı?... Bu bozulmanın, bu yoldan çıkmanın ne gibi ürkütücü bir yanı olabilir ki?.. Gerçekten bilge olan bütün insanların gözünde bu, belki çok daha büyük bozulmaların habercisidir ama asla çok daha tehlikelilerinin değil... Ah, ulu Tanrı’m, kadın ya da erkek, bu insanların fantezilerinin dünyanın sonunu getireceğinden, o değerli insan soyunu tehlikeye atacağından ve çoğalmaya yardımcı olmadığı için bu sözümona suçun Adem soyunun artışını yavaşlatacağından mı korkuluyor? İyi düşünüldüğünde bu hayali kayıpların doğayı hiç ilgilendirmediği, onları suçlamak şöyle dursun doğanın onları istediğini, onları arzuladığını bize binlerce örnekle kanıtladığı görülecektir. Üstelik, bu kayıplar onu ürkütüyor olsaydı, binlerce durumda böylesine hoşgörülü davranır mıydı? Üremek onun için böylesine büyük önem taşısaydı eğer bir kadının yaşamının ancak üçte birinde kendisine bu alanda hizmet etmesine, eline doğan insanların da yarısının çoluk çocuk sahibi olmaya ters düşen zevkler edinmesine izin verir miydi hiç? Daha iyisi şöyle söyleyelim, türlerin çoğalmalarına izin verir doğa ama bunun için hiç mi hiç zorlamaz. Her zaman kendisine gerekenden fazla insana sahip olacağı apaçık ortadadır ve temelinde üremeyle ilgili bir olgu bulunmayan, hatta bu üreme olgusundan tiksinti duyan eğilimleri engellemeyi düşünmekten de alabildiğine uzaktır. Rahat bırakalım doğa anayı, kaynaklarının sonsuz olduğuna, yaptığımızı hiçbir şeyin onu aşağılamadığına, yasalarına kastedecek bir suçu işlemeye de gücümüzün yetmeyeceğine inandıralım kendimizi.

Nasıl bir mantığa sahip olduğunu biraz olsun gördüğümüz matmazel de Villeblanche yirmi yaşında dilediği gibi davranma özgürlüğüne kavuşmuş, yılda otuz binlik bir geliri de bulunduğundan hiç evlenmemeye karar vermişti. İyi bir aileden geliyordu, Hindistan'da servet sahibi olmuş, kendisi daha çocukken, adına evlilik kararı verilemeyecek bir yaştayken ölmüş bir babanın kızıydı. İster öğüt, ister eğitim, ister organın niteliği ya da kanın kaynaması (Madras'ta doğmuştu) ya da doğanın dürtüsü deyin, kısacası nasıl tanımlarsanız tanımlayın, ne derseniz deyin Matmazel de Villeblanche erkeklerden nefret ediyordu, iffetli kulaklar safoculuk sözcüğünden ne anlıyorlarsa kendini tümüyle ona kaptırmış, hazzı yalnızca kendi cinsiyetindeki insanlarda buluyor, Aşk’tan duyduğu nefreti Venüs’ün tanrıçalarında gideriyordu.

Augustine erkekler için gerçek bir kayıptı aslında: Uzun bir boy, resmi yapılacak kadar çekici, kestane rengi güzel saçlar, hafif kartalımsı bir burun, olağanüstü dişler... Hele o gözlerindeki anlam, canlılık... o yumuşacık, bembeyaz ten... ve bütün bunlar insanın içini hoplatan bir şehvet duygusu yaratıyordu tek kelimeyle. Onun bu denli aşk için yaratılmış ama bunu kabul etmemekte öylesine kesin kararlı olduğunu gördüklerinde erkeklerin kendilerine hizmet etmek için dünyaya getirilmiş evrenin bu en güzel yaratıklarından birinin, Paphos sunaklarını kendilerine yasaklayan ama Venüs mabedinin müridlerine bir yığın haz tattıran bu sapkın zevkle acı acı alay etmelerinden daha doğal ne olabilirdi ki. Matmazel de Villeblanche bütün bu sitemlere, kınamalara, bütün bu kem sözlere kahkahalarla gülüyor, fantezilerinden bir an olsun vazgeçmiyordu.

Çılgınlıkların en büyüğü doğanın bize verdiği eğilimlerden dolayı yüzümüzün kızarmasıdır" diyordu. "Tuhaf zevkleri olan bir insanla alay etmek, en az tek gözlü ya da topal doğmuş bir insanla alay etmek kadar barbarcadır ve bu aptallara mantıklı ilkeleri anlatmaya kalkışmak da yıldızların akışını durdurmaya çalışmaktan pek farklı değildir. Kendinde olmayan bir kusurla alay etmekte gururu okşayan, tatmin eden bir şeyler vardır ve bu zevkler insanoğlu, özellikle de geri zekâlı insanlar için öylesine tatlıdır ki, bundan bir türlü vazgeçemezler... Tabii bu bazı iblisliklere, bazı alaylara, pek yavan cinaslara yol açar. Topluluk için, yani sıkıntının bir araya getirdiği ve aptallığın farklılaştırdığı bir insan topluluğu için hiçbir şey söylemeden bir iki saat konuşmak öylesine güzel, kendilerinde varolmayan bir kusuru, bir kötü alışkanlığı kınayarak ortaya koymak ve bu sayede başkalarının gözünde parıldamak öylesine tadına doyum olmaz bir şeydir ki... Aslında üstü kapalı olarak bir tür övgü yağdırmaktadırlar bana farkında olmaksızın, bu uğurda başkalarıyla birleşmeyi bile kabul ederler, en büyük suçu kendileri gibi düşünmemek olan kişiyi ezmek için komplolar kurar, entrikalar düzenler ve davranışlarının ukalalık ve aptallıktan başka bir şey olmadığı kendilerine kanıtlanmadığından zekâlarından gurur duyarak, koltukları kabararak evlerine dönerler.”

İşte böyle düşünüyordu Matmazel de Villeblanche; duygularını bastırmamaya kesin kararlı, dedikodularla alay eden, kendi kendine fazlasıyla yetecek kadar zengin, ününün de ötesinde şehvet dolu bir yaşamı tenetaparcasına hedefleyen, buna karşılık tanrısal mutluluğa pek fazla inanmayan, duyuların ölümsüzlüğü gibi boş hayallere hiç mi hiç inanmayan, çevresi kendisiyle aynı görüşleri paylaşan kadınlarla sarılmış olan sevgili Augustine, büyük zevk aldığı hazlara safça terk etmişti kendini. Pek çok hayranı olmuştu ama onlara öylesine kötü davranmıştı ki, hepsi de böyle bir zafer elde etmekten neredeyse tümden vazgeçecek duruma gelmişti, işte tam o sıralarda, onunla hemen hemen aynı sosyal konumda, en az onun kadar zengin olan Franville adlı genç bir erkek çılgıncasına âşık olmuştu kendisine. Kabalıklarından tiksinti duymadığı gibi zafer kazanmadan sahayı terk etmemeye de kesin kararlıydı. Tasarısından arkadaşlarına söz etti, alay ettiler kendisiyle, kazanacağı konusunda diretti, kazanamayacağına bahse girdiler, kabul etti. Franville, Matmazel de Villeblanche’tan iki yaş küçüktü, sakalı daha yeni çıkıyordu, çok güzel bir vücuda, çok çekici hatlara, dünyanın en güzel saçlarına sahipti. Kadın kılığına girdiğinde her iki cinsi de her zaman şaşırtırdı, kimisini yolundan saptırır kimisi de çılgınca aşkını ilan ederdi kendisine ve böylece aynı gün içinde kimi Adrien’ların Antonius’u, ya da kimi Psyche’lerin Adonis’i oluverirdi. İşte Franville, Matmazel de Villeblanche’ı bu giysiler içinde baştan çıkarmayı kurdu, nasıl davrandığını, neler yaptığını az sonra göreceğiz.

S/A/D/E


Sade, bugüne kadar yaşamış en özgür zihindir. 
(Apollinaire)




William Blake, Sade'ın suçları ya da yazılarıyla ilgisiz görünse de asıl bu nedenden dolayı Bastille'e hapsedildiğini, eski feodal dünyanın yozluklarının ve rezilliklerinin ifadesi olan The French Revolution (Fransız Devrimi, 1871) şiirinin sembolizmiyle anlatmıştı:


... ve korku denilen mağara, bir adamı

Eli ayağı zincirli, boynu etrafında çelikten bir kuşakla

sarsılmaz duvara bağlı halde tutuyordu.

Ruhunda kalbine sarılmış yılan,

yarık bir kayadaymış gibi, ışıktan gizlenmişti.

Üstelik adamı kahin gibi yazdığı için hapsetmişlerdi...*



* Aktaran Thomas, Marquis de Sade, s. 184, yine de ben Thomas'ın, Blake'in Sade
 hakkında bilgisizliğine dair harfi harfine okumacı savına katılmıyorum ve bu yüzden metni tamamen
 zıt şekilde okuyorum. 

Kitap: Karanlığın Kültürleri
Bryan D. Palmer

SADE DİYE BİRİ YAŞADI MI?



Sade denilen gizem henüz çözülemedi. Öncelikle, bıraktığı yapıta bakılacak olursa, bunun bir tarihçi, bir kuramcı ya da bir şair tarafından mı kaleme alındığı; bir klinik hekimi gibi kendisinin ve çağdaşlarının nevrozlarını betimleyen bir seksoloğun, ya da kanlı vahşet öyküleriyle insan doğası ve toplumuna ilişkin kötümser bir anlayışı simgelemek isteyen bir düşünür-romancının yapıtı mı olduğu sorulabilir. Kısacası "Tanrısal Marki", kendi yüzyılının törelerini anlatan bir tarihçi miydi yoksa edebiyat yoluyla güdülerine bir çıkış noktası arayan bir şair miydi? Yaşadığı sürece uğradığı baskılar, öldükten sonra da monarşiden imparatorluk dönemine dek tüm rejimlerin bu konuda erdemli bir biçimde anlaşmaları, bir birey olarak Sade'ın ve yapıtının, hiçbir iktidarın hoş göremeyeceği bir tehdit, bir tehlike olarak görüldüğünü kanıtlıyor olabilir.

Sade, ilk kez hapse girdiği otuz iki yaşından ölümüne, yani yetmiş dört yaşına dek, yalnızca on iki yıl özgür kalabildi. Bütün keyfi baskı biçimlerini, Eski Rejim'in hükümdar buyrultularını, Terör döneminin hemen hemen hep idamla sonuçlanan mahpusluğunu, Konsüllük ve İmparatorluk döneminin zorbaca tutuklamalarını yaşadı. Eski, ancak ünlü olmayan bir ailenin soyundan gelen Donatien Alphonse François Sade (1740 - 1814) yine de çarpıcı atalarıyla, örneğin Petrarca'nın sonelerine esin kaynağı olan güzel Laura'yla ve saygın, neredeyse krallık soyuna yakın bir akrabayla, Conde ailesiyle olan ilişkileriyle övünebilirdi. Kendisinden sonra ise, sıradan iffetli insanlar tarafından dehşetle, ondan sefih ve hüzünlü libertenlerin bir örneğini bulacak olan şairler tarafından da saygıyla anılacak bir ün bıraktı.

Eğer trajik kaderini açıklamayacak olsaydı, yaşamöyküsü de çok önemli görülmeyebilirdi. Mutluluk ve başarı için doğmuştu, ama yaşamı hapishane ve hastane hücrelerinin cehenneminde geçti. Conde'lerin sarayında, Bourbon Prensi'nin yakınında yetişti; güzel söz söyleme sanatını ve katı bir diyalektiği öğrendiği Louis-le-Grand Okulu'nda Cizvitler tarafından eğitildi; on beş yaşında asteğmen, on dokuz yaşında da yüzbaşı oldu. Bu tarihlerde, kışla yaşamından çok Paris genelevlerinin -bu genelevler Avrupa'nın en ince, en güzel kadınlarını biraraya toplayan , yeni zevkler icat etmekte de en başarılı genelevlerdi-, kendi eşitlerinden çok dansözlerle arkadaşlık etmeyi yeğliyordu. Böylece, daha küçük yaşta tam bir ahlaksızlık olarak adını duyurdu, ancak bu, Paris Dolaylı Vergiler Mahkemesi başkanı olan zengin bir hukukçunun kızı Renee Pelagie de Montreuil'le doğru dürüst bir evlilik yapmasını engellemedi. Fahişelerin peşinde koşuyor, sık sık züppelerin pezevengi olan Brissault'yu ziyaret ediyor, sayısız sevgililerini Paris, Versailles, Arcueil'de kiraladığı evlerde barındırıyordu. Evlendikten dört ay sonra, bazı dikkatsizce sefahat alemleri sonucu ilk kez hapse girdi, Vicennes Kalesi'ndeki bu ilk hapislik sadece dört ay sürdü. Ancak ilk sadik "dava" 1768 yılında patlak verdi.

Bu "dava" derhal dillere düştü ve liberten marki bir anda kamuoyunun gözünde kana susamış bir canavara , modern çağların bir Gilles de Rais'sine dönüştü. Mm. du Deffand bu tepkiyi dehşete düşmüş bir şekilde dile getirdi ve Restif de la Bretonne da basit bir kırbaçlama olayını, canlı canlı insan badeninin incelendiği bir anatomi seansı haline çevirdi. Olay, eğer cezanın da sertliğini açıklayan pis bir kokunun çıkmasına yol açsaydı uzun uzun anlatılmaya değmeyecek kadar sıradan kabul edilebilirdi. Her şey bir Paskalya pazarında oldu. Kuşkusuz bu da bir rastlantı değil.

Kırbaçlama Günahı

Otuz yaşında genç bir kadın olan Rose Keller, Victoires alanında dinleniyordu; boğazına kadar sefalete batmıştı, her an fuhuşa sürüklenebilirdi, en azından küçük bir sefahat alemini reddetmeyebilirdi. Sade onunla konuşarak evinde kahya olarak bir iş önerdi, kabul edince de Arcueil'deki evine götürdü, bir odaya sürükledi, bir yatağa bağlayarak vahşice kamçılamaya başladı, yaralarına merhem sürdü, orgazma ulaşıncaya kadar yeniden yeniden kırbaçladı, bağırırsa öldürmekle tehdit etti ve Paskalya sırasında olunduğuna göre, kendisine günah çıkarmasını istedi.

Rose pencereden kaçarak köyü ayağa kaldırdı; bir dava açıldı ve sonunda Sade yedi ay hapse mahkum oldu. Mahkum edilen kişinin niteliği ve o dönemde Saray çevrelerince soylu gençlerin yaptığı benzeri kaçamaklara gösterilen genel hoşgörü dikkate alınırsa, bu, oldukça ağır bir cezaydı. Bu kararda, Rose Keller'e yapılan kötü muameleden çok, kamçılanan İsa'ya yapılan hakaret ve günah çıkarmanın kutsallığının ayaklar altına alınışı rol oynamıştı.

Hapisten çıktıktan sonra Vaucluse'de La Coste şatosuna çekilen Sade, 1772'de Marsilya'da yeni bir ahlaksızlığa bulaştı. Bu kez, bir sürü fahişenin de katıldığı büyük bir alemdi bu. Olayın iğrenç yanı ise, markinin uşaklarından birinin de partiye katılmasıydı. Sade aktif ve pasif kamçılama ve eşcinsel sodomiye (o dönemde ilkesel olarak ölümle cezalandırılan bir suçtu bu, ama tabi güçlü kişiler asla kovuşturmaya uğramaz) kalkıştı. Zevkleri kamçılamak için de kızlara bol bol kuduzböceği katılmış şekerler veriyordu (bunun afrodizyak bir etkisi olduğuna inanılırdı). Kızlardan birinin midesi bozuldu ve kusmaya başladı. Bir gürültü koptu. Sade, uşağıyla birlikte Provence Parlementosu tarafından ölüme mahkum edildi ve kuklaları yakılmak suretiyle idam edildi.

Bu arada kaçmaya zaman bulmuş Sade baldızıyla birlikte İtalya'da güzel günler geçirmeye başlamıştı; baldızı yalnızca yolculuklarını değil, zevklerini de onunla paylaşmaktaydı. Öfkeden çılgına dönen kaynanası ise peşine adam takarak, gücünden yararlanıp, Kral'dan tutuklanması için bir buyrultu elde etti. 1775'e dek Sade peşindeki polislerle ve adli makamlarla bir saklambaç oyunu oynadı. Bir ara yakalandı, sonra romanvari biçimde kaçarak La Coste'da saklandı; karısı da, hizmetine aldığı beş genç kızla birlikte düzenlediği incelikli partilere katılıyordu. Sonunda bu kızlar, yapılan alemleri ihbar ettiler. 1776'da tutuklanarak önce Vincennes Şatosu'na hapsedildi, sonra Bastille'e nakledildi, bu hapishaneden ancak 2 Nisan 1790'da Millet Meclisi'nin Krallık buyrultularını ortadan kaldıran kararı sonucu serbest bırakıldı.

Kuşkusuz cüretkar, kimilerine göre de belki sapıkça bulunabilecek, ancak hiçbir zaman ölümcül olmayan cinsel eylemler için bir kez idama mahkum edilmek ve on beş yıl hapis yatmak; benzerlerine polisin burnunun dibinde, hatta polisin koruması altındaki Gourdan ve Brissault'nun işlettiği tüm moda genelevlerinde rastlanabi1ecek bu cinsel fantezileri, hele o dönemde saray mensuplarına gösterilen hoşgörü de gözönüne alınırsa, Sade gerçekten de çok pahalıya ödemişti. O dönemde, Marki de Sade gibi, damadına karşı etkili ve büyük bir düşmanlık duyan kaynanaları olmayan ve daha iyi korunan kimi kişiler, bu cinsel fantezilerle ilgisi bile olmayan ölümcül sadizm eylemlerine girişebiliyorlar, üstelik cezasız kalıyorlardı. Her gün Kral'ın çok yakın çevresinde görülen bu çılgınlıklar ve adalet mekanizmasının genellikle büyüklere gösterdiği hoşgörü, kamuoyunun sabrını öylesine taşırmıştı ki, diğerleri paçayı kurtarırken, yetkililer Sade'ı cezalandırdılar. Mm de Saint Germain, Keller olayının hemen ardından, markinin amcası Abbe de Sade'a yazdığı mektupta şunları söylüyordu: "(Marki) halkın öfkesinin kurbanı oldu; M. de Fronsac'ın ve diğerlerinin yaptığı rezaletler de bunun üzerine eklendi: Gerçekten de on yıldır Saray mensuplarının yaptığı bu rezaletler, insanın aklının havsalasının alamayacağı bir noktaya geldi." Bunların arasında Sade'ın yaptığı "rezaletler" göreceli olarak daha halim selim gözüküyordu.

"Evet, ben bir libertenim!"

Sade & Yüksel Arslan


V. Sade

Yüksel Arslan büyük ihtimalle 1955-1959 yılları arasında Marquis de Sade okumuş olmalı. Kendisiyle yapılan bir söyleşide Ferit Edgü bunu 1956 yılına tarihlendiriyor: “Phallisme adını verdiğimiz bir sanat akımı kurmaya, yanılmıyorsam 1956 yılında karar vermiştik. O yıllarda Yüksel de, ben de başkaldırının erdemine inanıyor, anarşiyi en yüksek değer olarak görüyorduk. Sanattaki devrimlerden, izlenimcilikten, kübizmden, Bauhaus’tan daha çok, dadacılıkla, gerçeküstücülükle ilgileniyorduk. Başkaldıran düşünürler, yazarlar, şairler ilgimizi çekiyordu. Gelmiş geçmiş en büyük yıkıcı olarak gördüğümüz Marquis de Sade’ın o dönemde Fransa’da zor bela yayımlanan kitaplarını ediniyor, Rimbaud’nun, Lautreamont’un şiirleriyle bileniyorduk. (...) Yüksel’in Phallisme dönemi o sıralarda başlar. Bu resimlerde imzasını bile değiştirmiş, resimlerini, mektuplarını Comte de Phallus olarak imzalamaya başlamıştı."

Marquis de Sade, evet, ama, nasıl? Bir kere, Marquis mi Comte mu? Fransız asalet yelpazesinde, baba eğer Comte ise, yaşadığı sürece oğlu Marquis ünvanıyla anılıyor. Baba öldüğünde ise, Comte’luk oğlana geçiyor. Yani 2 Haziran 1740 yılında Paris’te doğan Donatien Alphonse François, aslında, yalnızca 1767’ye kadar Marquis. Babası ölünce, Comte. Ve hatta, bir aile geleneğine göre, baba da, dede de, babaları yaşarken Comte olarak anılmışlar. Dolayısıyla, genç Marquis'ye 1754’te resmi soyağaççı tarafından verilen asalet belgesinde, bu geleneğe atfen, yine Comte yazıyor. Çok önemli mi, değil belki, ama, Sade kimi zaman Marquis, kimi zaman da Comte diye anılıyor, Comte de Phallus'ü anlamak için bunu bilmek faydalı olabilir!
              
Marquis ya da Comte, nasıl adlandırırsak adlandıralım, herhalde Avrupa tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yıkıcılarından biriydi. Neyi yıktı peki? Ya da yıkabildi mi? Yıkmaya çalıştığı, her şeyden önce, herhalde, artık birey olarak tasavvur edilmesi gereken insanın önüne çıkartılan başta aristokratik sonra da burjuva değerler silsilesinin ikiyüzlülüğü olsa gerektir. Dolaysız bir özgürleşmeyi ve kişinin kendi olmasına ket vuran tüm durumların ortadan kaldırılmasını savunuyordu Sade. Bu yüzden, belki de en önemli metni, 1789'da, Devrim sırasında hapishaneden yazdığı, “Fransızlar, ha gayret, cumhuriyetçi olmak istiyorsanız bir adım daha" başlıklı metnidir. Metin, Yatakodasında Felsefe adlı kitabının beşinci bölümüdür aslında.

Devrimin de etkisiyle Sade bu metinde en önce Hıristiyanlık’a saldırır. Daha sonraları Nietzsche’de de göreceğimiz şekliyle, bu dini, küçük hesapların, alçak rahiplerin, ikiyüzlü bir ahlakın temsilcisi olarak görür. Sonra devrimcilere seslenir, tiranı alaşağı ettiniz, şimdi de bu uyuşukluk dinini alaşağı edin! Ellerinde balta olanlar, der, bu saçma inançlar sistemine son darbeyi indirin. Yalnızca dallarını kesmekle kalmayın, kökünden kazıyıp atın bu ağacı, çünkü bu ağacın etkileri bulaşıcıdır, şimdi kesmezseniz, bir gün gelir büyür ve ortaya çıkarmak istediğimiz yeni toplumu tekrar sarar ve yok eder onu. Dolayısıyla, devrim bir işe yarayacaksa, dini kökünden kazımak gerekir. Çünkü Sade’a göre, tüm Avrupa Fransa örneğinde taçtan ve asadan kurtuluş umudunu görmektedir, siyasi iktidarı yıkmak, dinsel iktidarı yıkmadıkça hiçbir işe yaramaz. Hobbes’un Leviathan'ı yokedilmeli, yerine yeni ilkelerle yeni bir toplum kurulmalıdır.

Devlet, hele de aristokratik devlet, başlarda bir avuç haydutun, çapulcunun kendi iktidarını herkese dayatmak için kurduğu bir aygıttır. Bu haydutlar kaba güçleriyle topluma kendi kurallarını dayatmışlar, tanrı adını verdikleri güçlerle de iktidarlarını perçinlemişlerdir. Tüm bunları yıkmalıyız der Sade, onların düzeninde yeniden kul köle olmaktansa ölmek yeğdir.

Bir hayaletten, Hıristiyanlık hayaletinden kurtulduğumuz anda, aklı olan herkesin kabul edeceği sistem tanrıtanımazlık olacaktır. İnsan aydınlandıkça, kendi dünyasını kendinden farklı, büyük, aşkın bir gücün harekete geçirmediğini, bu toplumu kendi kendisinin yaptığını daha fazla fark edecektir. Kendi kurallarını kendisi koyacaktır. Ve bu kurallar, sayıca az ve doğaya göre olacaktır. Sade’ın cümlelerinde, döneminin tüm özgürleşme umutları en uca, bireyin ta kendisine aktarılır. Devrim, siyasal özgürleşmenin modelini nerede arayacağını bilemediğinden bir geçmişe bir de gelecekteki karanlığa bakar, oysa Sade, bu özgürleşmede kendi içindeki bir ışıkla aydınlanan insanın içindeki uçurumu görmek ister. Derindir bu uçurum, karanlıktır da belki, ama onu da doğa yaratmıştır. Sade, doğa kavramını, yani insan doğası kavramını iyice tersyüz eder; kötü insan doğası, onda doğal bir doğaya, ne iyi ne de kötü bir doğaya evrilir. Tekrar söylemek gerekirse, Nietzsche bu bakış açısı içinden çıkacaktır İyinin ve Kötünün Ötesinde.

Cinsellik de bu bakıştan payını alır: Ne zina, ne fiili livata, ne sübyancılık, hiçbiri suç olmamalıdır Sade’a göre. Hatta savaşın devlet eliyle yönetildiği bir dünyada cinayet bile suç olmaktan çıkarılmalıdır. Her şeye gülmek, her şeyle ve herkesle dalga geçmek mümkün olmalıdır. Öte taraftan bir ilki de savunur Sade, dünyanın en anlamsız cezası, ölüm cezası da kaldırılmalıdır. Ama savrulmalar, çelişkiler, zıtlıkların dünyasındayızdır Sade’da aynı zamanda: Hırsız yerine malı çalınan cezalandırılmalıdır, tecavüz eden yerine tecavüze uğrayan. Tüm bunları kanıtlamaya kalkan Sade, Eski Yunan’dan Roma’ya, Madagaskar’dan lroquoislar’a bir sürü örnek sıralar. Evlilik kurumu bir mülkiyet ilişkisidir; erkek hiçbir zaman özgür bir başka bireyi mülkiyetine geçiremez. Tam tersi de doğrudur, hiçbir kadın erkeğin sadece onun olduğunu düşünmemelidir. Her kadın her erkeğe, her erkek de onu arzulayan her kadına aittir. Ve hiçbir yasa birinin öbürüne meşru bir biçimde ait olduğunu ilan edemez. Mülkiyet hakkı özgür bireyler arasında mümkün değildir. Daha da ileri gider Sade, her kadının her erkeğin arzusunu tatmin etmesi gerektiğini söyledikten sonra, erkeklerin de kadınların her türden cinsel arzusunu tatmin etmesi gerektiğini söyler: Mütekabiliyet iş başındadır burada. Dolayısıyla cinselliğe ilişkin suçlar tamamen akıldışıdır. İnsanın biyolojik bedeninin cinsel arzuları yüzyılların saçma kanunlarıyla boyunduruk altına alınmaya çalışılmıştır, cezaların nesnesi olmuşlardır. Aynı şekilde eşcinselliği de özgür kılmaya çalışır Sade, yine tarihten ve yine "ilkel” kabilelerden örnekler vererek. Aynı türden akıl yürütme sübyancılık konusunda da geçerlidir... Tüm arzuların özgürce ifade edilebilmesini, özgürce tatmin edilebilmesini ister Sade; yeni bir cumhuriyet ise tüm bu arzuların özgürlüklerinin güvence altına alınmasını sağlamalıdır, işte o zaman Devrim amacına ulaşmış olacaktır. Ensest yasağı bile kaldırılmalıdır bu cumhuriyette, işte o zaman devrimin temeli olan kardeşlik geçerli olacaktır.

Ve işte temel soru tekrar karşımızdadır: İnsanla bitkiler ve doğadaki diğer hayvanlar arasında ne fark vardır? Hiçbir fark yoktur. İnsan da diğerleri gibi bu dünyaya tamamen rastlantısal bir biçimde fırlatılmıştır. Arslan’ın ilk sergisi için yazılan yazıyı hatırlayalım tekrar: “Bak böcekler de öyle yapıyor". Tabii şunu da unutmamak gerek, Sade, fikirleri kadar, o fikirleri anlatmak için yarattığı cinsellik dünyasının tüm taşkınlığıyla, kelimelere taşıttığı o inanılmaz edebi akıcılığıyla yaratmıştır esas etkiyi. Söylenemez olanı ilk kez gürül gürül söylediği içindir ki etkisi sürmüş ve gelip yirminci yüzyıl başına dayanmıştır...

portre 5, marquis de sade, 1959

Sade'ın Tanrısı

"Gelin iyi dostlar, haydi hep birlikte neşelenelim, tüm bundan gördüğüm, erdem dışında herkes için yalnızca mutluluğun arttığı -ama belki de yazdığımız bir roman olsaydı böyle söylemeye cüret etmezdik. "Yayımlamaktan korkmak niye? dedi Juliette, "Gerçeğin bizzat ve yalnızca kendisi, bu vahiylerin önünde insanlık nasıl titrerse titresin, doğanın gizlerini çırılçıplak gözler önüne sererken.  Felsefe dile getirmekten asla çekinmemeli."

Hedefleri filozofların hedefleri olsa da Sade roman biçimini seçti. Bunun ona sağladığı şey, ses çeşitliliğiydi. Herhangi birine bağlanmaksızın, konumları denemekte serbestti. Özellikle de Tanrı'ya ilişkin inançları, bir akış meselesi gibi görünüyordu. Tanrı, yalnızca tümüyle yok muydu ortada, yoksa etkin olarak kötü niyetli miydi? Dünyadaki kötülük, rastgele kötü şansa mı dayanıyordu, yoksa kasti niyetin sonucu muydu? Bu konuda Sade'ın kendi kararsızlığı, sıklıkla neredeyse tutarsız nidalarla kendini gösterir: "Evet, beyhude yanılsama, ruhum senden nasıl da iğreniyor!" Okurun, Sade'ın eserlerinin, varoluşsal statüsü belirsiz bir varlıkla geçen diyaloglarla dolu olduğu gerçeğini gözden kaçırması imkansızdır. Önemle işaret edilir ki, Juliette "günaha meydan okur. Onun çapkınlığı Katoliklik tarafından, paganizmin rahibenin esrikliğine yaklaşımındaki gibi mimlenmiştir" (Adorno ve Horkheimer) Bataille, daha belirsiz olarak, Sade'ın eserlerini dua kitapları olarak niteledi. Eğer Sade bir ateist idiyse, kesinlikle Tanrı takınaklı bir ateistti. Onun ateizme ilişkin ifadeleri, iyimser anlarına denk geldi. Çünkü, başka herhangi bir seçenek çok daha kötüdür. Justine'e öğretmenlik yapmaya çalışan Dubois açıklar:

"İnanıyorum ki," diye cevap verdi bu tehlikeli kadın, "eğer bir Tanrı olsaydı, yeryüzünde daha az kötülük olurdu; inanıyorum ki, kötülük var olduğundan, bu düzensizlikler ya Tanrı tarafından açıkça hükmediliyor, ki bu durumda barbar biridir ya da bunları engelleyemiyordur, ki o zaman da zayıf bir Tanrıdır; her iki durumda da iğrenç bir varlık, yıldırımına meydan okumam ve yasalarını hiçe saymam gereken bir varlıktır. Ah, Therese! Ateizmin bu iki ucu birinden ya da ötekisinden daha yeğlenir değil midir?" (Sade)

Gerçekten de öyledir. Çünkü Tanrının yokluğunun alternatifi, varlığıdır. Eğer O'nu eserleriyle tanıyacaksak, O'nun doğasına ilişkin ne çıkarsamamız gerekir? Sade, Bayle'den beri hazırlanmakta olan standart yakarışları alıp onlardan, daha öncekilerin çıkarmaya cüret edemedikleri sonuçları çıkardı. Klossowki Sade'ın eserlerinde baştan sona gnostik temaların varlığına dikkat çeker. Bunlar ayrıca onun, Yaratılış'ın bir lanet tohumu taşıdığı görüşünde ve zevke övgülerinden hiçbirinin asla gizlemediği müthiş beden nefretinde de bulunabilir. Ancak, çoğu gnostik en azından iki gücü kabul etmiştir. Sade'ın yüce bir gücün varlığına inancında bu dinmez bir kötülük gücüydü. Böyle bir varlık, 

"çok kindar, çok barbar, çok adaletsiz, çok zalim... bir ölümlünün sahip olabileceği bir güdü olmadan yaptığı için bir ölümlüden daha zalim olmalı." (Sade)

İnsanların suçları genellikle, yalnızca zemindir. Kendi banal çıkarlarını gerçekleştirmek, servetlerini ya da en kötü ihtimalle güçlerini artırmak için suç işlerler. Ama Tanrı, kadiri mutlaktır. Evreni dolduran zayıf varlıkları sürekli ezmekle hangi ihtiyaçları karşılanabilir ki? Katışıksız zulüm arzusu, bunu açıklayan tek şeydir - kimilerinin lütuf gizemine sığınmalarının nedeni de budur. Sade'ın çıkardığı sonuçlar, birden fazla geleneğin habercisiydi. Nietzsche'nin betimlemesine göre, Yunan tanrıları, bizim tiyatroda trajedi seyrettiğimiz gibi, insanların ıstırabını seyrediyordu. Kalvinistlerde ve de paganlarda da duramayız. Eyub'un girişinde resmedilen, adil kulunun... aşkına eziyet görmesine izin veren Varlık'ta Sadevari bir kahramanın özelliklerinin izini süremez miyiz?

"Senden daha filozof olarak, Clairwille, kendi sistemimi ortaya koymak için, senin mecburmuş gibi göründüğün, ne O kaba İsa'ya ne de o sıkıcı romana, Kutsal Kitap'a başvurmam gerekmez; benim evren çalışmam tek başına, sana karşı çıkacak silahlar sağlar bana... Gözlerimi evrene çeviririm: Kötülüğün, düzensizliğin, suçun her yerde despotlar olarak egemen olduğunu görürüm. Bakışlarımı aşağı çeviririm, bu evrenin yaratıklarının en ilgincine çarpar gözlerim. Onun da kötülüklerle, çelişkilerle, rezaletlerle yutulduğunu görürüm; bu incelemeden ne gibi düşünceler çıkar... bir Tanrı vardır; gördüğüm her şeyi zorunlu olarak şu ya da bu el yaratmıştır, ama kötülük dışında bir şey için yaratmamıştır; kötülük onun özüdür; ve bize yaptırdıklarının hepsi, onun planları için zaruridir." 

"Evrene gark ettiğim sürekli mutsuzluklar sizi benim yalnızca düzensizliği sevdiğime ve beni memnun etmek için bana öykünmeniz gerektiğine ikna etmedi mi?... Davranışımın neresinde iyilik gördünüz ki? Size salgınlar göndermede, karmaşada, iç savaşlarda, depremlerde, fırtınalarda mı? Aptallar! Niye beni taklit etmediniz? Sırf, kötülüğün zorunluluğunun ne büyük olduğunu kanıtlamak için size verdiğim tutkulara niye direndiniz?"


Tünelin Ucu: Marquis de Sade
Modern Düşüncede Kötülük
Susan Neiman
sf. 199

Gilles de Rais ve Erzsebet Bathory

Sade Gilles de Rais'yi biliyordu ve onun katılığını değerlendirmişti. En dikkat çekici olan bu katılıktı: "Sonunda çocuklar ölü olarak yatıyor oldukları zaman onları kucaklıyordu... ve en güzel kafalara ve organlara sahip olanları seyrediyor ve bedenlerini vahşice yarıyor ve iç organlarını görmekten büyük bir zevk alıyordu."

Şu sözcükler son noktada beni titrememe olanağından çekip çıkarıyor: "Ve çoğu zaman... çocuklar öldükleri zaman karınlarına oturuyor ve onları bu şekilde ölürken görmekten zevk alıyordu ve Corillaut ve Henriet'in (hizmetçileri) söylediklerine göre bunlara gülüyordu... Sonunda son noktaya kadar tahrik olmak için, Rais hazretleri kendinden geçiyor ve yığılıyordu. Hizmetçiler odayı temizliyorlar, kanı yıkıyorlardı...ve efendileri uyurken söylediklerine göre "kötü koku"yu yok etmek için giysileri birer birer yakıyorlardı."

Sade Erzsebet Bathory'nin varlığından haberdar olsaydı hiç kuşkusuz çok etkilenirdi. (bkz: Kanlı Kontes: Erzsebet Bathory) Siabeau de Baviere hakkında bildikleri onu kendinden geçirmişti.  Erzsebet Bathory onda vahşi bir hayvanı homurdanışına neden olurdu. Bu kitapta bundan sözediyorum ve bunu gözyaşları içinde yapabiliyorum. Bu üzüntü verici tümcelerin düzenlenmesi, Erzsebet Bathory adının çağrıştırdığı esritici soğukkanlılığın zıttındaki bilincim içinde gerçekleşmiştir. Burada sözkonusu olan vicdan azabı değildir, burada söz konusu olan, Sade'ın kafasında oluştuğu gibi, arzu fırtınası da değildir. Sözkonusu olan, bilinci, insanın gerçekten ne olduğunun temsil edilişine açmaktır. Hristiyanlık bu temsil karşısında gizlenmiştir. Kuşkusuz insanlar bütün olarak, her zaman gizlenmek zorundalar ama insan bilinci gurur ve alçakgönüllülük içinde, tutkuyla ama titreme içinde- doruktaki korkunçluğa açılmak zorunda. Sade'ın eserlerinin bugün kolay olan okunuşu, cinayetlerin sayısını -hatta sadist cinayetlerin sayısını- değiştirmedi ama insan doğasını bütün olarak kendinin bilincine açıyor!

Georges Bataille
Eros'un Gözyaşları'ndan


Queer & Sade

Queer teori, sadece cinsel farkı tamamen yapısöküme uğratma iradesinin en kökten bir uyarlanması değil, aynı zamanda sapıklığın uygarlık için zorunlu olduğu düşüncesinin de yok edilmesidir. Bu teori aynı zamanda biyolojik ve sosyal cinselliği reddetmektedir, her bireyin şu ya da bu cinsiyetin konumunu, kıyafetlerini, davranış, fantazma ve sayıklamalarını her an almaya hakkı var sayılmaktadır. Buradan da yasaya karşı gelen cinsel pratiklerin -göçebelik, pornografi, iskarpincilik, fetişizm, röntgencilik vs. heteroseksüel denilen toplumun ortaya çıkardığı kuralların benzerinden başka bir şey olamayacağını iddia etmeye kadar gidilir.

Görüldüğü gibi queer teorinin bu söylemi, daha püriten biçimde de olsa Sade'ın ütopyasının sürdürülmesidir. Ama Sade cinayet, ensest ve ters ilişkiyi, Yasanın tersine döndürülmesinin merkeze alındığı hayali bir toplumun temelleri haline getirir oysa queer teori insan cinselliğini nefret aşkına hiç yer vermeyen evcilleştirilmiş bir erotiğe dönüştürür. DSM'nin sınıflandırmalarının akıllıca ve incelikli bir madalyonun öbür yüzü tarzı tersidir. Çözümlemelerinin incelikleri ne olursa olsun, sapık cinselliğin örneklerinin, rollerin ve konuşmaların böyle bir hesap alanına dönüştürülmesi, cinselliği normalize etmenin yeni bir şeklidir. Sınırları silmek ve sapıklığın cinsellik düzenlemesi içindeki yasa kırıcı gücünü inkar etmek, işi de sapıklığın adını sansürlemeye kadar götürmek, her türlü kuralın ölçüsü olarak silme kavramını almak demektir.


Elisabeth Roudinesco
Sapık Toplum


* Queer tuhaf anlamına gelir, bu terim eşcinselleri aşağılayıcı bir terimdi uzun zaman. Onlar da bu terimi yeniden sahiplenerek, heteroseksüelliği göreceleştirmeye, eşcinsellik terimi ortaya çıktığından bu yana, normalliğinden etmeye dayanan en kökten hareketin sembolü olarak almışlardır.