Girl with a Pearl Earring (2003, Peter Webber)

İnci Küpeli Kız filminde Scarlett Johansson

Huzursuzluk Kitabı (sf. 100)

Merak ediyorum, acaba hayattaki her şey, her şeyin yozlaşmış hali midir, diye. Varolmak bir yaklaşıklık hali, bir şeyin bir önceki günü ya da aşağı yukarı o şey, olmak mıdır.
Hristiyanlık nasıl değeri düşürülmüş Yeni Platonculuğun soysuzlaşarak yozlaşmasından, Roma dünyası tarafından yahudileştirilmiş haliyle Hellenizm'den başka bir şey değilse, bizim kocamış, insanı kanser eden çağımız da birbirini tamamlayan ya da dışlayan tüm büyük tasarıların pek çok farklı yöne sapmasından doğmuştur, bu tasarıların başarısızlıkla sonuçlanması, başarısızlığı yaratan çağın da yaratıcısı olmuştur.

Orkestra eşliğinde bir perde arası yaşıyoruz.

İyi ama, dördüncü kattaki şu yerimde, bu karmakarışık sosyoloji yığınıyla işim ne? Hepsi bir düştü, tıpkı Babil prensesleri gibi ve insanlık üzerine kafa yormak o kadar, ama o kadar yararsız ki - sadece şimdiki zamanın arkeolojisi.

The Little Street (1657, Vermeer)



 Details



Din - Karl Marx

Din yanılsamadır. İnsanı yeryüzünde gerçekleşmiş olarak görmek istediğini cennete yansıtır. Aslında yalnızca insani özelliklerin nesnelleştirilmesi olan tanrıya inandığı ölçüde, insan bir yanılsamaya kapılır.

Ama aynı zamanda din bir hakikat uğrağı barındırır: Din gerçek sefaletin ifadesidir. (Çünkü insaniliğin cennette salt düşünsel şekilde gerçekleştirilmesi, toplumda gerçek insaniliğin eksik olduğunu gösterir).

Ayrıca din, gerçek sefalete karşı bir isyandır. Çünkü dinsel idealler, o yabancılaşmış formları içinde bile gerçeklikte olması gerekenin ölçütüdür.

View of Delft (1660, Vermeer)


Vermeer'in kanalın öte yakasındaki Delft Manzarası.

"Resmedilmiş an neredeyse üç yüz yıldır hiç değişmeden kalmıştır. Suyun içindeki yansımalar kımıldamamıştır. Gene de bu resmedilmiş an, biz bakarken, hayatta ancak ender olarak yaşadığımız bir doluluk ve gerçeklik içerir. Resimde gördüğümüz her şeyi mutlak bir ansallık içinde duyumsarız. Aynı zamanda bu deneyim ertesi gün ya da on yıl sonra yinelenebilir. Bunun bir benzeyişle ilgili olduğunu varsaymak naiflik olur: Vermeer'in bakışının milimetre kareye düşen yoğunluğuyla, bir araya getirilmiş anların kareye düşen yoğunluğuyla ilgilidir."

Girl with a Pearl Earring (1665, Vermeer)



Uykusuzluğun İki Biçimi - Borges

Uykusuzluk nedir?

Karmaşık bir soru: yanıtını çok iyi bilirim.
Gecenin ilerlemiş bir saatinde korkmak ve sert, uğursuz çan seslerini saymaktır, yararsız bir büyücülükle düzenli bir solumayı denemektir, birdenbire bir yana dönen bir bedenin yüküdür, gözkapaklarını sıkmaktır, ateşi yükselmişe benzeyen, ama kuşkusuz uyanık olunmayan bir durumdur, yıllarca önce okunmuş paragraflardan parçalar telaffuz etmektir, başkaları uyurken uykusuz kalmaktan suçlu olduğunu bilmektir, düşlere dalmak istemektir ve düşlere dalamamaktır, var olmak ve de var olmayı sürdürmek korkusudur, kuşkulu gün ağarmasıdır.


Uzun ömürlülük nedir?


Yetileri gittikçe azalan bir insan bedeninde olmak korkusudur, saatin çelik ibreleriyle değil, on yıllarla ölçülen bir uykusuzluktur, denizlerin ve piramitlerin, eski kütüphanelerin ve hanedanlıkların, Adem'in gördüğü seherlerin ağırlığıdır, kendi etime, kendi iğrenç sesime, kendi adıma, tekdüze anılara, beceremediğim İspanyolcaya, bilmediğim Latinceye duyduğum özleme, ölüme dalmak istemeye, ama ölüme dalamamaya, var olmaya ve var olmayı sürdürmeye mahkum olduğumu bilmemektir. 

Mavili Kadın Tablosu - Vermeer



Vermeer'in tablolarındaki kadınları düşünüyorum, açık ya da kapalı bir pencereden gerçek dünyanın parlak ışığı vururken odalarında tek başına duran kadınları ve o yalnızlıklardaki mutlak sessizliği, günlük yaşamı ve onun getirdiği ev içi alışkanlıklarını neredeyse insanın kalbini sızlatarak zihnimde uyandırıyor. Özellikle Amsterdam'a yaptığım gezide görmüş olduğum Mavili Kadın tablosu. Rijks müzesinde beni düşüncelere boğup neredeyse kımıldayamaz hale sokan o tabloyu...

Bir eleştirmenin yazdığı gibi:

"Mektup, harita, kadının gebeliği, boş iskemle, açık kutu, görünmeyen pencere -bunların hepsi yokluğu, görünmeyeni, başka zihinleri, istençleri, zamanları ve yerleri, geçmişi ve geleceği, doğumu ve belki de ölümü- genelde çerçevenin kenarlarının dışına uzanan bir dünyayı ve gözlerimin önünde geçici olarak duran manzarayı kuşatıp onun içine giren daha büyük ve geniş ufukları anımsatan şeyler ya da doğal simgeleri. Bununla birlikte Vermeer'in üzerinde durduğu şey, şimdiki anın bütünlüğü ve kendine yeterliliği -öyle bir güvenle yapıyor ki bunu, şimdiki anın uyum sağlama ve kapsama gücü fizikötesi değer kazanıyor."

Kişinin dikkatini dışarıya, tablonun dışında kalan dünyaya çevirmeye tatlılıkla çağıran şey, bu listede sözü edilen nesnelerden daha çok, izleyicinin solunda kalan görünmeyen pencereden giren ışığın niteliği... Kadın o kadar gebe, yakınlaşan anneliği içinde kutudan çıkartıp kim bilir kaçıncı kez okuduğu o mektupla o kadar dingin ki ve orada, sağındaki duvarda asılı duran bir dünya haritası var, odanın dışında var olan her şeyin simgesi olan şey: Yumuşakça yüzüne vuran ve mavi giysisinin altındaki, yaşamla dolu şişmiş karnın üstünde parlayan o ışık, o karnın aydınlıkla yıkanan maviliği, beyaza yakın soluk bir ışık.

Aynı türden başka tabloları: Süt koyan kadın, Tartı taşıyan kadın, İnci takan kadın, Penceredeki ibrikli genç kadın, Açık pencerenin önünde mektup okuyan kız.

"Şimdiki anın doluluğu ve kendine yeterliliği."

Yalnızlığın Keşfi kitabından
sf. 166

ZEN - Oruç Aruoba

Zen, temel sayılabilecek bir noktasından başlarsak, tek-bir tanrısı olmayan bir dindir: tam anlamıyla, sosyolojik anlamda bir cemaat oluşturmaya yönelik bir din olup olmadığı bile tartışılabilir: Zen'de bir tek tanrının içinde bulunabileceği yer, boş tutulur: orada bir-şey yok-tur; orası hiç-dir, mu'dur:-

Zen, başka -özellikle tektanrılı-dinsel düşünüşler gibi, anlamı, yaşamın amacını, ölümün gerçekliğini, sağlam, tek bir şeye (bir yaradana, bütünsel bir amaç'a, kutsal bir öngörüye, ruhun ölümsüzlüğüne, ölümden sonraki bir öte dünyaya, vb) dayandırmağa çalışmaz. -daha doğrusu, bunları, hiçbir yere dayandır(ma)mağa çalışır. Tabiiki bunları -anlamı, yaşamı, ölümü, - ölçüp biçer, düşünür (sözcük anlamıyla (ing. meditation) 'durup düşünme' demektir zaten), tartışır; ama, ulaştığı - kişiyi ulaştırmağa çalıştığı-, son uç şudur: -

Anlam uçucudur; yaşam, geçicidir; ömür, sonludur; ölüm zorunludur.

Öyleyse, kişi, yalnızdır.

Kişi ölüm karşısında, yalnızdır - Zen, ona, bu yalnızlık için gerekli düşünsel araçları sağlar: onun bu yalnızlığı kavramasını sağlayacak Yol'u açar ona - daha doğrusu, o Yol'u kendi kendine açabilmesini sağlayacak bakışı vermeğe çalışır ona; kendi başına, ancak kendisinin, yalnızlığının içinde ve onu sürekli bilinçlendirerek, yürüye yürüye sonuna varabileceği; sonunda da, kavrayabileceği, biricik Yol'u...

Kişi, Yürüme'sinin 'son'a eren noktalarında, bütün dünya karşısında tam olarak yalnız kaldığında, kendi 'hiç'liği le dünyanın hiçliği çakıştığında, kendi yalnızlığı ile dünyanın yalnızlığının aynı, tek -bir hiç olduğunu gördüğünde, bütün dünya ile tam olarak birlikli hale gelir: çünkü anlamın bulunabileceği 'başka', 'öte', 'sonraki' bir yer olmadığına göre, kişi anlamı artık, ancak, kendinde, kendi içinde, 'kendi düşünme'sinde, 'kendi üzerine düşünme'sinde bulabilir.             


Oruç Aruoba'nın Başo haikuları derlemesi
Kelebek Düşleri kitabından

Pencereden Giren Işık: VERMEER




 Vermeer'in tabloları aslında içinde insan figürü bulunan ölüdoğalardır. "Süt Döken Kadın"ı, tüm zamanların en büyük başyapıtlarından biri yapan nedenleri anlamak güç. Ama tablonun aslını görme talihine ermiş olanlardan ancak pek azı, onun mucize gibi bir şey olduğu konusunda benimle aynı düşünceyi paylaşmaz. Bu mucizevi yönlerden biri açıklanamasa da, belki de tarif edilebilir. Bu da, Vermeer'in tablonun üstünde fazla çalışılmış hissi yaratmadan, dokuların, renklerin ve biçimlerin betimlenmesinde ulaştığı kılı kırk yaran bir kesinliktir. Biçimlerin netliğini kaybetmeden kontsratları yumuşatan bir fotoğrafçı gibi, Vermeer'de nesnelerin dış çizgilerini yumuşatmış ama onların kütlesel etkilerini korumayı bilmiştir. İşte bu yumuşaklığın ve kesinliğin garip birleşimi, onun en iyi tablolarını böylesine unutulmaz yapmaktadır. Bu tablolar, sıradan bir sahneyi taze bir bakış açısıyla görmemizi sağlıyor. Ressam, pencereden içeri süzülen ve bir kumaş parçasının rengini canlandıran ışığı gördüğünde neler hissetmişse, biz de aynı duyguları yaşıyoruz.


sf. 432
   E. gombrich  






Zen Kaçıkları - Jack Kerouac

"Şuraya baksana" diyor Japhy, "sarı kavaklar. Yapılmaz mı artık bir haiku şimdi Allahaşkına... Edebiyat edebiyat diyorsun sen sarı kavaklara bak." İnsan böyle dağlarda iken doğulu şairlerin yazdıkları harika birer pırlanta gibi haikuları anlıyor; içmeden, sarhoş olmadan dağlarda çocuklar gibi saf, temiz yürüyerek gördükleri şeyleri edebi süslemelere püslemelere hacet kalmadan, yalınca yazıveriyorlar.

Bir yandan dağa tırmanıyor, bir yandan da haiku yapıyoruz.

"Uçurumun kıyısında kayalar; " dedim, "ne diye düşünüyorlar?"

"Eh belki de haiku sayılır bu ama galiba biraz karışık." diyor Japhy. "Gerçek bir haiku su gibi duru olmalı, ne demek istediğini tam olarak vermeli. Bak bir örnek vereyim, en güzel haikulardan biri bu, şöyle:

"Taraçada serçe, ayakları ıslakça,"

Shiki yazmış. Kuşun ayak izlerini görür gibisindir zihninde, ama o bir iki sözcük sana o gün durmaksızın yağan yağmuru da ıslak çam yapraklarının kokusunu da düşündürtür."

...

Zen Kaçıkları (Dharma serserileri)
 Jack Kerouac  - sf 88




*



Matsuo Başo'nun Haikuları (1644 -1694)



Dağdaki patikalar
Alacakaranlık içinde pembe sedir ağaçları,
Uzaklardaki çanlar



***


Eski bir su birikintisi
Bir kurbağa atlıyor içine
Oh! Suyun sesi.



***


Tatlı serinlik,
Duvara yaslı çıplak tabanlarım,
Öğle uykusu.


The Sidelong Glance - (1948, Robert Doisneau)





                                                                                                          

Zen Budizm - Erich Fromm

“Köklerini Budist düşünceden alan Zen görüşüne göre kurtuluşun değişmez koşulu karakteri değiştirmektir.

 Mal mülk tutkusu ya da başka şeylerin tutkusu, kendisini beğenmişlik, kendini yücelmiş görmek, bütün bunlar geride bırakılmalıdır.


“Geçmişe bakış açısı şükran, şimdiye hizmet, geleceğe de sorumluluk olmalıdır.


“Zen’i yaşantı durumuna getirmek hem kendine, hem dünyaya en büyük sevgiyi duyan, en büyük değeri veren bir zihinsel tutum izlemekle olabilir. Zen'in bize kazandırmak istediği şey, yaşam yolunu izlemek için bize gösterdiği hedef, her türlü güvensizliği ve korkuyu yenmektir, bağımlılıktan özgürlüğe doğru yol almaktır.


Zen akıl işi değil, karakter işidir. Bunun anlamı şudur: Zen yaşamın birincil ilkesi olan istençten büyür, gelişir.



Psikanaliz ve Zen Budizm
Sf. 83

Budizm - Nietzsche

Budizm Hristiyanlıktan yüz kere daha gerçekçidir, -bir nesnel ve soğukkanlı soru sorma mirası taşır, yüzlerce yıl sürmüş bir felsefe geleneğinden gelmiştir, geldiğinde de tanrı kavramı giderilmiş haldedir. Budizm, tarihin bize gösterdiği biricik sahici pozitivist dindir... "Günaha karşı savaş" demez, gerçekliğin tam hakkını vererek "acıya karşı savaş" der. Onu hristiyanlıktan derin bir biçimde ayıran da, ahlak kavramlarının kendini aldatıcılığını geride bırakmış olmasıdır, - Budizm benim dilimle söylendikte, iyinin ve kötünün ötesinde durur.


Dayandığı ve göz önüne aldığı iki fizyolojik olgu vardır: İlkin, duyusallığın, incelmiş bir acı çekme yatkınlığı olarak dilegelen aşırı uyarılabilirliği, sonra, aşırı bir tinselleşme ,kavramlara ve mantık işlemlerine dalmış uzun bir yaşam boyunca, kişilik güdüsünün -kişisel olmayan- karşısında zarar görmesi. (Bu iki durumu da, okurlarımdan, en azından bazıları, benim gibi "nesnel" olanlar, kendi deneyimlerinden tanıyacaklardır) Bu fizyolojik temel üzerinde bir depresyon oluşmuştur. Buda, bu duruma hijyenik yaklaşır. Onun karşısına açık havada dolaşmayı, gezgin yaşamını, yiyeceklerde ölçülülüğü ve seçiciliği, bütün alkollü içkilerden kaçınmayı, aynı şekilde, safra yapan kanı kızıştıran bütün tutkulardan kaçınmayı getirir; tasa olmayacak, ne kendi ne de başkaları için. ya dinginlik veren ya da şenlendiren tasarımların oluşmalarını sağlar - başka türden tasarımlardan kurtulmak için de araçlar geliştirir. İyilikseverlik, iyilik yapmak, sağlığa yararlıdır. Dua etmek yasaktır, aynı şekilde münzevlik de; hiçbir kesin buyruk yok, hiçbir zorlama yok, manastır topluluğunun kendi içinde bile (-isteyen çıkıp gidebilir-)



Bütün bunlar,o aşırı uyarılabilirliği güçlendirmenin yollarıydı. Tam bu yüzden başka türlü düşünenlere karşı savaşmayı öğütlemez; öğretisi, kin, çekememezlik, ressentiment duygularından başka hiçbir şeye karşı değildir. (-"düşmanlığa çare düşmanlık değildir"-:bütün budizmin devindirici tekerlemesi...)

Buda'nın öğretisinde bencillik ödev yerine geçer: Gerekli tek şey, "sen acıdan nasıl kurtulacaksın" ilkesi, bütün dinsel diyeti düzenler ve sınırlandırır.

Budizm, bir daha söylersek yüz kere daha soğukkanlı, dürüst, nesneldir. Acısını,acı duyabilirliğini, kendi kendine, günah yorumu yoluyla saygıdeğer kılmak zorunda değildir artık. -Düşündüğünü açıkça söyler: "Acı çekiyorum."

...

İki decadance din arasındaki temel fark... Budizm vaat etmez hiç, yerine getirir. Hristiyanlıksa her şeyi vaat eder, yerine getirdiğiyse hiçtir.



(Antichrist - sf. 26 - 58)

Buda'nın Öğretisi - Thich Nhat Hanh



Nirvana, tüm sanıların kalkmasıdır. Doğum bir sanıdır, ölüm bir sanıdır, varolma bir sanıdır, varolmama bir sanıdır- Günlük yaşamın göreceli gerçekliğidir bu... Nirvana sona erme anlamına gelir, her şeyden önce düşüncelerin sona ermesidir. -doğum ve ölüm, varolma ve varolmama, tek ve çok düşüncelerin sona ermesidir. Tüm bunlar acı çekmeye neden olur. Nirvana hedefsizliktir. Nirvana kendimize dönmek ve doğamızla temas etmektir.



DÖrt yüce gerçek:

1. Dünya, maddi ve manevi acılarla doludur.

2. İnsan, arzularına fazla bağlanması yüzünden acı çeker.

3. Bu nedeni -yani bağlılığı- ortadan kaldırarak acılardan kurtulmak mümkündür.

4. Nedeni ortadan kaldırmak için Sekiz basamaklı yol adı verilen ve insanı doğru davranış ve düşüncelere yönelten bir kılavuz vardır.



Yaşam ıstıraplarla doludur; ıstıraplar arzulara bağlılıktan doğar; bu bağlılık sona erdiğinde ıstırap diner; hayattaki acıları yenmek için sekiz basamaklı yol'u izleyin. Bunun temel adımı ise meditasyondur.

Sekiz basamaklı yol kişiyi bilgelik (doğru görüşler, doğru amaçlar), erdem (doğru konuşmak, doğru davranmak, doğru yaşamak) ve zihinsel disipline (gayret, düşüncelilik, konsantrasyon) yönelten bir ahlak pusulasıdır.

Buda'nın öğrendiği ilk dersi, zihninizi dinginleştirmeyi öğrenin. Bundan sonra eylem kendiliğinden gelir zaten.



*


...meditasyon, kişinin kendi nefes alıp verişine odaklanmasıyla başlar. Her soluk alıp verişinizde bilinciniz daha da yoğunlaşır. Nefes aldığınızda... bedeninizdeki ve dikkati en çok dağıtan organ olan beyninizdeki duyumsamaları gittikçe daha çok fark edersiniz. Nefes verdiğinizde...bedeninizdeki gerginliğin gevşediğini hissedersiniz ve dağılan dikkatinizi yeniden nefesinize odaklamaya çalışırsınız. Nefes aldığınızda...soluduğunuz hava burnunuzun ucunu gıdıklar. Nefes verdiğinizde... dizinizdeki uyuşma hafifler, zihniniz hala sağa sola kaymaktadır. Nefes alınca...acaba ben bu zamanı daha faydalı bir şey yaparak mı harcamalıydım? Nefes verince...o son cümledeki "ben" kim acaba? Yavaş yavaş, gittikçe daha incelikli biçimde bazen acı çekerek, bazen neşeyle ama sonunda kesinlikle Buda'nın fark ettiği şeyin bilincine varırsınız.

O, "Ne düşünüyorsak oyuz" demişti. 

...


 Eski bir atasözünü değiştirirsek... 'Herhangi bir şey yapacağına öylece otur.'

Zen öğretisinde bir adamla atı hakkında bir hikaye vardır. At dört nala koşmaktadır ve ata binen adam önemli bir yere gidiyormuş gibi görünür.Yolun kenarında duran başka bir adam bağırır, "Nereye gidiyorsun?" ve at üstündeki adam yanıtlar, "Bilmiyorum, Ata sor!" Bu aynı zamanda bizim hikayemizdir. Bir ata biniyoruz ve nereye gittiğimizi bilmiyoruz ve duramıyoruz. At bizi çeken alışkanlık enerjisidir ve biz güçsüsüzdür. Her zaman koşarız ve bu bir alışkanlık haline gelmiştir. Sürekli mücadele ederiz, uykumuzda bile. Kendi içimizde savaştayızdır ve başkalarıyla da kolayca savaşa girebiliriz.

Durdurma sanatını -düşüncemizi, alışkanlık enerjilerimizi, unutkanlığımızı, bizi yöneten güçlü duyguları- durdurmayı öğrenmeliyiz...(...)



Buzdan Hayaller (2003, Dagur Kari)

Sanat her zaman yalan söylemez mi zaten - Kavafis


Hiç kırda yaşamadım, başkaları gibi kısa süreler için bile olsa kırlık bir yerde kalmadım. Buna karşılık kırları övdüğüm bir şiir yazdım; dizelerimi kırlara borçlu olduğumu söylüyorum bu şiirde. Pek övgüye değer bir şiir değil sanırım. Yazılabilecek en içten şeylerden biri: kusursuz bir yalan.


Oysa şimdi kendi kendime soruyorum: gerçekten bir içtenlik eksikliğimi bu? Sanat her zaman yalan söylemez mi zaten? En çok yalan söylediği zaman en yaratıcı olduğu zaman değil midir? O dizeler yazıldıysa sanatın bir etkinliği değil mi bu? (o dizelerin kusurları, kuşkusuz içtenlik eksikliğinden ileri gelmiyor: en içten heyecanlara kapıldığında çoğu kez başarısız oluyor insan.) Bu dizeleri kurduğumda sanatsal bir içtenliğim yok muydu? Düş gücüm sanki gerçekten kırda yaşamışım gibi çalışmıyor muydu?

Yapıtın Halesi

Benjamin'in "Teknik Çoğaltım Çağında Sanat Yapıtı" denemesinde merkeze aldığı "yapıtın halesi" sorunu, XX. yüzyılın ikinci yarısında doğmuş benim gibi sanat tutkunları açısından iyiden iyiye ağırlık kazanmıştı: Çıplak gözle görebilme olanağına kavuşmadan, binlerce yapıtı röprodüksiyonlarından tanıdık, nasıl tanımaksa bu. Öte yandan, olanaklarımızı küçümseyemezdik; çoğaltım tekniği devreye her boyutuyla girmemiş olsaydı ufkumuz böylesine genişlemeyecek, yeryüzü sanatlarının geçmişiyle alabildiğine kısıtlı bir ilişki kurmamız söz konusu olacaktı.


Magritte'in basbayağı kötü resimler yaptığı, yapıtına röprodüksiyonların çok şey kazandırdığı; Dali'nin resmine, tam tersine, röprodüksiyonun çok şey yitirttiği beni de şaşırtan bir gözlemim oldu: Teknik Çoğaltım birinin zayıflıklarını örtüyor, öbürünün hünerini gizliyordu.  

Otuz yıl içinde gezdiğim müzelerden çok şey öğrendim ben -Sanat bağlamında, kitaplardan devşirdiklerime ağır basan bir birikim onların salonlarında, koridorlarında oluştu. Her şeyden önce, bir sanat yapıtının kendisiyle karşıkarşıya gelmek kıyaslanası durum değildir: Çoğaltım tekniklerine borcumuzu yabana atamayız gerçi, gene de, tıpkı müzelerin zararından söz edebildiğimiz gibi, röprodüksiyonun zararlarından da, hele bugün, İnternet'ten sanat izlemek (İnternet sanatını ayırıyorum elbette) olgunlaştığı bir dönemin içine girmişsek, sözedebilmeliyiz.

FELSEFE - Oruç Aruoba

 Felsefe, hep, yeniden, sürekli,
ölüme gelip dayanan, dayanacak,
dayanması gereken yaşam biçimidir.

Felsefeyi yaşam biçimi edinen
kişi için de, her yer barınılmaz,
her yol çıkmaz, her yön olanaksız,
her yük ezici -her anlam boştur --
çünkü, ölüm, vardır.

*


Zerdüst "kendi omuzuna tırman: başka türlü nasıl yükselebilirsin ki" der
-bu eğretilemeyi izleyebiliriz:-

Felsefe kendi omuzuna tırmanma işidir. Sırasıyla gidelim: kendi omuzuna tırmanma; yani kendini, kendinde olan bir şey olarak arama, ve ulaşmağa çalışma; ulaşınca da onu aşma - ötesine geçme...

Felsefe en temelinde "Ben neyim?" sorusuna yanıt bulma çabasıdır - felsefe kendini sorunlu olarak görebilen bazı kişilerin, kendi üzerinde yürüttükleri bir bilme çabası, kendini anlama uğraşısıdır.

Nietzsche, bu uğraşıyı 20. yüzyıla taşımış olan bilinçtir: Nietzsche'den ancak kendini anlamağa çalışanlar bir şeyler anlayabilirler; anladıklarında da, Nietzsche'yi değil, kendilerini anladıklarını anlayarak... 


Nietzsche'nin Son Günleri


...Lou'dan ayrıldıktan sonra kesin bir yalnızlığa gömüldüğü söylenen Nietzsche, gece, Cenova körfezine hakim dağlarda dolaşıyor ve orada, alevleri seyrettiği büyük bir ateş yakıyordu. Sık sık bu yangınları düşündüm, bu yangınların parıltısı tüm zihinsel yaşamımın arka planında dans edip durdu. Hatta, karşılaştığım bazı düşüncelere ve bazı insanlara karşı adaletsiz davrandığım olduysa da, bu, onları istemeden de olsa bu yangınların karşısına koymamdan ve onların hemen kül olmasından kaynaklanmaktadır.

...

İena kliniğinde Nietzsche, uzun bir süre boyunca, aklı başında olarak Overbeck ile (Nietzsche'nin bir dostu) -yapıtları dışında her şeyden konuşuyor.


Overbeck, Nietzsche'nin çılgınlığının bir numara olduğu izlenimine sahipti.

(Albert Camus)



 
 ('Last Days' Footage - Hans Olde, 1899 )




Grandpa Goes to Heaven - Duane Mıchals

"Senin gibi bir aşk çiçeği ne yapar
Seher vakti yağdığında yağmurlar?"
Diye sordu mezar güle.
"Ya senin o kuyu gibi ağzına
Düşen insan ne yapar daha sonra?"
Diye sordu ona gül de.

"Ey karanlık mezar, amber ve bal
Kokusuna döner o damlacıklar
Anladın mı beni şimdi?
Mezar da dedi ki "Ey dertli Çiçek,
Melek olup göklerde süzülecek
İçime düşen her kişi."

(şiir: Vıctor Hugo)


Huzursuzluk Kitabı (sf. 301)


26 Ocak 1932


Dün tütüncüdeki kasiyerin intihar ettiğini söylediklerinde inanamadım. Zavallı, demek ki varmış! Onu hepten unutmuştuk oysa, tanımayanlar kadar biz tanıyanlar da.Yarın daha da çok unutacağız. Bir ruhu varmış meğer - kendini öldürdüğüne göre buna şüphe yok. Ya tutkuları? Dertleri?

(...)

Elbette... Ama bütün insanlığa olduğu gibi bana da ondan tek kalan, pis, omuzlara oturmayan ucuz bir ceketin üzerinde salınan, saf bir gülümsemenin anısı. Fazla hissetmekten kendini öldürecek kadar hissetmiş bir adamdan bana kalanların hepsi bu kadar, insan herhalde başka şey için kıymaz kendi canına... Bir keresinde sigara alırken yakında kel kalacağını söylemiştim; ne var ki saçının dökülmesine bile fırsat olmadı.Onunla ilgili hatırladıklarımdan biri de bu. Fakat bunun bile aslında onunla ilgili değil, onun hakkında edindiğim fikirle ilgili olduğunu düşünecek olursak, zaten başka ne anı saklayabilirdim ki?

Birden ceset geliyor gözümün önüne, içine konulduğu tabut, muhtemelen gömüldüğü isimsiz mezar.Ve birden, tersyüz edilmiş ceketi ve kelleşmiş alnıyla tütüncüdeki kasiyerin, bir bakıma insanlığın ta kendisi olduğunu görüyorum.

Bu sadece bir an sürüyor. Tıpkı benim gibi bir insan olan o, şimdi, açıkça ölü. Hepsi bu.
Hayır, ötekiler yok... Ağır kanatlarıyla, sert, puslu renkler içinde batan güneş, benim için donup kalıyor. Akışını görmediğim geniş nehir, batan günün altında benim için titriyor. Suların çekildiği yerde nehirle buluşan şu geniş meydan benim için yapılmış. Tütüncünün kasiyerini bugün kimsesizler mezarlığına mı gömmüşler? Bugün güneş onun için batmıyor. Ama sırf bunu düşününce, ne kadar engellemeye çalışsam da, benim için de batmaz oldu...


Fernando Pessoa

The Creation of Adam (Michelengelo)



Hiç kimse yaratılışın gizemini büyük gizemini ifade etmeye bunca güç ve yalınlıkla yaklaşamamıştı. İnsanın dikkatini ana konudan uzaklaştıran hiçbir şey yok bu sahnede. Adem, ilk erkeğe yaraşır bir güç ve güzellik içinde yere uzanmış. Meleklerin taşıdığı Baba Tanrı, öbür tarafta ona doğru yaklaşıyor. Görkemli ve geniş bir pelerine bürünmüş. Rüzgarın bir yelken gibi şişirdiği bu pelerin, Tanrı'nın boşlukta ne kadar rahat ve hızlı hareket ettiğini hissettiriyor. Tanrı elini uzatmış, ama daha Adem'in parmağına bile değmeden, işte ilk insan, derin bir uykudan kalkarcasına uyanıyor; bakışlarını, Yaratan'ın baba sevgisiyle dolup taşan yüzüne çeviriyor.

Michelengelo'nun sanatta yarattığı mucizelerden birisi, tüm sahneyi kutsal elin davranışına odaklaması ve  bu davranışın rahatlığı ve gücünde, bizim "gücü her şeye yetme" düşüncesini görmemizi sağlamasıdır.  (E. Gombrich)







Equus (Küheylan)

Yaratıcılık, Yıkıcılık ve Tutku: Peter Shaffer'in "Equus (Küheylan)" Adlı Oyununda Psikanalist ve Arketip Yaklaşımlar

Bahar İnal
Equus (1973), aklın sert ve değişmez sınırlarına karşı tutkuyu ve coşkuyu koyan ve süregelen sosyal düzenin ikiyüzlü değerlerine başkaldıran psikolojik nitelikte bir tiyatro eseridir. Yirminci yüzyılın en önemli oyun yazarları arasında olan ve farklı içerik ve üslubuyla diğer çağdaşlarından büyük ölçüde ayrılan İngiliz yazar Peter Shaffer bu eserinde temel olarak id (ilkellik) ve süperego (toplumsal düzen kavramlarının birbiriyle olan daimi çatışmasını göstermeyi hedeflemiştir. Bunu yaparken karakterlerin kendileriyle ve diğer kişilerle yaşadığı sosyal ve psikolojik çatışmaları ve bu durumun doğurduğu kişilik bölünmesini açığa çıkartır. Oyunun ana karakterleri Alan ve Dr. Dysart, kendilerine düşman bir toplumsal düzen içerisinde var olmaya çalışırken, aynı düzen karakterlerin içlerindeki yaşam gücünü, enerjiyi ve tutkuyu yok etmek için yaratılmış, onlara “karşı” işleyen bir kargaşadır adeta. İçinde yaşadıkları ve bir anlam veremedikleri bu kargaşa onları metafiziksel bir sorgulamaya sürükler: Benim yaşadığım bu evrende yerim ve Tanrı’yla olan ilişkim nedir? Tüm bunlar ne anlama gelmektedir?
Equus, savaş sonrası tiyatronun en çarpıcı örneklerinden olmakla beraber temel kaygısı felce uğramış ruhsal bütünlüğünü yeniden kazanmaya çalışmak olan, sosyal düzenle uyuşamayan ve toplum tarafından belirlenmiş “normallik” kavramının dışında hareket eden bireyin içsel mücadelesini vurgulayan bir eserdir. Oyun, Alan Strang adında 17 yaşındaki bir gencin gece yarısı ahırdaki altı tane atın gözlerini metal bir çubukla kör etmesi ve olayın ertesi sabahı bir psikiyatri kliniğinde başlayan tedavi süreci üzerine kurgulanmıştır. Alan, 20. yüzyılın modern edebiyatında sıkça görülen “misfit” yani “uyumsuz” bir karakterdir. Dünyaya posta atmış egemen değerlerin dışında ve bu değerlerle uzlaşamayan bir anti-kahramandır. Toplumla ve ailesiyle sürekli çatışma halindedir. Elektronik eşyalar satan bir mağazada çalışan Alan, işinden nefret etmektedir çünkü hiçbir anlam veremediği ve hemen her gün değişen teknolojik isimler ve markalar onun yaşadığı dünyaya son derece yabancıdır. Ancak Alan’ın asıl mutsuzluk kaynağı ailesidir.
Tutucu diyebileceğimiz düzeyde dindar bir anne ve onun tam karşıtı ateist-sosyalist bir baba arasında sıkışıp kalmıştır Alan. Ailenin koyduğu kurallara göre evde televizyon izlemek de yasaktır çünkü matbaacı olan baba Frank Strang, oğlunun ona yakışır bir biçimde sürekli olarak kitap okumasını istemektedir. Anne Dora Strang ise hayatını elinden düşürmediği İncil’i okuyarak geçirmektedir ve Alan’ı da İncil’deki öğretiler doğrultusunda yetiştirmeye çalışmaktadır. Oysaki bu katı ve baskıcı görüntü altında gizli bir ikiyüzlülük yatmaktadır. Dıştan bakıldığında yüksek ideallere ve ahlaka sahip olan ve her fırsatta bu ideallerin savunuculuğunu yapan baba Frank Strang, geceleri ailesinden gizli olarak sinemada porno filmler izlemektedir.
Bir gece Alan babasıyla sinemada karşılaşır ve “yüksek ahlak” sahibi sandığı babasını porno film izlerken görünce Alan’ın ailesinin dürüstlüğüne olan inancı bir kat daha sarsılır, içsel çatışması daha da yoğunlaşır. Bunlara ilaveten aile bireyleri arasında en ufak bir iletişim izine rastlanmamaktadır. Yalnızlık duygusunun ve kendini ifade edememenin ağırlığı altında ezilen Alan, büyük bir ruhsal bunalıma sürüklenmiştir. Alan’ın kendini özgür hissettiği tek yer çok sevdiği atların bulunduğu ahırdır. Alan bu atlara adeta Tanrısal bir varlığa tapar gibi tapar. Her gece atların üzerine çıplak bir vaziyette biner, coşkuyla onları dörtnala sürer, atlarla özdeşleşir ve bir süre sonra da bu ilişki Alan için ritüel bir yolculuğa dönüşür. At imgesi oyunun ana sembolü olmakla beraber insanın bilinçaltındaki arketiplerden biridir. Gençlik, coşku, tutku ve ilkellik ile özdeşleştirilir:
“At, dizginlenemeyen içgüdüyü, geceyi, karanlığı
ve şiddeti temsil eder… Psikolojik anlamda bilinçaltı
dünyasının sembolüdür. Hayal, itici güç, arzu, yaratıcı
güç, gençlik, enerji ve cinsellik atın çağrıştırdığı
anlamlardır. Ancak ata aşırı bir bağlanmaya izin verilirse
beraberinde ölümü getirir.” (Knapp, s. 75).
Benzer şekilde psikan

Özdeyişler ve Oklar (Nietzsche)

 Dehanın ıstırabı

Sanatsal deha zevk vermek ister, ama çok yüksek bir düzeyde duruyorsa, onu tadacak olan kimse yoktur; ziyafet verir ama kimse yemek istemez. Bu durum ona gülünç -dokunaklı bir pathos verir bazen; çünkü aslında insanları keyif almaya zorlama hakkı yoktur. Zurnası çalar, ama kimse kalkıp oynamak istemez: trajik olabilir mi bu? - Belki de. Sonunda bu yoksunluğu telafi etmek için, yaratırken öteki insanların tüm etkinlik türlerinden aldıklarından daha çok keyif alır.



Olmayan Kulak

"Suçu her zaman ötekilere yüklediğinde hala avamdandır kişi; her zaman yalnızca kendini sorumlu tuttuğunda, bilgelik yolundadır; ama bilge hiçkimseyi suçlu bulmaz, ne kendini ne de başkalarını." - Kim söylüyor bunu? - Epiktetos, sekiz yüz yıl önce. - işitildi, ama unutuldu. - Hayır, işitilmedi ve unutulmadı;  unutulacak şey değil bu. Ama kulak yoktu bunu işitecek, Epiktetos'un kulağı. - öyleyse bunu kendi kulağına mı söyledi? - Evet, öyle; bilgelik yalnız kişinin kendi kendisiyle fısıldaşmasıdır, kalabalık çarşının ortasında.



Ruhun İlacı

Sessizce uzanmak ve az şey düşünmek ruhun hastalıklarının en ucuz ilacıdır ve iyi bir istence, kullanılmasının üzerinden saatler geçtikçe, daha hoş gelir.


Haz Olarak İlişki

Bir kimse, feragat bilinciyle, bilerek yalnız kalıyorsa, böylece insanlarla ilişkiyi ender yaşanan bir damak şölenine dönüştürebilir.


İyiliğin İki Kaynağı 

Tüm insanlara eşit ölçüde iyi niyetli davranmak ve insan seçmeden iyi olmak, insanları derinden hor görmenin olduğu kadar, esaslı bir insan sevgisinin ürünü de olabilir.



İyi Üçlü

Dinginlik, büyüklük, güneş ışığı - bu üçü bir düşünürün arzuladığı, kendisinden beklediği her şeyi kapsar: umutlarını ve ödevlerini, entelektüel,  ahlaksal ve gündelik yaşamdaki, hatta konutunun manzarasındaki taleplerini. Bu üçlüye önce yüceltici, sonra dinlendirici, üçüncü olarak da aydınlatıcı düşünceler karşılık düşer - dördüncü olarak ise, bu üç nitelikte de payı olan, onlarda dünyevi olan her şeyin nurlandığı düşünceler: büyük neşe üçlemesinin hüküm sürdüğü ülkedir burası.  


*
Bir eşek trajik olabilir mi? Ne taşıyabildiği ne de atabildiği bir yükün altında telef olduğu için?.. Filozofların durumu.

*
Yalnız yaşamak için bir hayvan ya da bir tanrı olunmalı - diyor Aristotales. Üçüncü durum eksik: ikisi birden olunmalı - filozof...


 *


 Uyku

Her tükenmişliğin sonucu olarak uyku; her aşırı heyecanın sonucu olarak da tükenmişlik -

Uyku gereksinimi ve "uyku" anlayışının tüm pesimist dinlerde ve felsefelerde tanrılaştırılması ve tapınılması -

 Bu durumdaki tükenmişlik, ırksal bir tükenmişliktir: Uyku, psikolojik açıdan bakıldığında, sadece daha derin ve daha uzun bir dinlenme içtepisidir. - Gerçekte ise kardeşi olan uykunun imajı arkasına saklanarak baştan çıkartıcı bir biçimde çalışan ölümdür.