Religious delusion


Nietzsche'ler


Canetti, tüm çağdaş felsefe tarihi tek şu ölçüte göre yeni baştan yazılabilirdi, der. Kim Nietzsche'yi okudu? Kim okumadı? Netzsche kimi düşündürüyor? Kim Nietzsche'den yardım almadan düşünüyor? Birinciler, Nietzsche düşüncesinin parıltısına karşı koyamayanlar, karşı koymak istemeyenler arasında da bir başka ayrım çizgisi: Bir yanda 'Zarathoustra'nın maymunları', öte yanda, Nietzsche'nin gerçekten zenginleştirdikleri, verimlileştirdikleri, kabından taşırdıkları...


Nietzsche'ci bir Sartre

Sartre'ın, genç Sartre'ın durumu oldukça açıktır. Nietzsche'den hemen hiç alıntı yapmaz, doğrudur. Ondan, Husserl'den, Heidegger'den ve hatta Kierkergaard'dan çok daha az alıntı yapar. Ama bu neyi kanıtlar? Lacan, Nietzsche'den alıntı yapar mı? Bataille'dan alıntı yapar mı? Bataille ve Nietzsche'nin Lacan metinlerinde alıntılanmamış olmaları onların ruh olarak olduğu kadar söz olarak da bu metinlerde bulunmasını engeller mi? Dolayısıyla, ilk Sartre olgusu; Nietzsche, Cosima ve Richard Wagner aşk üçgeninden esinlenen, ilk roman, Une Defaite olgusu vardır. Yazar, görünür bir biçimde kendisini Nietzsche ile özdeşleştirir. Aron'un çifte tanıklığı vardır. Birinde, Leon Brunschvicg'in bir seminerinde yaptığı açımlamasında, 'küçük dostunun' Heidegger'i keşfetmeden çok önce, rastlantısallık üzerine düşüncelerini ilk kez nasıl ifade ettiğini anlatır -bir diğerinde, sık sık yaptığı gibi, Nietzsche'den yola çıkarak bir akşam yeni kavramlarını onun üstünde 'denediğini', 'kendi için' ve 'şeylerin saçma devinimsizliği' arasındaki karşıtlığı nasıl geliştirdiğini anlatır. En geç dönemlerinceye varıncaya kadar ve dahil olmak üzere, dağınık göndermeler, anıştırmalar vardır. Örneğin kendi ahlaki yalnızlığını, kendi, edebi başarısızlığını, doğduğunu hissettiği deliliği, neredeyse körlüğünü ve acıları içinde, -evreni istemek istemiş- bir Nietzsche'yi anımsatır - Ayrıca, 1966'da bir Durumlar Tiyatrosu'nda Nietzscheci varsa, 'Apolloncu ve Diyonisosçu' farktan söz eder. Tersine, aniden mesafe koymaya yönelikmiş gibi gelen baştan savma, hatta hafif yargılar vardır. Örneğin Brice Parain'in kitabını eleştirirken şöyle yazar: "Parain, İktidar İstenci'nde bulduğu berbat bir düşünceyi  üretmekten çekinmemiş; biliyoruz ki Nietzsche filozof değildi, profesyonel felsefeci Parain neden bu zırvaları tutar ki?" Ama özellikle de bizzat metinler var; 1938'de yayımlanmış olan ve zaten Varlık ve Hiçlik ya da Özgürlük Yolları gibi, Zarathoustra'nın yazarından alınmış şifreli, itiraf edilmeyen alıntılarla dolu olduğu izlenimi edinilen Bulantı başta olmak üzere büyük metinler vardı.


1938'de Nietzsche'ci olmanın birçok tarzı vardır.

Gide'in Nietzche'si var - Nimetler'in, arkasından Yeni Nimetler'in örtük ve Angel'e Mektuplar'ın ya da Dostoyevski'nin açık Nietzsche'si: Acımasız ve asi, kabul edilmiş tüm putları ve değerleri yıkan bir Nietzsche; rahatlıktan, konfordan, yaşamı daraltan, uyuşuklaştıran, uyutan her şeye direnen bir Nietzsche; her şeyi yıkan yerle bir eden bir Nietzsche - "Ama bunu korkusundan değil, acımasızlığından yapar; eskimiş şeyleri kaldırıp atan yeni bir fatih gibi soylu, utkulu ve insanüstü..."


Bergson tarzı bir Nietzsche var -ama dikkat, daha özgür, daha saldırgan ve daha cin; kabaca gerçeğin bütün üstünlüklerini kendinde toplayan (perspektivizm, soyut anlağı yadsıma, açık Kant karşıtlığı, iktidar istenci olarak kutsanmış dirimsel atılım, dönemin serbest fikirlerinin başlıca düşmanı, örneğin Durkheinimizme karşı mücadele) ama sakıncalarını taşımayan ( kurumsal yanı, bekçi köpekçiliği; Collage France'da hocalık, çalım, kurum, pek ince bilgiler, salonların gülü). Yaşam öyküsünü yazan Charles Andler onu  peşini bırakmayan ve onu aşan bir felsefenin, Matiere et Memorie ve L'evolution creatrice'in yazarının -tabii ya!- felsefesinin öncüsü olarak sunmaz mı?

Alman düşüncesinde kökleşmiş ve La Genelogie de la Morale'da trajik ve antifaşist büyük bir politikanın ana çizgilerini gören Karl Jasper gibi başka Almanların yorumladığı bir Alman Nietzsche vardır.

Henri Lefebvre'nin (1939), kuşkusuz savaş öncesinde, heba olmuş ünlü Cenevre Konferansı'nın Jaures'inin de olan sosyalist Nietzsche vardır.

Dönemin Bakunin'le, özellikle de Max Stirner'le benzerlik kurmaktan çekinmediği, siyasal anarşizm kuramcısı, salt erkinlik yanlısı bir Nietzsche vardır.

Züppelerin Nietzsche'si var. Jules de Gaultier'nin Nietzsche'si var. Gerçekte okunmayan ama özellikle gençler arasında pek moda olan ahlaksız ve rezil bir Nietzsche var.

Tabii faşistlerin Nietzsche'si var. Kız kardeşi Elisabeth'in Nietzsche'si, var. Bizzat kendi, Ezeli Dönüş kuramına karşı tek ciddi kanıt der. Maurrasçılık içinde Maurras'ya karşı mesafeli durmak için Nietzsche'yi kullanan Fransızların Nietzsche'si var - ve bu Thierry Maulnier'nin 1933'te, Rieder'de çıkan denemesinde konu olur; Georges Valois'nın L'homme qui vient'i ya da Action Française'in kurucusunun karşısına Nietzsche'den sonra ve Nietzsche'ye göre kötülük ile yaşam arasında ayırdığı, esrarlı bağı çıkaran Drieu. Bir de daha karmaşık, 'Proudhon Kulübü'nün kurucusu, Bergson'un öğrencisi - daha önce gördük- Sorelci ve sol Maurrasçı Edouart Bert'in Nietzsche'si var.

Ama karşı kampta radikal antifaşistlerin kampında, parolası Nazilere zırnık bırakmamak, özellikle de Nietzsche'yi onlara kaptırmamak olan otuzlu yılların ilericilerinin bir saldırısı var. Bu da Caillois'tır. Bataille'dır.


B.H. Levy

Hay maskara hay!



Hay maskara! Hay maskara hay! Hay maskaralar maskarası hay!
Hay maskara! Hay! 

(Nietzsche)



Akla Kara Arası


Eski Camii, Edirne, 1956 "Allah ve Kadınlar" ( Ara Güler)


Bu fotoğrafın tartışılmaz büyüsünün nereden geldiğini sık sık düşünmüşümdür; kazandığı büyük ünün, fotoğraf tarihinin en tanınmış kareleri arasına girmesinin nedenlerini... Türk fotoğrafının olduğu kadar dünya fotoğrafının da en ünlü yapıtlarından biridir Allah ve Kadınlar. Baskıları müzelere, ünlü koleksiyonlara alınmış (Fransa'da Bibliotheque Nationale, ABD'de Sheldon Memorial Art Gallery hemen aklıma gelenler); sergilere, yayınlara, kitaplara girmiş. Yapımcısının ününü aşan bir ün ve yaygınlık kazanmış. Taklit edilmek istenmiş; birçok ünlü fotoğrafçı, gelip Edirne'de, Eski Cami'deki yazını çevresinde dolaşmışlar. Ama boşuna; bir benzeri daha çekilememiş. Nedir dersiniz bu fotoğrafın gizi? Ya da 'şeytan bunun neresinde?'

Malraux'nun, bir televizyon söyleşisinden anımsadığım ve kaynağını tam olarak bilmediğim bir düşüncesi var. Aşağı yukarı şöyle diyor ünlü düşünce adamı: "Sanat olgusunu açıklamaya yönelik çabalar, kaçınılmaz biçimde, sanat yapıtının yanına düşerler; açıklamada eksik, yetersiz kalırlar." Allah fotoğrafının gizini açıklamak da, sanırım Malraux'nun düşündüğü gibi olanaksızdır. Açıklanacak, anlaşılacak bir yanı yok bu fotoğrafın; tüm gerçek sanat yapıtları gibi duyulacak yanları, heyecan, duygu, gizem yükleri var. Ve olsa olsa ne söylediği değil, nasıl söylediği konusunda konuşabiliriz, düşünebiliriz.

Dört ana öğe var bu fotoğrafta. Eski ve görkemli bir taş duvar; olağanüstü güzellikte bir duvar yazısı (Alain Gheerbrandt'a göre: ürpertici bir graffiti'dir bu); bir taş seki ve çarşaflı iki kadın, iki canlı kara leke. Kat kat anlamlarla, çağrışımlarla yüklü, dört yalın ve çarpıcı görüntü. Bir japon ozanı bunlarla bir hai-ku söyleyebilirdi; tanrıya, geçmişe, zamana ve yaşama derinlemesine göndermeler yapan bir kısa şiir kurabilirdi. Bir türk fotoğrafçı/ozan'ı da bir fotoğraf çekmiş, bu dört öğeyi bir arada, karşısında bulunca. Eski Cami'nin o görkemli duvarı önünde, Allah yazısını dibinde o iki kara lekeyi görünce, Rolleiflex'ini sessizce kurmuş, usulca yaklaşmış (çekimi nasıl yaptığını Ara Güler bile anımsamıyordur belki ama ben tahmin edebiliyorum). Ve çekmeye başlamış. Bir av geriliminin doruğunda, beş on saniyelik bir yaratı süresince yakalanan altı kare. Küçük açı farklarıyla, ama aynı dört öğeyle oluşturulmuş altı şiir istifi.     

Samih Rifat'ın
Akla Kara Arası kitabından

Woman Beauty





Pessoa'nın Sandığı

Pessoa bir küçük burjuva bile olmamayı seçmişti.

XX. yüzyılın iki uç şairi, hem konumlarıyla, hem de yapıtları ve duruşlarıyla enkenarda kalmak istemiş Kavafis ve Pessoa, sağken pek az ürün yayımlamışlardı. Merkezde değildiler; İskenderiye de, Lizbon da yarı açık, aslında yarıdan fazla kapalı kentlerdi yüzyılın ilk yarısında. Merkezle, İngiliz kültürü aracılığıyla belli bir organik bağları olmuştur; ama bir yandan mesafeli bir ilişki geliştirdikleri, bir yandan da Londra'nın tutucu bir merkez kaldığı gerçeğini gördükleri hemen söylenebilir de: Sonuçta, kendi dünyalarını kurmuşlardır, diyebiliriz.

İki küçük memur. Sivrilmeyi; Perse, Claudel, Stevens gibi yüksek sorumluluk gerektiren ikinci uğraş tırmanışına geçmeyi akıllarından geçirmemiş, besbelli öyle özellikler de taşımayan iki münzevi. Kavafis'in yaşamında temel serüvenin payı küçümsenemez şüphesiz, gene de yapayalnız yaşamış, ölmüştür. Pessoa o boyutu da siler hayatının akışından: Sevgili Ophelia'sına yazdığı mektuplar, Ophelia'nın tanıklığı gösteriyor ki marazi yazı yaşamını hiçbir biçimde paylaşmaya yanaşmıyor. Kafka/Felice, Kierkergaard/Regina çiftlerinin tıkanış denklemlerinin bir çeşitlemesiyle karşı karşıya olduğumuza daha önce değinmiştim...

Pessoa'nın uzak komşularından ayrıldığı yer: Yazdıklarını pekala yayımlayabilecekken onları sandığa kaldırıyor, bile isteye posthume olma statüsünü benimsiyor: Yazarlık hayatı, hayatı bitince başlasın.

Büyük bir sandık. Herbiri, tamamlandıkça, ayrı zarflara yerleştirilip içeri alınan, toplam kırk bin sayfadan oluştuğu bilinen bir yapıt. Yayımladığı kitaplar var, öte yandan; gençliğinde birkaç (biri doğrudan ingilizce yazmış olduğu) kitabı çıkıyor, sonrasında, bilindiği gibi takma isimleri, hatta kimlikleri kullanıyor, Lizbon sokaklarında, iş yerlerinde ve kahvelerde neredeyse incognito dolaşıyor, elini kolunu rahatça sallayarak.

Pessoa'nın sandığı bir fantezi değil, bir fantazma da,
 XX. yüzyılın yazı insanı için: Ciddi bir seçenek.      

E. Batur


Pessoa Şiiri


Bilmem yıldızlar mı yönetir dünyayı
Ya da tarot veya oyun kağıtları
Bir şeyleri açığa vurabilir mi.
Bilmem, zarların yuvarlanışı
Bir sonuca götürebilir mi.
Bir bilmediğim de şu ama:
Bir şey elde edilebilir mi
Pek çok insanın yaşadığı gibi yaşayarak

(5 Ocak 1935)


Pessoa, Kendine Yabancı


(yazı: octavio paz)

Pessoa, 1888 yılında Lizbon'da doğar.Babasının ölümüyle daha çocuk yaştayken yetim kalır. Annesi sonra tekrar evlenir.1896 yılında, annesinin Portekiz konsolosu olan eşinin görevi nedeniyle, hep birlikte Güney Afrika'daki Durban'a göçerler. Pessoa orada ingiliz eğitimi alır. Zaten iki dilli olan şairin düşünce ve eserlerindeki anglosakson etkisi kendisini sonuna kadar hissettirecektir. 1905 yılında Kap şehrindeki üniversiteye gitmek ister, ama bu olanağı bulamaz ve Portekiz'e geri dönmek zorunda kalır. 1907 yılında Lizbon'daki üniversite öğrenimini yarıda bırakarak bir matbaa kurar. Sonuç: "Hüsran" Bu kelime ondan sonra hayatının birçok evresinde ortaya çıkacaktır. Ardından yurt dışı yazışmanı, yani Fransızca ve İngilizce iş mektuplarını ayaküstü yazıveren biri olarak çalışır. Ömrünün büyük bölümünde yaptığı bu işle geçinir. Üniversite kapıları onun önünde sadece bir kere, o da sonuna kadar olmadan açılır; ama Pessoa, çekingenliğinin vermiş olduğu gururla bu teklifi reddeder. Çekingenlik ve gurur dedim: aslında isteksizlik ve gerçeklik demeliydim. 1932 yılında bir kütüphaneye arşivci olarak girmek ister, ama oradan da geri çevrilir. Bütün bunlara rağmen hayatında bir başkaldırı yoktur, tam tersine sadece kibirlilik gibi gözüken alçakgönüllülük.

Afrika'dan geri döndükten sonra Lizbon'u bir daha terk etmez. Önce, evde kalmış, yaşlı teyzesi ile deli büyükannesinin yanında, bir süre de tekrar dul annesiyle birlikte yaşar. Taparcasına sevdiği annesi öldüğünde otuz yedi yaşındadır. Hayatının geri kalan bölümünü kah orada kah burada geçirir.Arkadaşlarıyla caddelerde ve kafelerde buluşur. Eski kent merkezindeki tavernaların ve lokantaların yalnız içkicisidir.

...Angloman (ingilizce yazılmış her şeye tutkuyla bağlı kimse), miyop, nazik, utangaç, siyah elbiseler giyen, çekingen ve basit, milliyetçilik dersleri veren bir kozmopolit, önemsiz şeylerin törensever araştırmacısı, hiç gülmeyen ve damarlarınızdaki kanı donduran, başka şairlerin kaşifi, içtiğimiz su ve aldığımız nefes kadar berrak paradoksların yazarıdır o; gizemi uygarlaşmamış gizem dolu birisi, öğle vakti gökyüzünde ay gibi gizem dolu. Portekiz öğlesinin suskun hayali: Kimdir bu Pessoa?

Resmi hayatı yarı karanlıktadır. Alelacele edebi çalışmaları belirgin isteksizlik dönemleri izlemekteydi. Oldukça az olan çalışma hırsı ise bir kriz gibi gelip geçiciydi- bunu da resmi edebiyat çevrelerini şaşırtmak için yapıyordu; buna rağmen yalnız başına yürüttüğü çalışmalarına sadıktı. Bütün büyük çılgın insanlar gibi hayatını hiç yazmayacağı eserlerin planlarını yaparak geçiriyor ve yine güç istencinin az bulunduğu kişilerde görüldüğü gibi tutkulu ve esinli anlarında, patlamamak ya da delirmemek için, neredeyse gizemli bir şekilde, büyük planının kıyılarında her gün bir şiirini, bir yazısını, bir gözlemini kağıda döküyordu. Ode Maritima'daki lirik şiirlerinde ve "Walt Whitman'a Selam" şiirlerinde kederli bir eşcinselliğin izleri vardır. Bu büyük şiirler on beş yıl sonra Garcia Lorca'nın "Şair Newyork'ta" sını haber verir gibidir. Dağılma ve toplanma. Hepsi aynı mührün izini taşıyorlar: Bütün yazılanlar, onda bastıran bir ihtiyaç nedeniyle yazılmıştır.Zaten bu ihtiyaçtır, gerçek yazarı sadece yetenekli olandan ayıran.

(...)

Bir şey unuttum mu? Tabii ya, 1935'te Lizbon'da akciğer yetmezliğinden ölür. Eserlerinin çoğu henüz yayınlanmamıştır. (Ardında bıraktığı bir sandıktan çıkan belgelerin sayısı 27.543'tür: yazı, mektup ve kendi elinden çıkmış tüm yazılı belgeler)



" I know not what to tomorrow will bring. "

28 Kasım'da ateşi çıkan ve şiddetli karın ağrıları yaşayan Pessoa, Lizbon'daki Hospital Sao Luis dos Franceses'e yatırılır. Ertesi gün aklındaki son cümleyi kurşun kalemle ingilizce olarak not eder:

"Yarının ne getireceğini bilmiyorum."

Yarın ölümü getirir. 3O Kasım saat 20:30'da yanında doktor Jaime Neves, arkadaşı Franciso Gouveiea ve Victor Carvalho bulunduğu bir sırada yaşamını yitirir.

Gizli Şeyler

Aşkım üstüne yazmayı düşündüm. Ama yapamayacağım bunu. Önyargı ne kadar güçlü! Ben ondan kurtuldum, ama bu sayfayı görebilecek henüz tutsak insanları düşünüyorum. Ve duruyorum. Ne güçsüzlük! Yine de bir harf yazmak istiyorum - T- bu anı simgelemek için.


9.11.1902



Önceki gün gözlerimin önünden geçen tek şiir, iki çocuğun güzelliğiydi. Eğer belleğim bunun izlerini saklayıp yaratıcı bir heyecan anında bana geri verirse, kim bilir belki de sanatımda bir şeyler kalır bu güzelliğin kısacık geçişinden.


7.10.1911



The Turin Horse Opening Scene (2011, Bela Tarr)

                                                                                                   


Çalışmalarınızın soğuk ve umutsuz olduğu hakkındaki eleştirileri kabul ediyor musunuz? Çok az umut var gibi görünüyor.

Hayır, çünkü umut dolu olduğumuzu sanıyorum. Eğer bir film yapıyorsanız önümüzdeki elli yıl boyunca var olacağına ve belki de sonra birilerinin izleyeceğine inanıyorsunuz ki, bu çok büyük bir iyimserlik.

Bu durumda, insani durumların absürtlüğü (anlamsızlığı) hakkındaki varoluşsal görüşü kabul etmiyor musunuz?

Hayır, bu absürt değil. Dünya dönmeye devam ediyor ve insanlar filmleri izliyorlar. Bu bizim filmimiz, bu kadar. Size ve herkese insani durumların nasıl olduğunu göstermek istiyoruz. Bu kadar. Kimseyi yargılamak istemiyoruz. Herhangi bir şekilde anlam çıkarmak istemiyoruz. Neler olup bittiği hakkında bir şeyler göstermek istiyoruz.

...
Amerikalı eleştirmen Jonathan Rosenbaum’un çalışmalarınız hakkında ‘maneviyatı olmayan Tarkovsky’ olarak değerlendirmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Kendinizi böyle bir durumda görüyor musunuz?

Bu Jonathan Rosenbaum’un kendi düşüncesi. Bilemiyorum, bu onun düşüncesi. Kendisiyle bu konular hakkında konuşmadım. Temel fark Tarkovsky’nin inançlı olması ve bizim olmamamız. Ancak her zaman umudu vardı, Tanrı’ya inanıyordu. Bizden (benden) çok daha masum. Hayır, onun tarzında film yapmak için çok fazla şey gördük. Çoğu zaman onun daha yumuşak ve hassas olan tekniğinin de farklı olduğunu düşünüyorum.

Sizin tarzınız sert mi?

Evet, o benim için fazla iyi.

röportajın tamamını okumak için:
http://avrupasinemasi.blogspot.com/2011/03/bela-tarr-roportaj.html


Not Etme (Roland Barthes)

"Not etme"de şimdiye ait küçük bir parçayı, gözlemimize, bilincimize sıçradığı biçimiyle yakalamak gereği vardır. Not etmenin itkisi önceden kestirilemez türdendir. Demek ki not etme bir dış etkinliktir: Benim masamda olan değil de sokakta, kahvede, dostlarla birlikteyken olan etkinliktir.

Not Defteri :
Bir not etmenin mikro tekniği önemsiz görünebilir ama ben bunu bir kenara atmak istemiyorum: Bir kere büyükçe olmayan bir not defteri gerekir. (Peki ya ceplerin durumu? Modern giysi, ceketlerin artık kullanılmaması - Flaubert'in boyu eninden uzun, güzel deri taklidi kaplı siyah not defterleri; Proust'un not defterleri.Yazları daha uzun not alınır.)

Kalem: Yaylı tükenmez kalem, kapaksız olduğu için kapak çıkarıp takmaya gerek yoktur.

Şunu demek istiyorum:
Bir tek ve bağımlı bir jestin imgesi söz konusudur burada: Tıpkı bir gangsterin colt tabancasını çekmesi gibi not defterlerinin anında (uygun sayfada) çıkarılması ve yazanın çiziktirmeye hazır beklemesi.

Bir not etme pratiğinin gerçekleşmesi, bir tamlık, bir iyi kullanım duygusu vermesi için bir tek koşul geçerlidir: Zamanı olmak, çok zamanı olmak.

Burada bir paradoks vardır: Notun zaman almadığı, nerede olsa, ne zaman olsa not alınabileceği düşünülebilir; not alma gezinti, bekleme, toplantı vb. gibi önemli bir başka etkinliğe ek olacaktır ancak. Oysa, deneyim bize "fikir" sahibi olmak için "müsait", serbest olmak gerektiğini göstermiştir. Ancak bu da güçtür, çünkü insan not defterini sürekli olarak cebinden çıkarmak için özellikle gezintiye çıkamaz. (verimsizleştiricidir bu), ama serbest olmanın bir ağırlığının bulunması gerekir, bu da bir humus işlevi görür. Dalgalanan dikkat türü söz konusudur burada:Yani dikkat üzerinde yoğunlaşmamalı, ama yine de yan olaylara da çok fazla yönelmemelidir. Bu da sonuçta: kahve teraslarında geçirilen biraz boş (isteyerek boş) bir yaşamdır.

Bir bakıma: Rantiye etkinliğidir. (Flaubert, Goncourt, Gide): Bir ders hazırlamak not etmenin karşıtıdır.

Bu paradoksun mantığı: Not etmeye kendini kaptıran kişi, en sonunda, başka her türlü yazı girişimini reddedecek noktaya gelir (Not etmeyi bir yapıt hazırlığı olarak alsak bile): İnsan yolundan şaşmamalıdır. Nihil nisi propositium. (kendime önerdiğim şey dışında hiçbir şey)

...buraya kadar not etmeden, bir şeyi anında yakalama olarak söz ettim; sanki görülen, gözlemlenen şey ile yazılan şey arasında anlık bir uyum varmış gibi.

Ayvalık'ta


Öğle üzeri Ayvalık'ın dar sokaklarında dalgın ve yarı uyur bir halde dolaşırken bir evin açık kapısından içeri giren bakışlarım karşı duvardaki raflara dizilmiş kitaplarla karşılaştı. Bir dükkan olup olmadığını anlayamadım ilkin, yoluma devam etmek üzereyken geri dönüp içeri girdim. İçerde, yaşlıca bir bayan sandalyesine çökmüş kitap okumaktaydı. Kitaplara bakabilir miyim diye sordum, tabi dedi, sonra uzun bir süre oyalandım içeride.

Kişisel bir kitaplıktı bu, bütün bu eserler tesadüf eseri bir araya gelmemişti, hiçbir kişisel kitaplıkta kitaplar tesadüf eseri biraraya gelmez, oldukça tanıdık gelen bir okuma serüvenine ait parçalardı bunlar; okuduğum, okumadığım, okumayı düşündüğüm, aklıma, bir kenara not aldığım, kitaplar, yazarlar... Eski, zengin bir sahaflığa ait kitaplar gibi... önemli bir kısmı da elimde olan kitapların ilk çıkan basımları. Hazine bulmuş gibi oldum. Elimden gelse bütün kitapları alıp götürecektim.

İçerideki bayan kitapların kızına ait olduğunu söyledi. Kızım yönetmen dedi, belki tanıyorsunuzdur, Nur Akalın Tanıdık gelmiyor ama ben de sinema öğrencisiyim dedim. Kızına ait uzun metrajlı bir filmin dvd'sini gösterdi, yazmış olduğu çeşitli yayınevlerinden çıkan birkaç kitabı da vardı. Gözüm kitaplıktaydı ama her birine kısa kısa göz gezdirdim. Bütün bu kitapları nasıl olur da satar anlamıyorum dedim sonra, insanın ömrü boyunca dönüp dönüp okuyacağı, besleneceği, bağlı kalacağı, Nietzsche'nin deyimiyle kanla yazılan ve ezberlenmek isteyen kitaplardı bunlar. Yukarıda da (odasında mı?) kitaplar olduğunu söyledi. Bazılarını satmak istememiş, sattıkları kitapların isimlerini de bir kenara not almasını rica etmiş annesinden.

İçerde yalnız kitaplar yoktu, yabancı şehirlerden gelen çeşitli eşyalar ve giysiler de satılıyordu, bir köşede kısa zaman önce seyrettiğim Stranger Than Paradise filminin çerçeve içindeki küçük bir afişi dikkatimi çekti. Filmlerinin afişlerini içeriye astırmadı dedi annesi, (memnun kalmamış mıydı yoksa filmlerinden?) Siz dedi tatlılıkla, hepiniz kitap kurdusunuz. (Öyle miyiz?) Öyleyiz dedim.

Böylesi bir okuma serüvenine tanıklık ettikten sonra okur'un kendisine ait kitaplarını almamazlık edemezdim: Rika'nın Bahçesi. Sessizlik. Bir de elimde fotokopileri bulunan Rimbaud şiirlerinin Özdemir İnce çevirileri: Ben bir başkasıdır.

 Ayvalık'a her gelişimde yolumu düşüreceğim bu kitaplığa, dönüp dolaşıp buraya uğrayacağım. Başka çare var mı?


Yalnız İnsan  

Huzursuzluk Kitabı (Fernando Pessoa'nın kitabın kahramanı Bernardo Soares'i takdimi)

Otuz yaşlarında, oldukça iri bir adamdı bu; oturduğunda aşırı kambur duruyor, ayaktayken sırtı biraz düzeliyordu; üstüne başına pek özenmiyordu belki, ama tamamen kendini salmış da denemezdi. Dikkat çekici bir tarafı olmayan solgun yüzünde, hatlarına herhangi bir özellik katmayan acılı bir hava seziliyordu. Bunun altında ne tür bir acının yattığını anlamak kolay değildi - Birçok ıstırabı kendinde toplamıştı adeta, mahrumiyet, bunalım, kayıtsızlıktan doğan acı, ki kayıtsızlık da zaten aşırı acı çekmekten olur.

...giderek gözümde netleşmeye başladı. Belli belirsiz de olsa, yüzündeki çizgilerde bir zeka parıltısı yakalamıştım. Ne var ki ifadesine öyle bir bitkinlik, yürek sıkıntısından ileri gelen buz gibi bir durgunluk sinmişti ki, daha ötesini okumak zordu.

Bir keresinde sokakta, tam pencerenin önünde bir olay oldu; iki adam kavgaya tutuştu. Ben dahil, asma katta kim varsa pencereye koşuştu; tabii sözünü ettiğim adam da. Ona öylesine bir laf attım; o da bana aynı perdeden yanıt verdi. Sesi, artık umutların kar etmediği, bunun için de her şeyden umutlarını kesmiş insanların ki gibi donuk, pütürlüydü. Ama akşamcı lokanta arkadaşım hakkında böyle kesin konuşmakla saçmalamış oluyorum.
...
O güne dek mecburiyetleri olmamıştı. Çocukluğunda insanlardan uzak durmuştu. Ne bir gruba katılmış ne de okula gitmişti anlaşılan. Asla sürüye dahil olmamıştı. Onun başına, başkalarının da ( belki de kim bilir, herkesin) başına gelen gelmişti: Hayatındaki beklenmedik olaylar, içgüdülerine göre, içgüdülerinin çizdiği yolda şekillenmişti -hiç kıpırdamamak, hayattan kopmak yönünde.

Devletin ya da toplumun dayattığı zorunluluklarla uğraşmak zorunda kalmamıştı hiç. İçgüdüsel ihtiyaçlarını bile görmezden gelmişti. Sevgili ya da dost olabileceği insanlara hiçbir nedenle yakınlık duyamamıştı. Onun iç dünyasına bir ölçüde de olsa, kabul edilen tek varlık oldum.

İlginçtir; tesadüfler de denk gelmiş, tam da derdine deva olabilecek, benim gibi bir insanı karşısına çıkarmıştı.





*
Huzursuzluk Kitabı
sf. 19

Ben ne olursa olsun ait olduğu ortamın hep kıyısında duran ve yalnızca bir parçası olduğu kalabalığı değil, aynı zamanda yanı başındaki büyük boşlukları da görebilenlerdenim. İşte bu nedenle tanrıyı da onlar gibi büsbütün terk etmedim, ama insanlık düşüncesini de kabullenmiş değildim kesinlikle. Düşük bir ihtimal de olsa tanrı var olabilirdi, bu durumda ona tapmak da gerekebilirdi; insanlık ise, adına insan denen bir hayvan türünü ifade eden, basit, biyolojik bir kavramdan öteye gitmiyor, bu nedenle herhangi bir hayvan soyundan daha fazla hak etmiyordu tapınılmayı. İnsanlık kültü, özgürlük ve eşitlik gibi kutsal kavramlarıyla hayvanların tanrı sayıldığı, tanrıların da hayvan kafalı olduğu antik dinlerin dirilmiş hali gibi gelmiştir bana hep.Tanrıya inanmadığımı biliyordum, fakat düpedüz bir hayvan sürüsüne de inanamazdım; böylece ben de bazı insanlar gibi kalabalıkların sınırında, yani halk arasında Çöküş diye tabir edilen o her şeye uzak noktada kaldım. Çöküş, bilinçaltının tamamen yitirilmesi demektir, çünkü bilinçaltı yaşamın temelidir.

Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.

Yaşamayı bilmeden yaşayan bizlere (benim ender benzerlerime ve bana), her şeyi reddetmekten başka hayat tarzı, dünyayı seyretmekten başka yazgı kalıyor muydu? Dinle yaşamanın ne olduğunu bilemiyorduk, inanca akıl yoluyla ulaşılamayacağına göre bilemezdik de; insanın bir kenara atılabileceğine inanamıyor,bu açıdan düşününce kendimizi nereye koyacağımızı da bilemiyorduk; bu durumda sahip olduğumuz ruh, hayatı estetiğin gözüyle seyretmekte işe yarayabilirdi ancak. Böylece,dünyanın cafcaflı görüntüsüne yabancı, ilahi olana ilgisiz, insanı horgören bireyler olarak, kendimizi, boşu boşuna,beyin sinirlerimize uygun düşen karmaşık bir Epikurosçuluğun bağrında serpilmiş amaçsız duygulara bıraktık.

Vigny hayatı, vakit doldurmak için boş işlerle uğraştığı bir hapishane gibi görürdü. Karamsar olmak olayları en kötü ve acıklı tarafından almak demektir ve böyle bir tutum hem aşırı, hem rahatsız edicidir. Elimizde ürettiğimiz yapıtın değerini ölçmek için hiçbir kıstas yok elbette. Tek derdimiz kendimizi oyalamak bu doğru; ne var ki yazgısını unutmak için boş işlerle uğraşan tutuklular gibi değil, vakit geçirmek için yastık kenarı işleyen genç kızlar gibiyiz, hepsi bu.

Hayatı bir han olarak tahayyül ediyorum, çöküş arabası gelene kadar orada olacakmışım. Araba beni nereye götürecek, bilmiyorum, çünkü hiçbir şey bilmiyorum. Dört duvar arasında beklemek zorunda olduğuma göre, hanı bir hapishane olarak da kabul edebilirim, çeşit çeşit insanla karşılaştığım için, dostlukların yeşerdiği bir yer olarak da. Huysuz ya da görgüsüz biri sayılmam. Odasına kapanıp, kendini yatağa atıp gözünü bile kırpmadan bekleyip duranları kendi hallerine bırakıyorum; kulağıma hoş seslerin ve müziklerin çalındığı salonlarda gevezelik edenlere de ilişmiyorum. Kapının önüne oturup gözlerimi ve kulaklarımı manzaranın renkleriyle ve müziğiyle sarhoş ediyor, arabayı beklerken alçak sesle, yalnızca kendim için bestelediğim anlaşılmaz şarkıları söylüyorum.

Gece çökecek, o posta arabası kapıya dayanıp hepimize seslenecek. Bana bahşedilmiş hafif rüzgarın ve onun tadını çıkarabilmem için bahşedilmiş ruhun tadını çıkarıyorum; ve daha fazlasını ne soruyor ne kurcalıyorum.

Handaki anı defterime yazıp bıraktığım şeyleri günün birinde benden başkaları da okur, bunlarla yol boyunca oyalanabilirse, ne ala. Kimse okumazsa ya da zevk almazsa,o da kabulüm.

Asleep








Nedir, iyi okumak?

...dört yüz sayfalık bir kitabın topu topu üç sayfasını normal bir okuyucudan daha dikkatli okumamız, hepsini okuyan, ama bir tek sayfasını bile dikkatle okumayandan daha iyidir, Bir kitabın on iki satırını en yüksek yoğunlukla okumak ve böylece, söylenebileceği üzere, bütünün içine girmek, normal bir okuyucu gibi kitabı okumamızdan daha iyidir, o, sonunda okuduğu kitabı tıpkı bir uçak yolcusunun üzerinden uçtuğu manzarayı tanıyacağı gibi az bilir. O, çevreyi bile göremez. İşte bugün herkes her şeyi uçarken okuyor, her şeyi okuyorlar ama hiçbir şeyi bilmiyorlar. Ben bir kitaba girer ve onun üzerine çökerim, her şeyimle, düşünün, bir iki sayfa üzerinde felsefi bir çalışma, sanki ben de oradaymışım gibi, bir manzaraya girmek, bir doğa, bir devlet oluşumu, bir toprak ayrıntısını isterseniz, bu toprak ayrıntısına yarım bir güçle ve yarım bir yürekle değil de tam olarak girmek, onu keşfetmek için ve sonra keşfedildiği anda elimdeki tüm titizlikle onu bütüne götürmek.

Her şeyi okuyan, hiçbir şey anlamamıştır, dedi...



Bernhard'ın pek çok gevezeliği arasından, 
Eski Ustalar kitabından

Laurence Anyways (2012, Xavier Dolan)


Xavier Dolan, üçüncü uzun metrajlı filmi (168 dakika) Laurence Anyways'de.



Devlet

Gerçekte devlet doğuruyor çocukları, yalnızca devletin çocukları doğurulur, gerçek bu. Özgür bir çocuk yoktur, yalnızca devletin kendisiyle istediğini yapabileceği devlet çocuğu vardır, çocukları devlet dünyaya getirir, annelere ise yalnızca çocukları dünyaya getirdikleri telkin edilir, çocukların çıktıkları karın devletin karnıdır, doğrusu bu. Her yıl yüzbinlercesi devlet çocukları olarak devletin karnından çıkar, doğrusu bu. Devlet çocukları devletin karnından dünyaya gelir ve devlet okuluna giderler, orada devletin öğretmenleri tarafından eğitime alınırlar. Devlet çocuklarını devlete doğurur, doğrusu bu, devlet kendi devlet çocuklarını devlete doğurur ve onları bir daha bırakmaz. Biz nereye bakarsak bakalım yalnız devlet çocukları, devlet öğrencileri, devlet işçileri, devlet memurları, devlet yaşlıları, devlet ölüleri görürüz, doğrusu bu. Devlet yalnızca devlet insanları yapar ve buna olanak sağlar, doğrusu bu. Doğal insan yoktur artık, yalnızca devlet insanı vardır ve doğal insan varsa eğer bir yerde, izlenir ve ölümüne kadar kovalanır ve /ya da devlet insanına dönüştürülür.

İnsan gördüğümüzde, yalnızca devlet insanlarını görürüz, devlet hizmetlilerini, ne kadar doğru söylenmiş bir sözdür bu, doğal insanlar görmeyiz, tersine tamamen yapaylaşmış, devlet hizmetlileri olmuş, ömürleri boyunca  devlete hizmet eden ve dolayısıyla ömürleri boyunca yapaylığa hizmet eden devlet insanlarını görürüz. İnsan gördüğümüzde, yalnızca devlet ahmaklığının hizmetine girmiş, yapaylaşmış devlet insanları görürüz. İnsan gördüğümüzde, devlete teslim olmuş ve devlete hizmet eden, devletin kapanına düşmüş insanlar görürüz. Bizim gördüğümüz insanlar devlet kurbanlarıdır ve gördüğümüz insanlık, devlet yeminden başka bir şey değildir, onunla gittikçe daha da oburlaşan devlet beslenir. İnsanlık artık yalnızca devlet insanlığıdır ve yüzyıllardan beri, yani devletin varoluşundan bu yana kimliğini yitirmiştir, diye düşünüyorum.

İnsanlık, bugün artık kendisi devlet olmuş insanlıkdışılıktan başka bir şey değildir, diye düşünüyorum. Bugün insan artık yalnızca devlet insanıdır ve bu yüzden de o bugün artık mahvedilmiş insandır ve devlet insanı, düşünülebilecek en insan olabilen insandır, diye düşünüyorum. Doğal insan artık asla olamaz, diye düşünüyorum. Büyük kentlerde yığılmış milyonlarca devleti gördüğümüzde midemiz bulanmaktadır. Her gün uyandığımızda, şu bizim devletimiz yüzünden midemiz bulanır ve sokağa çıktığımızda, bu devletin nüfusu olan devlet insanlarından midemiz bulanır. İnsanlık devasa bir devlettir, ondan, eğer doğruyu söyleyecek olursak, her uyandığımızda midemiz bulanır. Her insan gibi ben de uyandığımızda midemi bulandıran bir devlette yaşıyorum. Bizdeki öğretmenler insanlara devleti öğretirler ve devletin tüm korkunçluğunu ve ürkütücülüğünü ve devletin tüm yalancılığını, bir tek tüm bu korkunçluğun ve ürkütücülüğün ve yalancılığın devletin kendisi olduğunu öğretmezler. Öğretmenler yüzyıllardan beri öğrencilerini devletin kıskacına alıp onlara yıllarca ve onyıllarca işkence eder ve onları paramparça ederler. İşte burada bu öğretmenler devlet emriyle öğrencileriyle müzeyi dolaşır ve o ahmaklıklarıyla onları sanattan da tiksindirirler.

...


Eski Ustalar
sf 30 -33

Thomas Bernhard



Blogda Bernhard:

http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/05/thomas-bernhard
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/01/thomas-bernhardla-konusmalar.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/don-thomas-bernhard.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/beton-thomas-bernhard.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/bitik-adam-thomas-bernhard.html

Anüs Flower



Jimmy Bites

Huzursuzluk Kitabı


"Ben, kendi varlığına yetişemeyen"

Huzursuzluk Kitabı'nda 1913 yılında yazılmaya başlanmış ve yazarın büyük bir bölümünü yayımlamadan bıraktığı bir günce söz konusudur.Bu günce mutlak bir kuşkuculukla doludur, ya da, daha doğru bir biçimde dile getirmek gerekirse, bu kitapta, ilerlemeye, eşitliğe ve hatta güzelliğe duyulan inancın ya da en azından metafizik olana yönelik gerçek bir yeteneğe duyulan inancın bütünüyle eksikliği hissedilir. Kimileri bu yapıtı sahici bir dekadans itirafı olarak yorumladılar. Kitapta aşırı bir olumsuzluk vardır...

Ancak Pessoa tüm "olumsuzluğuna" karşın bazı çıkış yolları önerir görünüyor. Böylece 1920 yılından başlayarak, değişik şiirlerinde düşünmeye başlıyor.

Negativizm kavramının Caeiro'nun Sürü Çobanı kitabında Pessoa'nın ölümüne dek süren yirmi yıllık takma adla sürdürülen yaratı çalışmasına uygulanması abartı olurdu. Ricardo Reis ve Alvaro de Campos imzasını taşıyan şiirlerin çoğunun bu tanımlamaya kesinlikle uysa da, aynı şey ne Alberto Caeiro'nun panteizmi için ne de daha genel konuşmak gerekirse bu düşünceyi destekler görünen belirli izlekler ve konular için söylenebilir; çünkü Pessoa'nın olgunluk dönemini belirleyen şiirler için mizah duygusu mutlak bir istençsizliği ya da aldırışsızlığı sergilemektedir.

J. F. Coelho yolculuğu bu izleklerden biri olarak görmüştür.Araştırmacıya göre Portekiz dilinde Camoes'ten bu yana, yolculuk simgeleri açısından bu denli zengin bir başka şiir bulunamaz -ama elbette özellikle öznel yolculuk yolları biçiminde. Huzursuzluk Kitabı'nın 400 numaralı fragmanı,yolculuk düşüncesini "ben olmayan herhangi birini baştan çıkarmaya uygun düşünce" olarak tanımlıyor ve bununla bağlantılı olarak okumayı yolculuk etmeyle karşılaştırıyor. 389 numaralı fragman, hayal gücünün şaşırtıcı yeteneklerini yüceltmek için, gerçek yolculukların gereksiz olduğunu açıklıyor. 384 numaralı şiir, yaşamı, dalınç içindeki ruhlara, eylem gücü bulunan ruhların herhangi bir zamanda yaşayabildiklerinden daha yoğun bir heyecan sunan deneysel bir yolculuk olarak tanımlıyor; ondan sonraki fragman (yolculuk eden insan) izleğinden yararlanıyor: bizler," bu dünyada yolculuk edenleriz gönüllü ya da gönülsüz biçimde" ...

"Nihai olan yolculuğun en iyi biçimi hissetmektir" diye yazdı Campos; ve Pessoa, en ünlü ve en yanıltıcı itiraflarından birini Casais Monteiro'ya yazdığı bir mektupta yaptı: "Kendimi geliştirmiyorum,yolculuk ediyorum"

...gerçek Şu ki Pessoa'yı mutlak olumsuzluğun bütüncül karanlığından,modernizmin o yaygın akıl hastalığından, takma isimler oyunu kurtarmıştır.

Jose Guilhermo Merquior 



Fernando Pessoa strolling down Chiado Square (Lisbon), with his friend, journalist Augusto Ferreira Gomes
c. 1925
(via hinted-by-the-winter: / cafeparaacordarosmortos:)Fernando Pessoa strolling down Chiado Square (Lisbon), with his friend, journalist Augusto Ferreira Gomes
c. 1925
(via hinted-by-the-winter: / cafeparaacordarosmortos:)

Fernando Pessoa strolling down Chiado Square (Lisbon), with his friend, journalist Augusto Ferreira Gomes
c. 1925
(via hinted-by-the-winter: / cafeparaacordarosmortos:)        Fernando Pessoa strolling down Chiado Square (Lisbon), with his friend, journalist Augusto Ferreira Gomes
c. 1925
(via hinted-by-the-winter: / cafeparaacordarosmortos:)



*

Durmaksızın hayal kurmak, sürekli tahliller yapmak, 
temel olarak hayatın verebileceğinden farklı bir şey sundu mu bana?
İnsanlardan koptum, ama kendimi bulamadım (...)
Bu kitap her açıdan tahlil edilmiş,
enine boyuna taranmış tek bir ruh halidir.

...

Yaşamöyküsü yazılabilenlere ya da oturup kendi yazabilenlere gıpta ediyorum, aslında gıpta mı ediyorum, bilmeksizin. Ben bu dağınık, ilintisiz duygularla (zaten başka türlüsünü de istemiyorum) olaysız yaşamöykümü, hayatsız hikayemi anlatıyorum. Bunlar benim İtiraflar'ım; ve bu itiraflarda hiçbir şey söylemiyorsam bu, söyleyecek bir şeyim olmadığındandır.

İnsan, ilginç ya da yararlı ne anlatabilir? Başımıza gelmiş olan şeyler, ya herkesin başına gelmiş ya da yalnızca bizim başımıza gelmiştir; ilk durumda bayatlamıştır, ikinci durumda da bizden başkası anlayamaz onları. Hissettiklerimi yazıyorsam, hissetmenin ateşini azaltmak için başka çarem olmadığından. İtiraflarım önemli değil, çünkü hiçbir şey önemli değil. Hissettiklerimle manzaralar çiziyorum ben. Duyularımı tatil ediyorum. Üzüntülerini bastırmak için nakış işleyen, hayat denen şey varolduğu için örgü ören kadınları çok iyi anlıyorum. Yaşlı teyzem, sonu gelmez akşamlarda fal açıp dururdu. Duygularımı anlattığım bu itiraflarda benim fallarım. Gelecekten haber almak için iskambillerden medet umanlar gibi yorumluyor değilim onları. Kulak da vermiyorum yazdıklarıma, çünkü fallarda, kağıtların yalnız başlarına hiçbir değeri yoktur. Rengarenk bir yumak gibi kendimi açıyorum ya da çocukların ipleri açık parmaklarına dolayıp sonra da elden ele geçirdikleri ip oyununu oynuyorum kendimle. Dikkat ettiğim tek şey, başparmağın altına denk gelen düğümü kaçırmamak. Sonra ellerimi ters çeviriyorum ve ortaya yeni bir şekil çıkıyor. Arkasından yeniden başlıyorum.

Yaşamak, başkalarının niyetleriyle örgü örmektir. Bununla birlikte, ömür süresince zihnimiz özgürdür ve bütün beyaz atlı prensler, ucu kancalı fildişi tığla iki ilmek atımı süresince, kendi büyülü bahçelerinde gezinebilir. Varlıklarla yapılan tığ işi... Aralıklar... Hiçbir şey...

Zaten, kendimde ne bulabilirim? Ne anlatabilirim? Duygularımın korkunç derecede yoğun olduğunu, duygularımın sapına kadar bilincinde olduğumu... Kendimi mahvetmek için kullandığım keskin zekamı ve beni oyalamaya doymayan düş gücümü... Ölü irademi ve onu capcanlı yavrusu gibi kollarında sallayan düş gücümü. Tığ işi, evet...

sf. 31   

Buzdan Hayaller



Barthes'ın bir kitabından, Heinrich Heine şiiri,
 başlık bana ait.

Bir Çeviri İçin Önsöz

Bu çeviri

Bir tek dil için
bir tek dil içinde var oluşu
yaşayan ve yaşatan
bir yazarın
kendi kendine bakışını

Bir başka dil için
bir başka dil içinde
yaşamaya ve yaşatmaya çalışan
bir çevirmenin
"zorlu" bir serüveni
olarak da 
okunabilir.


Sema Rifat
(Roland Barthes par Roland Barthes)

Yazmak - Marguerite Duras



İnsan, ancak evin içinde yalnız. Ve kendinin dışında değil, içinde. Parkta kuşlar var, kediler. Ama bir kez de bir sincap, bir gelincik. İnsan, parkta yalnız değil. Ama evin içinde öyle yalnız, öyle yalnız ki ara sıra kayboluyor. On yıldır eve kapanıp kaldığımı yeni algılıyorum. Yalnız. Ve bunu, kendime ve başkalarına bugün olduğum yazar olduğumu belleten kitaplar yazmak için yaptığımı. Nasıl oldu bu? Ve nasıl anlatılabilir? Söyleyebileceğim, Neauphle yalnızlığını benim yaratmış olduğum. Kendim için. Ve yalnızca o evin içinde yalnız olabildiğim için. Şimdiye kadar yazmadığım biçimde yazabilmek için. Ama henüz benim de bilmediğim, daha hiç kararlaştırmadığım, kimsenin hiç kararlaştırmadığı kitaplar yazmak için. Le Ravissement de Lol V. Stein'i ve Konsolos Yardımcısı'nı orada yazdım. Ve daha başkalarını, onlardan sonra. Yazı'mla baş başa kalmış, yalnız biri olduğumu, her şeyden çok uzak olduğumu anladım. Bu belki de on yıl sürdü, artık bilemiyorum, yazmakla geçirdiğim zamanı, kısaca zamanı ender olarak hesapladığım oldu.

Kitap yazan birinin,çevresindeki öteki insanlarla arasına her zaman bir mesafe koyması gerekir.Yalnızlıktır bu. Yazarın,yazılı şeyin yalnızlığıdır. İşe başlamak için, insan kendi kendine, çevresindeki o yalnızlığın ne olduğunu sorar. Ve bunun aslında evin içinde attığı her adımda, günün her saatinde, ister dışarıdan gelsin, ister gün ortasında yakılan lambaların ışığından gelsin, her türlü ışık altında kendine sorar. Bedenin bu gerçek yalnızlığı, yazının dokunulamaz yalnızlığı haline gelir. Bundan kimseye söz etmiyordum. İlk yalnızlığımın o döneminde, yapmam gereken şeyin yazmak olduğunu bulgulamıştım bile. Raymond Queneau daha o zaman doğrulamıştı beni. Bunu doğrulayan, onun şu tek cümlesindeki yargıydı: "Başka hiçbir şey yapmayın, yazın."

Yazmak; yaşamımı dolduran, beni büyüleyen tek şey buydu. Ben de öyle yaptım. Yazma edimi hiç ayrılmadı benden.

Yalnızlık hazır bulunmaz, oluşturulur. Yalnızlık, yalnız başına oluşturulur. Ben öyle yaptım. Çünkü orada yalnız olmam, kitap yazmak için yalnız kalmam gerektiğine karar vermiştim. İşte böyle oldu. Bu evde yalnızdım. Bu eve kapandım - tabii korkuyordum da, buna kuşku yok. Sonra da sevdim yalnızlığı. Bu ev, yazı evi haline geldi. Kitaplarım bu evden çıkıyor. Ayrıca bu ışıktan da, bu bahçeden. Küçük gölden yansıyan bu ışıktan. Şu söylediğim şeyi yazabilmek için yirmi yıl beklemem gerekti bana. 

İstediğimi istediğim kadar söyleyeyim, insanın neden yazdığını ve nasıl olup da yazmadığını hiç bulamayacağım.

Bir deliğin içinde, o deliğin dibinde neredeyse tam bir yalnızlık içinde olmak ve sizi bundan yalnızca yazının kurtarabileceğini bulgulamak. Kafanızda hiçbir kitap konusu, kitap düşüncesi yoksa bu, önünüzde bir kitap var, yeni bir kitapla karşı karşıyasınız demektir. Bir sonsuz büyüklük, bomboş. Olası bir kitap. Hiçliğin karşısında. Canlı ve çıplak bir yazının karşısındaymışsınız gibi, korkunç, aşılması korkunç bir şey. Yazan kişinin kafasında kitap düşüncesi yoktur, sanırım, elleri boştur, kafasının içi boştur ve bu kitap macerası onun için yalnızca kuru ve çıplak yazıdır, geleceksiz, yankısız, uzak, altın kurallarıyla, temel kurallarıyla: yazım, anlam.

Ben evde yazarken, benimle birlikte her şey yazıyordu. Yazı her yerdeydi. Ve dostlarımla karşılaştığımda, onları hemen tanıyamadığım oluyordu. Böyle bir çok yıl geçti, zor, benim için, evet, belki on yıl, sürdü bu. Ve dostlar, en yakın dostlarım bile beni görmeye geldiğinde, bir felaket oluyordu. Benimle ilgili hiçbir şeyden haberleri yoktu dostların: Bana iyilik yapmak istiyorlardı ve ince düşünceli olduklarından beni dolaşmaya geliyorlardı, iyi yaptıklarını düşünerek. Ve işin en garip yanı, ben hiç de böyle düşünmüyordum.

Yazı, yabanıl kılıyor insanı. Yaşam öncesi bir yabanıllığa ulaşıyorsunuz. Ve bu size her seferinde aşina geliyor; ormanların yabanıllığı bu, zaman kadar eski. Her şeyden korkmanın yabanıllığı, farklı ve yaşamın özünden koparılamaz bir yabanıllık. Bütün varlığınızla sarılıyorsunuz. Beden gücü olmadan yazılamaz. yazının başına oturabilmek için, kendinizden daha güçlü olmanız gerekir, yazdığınız şeyden daha güçlü olmanız gerekir. Tuhaf mı tuhaf bir şey bu, evet. Yalnızca yazma edimi değil, yazılan şey de gece ortaya çıkan hayvanların çığlıklarıdır; hepimizin, sizin ve benim, köpeklerin. Toplumun kitlesel, umut kırıcı sıradanlığı. Çekilen acıdır, İsa'dır ve de Musa ve firavunlar ve bütün yahudiler ve aynı zamanda mutluluğun en şiddetli sancısıdır. Böyle olduğuna hep inandım.

Tuhaf kişidir yazar. Bir çelişkidir, aynı zamanda da bir anlamsızlık. Yazmak konuşmamaktır da. Susmaktır. Sessiz çığlıklar atmaktır. Huzur veren biridir yazar, çoğu kez; çok dinler. Çok konuşmaz, çünkü insanın yazmış olduğu bir kitaptan birine söz etmesi olanaksızdır, özellikle de yazmakta olduğu bir kitaptan. Olanaksızdır bu. Kitap sinemanın karşıtıdır, tiyatronun ve öteki gösterilerin karşıtıdır. Bütün okumaların karşıtıdır. Hepsinden zordur. En berbat olandır. Çünkü kitap, bilinmez olandır, gecedir, kapalıdır, evet, öyledir. İlerleyen kitaptır, büyüyen, bildiğinizi sandığınız yönlerde ilerleyen, kendi yazgısına doğru, bu arada yazarının yazgısına doğru ilerleyen, yayımlandığında yok olan yazarın: ondan ayrılmak, düşlenen kitaptan, son doğan çocuk gibi, hep en çok sevilen. 

"Sakatlar işleriniz gani olsun" (Brueghel)


1565


Tablonun sırtına, bir köşesine kumaşın, uçlu fırçasıyla "Sakatlar, işleriniz gani olsun" yazmış. Uzmanlar, sanat tarihçileri, yaşlı Brueghel'in yaşlılık döneminde gerçekleştirdiği bu ünlü tablonun bildirisi bağlamında yorumdan yoruma koşuyorlar. Belki de son bitirdiği yapıtı bu - tam bilinemiyor. Bir tür vasiyet sayılabilir mi? Yoksa, ressamın Hayat'tan çıkardığı ana sonuçla mı karşıkarşıyayız? Çağ simgelerin, dolayımlı anlatımın gözde olduğu bir çağ.

Beş kötürüm dilenci, tahta bacaklarının üzerinde, köy meydanını andıran bir yerden beş ayrı yöne doğru harekete geçiyorlar: Sanki oradan, yeryüzüne yayılacaklar. Giysileri, özellikle de şapkaları dikkat çekmiş öteden beri. Kralı, papazı, askeri, kentliyi, köylüyü taşıdıkları doğru mu? Düpedüz onlar mı, onlar gibi mi giyinmişler? Brueghel'in toplumun her üyesi, her sınıf için bir dilenci temsilci yerleştirmiş olduğu tablosuna, mantıksız görünmüyor bana: Rastladığım berduşları gözümün önüne getiriyorum, her birinin bir başka şey (yönetici, işadamı, tüccar, aydın şair, emekçi, toprak adamı) pekala olabilecekken kaymayı seçtiklerini, kaymaya seçildiklerini farkediyorum. Sonra, aynı işlemi ters yönde gerçekleştirmeyi deniyorum: Şapkalarıyla insanları seçiyorum gözümden, tıpatıp yerine oturuyor her şey bu avuçiçi kadar (18x21cm.) tabloda.

Ya altıncı kişi, diye sorulacaktır tabii. Resmin sağ üst köşesindeki, sanat tarihinin "gizemli" olarak nitelemekle yetindiği, iki adım daha atınca tablodan çıkacak şahıs kim gerçekten de? Yalnızca arka plandan geçip giden, geçip gitmeyi üstlenen biri mi?

Elinde tuttuğu çanağı andıran nesneye bakılacak olursa: Toplamış o.

Burada, o toplayasıya dağınık duran birşeyleri toplamış - yanyana, biraraya getirmiş.

Nereden gelmiş olabileceğini kestiremiyoruz.
Nereye gittiğini de.
Ola ki, diyorum, tablonun arkasına, topladığı cümleye yönelen,
cümlesini, 
cümlemizi,
içeren, taşıyan, ileten  
Kelimdir.


Sonra, iki cümle arası, gene susuyorum. 

E.B.



Darwin'in Defterleri

Darwin, M ve N adı verilen defterleri, 1838 ve 1839'da, 1842 ve 1844 tarihli taslaklarına temel olarak dönüşüm notlarını derlediği sırada yazmıştı. Bu defterler Darwin'in felsefe, estetik, psikoloji ve antropoloji üzerine düşüncelerini içerir. Darwin bunları 1856'da yeniden okuduktan sonra, "ahlak metafiziğiyle dolu" sözcükleriyle tanımlamıştır. Bu defterlerde, evrim düşüncesinden daha aykırı bulduğu bir şeyi, felsefi maddeciliği -bütün varoluşun gerecinin madde olduğu ve bütün zihinsel ve ruhsal görüngülerin maddenin yan ürünleri olduğu temel önermesini- desteklemeye karar verdiğini, ancak bunu dışa vurmaktan korktuğunu gösteren birçok ifade yer alır. Aklın -ne kadar karmaşık ve güçlü olursa olsun -sadece beynin bir ürünü olduğu iddiası kadar, Batı düşüncesinin köklü geleneklerini altüst edebilecek bir şey olamazdı. John Milton'ın, aklı geçici konağı olan bedenden ayrı ve üstün tutan anlayışını düşünün:

Ya da ışığım, ortasında gecenin,
Yansın içinde, yüksek yalnız bir kulenin
Durmadan baktığım yerde Ayı'ya
Ve üç kez yüce Hermes'e, açılsın ya da
Eflatun'un ruhu, ortaya sermek için
İçinde tuttuğunu, alem ve feleklerin
Ölümsüz aklı, ki bırakıp yüzüstü gitti
Konağını, bu ten diyarındaki


Bu notlar Darwin'in felsefeyle ilgilendiğini ve içermelerini bildiğini gösterir. Kendi kuramını diğer tüm evrim öğretilerinden ayıran ana özelliğin ödün vermez felsefi maddeciliği olduğunun farkındaydı. Diğer evrimciler yaşamsal kuvvetlerden, yönlendirilmiş tarihten, organik mücadeleden ve aklın temel indirgenemezliğinden -Hristiyanların Tanrı'sının yaratılış yerine evrimle iş görmesine açık kapı bıraktıkları için, geleneksel Hristiyanlığın uzlaşmayla kabul edebileceği bir dizi görkemli kavramdan- söz ediyordu. Darwin ise sadece rastlantısal değişim ve doğal seçilim diyordu.

Darwin notlarında, maddeci evrim kuramını, kendi deyimiyle "kalenin kendisi" olan insan aklı da dahil, yaşamın bütün görüngülerine kararlılıkla uyguladı. Akılın beynin ötesinde gerçek bir varoluşu yoksa, Tanrı bir yanılsamanın yanılsamasından başka ne olabilirdi? Darwin dönüşüm defterlerinin birini şöyle yazar:

"Düzenin doğurduğu tanrısallık aşkı, ey maddeci! (...) Beynin bir ürünü olan düşünce, maddenin bir özelliği olan kütleçekiminden niçin daha hayret verici olsun? Bu bizim kibrimiz, kendimize olan hayranlığımızdır."


Bu öyle aykırı bir inançtı ki, Darwin Türlerin Kökeni'nde bunun üzerinden atladı ve "insanın kökeni ve tarihe ışık tutulacaktır" gibi şifreli bir ifadeden fazlasını göze alamadı. İnançlarını, artık daha fazla gizleyemediğinde, Descent of Man (İnsanın Türeyişi, 1871) ve The Expression of the Emotions in Man and Animals (İnsanda ve hayvanlarda duyguların ifadesi, 1872) kitaplarında açığa vurdu. Doğal seçilimin eş zamanlı kaşifi A. R. Wallace, bu kavramı hiçbir zaman insan aklına uygulamaya cesaret edemedi ve aklı, Tanrı'nın yaşam tarihine tek katkısı olarak gördü. Oysa Darwin, M defterindeki en dikkate değer ifadesinde, 2000 yıllık felsefe ve dine karşı koyuyordu:

"Platon Fedon'da, "imgesel idealarımızın" ruhun önoluşundan kaynaklandığını ve deneyimden türetilemeyeceğini söyler - önoluş için maymunlara bakmak gerek."


Gruber, M ve N defterleriyle ilgili yorumlarından maddeciliği "o zamanlar evrimden daha büyük bir küstahlıktı" sözleriyle betimler.



*

On dokuzuncu yüzyılın en ateşli maddecileri olan Marx ve Engels, Darwinin neyi başardığını anlamakta ve bunun köktenci içeriğinden yararlanmakta gecikmediler. Marx 1869'da Engels'e, Darwin'in Türlerin Kökeni adlı yapıtı hakkında şunları yazdı:

"Kaba İngiliz tarzıyla yazılmış olmasına karşın bu kitap, görüşümüzün doğa tarihindeki temelini içermektedir."

Marx'ın Das Kapital'in 2. cildini Darwin'e adamayı teklif ettiği (ve Darwin'in reddettiği) yolundaki söylencenin doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. Ama Marx ile Darwin yazışmışlardı ve Marx Darwin'e büyük saygı gösterirdi. (Darwin'in Down House'daki kütüphanesinde Kapital'in bir kopyasına gördüm. Kendisini Darwin'in "içten bir hayranı" olarak tanımlayan Marx tarafından imzalanmıştı. Sayfa kenarları açılmamıştı; Darwin alman dilinin hayranlarından değildi.)

Aslında Darwin yumuşak başlı bir devrimciydi. Yapıtını uzun süre geciktirmekle kalmadı, kuramın felsefi yönlerini halka açıklamaktan da özenle kaçındı. 1880'de şunları yazdı:

"Bana (doğru ya da yanlış) öyle geliyor ki, Hristiyanlığa ve Tanrıcılığa karşı yürütülen dolaysız tartışmaların halk üzerinde neredeyse hiçbir etkisi olmuyor. Düşünce özgürlüğünün yaygınlaşmasının en etkili yolu, insan aklının, bilimsel ilerlemeyi izleyerek adım adım aydınlanması olacaktır.Bu nedenle din hakkında yazmaktan özenle kaçındım ve kendimi hep bilimin sınırları içinde tuttum."

Ancak yapıtlarının içeriği geleneksel Batı düşüncesi için o kadar yıkıcıydı ki, onları hala bütünüyle benimseyebilmiş değiliz. Örneğin, Arthur Koestler'in Darwin karşıtı kampanyasının temelinde, Darwin'ci maddeciliği kabul etmek istemeyişi ve yaşayan maddeye bir kez daha ayrıcalıklı bir özellik atfetmeye yönelik ateşli arzusu yatar. Doğrusu ben bunu anlayamıyorum. Merakı ve bilgiyi el üstünde tutmamız gerektiğini düşünüyorum. Sergilediği uyum planlı değil diye doğanın güzelliğini daha mı az takdir edeceğiz? Kafamızın içinde milyarlarca nöron var diye aklımızın potansiyeli içimizde artık hayranlık ve korku uyandırmayacak mı?