Mektup

           


Düşüncelerimin beni nereye sürükleyeceğini kestiremiyorum, ve bazen, beni yaşamdan zevk almamaya götürecek kadar içimde bir bıkkınlık, anlamsızlık ve sevgisizlik de seziyorum. Kendimi bırakacağım bir akıntı yok... Kuşkusuz şair ruhlu bir insanım ben, ve her şair ruhlu insan gibi ruhum bir gezginin ruhu, evsiz barksız ve zamansızım, sonsuzluğa -açım.

yaşayamıyorum ve insanlara bakıyor ve hiçbir şey görmüyorum onlarda. kurnazlıklarından tiksiniyorum.

bende yolunda gitmeyen bir şey var. Ruhumda yolunda gitmeyen bir şey var. üzerinde çalışıyorum ve öyle sanıyorum ki bu güçlüğü yenersem hayatım yoluna girecek. sadece kafaca biraz temizlik ve disiplin. insanlar karşısında güçsüz de kalsan değerli ve manen ne kadar derin olduğunu bilmek...

ruhumda gizlice ve usul usul süren bir değişimi gözlemliyorum. terk edeceğim burayı haberin olsun. sadece zamanını kolluyorum.

Darwinci Perspektif

Darwin evrimin amacı olmadığını ileri sürmüştür. Bireyler genlerinin gelecek kuşaklarda temsil edilmesi için mücadele ederler o kadar. Dünya bir ahenk ve düzen sergiliyorsa, bu yalnızca bireylerin kendi çıkarlarını gözetmelerinin rastlantısal bir sonucudur - Adam Smith'in ekonomisinin doğaya uyarlanmış biçimi. İkincisi, Darwin evrimin belirli bir yönü olmadığını savunmuştur; evrim mutlaka daha yüce varlıklara doğru ilerlemez. Organizmalar yerel çevrelerine daha iyi uyum sağlar o kadar. Bir asalağın "soysuzluğu" bir ceylanın sekişi kadar kusursuzdur. Üçüncüsü, Darwin doğa açıklamasına tutarlı bir maddecilik felsefesi uygulamıştır. Madde tüm varoluşun zeminidir; akıl, ruh ve hatta tanrı, sinirsel karmaşıklığın muhteşem sonuçlarına verilen adlardan başka bir şey değildir. Thomas Hardy, doğayı konuştururken amaç, yönelim ve ruhun sürgün kararı karşısında duyduğu üzüntüyü dile getirir:

Tan ağarırken düştüm yola, gölcük
Tarla, sürü ve bir ağaç, yalnız
Sanki bana bomboş bakarsınız
Cezalı okul çocukları gibi sessiz, sönük

Fısıldar küçük göl her bir dalgada
(Bir zamanlar göl ve davetkar sesi
Şimdilerde pek dar gibi nefesi)
"Bilmeyiz, bilemeyiz, ne işimiz var burada!"


Evet, Darwin'den sonra dünya değişti. Ama daha heyecansız, daha sıkıcı ya da daha az büyüleyici değil; çünkü doğada amaç bulamıyorsak, onu bizim tanımlamamız gerekecektir. Darwin bir ahlak düşmanı değildi; yalnızca, karşısında doğa dururken batı düşüncesinin derin önyargılarıyla yetinmeye yanaşmadı. Hatta gerçek Darwinci ruhun, Batılı kendini beğenmişliğin gözde bir kanısı olan, önceden belirlenmiş sürecin en yüce ürünü olarak yeryüzüne ve yaşama hakim olmak için yaratıldığımız kanısını çürüterek, tükenmiş dünyamız için son bir kurtuluş umudu olabileceğine inanıyorum.


Sigmund Freud, evrimin insan yaşamı ve düşüncesi üzerindeki geri dönüşü olmayan etkisini şöyle ifade etmiştir:

Zamanın akışı içindeki insanlık, bilimin ellerinden gelen darbelerle iki kez, naif öz sevgisinin incinmesinin acısını yaşamak zorunda kalmıştır. Birincisi, Dünya'nın evrenin merkezinde olmadığını, akıl almaz büyüklükte bir dünyalar sistemi içinde bir nokta olduğunu anladığında. (...) İkincisi, biyolojik araştırmalar özel yaratılmışlık ayrıcalığını elinden alıp soykütüğünü hayvanlar alemine düşürdüğünde."

Bu düşüşün bilincinde olmamızın, kırılgan dünyamızın sürekliliği için en büyük umudumuz olduğuna inanıyorum. Umalım ki yaşamın bu görünüşü ikinci yüzyılında çiçeklensin ve - bizler Hardy'nin tarlaları ve ağaçları gibi burada ne işimiz olduğunu merak etmeyi sürdürürken- bilimsel aklın sınırlarını ve verdiği dersleri anlamamıza yardımcı olsun.


Stephan Jay Gould'un
Darwin ve Sonrası kitabından

The Atheism Tapes


The Atheism Tapes (2004, Jonathan Miller )

*
Jonathan Miller'ın yönetimindeki Atheism Tapes, Richard Dawkins (biyolog), Colin Mcginn,(felsefeci) Arthur Miller (yazar), Daniel Dennett,(felsefeci) Denys Turner (teolog) ve Steven Weinberg (Fizikçi) gibi isimlerle yapılan otuzar dakikalık söyleşilerden oluşuyor.

Nobelli fizikçi Weinberg'in söyleşisi belgeselin en keyiflilerinden biri..


*

" Füze savunma sistemleri veya post-yapısalcılık ...ve neo-modernizm gibi  bir çok sorun ile uğraştım. Ama sanırım dinle ilgilenmem gerekenden biraz daha fazla ilgilendim ve ona karşı kesin bir düşmanlık edindim. Sanırım en rasyonel neden dinin gördüğüm zararlarıdır. Daha öncesi hakkında konuşuyorduk. Bir çok insan samimi dindarlardan dolayı korkunç şeyler yapar. Saddam Hüseyin gibi dini kendisine zırh olarak kullanmadan, ama gerçekte onlar bu yapılanların tanrının kendilerinden istediği şey olduğuna inanırlar. Tüm bunlar İshak'ı gönüllü olarak kurban etmeye razı olan İbrahim'e kadar gidiyor çünkü tanrı ona bunu 
yapmasını söylemişti. Tanrıyı insanlığın karşısına  koymak korkunç bir şey.

Başka bir sebep de etrafımızda olan yılışık sofuluğa karşı kırgın olmamdır. Muhtemelen Amerika'da 
Avrupa'dan daha fazla var. Aslında zararlı değiller... aşırı değiller hatta 
ciddiye bile alınmamalılar ama işte -- 

Bir süre sonra rahibin çeşitli  toplulukların kutlamalarında ettiği duaları duymaktan sıkılıyorsunuz. Ve bunun dışında yaşayamaz mıyız?  Bunları dinlemek zorunda mıyız? Ama belki bunun temelindeki şey --
Tanrıyı gerçekten sevmiyorum. Tanrıyı sevmiyorum demek aptalca  çünkü tanrıya inanmıyorum  ama bazı durumlarda Iago'yu da sevmiyorum... ya da Reverend Slope'u sevmiyorum... ya da edebiyattaki 
öteki canileri sevmiyorum.

Geleneksel Yahudilik,  Hristiyanlık ve İslam'daki tanrı bana korkunç bir  karakter olarak görünüyor. O, kendisine tapan insanları derecelendirme  konusunda saplantılı ve kendisine doğru şekilde tapmayanları... korkunç işkencelerle cezalandırma konusunda kaygılı bir tanrı.

 Bir çok insanın artık kendisini müslüman, yahudi ve hristiyan  olarak tanımlamadığının farkındayım. Geleneksel bir tanrı var ve berbat bir karakter. Hoşlanmıyorum ondan. Bir arkadaşım var  -ya da vardı, öldü- adı Abdul Salam... Gulf'daki üniversitelere bilimi getirmeye çalışan çok sadık bir müslümandı ve bana çok kötü zamanlar geçirdiğinden bahsetmişti. Teknolojiye karşı çok açık  fikirli olmalarına karşın bilimin dindarların inançları  için aşındırıcı bir şey olabileceğini düşünüyorlardı ve bu konuda endişeleniyorlardı.
Kahretsin, sanırım haklıydılar.

Bilim, dindarların inançlarını yıpratır...
...ve bu da iyi bir şey.

Korkunç bir şey bu! "


What God Wants (Waters)


Tanrının İsteği (Bölüm I) – What God Wants Part I

Tanrı ne isterse o olur Tanrı hepimizin yardımcısıdır
Tanrı ne isterse o olur
Köşedeki çocuk rahibe baktı
Ve soluk mavi Japon gitarına dokundu
Rahip dedi ki
Tanrı iyilik ister
Tanrı ışık ister
Tanrı kargaşa ister
Tanrı hilesiz bir dövüş olsun ister
Tanrı ne isterse o olur
Öyle şaşkın bakma
Yalnızca dogma bu
Haykırdı yabancı peygamber
Böcek ve antilop
Kaptı İncil’i onun kancasından
Köşedeki maymun
Yazdı kitabındaki dersi
Tanrı ne isterse o olur Tanrı hepimizin yardımcısıdır
Tanrı barış ister
Tanrı savaş ister
Tanrı kıtlık ister
Tanrı zincir marketler ister
Tanrı ne isterse o olur
Tanrı fitne ister
Tanrı seks ister
Tanrı özgürlük ister
Tanrı patlayıcı madde ister
Tanrı ne isterse o olur Tanrı hepimizin yardımcısıdır
Öyle şaşkın bakma
Yalnızca şaka yapıyorum
Yabancı komedyenin yalanı
Eşek ve sırtlan
Kaptı tüyü onun kancasından
Köşedeki maymun
Yazdı kitabındaki şakayı
Tanrı ne isterse o olur
Tanrı sınırlar ister
Tanrı uyuşturucu ister
Tanrı yağmurları ister
Tanrı kaçakları ister
Tanrı ne isterse o olur
Tanrı vodoo ister
Tanrı tapınaklar ister
Tanrı hukuk ister
Tanrı organize suç ister
Tanrı haçlı seferi ister
Tanrı cihat ister
Tanrı iyilik ister
Tanrı kötülük ister
Tanrı ne isterse o olur

Je Crois Entendre Encore (Gilmour)


...dinlemesi olduğu kadar izlemesi de
 güzel Gilmour'u

Eternal Gaze

"İnsan ve Zamanın Altı Bin Ayak Ötesinde"




Şu hayat -ebedi hayatınız

Hayattan en iyi biçimde yararlanmak ile en kötü biçimde yararlanmak arasındaki farktır bu, böylece başka bir zamanda ve mekânda daha iyi bir hayat elde edeceksiniz. Acaba, bundan da en iyi biçimde yararlanmak bir günah mı olacak diye merak ediyorum; ve şu anda olduğu kadar gelecekteki bir durumda da bize rüşvet verilmesi mi gerekecek?  Henry James, “The Author of Beltraffio"

Nietzsche’nin fikirleri hakkında başka ne söylemeye kalkışırsak kalkışalım, fikirlerinin çoğunun sağduyulu olduğunu söyleme olasılığımız düşüktür. Nietzsche, sağduyunun dokusunun, sıradan dilin kavrayışının, makul düşüncenin dilinin üstüne tekrar tekrar çullanır. Direttiği ve gurur duyduğu yazma biçiminin ayırt edici özelliğidir bu. “Kendimi daha bugünden işitilecek kulaklar bulanlarla nasıl karıştırabilirim ki?” diye sorar, “Ancak öbür gündür benim olan. Kimileri öldükten sonra doğar” (A, Önsöz). Cari von Gersdorff’a yazdığı bir mektupta kibirli bir yalınlıkla şöyle der: “Bugün Zerdüşt'e, benzer herhangi bir şey kaleme alabilecek yaşayan biri yok."

Nietzsche, düşünce tarihindeki benzersiz konumunda, projesi açısından temel olabileceği üzere, böylesine şiddetli bir biçimde direterek, aslında kendisine büyük bir zarar vermiş olabilir, çünkü böyle yaparak, kabul edilmeleri genellikle imkânsız olan ve dolayısıyla, hem henüz zamanı gelmemiş görüşler olarak haklı bir gerekçe olmaksızın savunulmaları zor hem de öğretici olmaktan çok insanları afallatmakla ilgilenen birinin düşünceleri olarak doğru dürüst ele alınmadıkça göz ardı edilmeleri zor görüşlerin kendisine yakıştırılmasını kolaylaştırmıştır. Ama insanları afallatmaya kesinlikle can atıyor olmasına rağmen, aynı ölçüde istekli olduğu öğretici olmakla bağdaşmayan bir afallatmayı asla aklından geçirmemiştir. Yine de, görüşlerinin hiçbiri bunu, hem Zerdüşt'ün (Z. III, 13) hem de kendisinin (TI, X, 5) birer öğreticisi olduğunu söylediği bir görüşten inanılması daha zor kılmaz: Bu ise, birçok özgün fikri arasında en özgün olanı, ebedi tekerrür görüşüdür.

Ebedi tekerrür, çoğunlukla kozmolojik bir hipotez olarak yorumlanır. Kozmolojik bir görüş olma sıfatıyla da, evrende zaten olup bitmiş olan her şeyin ve tam da şu anda gerçekleşmekte olan her şeyin ve gelecekte gerçekleşecek her şeyin, çoktan gerçekleşmiş olduğunu ve tamamen aynı düzende ve sonsuz kereler, tamamen aynı olaylarca öncelenerek ve izlenerek tekrar gerçekleşeceğini savunur. Bu döngülerin her biri diğer döngülerin her biriyle tamamen aynıdır; aslında yalnızca, sonsuzluğa uzanarak üst üste tekrarlanan tek bir döngü oluştuğunu söylemek daha doğru olurdu (tabii eğer bu bağlamda herhangi bir şey doğru olabilirse. Bu durumda, biri çıkıp “dünyadan kendisini zaten sonsuz biçimde sık sık tekrarlamakta olan ve oyununu in infinitum'da. oynayan döngüsel bir hareket olarak” söz edebilir pekala (WP, 1066). Bu tekrarlamalar arasında hiçbir çeşitleme, dolayısıyla hiçbir etkileşim yoktur. Şu an yapmakta olduğumuz her şeyi, hatırlaması imkânsız olsa da. geçmişte zaten yapmışızdır, bunun hatırlanması olanaklı değildir, çünkü bu, döngünün tekrarlarının ikisi arasında bir etkileşim oluştururdu. Ve her şeyi, tam da şu an yapmakta olduğumuz haliyle, sonsuz kereler yapacağız gelecekte de.

Bazı yorumcular, Nietzsche’nin bu mahiyette bir teoriyi gerçekten de benimsemiş olabileceğine kolay kolay inanamasa da, Nietzsche’nin metinlerinde bu tür bir okumayı destekleyecek şeyler bulunması imkânsız değildir. Ama elde edilecek kanıtlar aydınlatıcı olmaktan uzaktır. Bir kere, Nietzsche’nin tekerrürü tartıştığı birtakım pasajlarda bu kozmolojik öğretiye rastlanmaz. İkincisi, Nietzsche’nin aslında tekerrür ve tekerrürün psikolojik etkisi hakkında yazdıklarının çoğu, kendisini bu kozmolojik hipoteze adamasını gerektirmez. Nietzsche’nin ebedi tekerrürü böylesine özel bir şekilde yerleştirdiği psikolojik kullanım, herhangi bir fiziksel evren teorisinden tümüyle bağımsız daha zayıf bir görüşü önvarsayar. Bu daha zayıf görüşse, Nietzsche yorumcularının, hatta belki de bazen kendisinin ebedi tekerrürü özdeşleştirdiği kozmolojik teoriden çok daha ciddi bir dikkat gerektirir.

Nietzsche zaman zaman, bu kozmolojinin kendisi için yararsız olduğundan kuşkulanmış olabilir. Şayet bu doğruysa, kozmolojik olarak yorumlanması durumunda teorinin bazı ispatlardan yoksun olamayacağı gerçeğine rağmen, Nietzsche’nin tekerrürün “ispatlarını” asla yayımlamamış olmasının nedeni açıklanmaktadır.

Muhtemelen hiçbir ampirik desteğe sahip olamayacak bir teori olması nedeniyle tekerrür temelde, bir tür a priori ispattan bağımsız olarak pek de inandırıcı bir görünüm arz etmez. Bu öyle önemsiz bir mesele de değildir, çünkü Nietzsche ünlü bir pasajda tekerrürü Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün “temel anlayışı” olarak tanımlar (EH. III, Z üstüne, 1) ve tam da belirttiğimiz gibi, Zerdüşt’ü tekerrürün öğreticisi addeder. Ama bir evren teorisini öğretmek en azından bu teorinin doğru olduğunu göstermeye bir ölçüde çaba harcanmasını gerektirir ve Nietzsche yayımlanan yapıtlarında bu tür bir çabaya asla girmemiştir. Zerdüşt'ün yazıldığı üslubun, teorinin bilimsel bir ispatına yönelik bir girişime izin vermediği iddia edilebilir. Zerdüşt’ün birazdan ayrıntılı bir şekilde tartışacağım “Görü ve Bulmaca Üstüne” (Z, III, 2) başlıklı bölümcesinin, çalışmanın lirik üslubuyla bağdaşabilecek ölçüde bu tür bir ispat sunmaya yaklaştığı öne sürülebilir. Ama Nietzsche’nin Putların Alacakaranlığı'nda kendisini ebedi tekerrürün öğreticisi olarak tanımladığını da zaten görmüştük. Bu çalışmanın üslubu ve gücü, Zerdüşt'ün tonundan kesin bir biçimde farklılık gösterir ve kozmolojik öğretinin titiz ve kesin bir ispatına kolaylıkla olanak tanıyabilir, ama yine de, Nietzsche bu metinde de bu tür ispata yer vermemeyi tercih etmiştir.

Nietzsche notlarında kozmolojinin ispatına ilişkin bazı taslaklar bırakmıştı ve Elizabeth Förster-Nietzsche bunlardan bazılarına Güç istemi' nde yer vermiş, bu taslakları kitabın sonuna ekleyerek büyük bir ağırlık kazanmalarını da sağlamıştı (M’P, 1053-1067). Ama bu taslakların amacının ne olduğunu saptamak çok zordur. Yayımlanmamış olma statüleri değil de sırf bu durum, söz konusu ispat taslaklarının Nietzsche’nin görüşünün merkezinde yer aldıklarını düşünmeyi zorlaştırmaktadır. Acaba Nietzsche asla yazamamış olduğu bir çalışmada bunlara yer vermeyi mi planlamıştı? Bulduğu bu ispattan pek hoşnut olmamıştı da, tatmin oluncaya dek yayımlamamaya mı karar vermişti? Yoksa, tekerrürün düşüncesi açısından taşıdığı öneme karşın öğretinin bir ispatının sonuçta hiç gerekli olmadığını mı düşünüyordu?

Bu sorulara verilecek yanıtlar ne olursa olsun, Nietzsche tamamlanmamış ve geçersiz olan “ispatı”ndan son derece hoşnutsuz olsa gerektir. Bu soruna iyiden iyiye ayrıntılı bir şekilde eğilmeksizin, evren tarihinin kendisini ebediyen tekrarlamakta olduğu sonucuna ulaşabilmek için en azından iki önermenin gerekli olduğunu görebiliriz:

(1) Evrendeki enerji toplamı sonludur
(2) Evrendeki enerji hallerinin toplam sayısı sonludur

Bu önermeleri açık bir biçimde tartışan Nietzsche, birinci önermenin İkincisini gerektirdiğini düşünüyor gibidir (KGW, V2, 421). Ama bu doğru değil. Bir sistem ancak sınırlı miktarda enerjiye sahip olabilir, ama yine de, bu toplam sonsuz sayıda farklı şekilde dağıtılabilir; öyleyse, bu da, Nietzsche’nin düşündüğü tekrarlanmayı engelleyecektir. İkinci önerme bağımsız bir şekilde haklı çıkarılmalıdır, ama bu tür bir haklı çıkarmanın ne olacağı sonuçta açık değildir. Ne olursa olsun, bu ve benzeri değerlendirmelerin arkasında, George Simmel'in 2. önermenin doğru olduğunu ve sistemde yalnızca sınırlı sayıda hal (kesin bir dille, üç hal) bulunduğunu kabul eden; ama yine de bu hallerin belirli bir kombinasyonunun asla tekerrür etmeyeceğini gösteren klasik çürütmesi yatmaktadır.

Tekerrürün kozmolojik yorumunu desteklemek üzere yaygın olarak kullanılan pasajlara ilişkin dikkatli bir okuma, her ne kadar bu pasajlar tekerrüre dair bir ispat önermese de, bu teoriyi öne sürdüklerinin bile kesin olmadığını gösterir. Örneğin, aslında Nietzsche’nin ebedi tekerrürü “tüm muhtemel hipotezlerin en bilimsel olanı” diye tanımladığı farklı notlarından derlenen pasajlardan oluşan Güç İstemi'nin 55. notu bu tür pasajlardan biridir. Nietzsche’nin “bilimsel” sıfatıyla “nesnelliği” kastetmesi gerektiği ve bununla da “fizikseli” ifade ediyor olması gerektiği varsayılarak, dolayısıyla söz konusu hipotezi kozmolojik olarak değerlendirdiği öne sürülmektedir (cf. Kaufmann, s. 326). Ama bu varsayım yersizdir. Öncelikle, wissenschaftlich'ın yan anlamlarının İngilizce scientifıc (bilimsel) sözcüğünün yan anlamlarından çok daha geniş olduğu klişesini bir yana bırakıp, Nietzsche’nin doğa bilimlerine duyduğu şüpheyi anımsayalım: “Fiziğin de dünyanın bir açıklaması değil, yalnızca (af buyurursanız, bize göre!) bir yorumu ve tefsiri olduğu, beş altı kafaya dank ediyor belki de” (BGE, 14); “bugün kendisini ‘nesnellik’ diye, ‘bilimsel olmak’ diye, ... ‘istemden bağımsız saf bilgi’ diye gösteren şeyin çoğu sadece ve sadece kuşkuculuk ve istemin felce uğraması görünümüne bürünmüştür” (BGE, 208). Bu yüzden, ebedi tekerrürün Nietzsche’nin fiziği yine fiziğin oyununda; her halükârda geleneksel değişkesiyle kabul etmediği oyununda alt etme çabasını yansıttığını elde kanıt olmadan varsayamayız. Keza, Nietzsche’nin bu açıklamasını yorumlayacaksak, içerisinde hasıl olduğu bağlama da dikkat etmemiz gerekir. Bu sözün geçtiği pasaj şöyle başlar: “Gelin bu düşünceyi en korkunç biçimiyle düşünelim: Olduğu haliyle, hiçbir anlamı veya amacı olmayan varoluş, yine de kaçınılmaz olarak, herhangi bir hiçlik finali olmaksızın tekerrür eden bu varoluş: ‘Ebedi tekerrür.’ Nihilizmin en uç biçimidir bu: Ebedi hiçlik! (‘anlamsızlık’!)" (WP, 55). Burada söz konusu olan kesinlikle, evrenin herhangi bir şekilde ilerlemediği, yöneldiği özgül hiçbir şey bulunmadığı ve sonsuz biçimde şimdi olduğu haliyle devam edeceği düşüncesidir yalnızca -tam da kendisinde gerçekleşen aynı olay teklerinin ebediyen tekrarlanacağı görüşü değil. Nietzsche Hıristiyanlığın ve bütün dünyanın olduğu kadar her bireysel hayatın da kendisine ait bir amacı olduğu fikrinin çöküşünü tartışmaktadır. Bu çöküş artık, “sanki varoluşun sonuçta hiçbir anlamı olmadığını, her şeyin boşuna olduğunu ... Hiçbir hedefi veya ereği olmayan ‘sonuçsuz’ zaman diliminin en kötürümleştirici fikir olduğunu" gösteriyor gibidir (WP, 55).

Nietzsche bu pasajın tümünde, tekerrürün genellikle bir tutulduğu özgül kozmolojik görüşü bir kerecik olsun dile getirmez. Dünyanın var olduğu sürece bu ya da şu şekilde hep olduğu gibi olmaya devam edeceği, hiçbir nihai halin, daha önce göçüp gidenleri kurtarmayacağı kavrayışıyla ilgilenir yalnızca. Bu pasajın bizi ilgilendiren terime ilişkin kendi yorumunu sunduğunu fark ettiğimizdeyse, bu daha da açıklık kazanır. Nietzsche, yukarıda tanımlandığı şekliyle tekerrürün “tüm muhtemel hipotezlerin en bilimsel olanı” olduğunu yazdıktan sonra, hiç ara vermeden “Nihai amaçları yadsıyoruz; varoluşun böyle bir amacı olsaydı, çoktan ulaşılırdı” (\VP, 55) der. Bu ise, nesnel olmak veya olgulara tekabül ediyor olmak yerine (Nietzsche’nin ne olursa olsun tutarsız bulduğu nosyonlardır bunlar), ebedi tekerrürün, tam anlamıyla teleolojik olmaması anlamında “bilimsel” olduğunu gösterir; sonuçta bu nokta, bu notun ilişkili olduğu ana temadır. Bu bölümde sunulan tekerrür yorumu kesinlikle terimin bu anlamıyla “bi-limsel”dir.

Aslında, Nietzsche’nin yayımlanmış tekerrür tartışmalarında kozmolojiye belirgin bir gönderme yapıldığına rastlamak çok zordur. Bir yerde, “en yüksek-tine sahip, canlı ve dünyayı onaylayan insan ideali, olmuş olan ve olmakta olanla uyum içinde olmayı kabul etmeye ve öğrenmeye yanaşmakla kalmayıp, doymak bilmeksizin da capo diye haykırarak, olmuş olan ve olmakta olanın sonsuza dek tekrarlanmasını isteyen insan ideali”ne (BGE, 56) övgüler yağdırır. Ama burada ima edilen, “olmuş olan ve olmakta olan”ın ebediyen tekerrür etmesi arzusudur. Pasaj, tekrarlanacak şeyin ne olduğu konusunda, ebedi tekerrürle ilişkilendirilen kozmolojinin doğru olup olmadığı konusunda ve hatta sonuçta tutarlı olup olmadığı konusunda oldukça muğlaktır. Bu hipotezin doğruluğu şu pasajda hiçbir şekilde önvarsayılmamaktadır: “Bir insan için büyüklük formülüm: amor fati; kişinin ne ileride ne geçmişte ne de ebediyette, hiçbir şeyin farklı olmasını istememesi. Zorunlu olana katlanmak yetmez sadece, hele hele onu gizlemek hiç yetmez -her tür idealizm zorunlu olan karşısında bir aldatmacadır- mesele onu sevmekte" (EH. II, 10).

Bütünüyle aydınlatıcı görünen şu metin bile, dikkatli bir okuru şüphe içinde bırakır:

Ölüp gitmenin ve yok etmenin onaylanması. Dionysosça bir felsefenin ayırıcı özelliğidir bu; muhalefet ve savaşa bile Evet demek; varlık kavramının ta kendisinin kökten yadsınmasıyla birlikte, oluş -tüm bunlar kesinlikle, bugüne dek düşünülen başka her şeyden çok daha yakından ilgili benimle. “Ebedi tekerrür" öğretisi, tüm şeylerin koşulsuzca ve sonsuzca tekrarlanan döngüsel akışının öğretisi yani (alle Dinge] -Zerdüşt’ün bu öğretisi sonuçta zaten Herakleitos tarafından öğretilmiş olmalıydı. (EH, III. AT üstüne, 3)

Sanırım, alle Dinge ifadesinin dünya tarihinde tüm tekil meydana gelişlerin her birine gönderme yaptığını sorgusuz sualsiz varsaysaydık hata yapmış olurduk; çünkü Nietzsche tekerrürü, dünya tarihini oluşturan tekil olaylarla değil, doğanın döngülerinin sonsuz tekrarlanışını vurgulayan bir din olan Dionysosçulukla ilişkilendirir. Nietzsche’nin kendisinin burada altını çizdiği nokta, Dionysosçuluğun bu döngülerin her boyutunu, hatta yozlaşma ve bozulmaya dayanan evreleri bile yücelttiği gerçeğidir. Nietzsche’nin görüşünün Herakleitos’un görüşüyle bağlantısı ise, kozmoloji aracılığıyla değil, Herakleitos’un savaş ve ölümün, barış ve hayatın diğer yakaları olduğunu, bunların hiçbirinin bir diğeri olmaksızın var olamayacağını yazmasıyla sağlanır. Aslında, Nietzsche bazen kendisine bu kadar sık atfedilen kozmolojiyi tümüyle yadsıyor görünür: “Yakınımızdaki yıldızların döngüsel hareketleri kadar zarif bir şeyi genel bir şekilde ve her yerde koyutlamaktan kaçınalım" (GS, 109).

Böyle Buyurdu Zerdüşt'te bir kozmoloji sunmaya iyice yaklaşan iki pasaj yer alır. “İyileşen Kişi” (Z, III, 13) başlıklı bölümcede Zerdüşt sonunda, “en berbat düşünce”si (tekerrürle olan bağlantısı ilerledikçe açıklık kazanması gereken bir fikir) olarak tanımlanan şeyle hesaplaşmayı başarır. Bu düşünce öylesine korkunçtur ki, karşılaştığında tam tamına yedi yıl duygularını belli etmeden sakin görünmeye çalışarak yalan söyler. Bu dönemin sonunda, kendisini bekleyip korumakta olan hayvanları ona seslenip şöyle derler:

Her şey gider, her şey geri gelir, sonsuzca döner varlık çarkı. Her şey ölür, her şey yine çiçeklenir; sonsuzca sürer varlık yılı. Her şey parçalanır, her şey yeniden birleşir; sonsuzca inşa edilir aynı ev. Her şey ayrılır, her şey diğer her şeyle esenleşir yine; sonsuzca sadık kalır kendine varlık halkası. Her Şimdide yeniden başlar varlık; Orası denen halka Burası denen her yerin etrafında döner. Merkez ise her yerdir. Eğridir ebediyetin yolu. (Z, III, 13)

Ama bu bir kez daha, önceden tartışmış olduğum Dionysosça doğa görüşünden başka bir şey değildir. Yine de, hayvanlar Zerdüşt’ü “ebedi tekerrürün öğreticisi” olarak tanımaya devam eder ve ona “bu öğretiyi öğretecek ilk” kişi olduğunu söyler. Ardından, şu iddiada bulunurlar: “Senin öğrettiğin şeyi biliyoruz: Her şeyin sonsuz olarak döndüğünü ve her şeyle birlikte bizim de; önceden sonsuz kez var olduk ve bizimle birlikte her şey de” (Z, III, 13). Hayvanların Zerdüşt’ün bir öğretiyi (eğer doğruysa) zaten sonsuz kereler öğretilmiş olan bir öğretiyi öğretecek ilk kişi olması gerektiğini iddia etmeleri gerçeğinde bir ironi yatmaktadır. Bu öğretiyi ilk sunacak olanın onlar (hayvanlar) değil de Zerdüşt olmasında ise daha da güçlü bir ironi bulunmaktadır. Ama daha da önemlisi, sevgiyle ama yine de tepeden bakarak hayvanlarını “soytarılar ve laternalar” diye çağıran ve onları düşüncelerini “bir laterna türküsüne” dönüştürmekle suçlayan Zerdüşt'ün kendisinin tümüyle sessiz kalması ve hayvanlarının kendisine yakıştırdığı düşünceyi hiç mi hiç kabul etmemesidir. Hatta bu fikrin bile, bir kozmoloji olarak ebedi tekerrürün katı bir değişkesi olması da gerekmez. Hayvanların Dionysosçuluğuyla tutarlı biçimde, bizi oluşturan şeyin zaten tüm farklı kombinasyonlarda sonsuz kere var olmuş olduğu ve tekrar tekerrür edeceği fikri olabilir bu. Nietzsche şunları yazarken kafasında böyle bir fikir bulunuyor olabilir “Dünya var olan bir şey, yitip giden bir şey değil. Ya da bunun yerine: Oluyor, yitip gidiyor, ama yitip gitmeye asla son vermiyor -dışkıları onun besini” (WP, 1066). Gerçekten de, Nietzsche Eğitimci Olarak Schopenhauer'da, aynı insanın bir kozmik orantılar tesadüfü aracılığıyla bile iki kez var olamayacağını öne sürer kesin bir şekilde: “Yüreklerimizde hepimiz de çok iyi biliyoruz, bizim benzersiz olarak dünyada yalnızca bir kez olacağımızı ve tahayyül edilebilir hiçbir tesadüfün, bizim (olduğumuz) gibi böylesine tuhaf biçimde renk renk, alacalı bulacalı bir karışımdan oluşan bir bütünlüğü oluşturmak üzere ikinci kez bir araya gelmeyeceğini" (UM, III, 1).

Bulantı'nın Oluşumu

Sartre'ın meslek yaşamında Bulantı'nın (La Nausee) yerini belirtmek kolaydır: İlk büyük yapıtıdır bu onun; 1938'de yayımlanmasından başlayarak Sartre'ın büyük yazar olmasını sağlayan ve bugün artık tartışmasız klasik yapıt düzeyine ulaşmış bir yapıttır, ama kesinlikle modern niteliklidir; etkililiğinden de, yapıt ile okur arasında kişisel ve neredeyse özel olan, duygulanım türünden bir ilişki yaratan o tuhaf gücünden de bir şey yitirmemiştir. Aime Cesaire'in Doğduğum Ülkeye Bir Dönüşün Notları, Julien Gracq'ın Argol Şatosunda ve Michaux'nun en iyi yapıtlarıyla aynı dönemde yayımlanmış olan Bulantı'nın apayrı bir tarihsel önemi vardır; bir yandan otuzlu yılların gündelik yaşamı ile ilgili eşsiz bir belgedir; öte yandan da, yazın açısından da yeni bir hareket noktasını belirtir. 19 Ekim 1945 tarihli Carrefour'da Armand Hoog'un da dediği gibi bu kitap, "bir tür kurtuluşu olarak alımlanmıştı: Bir Fransız yeni romanının sezinlenmesine olanak vermişti."

Özyaşamöyküsü açısından Bulantı Sartre'ın bütün geçmişini özetleyen ve yoğun biçimde sunan bir bütündür. 1931 ile 1936 yılları arasında Sartre'ın yaşadığı deneyimlerle zenginleşmiştir ve iletide gerçekleşecek olan yapıtın haberini verir, geriye dönük olarak da değişikliğe uğratılmaya açıktır. Sartre da Bulantı'yı belirgin biçimde öbürlerine yeğ tuttuğunu gözü kapalı kabul eder ve şöyle der: "Aslında bir tek şeye sadıkım, Bulantı'ya."

Günümüzde Simone de Beauvoir'ın anıları ve yeni ortaya çıkan belgeler sayesinde kitabın nasıl doğduğunu biliyoruz. Bulantı dört evrede oluşmuş: Yirmili yılların sonundan başlayarak "Sevgili arkadaşı" Nizan gibi Sartre da olumsallık üstüne bir deneme yazmayı düşünür. (Bu kavramı daha gençlik yıllarındaki yazılarında bile, özellikle de "Ruhsal Yaşamda İmge" adlı yüksek okul bitirme çalışmasında "Une Defaite" (Bir Bozgun) adlı metninde kullandığı görülür) Sartre 1931'de Le Havre' a gittiğinde "Olumsallık üstüne bir savunma metni"ni yazmaya girişir. Yazar başlangıçta güçlüklerle karşılaşmış olsa da bu metin iki üç yıllık bir çalışma sonunda Bulantı'nın ilk biçimini (versiyonunu) oluşturacaktır. Peki neden ama 1931 yılı? Çünkü 1931 yılı Sartre için; "akıl çağı"na bir ilk geçişi belirtir; bu geçiş öğrenim ve askerliğin sona ermesi, yoksullaşarak toplumsal yaşama katılımla gerçekleşmiştir; bu yıl aynı zamanda La Legende de verite'nin (Hakikatin Efsanesi) birçok yayıncı tarafından reddedilip başarısızlığa uğradığı ve yazacağı kitap için tamamlayıcı okumalar (Valery'nin Eupalinos'u -Çakıltaşı bölümü ile Rilke'nin Malte Laudris Bridge'nin Notları adlı kitabı) yaptığı yıldır. Simone de Beauvoir Marsilya'ya atanınca Sartre Le Havre'da tek başına kalır; felsefe dersleri vermektedir; yankılarını Nietzsche'de bulduğu ve La legente de verite'de de işlemiş olduğu bir serüveni yaşamaya, yalnız adam serüvenini somut olarak yaşamaya hazırdır.

Sartre henüz yayımlanmamış bir söyleşide şu açıklamayı yapar: "Le Havre'a geldiğimde, önceden yazılmış ufak tefek yazılarım da vardı, şimdi artık yazmaya başlama vaktidir diye düşünüyordum. Gerçekten de ilk orada başladım, ama çok zaman aldı..." Atkestanesinin fark edilişi Ekim 1931'e rastlar, Sartre'ın bize yapıtı içinde verdiği tarihlerinde sanırız ciddiye alınması gerekir. Romandaki kronolojinin tam bir incelemesi bize, tarih taşımayan yaprağın dışında, romanın Pazartesi 25 Ocak 1932'yle (özgün baskıda yanlış olarak belirtildiği gibi 29 Ocak değil) Çarşamba 24 Şubat (1932) arasında geçtiğini gösteriyor.

Bulantı'nın tasarısının gerçekten somutlaşması ve süreklilik kazanması Sartre'ın tarihsel olarak  belli bir dönem boyunca günlük tutmaya karar verdiği sırada gerçekleşmiştir. Roquentin'i (okunuşu: Rokanten) Printania otelinde betimleyen kesitlerde, yapıtı bir serüven romanına ya da polisiye bir romana yaklaştırabilecek olan kesitlerde ilk biçime aittir. (Mutsuz Roquentin'in başına gelenlerin sorumlusu kim dersiniz? - Olumsallıktır!)

Bilindiği gibi Sartre kitabın ikinci biçimini 1934'de tamamlamıştır; o sıralarda Berlin'deki Fransız enstitüsü'nde burslu olarak kalmakta ve Husserl'in İdeen'ini okumaktadır. Bulantı için yararlı olmuş olan fenomenolojinin keşfi ve daha kesin bir felsefi çatıya kavuşması burada gerçekleşmiştir denebilir.

Bulantı'nın üçüncü birimi 1936'da tamamlanmıştır; bu çalışmada yeni bir yaşanmışlığın bazı öğelerini (müzeleri ve psikiyatri kliniğin ziyaretler) özellikle de Şubat 1935'ten başlayarak yazarın meskalin kaynaklı depresyonundan doğan sonuçları (yengeç ve akbaba, şemsiye hayalleri, vb.) bir araya getirilmiştir. Artık Melancholia başlığını taşıyan kitabın fantastik olma özelliği de asıl burada güçlenir.

Elyazılı olarak elimize geçmiş tek biçim bu üçüncü versiyondur. Kitabın hazırlanmasındaki dördüncü evre olumsuz nitelikte olacaktır: (Oto)sansür evresidir bu. Beklenmedik çeşitli olaylardan sonra elyazılı metin Gallimard tarafından kabul edilir, ama Brice Parain aracılığıyla kendisinden birçok bölümü çıkartması, ayrıca en cüretkar kesitleri ve en açık saçık sözcükleri atması istenir. Bu konuda başvurulan kişi de avukat Maurice Garçon'dur.

Kitabı çok uzum tuttuğunun farkında olan Sartre, Brice Parain'in uyarılarını kabul eder ve özellikle Roquentin geçmişiyle, Printania otelindeki yaşamıyla ilgili elli kadar yaprağı çıkarır (bu arada, iki roman kişisi hizmetçiyi de atar, bunlar yayımlanan versiyonda hiç yer almazlar), Bouville'deki yaşamla ilgili ayrıntıları, tecavüz sahnesini, atkestanesinin kökü ve Anny'le karşılaşma sahnelerini de çıkarıp atar. Böylece Sartre Roquentin'e artık "Ben ne bir başkan, ne bir sorumlu, ne de bir başka enayiyim" ya da "burjuva erdemlerinin içine tükürüyorum, ayrıca sizi de iplemiyorum" dedirtmez. "Doigt" (parmak) sözcüğü çoğu zaman "queue" ( kamış) sözcüğünün yerini alır. Roquentin artık "çadır kurmaz", "bir çift küçük külrengi t.ş.k" "bir çift kül rengi yumru"ya dönüşür. Görüldüğü gibi bu çıkartılanlar ya da değişiklikler daha çok popülist ve erotik özellikleriyle ilgilidir. Çıkarılanlar kendi içlerinde ilginç olmasına ve yayımlanmış olan metnin kimi karanlık noktalarının anlaşılmasına olanak vermesine karşın, sonuçta hiçbir önemli şeyi metinden çekip almazlar; hatta denilebilir ki paradoksal olarak, bunun yapılması yerinde olmuş, yapıtı hantallaştıracak ve gereksiz yinelemelere yol açabilecek şeylerden kurtarmıştır.




Kitaplar

İki alışveriş, (dostluk ve aşk) rastlantılara ve başkalarına bağlıdır; biri aramakla bulunmaz kolay kolay, öteki yaşla solar gider. Onun için hayatımı doldurup doyuramazdı onlar. Üçüncü alışveriş, kitaplarla kurduğumuz ilişkidir ki daha sağlam ve daha çok bizimdir. Ötekilerin başka üstünlükleri vardır, ama bu üçüncüsü daha sürekli ve daha kolayca yararlıdır. Ömür boyu yanı başımda, her yerde elimin altındadır. Kitaplar yaşlılığımda ve yalnızlığımda avuturlar beni. Sıkıntılı bir avareliğin baskısından kurtarır, hoşlanmadığım kişilerin havasından dilediğim zaman ayırıverirler beni. Fazla ağır basmadıkları, gücümü aşmadıkları zaman acılarımı törpülerler. Rahatımı kaçıran bir saplantıyı başımdan atmak için kitaplara başvurmaktan iyisi yoktur; hemen beni kendilerine çeker, içimdekinden uzaklaştırırlar. Öyleyken, onları yalnız daha gerçek, daha canlı, daha doğal rahatlıklar bulamadığım zaman aramama hiç de kızmaz, her zaman aynı yüzle karşılarlar beni. 

Atını yularından tutup ardından çekene yürümek kolay gelir, derler. Bizim Jacques, Napoli ve Sicilya kralı, o genç, güzel, gürbüz adam, sedyeyle taşıtırmış kendini uzun yollarda, başı fukara işi bir yastığa dayalı, boz kumaştan bir giysi ve takkeyle; ama şahane bir alay gelirmiş ardından: tahtırevanlar, yukarıdan çekilen türlü türlü binek atları, rütbeli cübbeli kodamanlar, görevliler: Bu ne perhiz bu ne turşu dedirtecek gibi. İyileşmek elinde olan bir hastaya acınmaz. Pek doğru olan bu atasözünü ben denemiş ve kullanmış olarak, kitaplardan gördüğüm yarar için söyleyebilirim. Gerçekten ben kitapları, kitap nedir bilmeyenlerden fazla kullanmam diyebilirim. Cimriler nasıl günün birinde kullanacağım diye hiç dokunmazlarsa definelerine, ben de öyle saklarım kitaplarımı. Ruhum onların benim olmasıyla doyar, yetinir. Savaşta, barışta kitapsız yola çıktığım olmaz; yine de hiç kitap açmadığım günler aylar olur. Biraz sonra, yarın, canım istediği zaman okurum derim. Zaman yürür gider beni dertlendirmeden; çünkü kitaplarımın dilediğim zaman bana sevinç verecekleri, yaşamıma destek olacakları düşüncesi anlatabileceğimden daha büyük bir rahatlık verir bana. İnsan hayatı denen bu yolculukta benim bulduğum en iyi nevale kitaplardır, ve ondan yoksun anlayışta insanlara çok acırım.

Montaigne         

Vesaire




Kafka gibi, tuttuğum defterlerde uzun çizikler atıyorum satır 
aralarına.
Bu noktada bir açıklamayı da gerekli görüyorum Barthes'ın ısrarlı uyarısını 
dikkatinize sunarak: Karşılaştırmıyor, özdeşleştiriyorum.





Contact

Darwin bu gezegende, canlıların birbiri ardından gelmesinin dışarıdan empoze edilmiş biçimsel bir model uyarınca veya yalnızca bir doğrultuda olmadığını açıkça gördü. Yaşam başka her ne olursa olsun, sabit değildir, ayarlanabilirdir. Olumsuz ve güç çevre koşullarını aşarak buraya varmıştır. Geri dönülemeyecek yollar boyunca, değişmiş, gerekince tekrar değişmiştir. Canlı olan her yaratık kendine özgü bir geçmişin ürünüdür. Onun tam benzerinin bir başka gezegende ortaya çıkmasının istatiksel olasılığı anlamsız ölçüde küçüktür. Orada karanlıkta bir yerde yaşam, hatta hücreli yaşam olabilir. Ancak ister üst, ister alt basamakta olsun, onun biçimi, insan olmayacaktır. Bu biçim benzeri olmayan, uzun bir yolculuğun, orman çatılarının tavan aralarından geçen bir yolculuğun ürünüdür; başarısızlık olasılığı o kadar büyüktür ki, insan benzeri herhangi bir şeyin o yoldan tekrar gelmesi olanaksızdır.

Carl Sagan'ın yazdığı aynı adlı romandan uyarlanan harikulade bir film Contact. (1997, Robert Zemeckis)

Akıl almaz büyüklükte bir evrenin karanlık boşluğunda bir toz zerresi gibi uçuşan bir dünyada, insan, inanılmaz ölçüde yalnızlaşmıştır. Görülmeyenden bir haber, bir işaret bulmak umuduyla zamanın basamaklarını ve bizzat yaşamın düzeneğini tarıyoruz. Bu gezegendeki -belki de bütün yıldız evrenindeki- yegane düşünen memeliler olarak bilinçli olmanın yükü ağır geliyor. Yıldızlara bakıyoruz ama işaretler belirsiz. Geçmişin kemiklerini kazıp çıkarıyoruz ve kökenimizi arıyoruz. Orada bir izlek var ama fazla dolaşık görünüyor. Bu karmaşıklığın belki de bir anlamı vardır; bu şekilde kendimize sürekli işkence yapıyoruz.

Gece, karanlık gökyüzünde,  ışıklar geliyor ve gidiyor. İnsanlar sonunda düşündükleri şeylerden huzursuz olmuş, uykularında dönüp duruyorlar ve kötü rüyalar görüyorlar; ya da meteorlar tepelerinde yeşil yeşil fısıldaşırken yatakta uyanık, düşünüyorlar. Ancak bütün uzayda ya da binlerce dünyada, hiçbir yerde yalnızlığımızı paylaşacak insanlar olmayacak. Bilgelik var olabilir, güç var olabilir; uzayda bir yerlerde acayip organlarla çalıştırılan koca aletler bizim uzayda dönüp duran bulut enkazımıza boş yere bakıyor olabilir, onların sahipleri de bizim gibi hasret duyuyor olabilir. Bütün bunlara karşın, bize yanıt veren sadece yaşamın doğası ve evrim ilkeleridir.  Başka bir yerde veya uzaklarda bir yerde, hiçbir zaman insan olmayacaktır.  


Loren C. Eiseley
(Yazıyı Tübitak yayını olan Galilleo'nun Buyruğu isimli
kitaptan aktardım.Bilim iyi geliyor.)

Düşünceler (Baudelaire)


Kişi sanatla ne denli çok uğraşırsa kuşu o denli az kalkar.

Ruhla ilkellik arasında gitgide belirginleşen bir çatlama görülür.

İlkel adamın kuşu herkesten çok kalkar; düzücülük halkın lirizmidir.

Düzmek, bir başkasının içine girmeye can atmaktır, sanatçıysa kendi kendinden çıkmaz hiç.


*

Müzik gökyüzünü oyar.

*

Müzik uzayıp genişleme duygusu verir.
Az ya da çok bütün sanatlar da öyle; çünkü sanatlar sayıdırlar, 
sayı ise uzayın bir çevirisidir.

*

Nedir aşk? 
İnsanın kendinden çıkma gereksinimi.

*

Mutluluk tek olmaktır, insanın özel bir biçimde kendi kendisiyle 
fuhuş etmesidir.

İnsanın soylulukla sevme gereksinimi diye adlandırdığı işte yalnızlıktan duyduğu bu korkudur, 
başka bir bedende ben'ini unutma gereksinimidir.

*

Kilise aşkı ortadan kaldıramadığı için, hiç olmazsa temizleyip arıtmak istedi onu, evliliği buldu. 

Death Valley (short)


Morning





m.b.

Erotizm

---------------------Bir varlık yalnız doğar, yalnız ölür. Bir varlık ile diğeri arasında bir uçurum, bir kesinti vardır.

Bu uçurum siz dinleyenler ve ben konuşan arasında vardır. İletişim kurmaya çalışıyoruz ama aramızdaki hiçbir iletişim temel farklılığı yok edemez. Eğer siz ölürseniz, ölen ben değilimdir. Bizler, siz ve ben birbirinden ayrı varlıklarız.

Fakat bizi ayıran bu uçurumu kafamda canlandırabilirim. Bu uçurum derindir ve bunu yok edecek bir yol göremiyorum. Birlikte sadece bu uçurumun başdöndürücülüğünü hissedebiliriz. Bizi büyüleyebilir. Bu uçurum ölümdür ve ölüm başdöndürücüdür ve büyüleyicidir.......................





*
Erotizm yaşamın ölüme kadar olumlanmasıdır, diyebiliriz. Bu bir tanım değildir ama bu formül erotizmin anlamını başka bir tanımlamadan daha iyi vermektedir. Eğer kesin bir tanım gerekseydi, üremenin cinsel yapısından başlamak gerekecekti ve erotizm de bu faaliyetin özel bir şekli olarak belirtilecekti. Üreme amaçlı cinsel faaliyet cinsel yaşamlı hayvanlarda ve insanda görülmektedir. Ama sadece insanlar cinsel yaşamlarını erotik bir etkinliğe çevirmişlerdir. Erotizm, üremenin doğal amacı çocuk sahibi olma kaygısından ayrı psikolojik bir araştırmadır. Bu basit tanımdan, en başta bahsettiğim erotizmin ölüme kadar yaşamın olumlanmasıdır, formülüne geliyorum. Aslında erotik etkinlik, üreme endişesinden bağımsız psikolojik araştırmanın nesnesi olarak yaşamın canlanması olmasına karşın ölüme de uzak değildir. Burada o kadar büyük bir çelişki var ki fazla beklemeden bu düşüncemin varlık nedenini destekler görünen iki metni iletiyorum:

"Giz maalesef çok açık diyor, Sade. Kötülüğe biraz bulaşmış her ahlaksız, cinayetin duygular üzerindeki egemenliğinin ne kadar büyük olduğunu bilir."

Aynı kişi daha yalın olarak şunu yazıyor:

"Ölümle haşır neşir olmanın en iyi yolu onu ahlaksız bir fikirle bağdaştırmaktır."

  Düşüncemin varlık nedenini destekler görünen olgudan bahsetmiştim. Aslında Sade'ın düşüncesi bir sapıklık olabilir. Belirtilen eğilimler insanın doğasında çok ender olmamasına rağmen, bunların sapık duygular olduğunda bahsedilebilir. Buna rağmen, cinsel arzu ile ölüm arasında bir bağlantı ortaya çıkmaktadır. Cinayetin görülmesi ve hayal edilmesi en azından hastalarda cinsel arzu uyandırmaktadır. Hastalığın bu ilişkinin nedeni olduğu fikri ile kendimizi sınırlandıramayız. Bu gerçek, kötülük kavramıyla sınırlandırılamaz. Hatta bu gerçeğin ölüm ve yaşam betimlemelerimizin temelini oluşturduğu düşüncesindeyim. Çoğu zaman varlığın insanda tutku dışında oluştuğu izlenimi vardır. Ben aksine varlığın bu tutku eylemlerinin dışında düşünülemeyeceğini söyleyeceğim.

...
Erotizm alanı, şiddetin ve ırza geçmenin alanıdır. 

Eşlerin varlıklarının tecavüze uğraması söz konusu değilse, ölümün ve cinayetin sınırındaki tecavüz olgusu kabul edilmiyorsa bedenlerin erotizmi ne anlama gelmektedir?

Kalbin bulunmadığı bir yerde, erotizmin ortaya koyduğu etkinliğin amacı varlığın en derin özüne ulaşmaktır. Normal bir durumdan erotik zevk durumuna geçiş, süreksiz bir düzenden oluşmuş bir varlığın göreceli olarak içimizde erimesini varsayar. Bu erime terimi, erotik etkinliğe bağlı olarak eriyen yaşam ifadesine uygundur. Varlıkların erimesi eyleminde, erkek eş prensip olarak etken, dişi edilgen rol oynarlar. Özellikle dişi eş oluşan varlık olarak eriyen taraftır. Fakat erkek eş için edilgen tarafın erimesi tek bir anlama gelir: erime noktasında iki varlığı birbirine karıştıran birleşmeyi hazırlar. Erotik etkinliğin bir tek prensibi vardır: normal durumda oyunun bir tarafı olan varlığın yapısını imha etmektir. 

...
Eğer tecavüz olgusu eksikse, erotik etkinlik bütünlüğünü kazanamamaktadır. Bununla birlikte gerçek yok etme, daha doğrusu öldürme, ırza geçme ile oluşan erotizm kadar tam bir erotizm şekli olmayacaktır. Romanlarında, Marquis de Sade'ın, cinayetin erotik coşkunluğun tepe noktası olduğu, şeklindeki betimlemesinin sadece şu anlamı vardır: biraz önce taslak olarak belirttiği eylemi son noktasına götürmekle, zorunlu olan erotizmden ayrılmaktayız. Normal davranıştan isteğe geçişte, ölümün temel bir büyülemesi vardır. Erotizmde söz konusu olan, her zaman oluşmuş yapıların  bozulması olgusudur. Tekrar ediyorum: söz konusu olan, biz bireylerin ayrık (süreksiz) düzeninin kıran sosyal yaşam biçimlerinin bozulmasıdır. Fakat üremeden daha az olmak üzere erotizmde, Sade'a inat süreksiz (ayrık) yaşam yok olmaya mahkum değildir: sadece bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. En son noktaya kadar bu yaşam allak bullak olmak zorunda kalmıştır. Sadece, ayrık varlıkların ölümü ile gerçekleşebilecek sürekliliğin yaşamı alıp götürmesi koşuluyla süreklilik arayışı vardır. Süreksizlik üzerine kurulu bir dünyanın izin verdiği ölçüde sürekliliği sokabilmektir söz konusu olan. Sade'ın sapıklığı bu olanağı aşmaktadır. Bu sapıklık az sayıda varlığı cezbetmiş ve bazıları bunu sonuna kadar götürmüşlerdir. Fakat normal insanlar için, sadist eylemler temel davranışlardan aşırı bir sapma olarak görülmüştür. Bizi heyecanlandıran eylemlerde ürkütücü bir aşırılık vardır. Bu aşırılık eylemin anlamını aydınlatmaktadır. Fakat bu aşırılık, korkunun bizi perçinlediği bireysel süreksizliğin parçalanması olan ölümün bize yaşamdan daha üstün bir gerçek gibi sunulduğunu aralıksız anımsatan korkunç bir işaretten başka bir şey değildir.



...

New Queer Cinema


Queer Tahayyül




Pınar Selek'in Maskeler Gacılar Süvariler 
kitabından

Öteki Prova


Bugün 50 yaşımdayım; bilebildiğim kadarıyla hiç fotoğrafım yoktur, çekilmediğimden değil: Bir biçimde karenin içinde yer almışsam bile, ki hep kaçındım o durumdan, kimsenin albümünden baktığımı sanmam meraklı gözlere, olsa olsa teşhis edilmemiş bir yabancı kimliğiyle anılmışımdır birkaç kez. Kimseye mektup yazmadım, aldığım mektupları saklamadım. Yaşadığımı kanıtlayan bir dolu belge, evrak olsa gerektir çeşitli arşivlerde: Eğitim 'gördüm', askerlik yaptım, babamdan kalma, akarıyla iyi kötü yaşadığım iki dükkanın vergilerini ödedim, doğduğum için nüfus kağıdım, ara sıra yolculuğa çıktığım için bir pasaportum var tabii; gelgelelim, hiç çalışmadım, evlenmedim, bir çocuğum olduğunu biliyorum, onu hiç görmedim.

...

Komşularımla tanışmıyorum, tıpkı mahallede gündelik alışverişimi yaptığım dükkanlardaki insanlar için olduğu gibi, topu topu aşina bir yüzüm. Benim düpedüz deli, meczup olduğumu düşündüklerini sanmıyorum: Terbiyeli, sakin, şüphesiz aşırı mesafeli bir insanım, münzevi yaşayışım onların ola ki bana acımalarına yol açıyordur. Zaman zaman meraklarını uyandırmış olabilirim, bunun uzun sürdüğünü sanmam: Kimsenin ilgisini uyandıracak bir özelliğim yoktur: Hemen hemen hep aynı şeyleri yapan, aynı şeyleri giyen, geleni gideni olmayan biri konusunda uyanabilecek ilginin merkezi yoktur ki, kalıcı bir ilgi doğabilsin.

Yıllardır kimse girmedi evime. Yemeğimi, temizliğimi kendim yaparım. En büyük tutkum yürümektir, sabahları çok erken kalkar, uzun bir yürüyüş yaparım; her seferinde farklı güzergahlar arar, bulurum. Düzgün, düzenli yaşayan biri kendisini görünmez kılmayı başarır. Bu sonucu alabilmek için enikonu çalışmak, çaba harcamak zorunda kaldığımı saklayacak değilim. 30 yaşındaydım, kopmaya karar verdim. Bir çevrem vardı: Ailem, arkadaşlarım, bir de, şairin dediği gibi " hayatımı delik deşik eden kadınlar". Demir almak, uyumsuz bir biçimde de olsa ait olunan kıyıdan uzaklaşmanın yolunu bulmak, doğrusu kararın kendisinden çok daha zor.

Gerçek bir karar, sağlamdır, sorunlarla karşılaşınca çözülmez. Oysa uygulama, kararın gücünden aldığı yabana atılamayacak desteğe karşın, çetrefil bir yol çıkarıyor insanın önüne. Kestirip atmak istememiz, karşı kutbu ikna etmemize yetmiyor, İskender kılıcı vurasıya ciddi zorluklar çektim. Annem yaşıyordu o zamanlar, ablamın bana bir bağlılığı vardı, ailemin beni sevmemesi için epey uğraşmam gerekti. Kadınlar, arkadaşlar ile sorunun bambaşka cepheleri açılıyor: Huzursuz, huzursuz edici, katlanılması güç biriydim ben, o dönemde; kendisiyle uzlaşamayan kişi başkalarına yar olabilir miydi? Gene de, bir aşamada, kararımı anlatamadığımı gördüm: Çekip gittim buralardan, beş yıl adressiz yaşadım ve dönünce yeni düzenimi, bu düzeni daha kolay kurdum - Zaman, benim izimi çevremdekilerde sildi. Yaşadığımı tahmin ediyorlardır, ölmüş olsaydı bir biçimde bunu öğrenirdik diye akıl yürütüyorlardır; hiçbiri peşime takılmıyor neyse ki, geçen zaman onlara da belletmiştir: Karşılaşılsa, kim hayatını karşısındakiyle yüzleştirebilir, ortak bir ölçü birimi bulunabilir mi?
...

Kafamı kaldırdığımda; gözlerimi, karşımdaki pencerenin camında gidip gelen yüzümden ayırıp, içeri doğru upuzun açılan bir odanın loşluğuna çevirdiğimde, karanlıkta bile her ayrıntısına hakim olduğum odanın bir duvarını kaplayan kitapları görüyorum. Sayısını tam bilemiyorum gerçi, ama altı yüz yedi yüz cilt olmalı orada. 30 yaşındayken, o vakitler başka bir kentte oturuyordum, yaşadığım evde beş bini aşkın kitap vardı. Olanaklarım o kadarını elvermişti, fazlasını elverseydi sonsuz sayıda kitap edinmekten geri durmazdım. 1982'de kutulara doldurup hepsini dostumun evine gönderdim, yola çıktığım gün. Şimdi evimdeki rafları dolduran bu birkaç yüz kitabı buraya yerleştikten sonra, son on on beş yıl içinde aldım. Onlar tanıdığım, iyi okuduğum, önemlice bir bölümünü yeniden okuma fırsatı bulduğum kitaplardır.

Her gün üç saat sabahları, üç saat öğle sonrası, bu odada, bu masada çalışırım; geceleri bazan bir iki saat, bazen daha uzun içerideki koltukta oturur okurum, notlar alırım. Benim gibi birisinin, yaşam boyunca işe gitmemiş bir adamın çalışmak fiilini kullanmasında bir tuhaflık olduğu kesin; Flaubert'in "ancak budalalar bir işyerinde çalışır" sözüne sığındığımdan değil, çalışmanın toplumsal bir fiil olarak anlam alanı beni hiç ilgilendirmedi, bir düzenin, herhangi bir düzenin işleyişini sağlamak insanın işi olamaz diye düşünegeldim baştan beri: Çalışmak, kişinin sahiden istediği uğraşı sürdürmesidir.

Benim için kendimi bildim bileli, neredeyse 'çocuk' sayıldığım bir yaştan beri tek bir uğraş anlam taşıdı: Erkenden , pek çok benzerim gibi "yazmak" fiilinin akıntısına kapıldım. Bu cümleye pek çok yaşam öyküsünde rastlarız; kendi dillerinin, ülkelerinin, başka dillerin, kültürlerin yazarları sayılmış, saygın bir yazar kimliğine bitişmiş, yazın tarihlerinde yer almış ya da açmış herkesin hikayesinin böylesi bir başlangıç noktası olmuştur.

Kendi kuyusunun dibine doğru inmeye kalkıştığında, bir başkasınınkini kazdığında, gerçek başlangıç nedenine ulaşan çıkmamıştır gerçi, ama bir gerekçe, birden fazla gerekçe nasıl bulunur çoğu zaman, kişi önce kendini ikna edebiliyorsa, ötekileri inandırmanın yolunu bulabilir.

Bir taneyse gerekçemi, birden fazlaysalar gerekçelerimi bilemiyorum ben. Doğrusu ya, onu ya da onları uzun uzadıya aramaya yanaşmadım hiç, hayatımın loşlaşmış dönemlerini didikleyerek neden yazmaya başlamış olabileceğimi anlamaya çalışmayı vazgeçilmez tasarılarımdan biri saymadım. "Yazmak" fiilini seçmeydim, o fiile ola ki seçilmeseydim, başka fiillere başvuracaktım besbelli: Kurmak, yapmak mı olurdu hayatımın ana fiili, söylemek ya da tanımak mı, yoksa, kestirmeden yapmamak gibi olumsuz bir mastara mı sapardı yolum, ya da bir vakitler çevremdekilerin korktuğu gibi ölmek fiilini mi benimserdim sözlüğe bakıp, hayatımızın özünde bunca kısır olasılıklarını bir tür varsıllık sayıyor oluşumuz hazin.    

...

Duvarımda Balzac'ın cümlesi: "Bir kitabı düşlemek ne denli kolaysa, onu yapmak o denli zorlu". Bu cümleyi anlıyorum.


Öteki Prova - Enis Batur

Hoist (short)





kör baykuş



'Saint' Genet

Eşcinsellik, gözlerimin rengi, ayaklarımın sayısı gibi bana verilmiş bir şeydi. Küçük bir çocukken öbür oğlanların benim üzerimdeki etkilerinin bilincine vardım, kadınlar hiçbir zaman beni çekmediler. İşte ancak bu çekiciliğinin bilincine vardıktan sonradır ki eşcinselliğimi, kelimenin Sartre'çı anlamında, özgürce "seçtim", "karar kıldım". Başka ve daha basit bir deyişle, eşcinselliğin toplum tarafından kınandığını bile bile, buna razı olmam gerekti.


Onu bir lanet olarak görmek istiyorsanız sizin bileceğiniz iş, ben onu bir lütuf olarak görüyorum. Size onun pedagojik yanından bahsetmek isterim. İlgilendiğim tüm oğlanlarla seviştim elbette. Ama sadece sevişmekle ilgilenmedim. Yaşamış olduğum serüveni onlarla yeniden kurmaya çalıştım; bu serüvenin simgesi pislik, ihanet, toplumun reddi ve yazıydı, yani topluma dönme, ama başka yollardan. Bu sadece benden kaynaklanan bir tutum mu? Eşcinsellik, eşcinseli yasadışı konumuna yerleştirdiği için, onu toplumsal değerleri yeniden gözden geçirmeye zorlar ve genç bir oğlanla ilgilenmeye karar verdiğinde, onunla düz bir şekilde ilgilenmeyecektir. Normal bir toplumda zorunlu olan, hem akılla hem yürekle ilgili tutarsızlıklar konusunda onu bilgilendirecektir. Şu sıralar genç bir otomobil yarışçısıyla Jackie Maglia'yla ilgileniyorum. Onun hakkında şunu söyleyebilirim: İşe araba çalmakla başladı, sonra bir çeşit alçalmayla, ne olursa çalmaya başladı. Hayatının biçiminin yarış olması gerektiğini çok çabuk anladım. Ona arabalar satın aldım. Şimdi yirmi bir yaşında. Yarışçı, artık çalmıyor. Asker kaçağıydı, artık değil. Otomobil yarışçısı olmasının ve toplum tarafından bu yeni haliyle kabul edilmesinin sorumluları hırsızlık, asker kaçaklığı ve benim. Kendini oldurarak, kendindeki temel şeyi gerçekleştirerek geri kazanıldı.

Eşcinselliğin içerdiği kadınsılık genç oğlanı sarıp sarmalar ve daha çok iyiliğin serpilip gelişmesine imkan verebilir. Din bilginleri toplantısı sırasında Vatikan'la ilgili bir televizyon programı seyrediyordum. Programa birkaç kardinal çıkardılar. İçlerinden iki üç tanesi cinsiyetsiz ve anlamsız idi. Kadınlardan hoşlanan diğerleri yavan ve açgözlü idiler. Eşcinsele benzeyen bir teki, Kardinal Lienart, iyi ve akıllı görünüyordu.
...


Dokunamazsın bu hayaletlere


Georges Bataille'ın aynı adlı romanından, Ma Mere (2004, Christophe Honore)


- Artık düşünmemek için sarılıp öp beni, dedi. Ama dilini ağzıma sok. Şimdi, hemen mutlu ol, sanki mahvolmamışım, sanki harabeye dönmemişim gibi. Seni bu ölüm ve kokuşmuşluk dünyasına sokmak istiyorum, bu dünyanın içine kapanmış olduğumu çoktan pekala hissediyorsun. Bu  dünyayı seveceğini biliyordum. Şimdi benimle birlikte kendinden geçmeni istiyorum. Seni ölümümün içine sürüklemek istiyorum. Sana vereceğim kısa bir kendinden geçme anı, onların içinde üşüdükleri o budalalık ortamına bedel değil mi? Ölmek istiyorum, tüm gemilerimi yaktım, hiç geriye dönüş olanağı yok artık. Senin kokuşman benim eserimdi: En arı ve en şiddetli olan neyim varsa sana veriyordum, yalnızca giysilerimi çıkaran şeyi sevme arzusunu. Bu kez artık bunlar sonuncu giysilerim.

Annem önümde gömleğini ve külotunu çıkardı. Çıplak olarak yatağa girdi.

Ben de çıplak olarak yatağa uzandım.






- Ben öldükten sonra senin yaşayacağını ve yaşadıkça da iğrenç bir anneye ihanet edeceğini biliyorum. Ama, daha sonra, birazdan seni benimle birleştirecek olan kucaklaşmayı anımsarsan, kadınlarla yatma nedenimi unutma. Şimdi senin o paçavra babandan söz etmenin zamanı değil: Bir erkek miydi o? Biliyorsun, ben gülüp eğlenmeyi seviyordum, belki de buna son vermedim, ne dersin? Son ana kadar, seninle alay edip etmediğimi hiçbir zaman öğrenemeyeceksin... Yanıt vermene izin vermedim. Yine de korkup korkmadığımı ya da seni çok fazla sevip sevmediğimi biliyorum. Her türlü arzudan daha tam, daha korkunç bir uçurumun gerçekliği olan bu neşe içinde seninle birlikte titrememe izin ver. İçine gömüldüğün şehvet şimdiden o kadar büyük ki seninle konuşamıyorum: Ama bunu senin güçsüzlüğün izleyecek. O sırada çekip gideceğim ve sana yalnızca son soluğunu vermek için seni beklemiş olan kadını bir daha hiçbir zaman göremeyeceksin. Ah, dişlerini sık oğlum, sen penisine benziyorsun, arzumu bir bilek gibi büken, aşırı arzuyla dolup taşan penisine.

BİNLERCE YILLIK SERÜVENİN BOŞLUĞUNDAN DUYULAN HOŞNUTSUZLUK


Varoluşumuz boşluğun üzerinden kayarak hiçliğe doğ­ru yolalmaktadır. Bu garip serüvenin ne zaman ve niçin başladığını bugüne kadar öğrenemedik. Bunu bizden son­raki varlıkların da öğrenemeyeceğini söylemek bir keha­net değildir, insan türünün zekası ve algılama yapısı bu bilmeceyi çözebilecek teçhizattan yoksundur.

Varoluşumuza anlam kazandırmak için gösterilen çabaların insanlık tarihinin bazı dönemlerinde sınırlı bölge­lerde belirli bir yoğunluk kazanmasına karşın, bu tarihin çok büyük bir bölümünde varoluşun anlamsızlığına karşı hiçbir tepkinin gösterilmediği de apaçık bir olgudur. Bu tepkisizliğin 1970-2000 arasında özel bir biçim alarak bü­tün dünyayı salgın bir hastalık gibi sardığını görüyoruz.

İkinci Dünya Savaşı sırasında meydana gelen kor­kunç olaylar (bunların en korkuncu Yahudi soykırımıydı) Tanrı'nın en azından bu dünyaya hiç müdahale etmediğini gösteriyordu (Nazilerin küçük çocukları büyük bir keyifle gaz odalarına götürmesine engel olmamıştı). Bu olaylara
tepki olarak özellikle Batı dünyasında Tanrı’dan bağımsız bir yeryüzü ahlakını temellendirmek ve bunu insanların ruhuna aşılamak için büyük bir devinim oluştu. Sanki kö­tülüklere müdahale etmeyen Tanrı’ya karşı insan yüce bir ahlakı kurarak yanıt vermek istiyordu.

Dinsel ahlaka karşı laik bir ahlakın ortaya çıkmasının arkasında dünyanın dışında kalan güçlerin dünya işlerine müdahale etmemesinin yolaçtığı hoşnutsuzluk vardı. Si­lahlı kötü insanlar silahsız iyi insanları öldürüyordu ve din­sel kökenli ahlakıyla şiddetten uzak duran insanlar kor­kunç işkencelere maruz kalıyor ve şanslarının derecesini yalnızca öldürülme biçimleri belirliyordu.

Ama laikliğin nedeni insanlığın gelişimi olmayıp, di­nin başarısızlığıydı. İnsanlar dini öte dünyayla bağlantı kur­mak için yaratmışlar ama bu konuda başladıkları noktada kalmışlardı. Hiçbir din öte dünyanın kapısını açamamış ve varoluşumuz boşluğun üzerinde hiçliğe doğru yuvarlan­maya devam etmiştir. Laiklik aşkın güç olarak Tanrı’nın ye­rine toplumu koymuştur. Marx ve Durkheim toplumu di­namik ve ahlaki bir yapı olarak görme hatasını işleyerek insanları sahte bir tanrıya taptırmışlardır. işte bu hareket yepyeni, korkunç bir felaketi başlatmıştır. Toplumun bir yığın olarak geriye götürücü, bayağılaştırıcı, alçaltıcı bir ya­pı olduğunu ilk gören Nietzsche olmuştur. Ama onu bir hasta, bir deli olarak değerlendiren yığınsal zihniyet yaşa­dığımız felaketi hızlandırmıştır. Bu felaket, yığına boyun eğmek zorunda kalmamızdır.

Son on yıllarda dünya nüfusunun patlaması ve ardın­dan kitle iletişim araçlarının devasa büyüklüklere ulaşma­sı sonucu yığın zihniyetinin ezici baskısı yaratıcı bireyler için dayanılmaz hale gelmiştir. Kökeni yığın zihniyetinde bulunan sahte ve yapay bir yaşam biçiminin kitle iletişim araçlarıyla dayatıldığı bir dünyada varolmanın tamamen anlamsız olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. 1970’lerden İtibaren anormal bir ivme kazanan tüketim çılgınlığı­nın, sorgulamadan yaşamanın en etkin yolu haline gelme­siyle birlikte varoluş bilmecesi de yokolmuştur. İnsan türü kendi kendine işleyen bir mekanizma düzeyine inmiştir.

Dünya Üzerinde yığın zihniyetinin sözcülüğünü yapan politikacılar, sözde bilim ve düşün adamları bu akıl al­maz çılgınlığın farkında olmadan, üretimden iyi bir pay al­manın verdiği rehavetle yığınlaşmaktadırlar. Bu dünyada bulunuşumuzun hiçbir nedeni olmadığına göre, nedensiz
yasamanın bir yolu aranmıştır. Tek bir yol bulunmuştur: zevk. Son otuz yıldır bütün dünyada büyük bir zevk çıl­gınlığı yaşanmaktadır. Herkes mümkün olduğu kadar çok eğlenmeye, çok gülmeye, çok gezmeye, çok sevişmeye ça­lışmaktadır. Zevk almaya koşullanan yığınlar her saçmalı­ğı bir eğlenceye dönüştürmektedir. 1999 sayısından 2000 sayısına doğru yapılan sahte ve yapay geçiş bütün dünya üzerinde dalga dalga yayılan kitlesel eğlencelere yolaçmıştır. Nereden çıktığı belli olmayan "bu gece bütün dün­ya eğlenecek” komutu hiçbir şekilde sorgulanmadan yeri­ne getirilmiştir.

Ruhumuzu doyurmayan ve bizi sürekli huzursuz ve kaygılı halde tutan ve insan türünün kendi gerçeğinden kaçmak için yarattığı bu yapay ve sahte dünyanın içinden çıkarak kendi dünyamızı kurmak zorundayız. Böyle deva­sa bir iş bir günde gerçekleşemez. Ancak uzun ve çetin
bir yolculuğun sonunda kendimizi yapaylıktan ve sahte­likten arındırabiliriz.

Bu uzun ve çetin yolculuk mistisizmdir. İnsan türünün binlerce yıllık serüveninin boşluğundan duyulan hoş­nutsuzluğa karşı bireyin tek başına öte dünyayla iletişim kurma çabaları mistik deneyimin özünü oluşturmaktadır.

İnsan türüne karşı ilk kapsamlı bireysel tepki Nietzsche’den gelmiştir. Nietzsche’den önceki düşünürlerin hiç­biri türe karşı onun ölçüsünde mutlak bir tepki gösterme­mişti. Bu büyük filozofun hem fikirlerinin doğrudan ifade­si olan yaşamı ve hem de felsefenin temelini oluşturan ebe­di dönüş ve güç istenci kavramlaştırmaları düşünce tarihi­nin en büyük kırılma noktalarından birini oluşturmakta­dır. Ebedi dönüş, bu dünyayla öte dünyayı birleştiren bir va­roluş devinimi olarak Nietzsche’nin mistisizminin özüdür.

2000 sayısının kullanılması yoluyla yapılan yapay ayı­rımın bizde uyandırdığı sahte iyimserliğe kapılmadan bin­lerce yılın içinde biriken mistik deneyimin bir uzantısı ola­rak son yüzyılın mistik deneyimine bakmak istiyorum.

XX. yüzyılın mistik düşünürlerinin en önemlilerinden biri olan Georges Bataille’ın “İç Deney"i insanı günlük ya­şamının içindeki olağanüstülüğüyle ele almakta ve yaza­rın içtenliğinin yolaçtığı çelişkiler mantıklı eserler okuma­ya alışan kişileri afallatmaktadır.

Jean Genet'nin Portresi





Antoine Bourseiller  - Giacometti'den bahsedebilir misiniz?

Jean Genet - Evet, çünkü portremi yapmak için kırk küsür gün beni üzerine oturttuğu mutfak iskemlesinin samanları hala kalçalarımda duruyor. Ne kımıldamama, ne sigara içmeme izin veriyordu. Sadece biraz başımı çevirmeme, ama sohbeti öyle güzeldi ki.

A.B. - En çok hayran olduğunuz insanlardan biri olduğunu söylemiştiniz, değil mi?

J.G. - Tek insan.

A.B. - Tek insan mı?

J.G.. - Evet, şöyle diyelim isterseniz, Yunanistan'a minnettarım çünkü bana bilmediğim iki şeyi öğretti: tebessüm ve kanmazlık. Alberto bana toza, bu tür şeylere duyarlı olmayı öğretti.

Az önce en rahat nefes aldığım ülkeyi andım: Yunanistan. En hayran olduğum insandan söz ettim size: Giacometti. Hayatım neredeyse sona eriyor. Yetmiş bir yaşındayım ve karşınızda bütün bunlardan, tarihimden, coğrafyamdan geriye kalan duruyor. Hepsi bu kadar. Pek bir şey değil.