Benjamin'in "Teknik Çoğaltım Çağında Sanat Yapıtı" denemesinde merkeze aldığı "yapıtın halesi" sorunu, XX. yüzyılın ikinci yarısında doğmuş benim gibi sanat tutkunları açısından iyiden iyiye ağırlık kazanmıştı: Çıplak gözle görebilme olanağına kavuşmadan, binlerce yapıtı röprodüksiyonlarından tanıdık, nasıl tanımaksa bu. Öte yandan, olanaklarımızı küçümseyemezdik; çoğaltım tekniği devreye her boyutuyla girmemiş olsaydı ufkumuz böylesine genişlemeyecek, yeryüzü sanatlarının geçmişiyle alabildiğine kısıtlı bir ilişki kurmamız söz konusu olacaktı.
Magritte'in basbayağı kötü resimler yaptığı, yapıtına röprodüksiyonların çok şey kazandırdığı; Dali'nin resmine, tam tersine, röprodüksiyonun çok şey yitirttiği beni de şaşırtan bir gözlemim oldu: Teknik Çoğaltım birinin zayıflıklarını örtüyor, öbürünün hünerini gizliyordu.
Otuz yıl içinde gezdiğim müzelerden çok şey öğrendim ben -Sanat bağlamında, kitaplardan devşirdiklerime ağır basan bir birikim onların salonlarında, koridorlarında oluştu. Her şeyden önce, bir sanat yapıtının kendisiyle karşıkarşıya gelmek kıyaslanası durum değildir: Çoğaltım tekniklerine borcumuzu yabana atamayız gerçi, gene de, tıpkı müzelerin zararından söz edebildiğimiz gibi, röprodüksiyonun zararlarından da, hele bugün, İnternet'ten sanat izlemek (İnternet sanatını ayırıyorum elbette) olgunlaştığı bir dönemin içine girmişsek, sözedebilmeliyiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder