Ah, gençken yazılan mısraların değeri zaten nedir ki? Beklenmeli ve bütün bir ömür, mümkünse uzun bir ömür boyunca anlam ve lezzet toplanmalıydı ve sonra, en sonunda belki iyi on mısra yazılabilirdi. Çünkü mısralar sanıldığı gibi, duyguların değil (duygu erkenden vardır birçok kişide) yaşamış olmanın verimidir. Bir mısra yazabilmek için insan, birçok şehir görmeli, insanları, nesneleri görmeli, hayvanları tanımalı, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli, küçük çiçeklerin sabahları açarken nasıl titreştiğini bilmeli. İnsan bilinmeyen yerlerdeki yolları, beklenmedik rastlantıları ve uzun zamandır yaklaşmakta olduğunu sezdiği ayrılıkları düşünebilmeli -hala anlaşılmamış çocukluk günlerini; sevindirici bir şey söylediklerinde (fakat bir başkası için büyük bir sevinçti bu) anlamayıp kırdığımız anne babaları; o kadar çok, derin ve ağır değişmelerle garip, tuhaf başlayan çocukluk hastalıklarını; sessiz ve kapanık odalarda geçen günleri; deniz kıyısındaki sabahları; denizi; denizleri; yukarılarda çağıldayan, yıldızlarla uçuşan yolculuk gecelerini düşünebilmeli - bütün bunları düşünebilmek de yetmez. Anılar da olmalı; birbirine benzemeyen birçok sevda gecesinden, doğuran kadınların çığlıklarından, içlerine kapanık, hafif, solgun, uyuyan loğusalardan gelme anılarımızda olmalı. Hem sonra ölenlerin yanında bulunmalı;... Bu da yetmez, anılar da yetmez, Çoksa anılar onları unutabilmeli, sonra da dönüp gelmelerini beklemekten yana büyük bir sabır göstermeli. Çünkü anılar da bitmez, onlar içimizde kan, bizde bakış ve davranış oldukları, isimsizleştikleri, artık bizden ayırt edilemedikleri zaman, işte ancak o zaman, çok seyrek bir saatte, bir mısranın ilk kelimesi, anıların arasından, anılardan çıkıverir.
sf. 16
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder