Tyger and Lamb






 Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabildi o korkunç simetrini?

Hangi uzak derinlerde, göklerde
Yandı senin ateşin gözlerinde?
O hangi kanatla yükselebilir?
Hangi el ateşi kavrayabilir?

Ve hangi omuz ve hangi beceri
Kalbinin kaslarını bükebildi?
Ve kalbin çarpmaya başladığında,
Hangi dehşetli el? ayaklar ya da

Neydi çekiç? ya zincir neydi?
Beynin nasıl bir fırın içindeydi?
Neydi örs? ve hangi dehşetli kabza
Ölümcül korkularını alabilir avcuna?

Yıldızlar mızraklarını aşağıya atınca,
Göğü sulayınca gözyaşlarıyla,
Güldü mü o, görünce eserini?
Kuzu'yu yaratan mı yarattı seni?


Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabilir o korkunç simetrini?




***




  Küçük Kuzu seni kim yarattı?
     Bilir misin seni kim yarattı?
Kim hayat verdi, ırmak kıyılarında
Ve çayırlarda yiyecek sundu sana;
Sana sevinç giysisini kim verdi,
Tüylü parlak yumuşacık giysiyi;
Sana kim verdi bütün vadileri
Şenlendiren böyle tatlı bir sesi:
     Küçük Kuzu seni kim yarattı?
     Bilir misin seni kim yarattı?


    Küçük Kuzu söyleyeceğim sana,
    Küçük Kuzu söyleyeceğim sana:
Senin adınla bilinir kendi de,
Çünkü bir Kuzu der o da kendine:
O alçakgönüllü, yumuşak huylu,
O küçücük bir çocuk oldu.
Ben bir çocuğum, kuzusun sen de,
Onun adıyla biliniriz ikimiz de.
     Küçük Kuzu Tanrı seni kutsasın.
     Küçük Kuzu Tanrı seni kutsasın.





William Blake


William Blake "Hayalci"

The Ghost of a Flea c.1819-20
" Bedlam hastanesinin iki ünlü konuğu vardı: Kundakçı Martin... ve Hayalci lakabıyla anılan Blake. Bütün bu suçlu ve kaçık takımını gözden geçirip birer birer inceledikten sonra Blake'in hücresine gitmek istediğimi söyledim. Uzun boylu ve solgun yüzlü bir adamdı; çok düzgün hatta belagatli konuşuyordu; Cinbilim 
yıllıklarında yer alan örneklerin hiçbiri Blake'in sanrıları kadar olağanüstü değildi. - Onun gördükleri sıradan yanılsamalar değildi; o, sanrı değil gerçek görüntüler gördüğüne yürekten inanıyordu: Michelangelo ile sohbet ediyor, Semiramis ile akşam yemeği yiyordu... Hayaletlerin ressamlığını yapıyordu... Onu hücresinde, hayaletini gördüğünü iddia ettiği bir pirenin resmini yaparken buldum..."

(1833'de bir gazetenin köşe yazarına ait bilgi.)


***
William Blake'in eşsiz cümlelerini dikkatle okumalıyız. Bunlar tarihin en anlam yüklü cümleleridir: İnsanın kendi acısıyla, en sonunda da ölümle ve onu ölüme iten davranışla anlaşmasını anlatırlar. Sıradan şiirsel cümleler olmanın çok ötesindedirler. İnsanın kendi kaderine kaçınılmaz olarak kavuşacağını belirtirler. Blake daha sonraki bölümlerde kendi iç çalkantısını, çılgın ve karmakarışık bir üslupla ortaya koyar, çünkü kargaşanın doruğu onu da içine alır. Buradan baktığında, kendi bütünselliği ve şiddetinin içinde kaynayan hareketi bütün boyutlarıyla görebilmektedir; bizi bir yandan en kötüye doğru iterken bir yandan da Cennet katına yükselten işte bu harekettir. Elbette, buradan yola çıkarak Blake'in bir filozof olduğu söylenemez; yine de öze ilişkin görüşlerini, felsefeye parmak ısırtacak kadar belirgin, hatta kesin biçimde dile getirmiştir.


"Karşıtlıklar olmaksızın, ilerleme de yok. Çekicilik ve iticilik,
Akıl ve Enerji, Sevgi ve Nefret,
İnsan varoluşuna gereklidir.
Bu karşıtlıklardan, dinselin İyi ve Kötü dediği çıkar. İyi, Akla boyun eğen edilgindir. Kötü, Enerjiden doğan etkindir. 
İyi cennettir. kötü cehennemdir...
Tanrı, Enerjilerinin peşinde olduğu için insana sonsuzluk içre acı çektirecektir.      
Enerji biricik yaşamdır, ve Gövdeden gelir; ve Akıl enerjinin sınırı ya da dış çemberidir.
Enerji sonsuz Hazdır."


The Good and Evil Angels

1795  c.1805



William Blake bir kum tanesinde gezegeni görmüştü,
biz de onun bu resminde her şeyi görebiliriz.


Jan Wobble

Taşlar ve Kitaplar


Yazmasaydım ne olacaktı, demek vardı. "İki tür melankolik görülür" diyor Petrarca, "biri taşlar atıyor, öbürü kitaplar yazıyor." Yazma hastalığı ile yaşa(yama)ma hastalığı göğüs göğüse çarpışıyor aslında. Oyalanmama anlam veremezsem, yola devam edemem ki. Herkes tutunuyor, aczimin üstünlüğüne kapılmıyorum. Düpedüz yalan söylüyorum işte: Pekala, zaman zaman (eskisi gibi sık sık değil ama), aczimi üstün tuttuğumu biliyorum -ben değil miyim 'şu beni uçuran notaların ikiyüzelli yıl sonrasına hak kazanmış olmalarına benzer bir yazgısı olsun dilerim harflerimin' diye yanıp tutuşmuş, tutuşmakta olan? Claude Darreye gibi, inancı bana gerçekten, dipten inandırıcı gelen bir avuç insan dışında, kendi aczime tutunuş biçimimi yenik kılabilecek güç(lülük)te kaç duruşla karşılaştım bugüne dek?

Taşlar kitaplardan farklı olsalardı.


E.B.

İki Kişiyim Ben


Desen: Enis batur




Bilirsiniz ya da bilmezsiniz: Valery yazarları ikiye ayırır: Kendi kamusal varlığını yaratanlar ile kamusal varlık tarafından yaratılanlar. Gerek ilk kitabımın yayımlandığı 1973 yılından bu yana okur önünde, gerekse '73 öncesinde, yazıp da gün ışığına ürünlerimi çıkarmayı düşünmediğim dönemde, kendimi ilk kümenin içinde bildim.


Baştan beri, eğer bir başlangıç olduysa, her boyutunda 'ontique', yani hayati bir anlam taşıdı benim için, yazmak. "Nil"in bir sayfasında, derkenara matbaa harfleriyle yazdığım "susabilirdim" sözü bir fantezi değildi: Şehrimize sonradan gelen o ilginç 'iletişim' kelimesi daha o zamanlar, dibimde, sanıyorum tüm taşkın bölgelerimde canımı yakıyordu ve yazmanın benim için kurtarıcı bir yanı olup olmadığını kestiremiyordum. Sonunda kapım çalındı ve düpedüz korktum. Çekip gidecek gücüm yoktu, çekip gidecek yerim de. Sanata inandım mı, kendimi buna hiç değilse inandırdım. Eğridir doğrudur, başka bir sefere, son sefere ya da ondan da sonraki sefere konuşulur bu. Yazmanın, yaratmanın tekvinindeki özel dürtüler, nedenler ne olursa olsun, yazılan ya da yaratılan paylaşılmak üzere dolaşıma sokuluyor, günışığına vuruluyor, kısacası Borsa'nın karşısına ama içine çıkılıyorsa, bunun iletişimi istemekle doğrudan ilgisinin bulunduğu tartışılamaz elbette. 

Ama, kiminle, ne kadar ve nereye kadar, ne tür bir iletişim kurulabilir?

Öyle sanıyorum ki yalnız benim yazı serüvenim değil, tümden yazı serüvenini bu soru için uygun bulunan karşılıklar tanımlayabilir. Kendi payıma, yapabileceğim tek seçimin, dün ve bugün kadar yarın için de, kendi kamusal varlığımı oluşturmak yolunda olduğunu düşündüm hep. Şüphe yok ki, yazdıklarımı seçecek okurun nicel durumu üzerinde ileri-geri konuşacak halim yoktu. Sayıları çok kişinin gözünde pek azdı ama bu beni ne tasalandırıyor, ne de gönendiriyordu. Dün de biliyordum, bugün de bildiğimi düşünüyorum: Yazdıklarımla gerçekten ilişki kurmak isteyecek okur sayısı fazla değil ve bu sayının artma olasılığı, ben ben olmadıktan çıkmadıkça, neyse ki yok. İnce mizah değil: Her anlamda huzur verici bir müşteri türü ve sayısı. Bir yolu varsa kişinin ve onu ara sıra buluyor ama aralıksız arıyorsa, onu gözetleyenleri yitirmesi bunların sayıca azalmaları, tutumlarında hoşgörülü olmaları sözkonusu değil. Beni istiyorlar: Ben'i arıyorum çünkü. Yorulmaz, sürdürürsem: Beni isteyecekler durmadan. Yok bulursam ben'i, öyle sanırsam, üstelik susmazsam: Gözlerini başka bir yöne çevirecekler. Uzlaşma yok işte, sessiz bir anlaşma var demek ki.

...

İnsanoğlu yaratma serüvenine, bu serüvenin kendisine yönelttiği şiddet eylemine nasıl dayanabiliyor? Benim için bu dayanak, "susabilirdim"in karşısına "yazabilirim"i koyarken, içimdeki güdümsüz hayvanın yılgı ve coşku salgısını denetleme güdüsünden doğdu: Alınyazmak, çekirdeğimizin de çekirdeğinde oluşan sağırlığı sevkedebilmek, dolup taşmayı önlemek için güzelim yoldu. Peki 'sağırlık'? diye soracaksınız. Sormayın öyleyse: Joe Bousquet'nin "insanın en önemli yanı iletmediği yanıdır" sözü ne kadar da yakınımdaydı -baştan beri

...

Kişinin kendi kendisine, iç yada dış nedenlerle kilitlenmesi! "Susabilirdim" demiştim: Susulabilir belki; Yunus gibi kopartılabilir o organ; Kut gibi göz ve el yargılanabilir. Çekip gidilebilir buradan, çekip giden nice kardeşimiz var kayıtlarda: "Sizler şairsiniz, bense ölümden yanayım" (1921). Yakılabilir yazı, güneşi ardımıza alıp, tükeniş yürüyüşümüze başlamadan 


Enis Batur


Bisikletim, arkadaş bana



Ayvalık. Ağustos 2013


Georges Bataille: Literature And Evil


İnsanların hayvanlardan farkı yasaklara uymalarıdır; ne var ki yasaklar iki yanlıdır. İnsanlar bir yandan yasaklara uyarken diğer yandan da onları çiğnemek durumunda kalırlar. Yasakları ihlal etmelerinin nedeni bilgisizlikleri değildir: Bu tavır kararlı davranıp cesaret göstermeyi gerektirir. Yasakları ihlal etmek için gerekli olan cesaret insanın kendini gerçekleştirmesidir. Bu aynı zamanda edebiyatın da kendini gerçekleştirmesidir ve edebiyat ayrıcalıklı bir tutum içine girerek meydan okur. Otantik edebiyat Prometheus'çudur. Otantik yazar, etkin toplumun temel yasaklarına karşı çıkma cüretini gösterir. Edebiyat, temel bir düzenliliğin ve sakınımlılığın kurallarını tartışma konusu yapar. 

Yazar suçlu olduğunu bilir. Hatalarını kabul edebilir. Seçilmişliğin göstergesi olarak coşkuyu talep etmeye hakkı olduğunu iddia edebilir.

Günah, mahkumiyet zirvededir.  

Bu kitapta incelenen sekiz yazarın, Emily Bronte, Baudelaire, Michelet, William Blake, Sade,  Proust, Kafka ve Genet'nin tuttukları yolda da işte bu tehlikeli, ama insana özgü kararlılığı da içinde barındıran suçlu bir özgürlüğe duyulan özlemi hissediyoruz.

 (Edebiyat ve Kötülük, Georges Bataille)


Hakikat

Nedir bu kuruntu, bu hayal, güçsüz ve kısır!
Dalavereci, iğrenç rahip sürüsünün
salaklara vaaz ettiği bu tanrısallık!
Beni de mi katmak isterler çömezleri arasına?
Hayır, asla, yemin ederim, sözümde duracağım,
Asla bu tuhaf ve iğrenç put,
Sayıklamanın ve zırvalamanın bu evladı
Kalbimde en ufak bir iz bir bırakamayacak.
Epikürcülüğümden mutlu, bununla övünen ben,
Ateizmin kollarında vermek isterim son nefesimi
Beni dehşete düşürmek istedikleri aşağılık Tanrı
Yalnızca hakaretime uğramak için düşecek aklıma.
Evet, bir işe yaramaz yanılgı, ruhum nefret ediyor senden.
Seni ikna edebilmek için burada kesin olarak belirtiyorum.
İsterdim ki bir an varolasın
Sana küfredebilmenin zevkine varabileyim diye.

Nedir bu iğrenç hayalet.
Bir boka yaramaz Tanrı. Bu korkunç yaratık 
bakan göze bir şey ifade etmeyen, zeka göstermeyen,
kıt zekalıları ürküten, bilgeleri güldüren,
Duyuları bir şey demeyen, hiç kimsenin anlamadığı.
Çağlar boyunca vahşi ibadeti daha fazla kan döktü,
savaşın ya da Themis'in gazabının bin yılda döktüğünden.
Boşuna tahlil ettim, tanrılaşmış bu itin tekini.
Boşuna inceledim, benim felsefi gözüm
bir şey görmedi sizin dinlerinizin bu motifinde
karmakarışık bir çelişki yumağından gayrı,
daha gözünü diker dikmez sınava teslim olan,
zevk için hakaret edilen, meydan okunan, saldırılan,
korkunun mahsulü, umudun doğurduğu.
Aklımızın asla almayacağı.
Onu yükseltenlerin ellerinde, sırasıyla dönüşerek,
kah korku nesnesine, kah neşe ya da baş dönmesine,
onu insanlara duyuran mahir düzenbaz
dilediğince hüküm sürdürtüyor bizim hüzünlü yazgılarımız
üzerinde,
kah kötü kalpli tasvir eder, kah iyi yürekli,
kimi zaman katleder bizi, kimi zaman babamızdır hizmetimizdeki,
tutkularına göre verir ona daima
adetlerini, karakterini ve görüşlerini:
Ya bağışlayan eldir ya gözümüzü oyan
İşte böyledir bu sersem Tanrı, rahip onunla sallar beşiğimizi.

İyi de hangi hakla, kendini yalana katlanan,
beni de tabi kılmak ister kendi hatasına?
Var mıdır ihtiyacım, aklımın inkar ettiği Tanrı'ya
hak vermek için doğanın yasalarına?
Doğada hareket eder her şey, ve onun yaratıcı bağrı
her an hareket eder yardımı olmadan bir etkenin.

Bu çifte güçlük yarar mı bir işime?
Bu Tanrı nedeni midir evrenin?
Yaratıyorsa yaratılmıştır, ama ben hala
kararsızım, önceki gibi, onun yardımına başvurmakta.
Kaç, kaç git kalbimden uzağa, cehennem kaçkını dalavereci;
yok ol da rahat bırak doğa yasalarını:
Tek başına her şeyi yaptı o, sen yalnızca hiçliksin
Onun eliyle çıktık biz o hiçlikten günün birinde bizi yarattığında.

Yok ol git sen, iğrenç kuruntu, ham hayal!
Uzak dur bu topraklardan, terk et yeryüzünü,
burada yalnızca duyarsız kalpler bulacaksın
acınası dostlarının yalancı jargonuna!



Kaotik Benlik

Kitaplık dergisinin bu ayki sayısına bloglar ve blog yazarlığı konu edilmiş, birkaç sayfaya da takip edilen blogların bir listesi konmuş. Kendi blogumu görmedim aralarında. Ne de olsa uzun soluklu bir blog sayılmaz benimkisi; internette nerelere uzanmış, kök salmıştır bilemem altı ayda; ama google'a "tadzio kız mı?", picasso ne demek?" diye yazıp bloguma ulaşan insanlardan da haberim var. Dergiye şöyle bir göz attıktan sonra blog aleminde ne var ne yok bir bakayım dedim ve kendi blogumun hayli kişisel, ayrıksı bir yerde, kendi halinde ama dolu dolu yolunu sürdüğünü gördüm.

Altı ayda oluşturduğum içeriğin gerçekten de devasa olduğu söylenebilir ve bu beni belli belirsiz gülümsetiyor. Bloguma ulaşan okura blogun queer -ibne içeriğinin caydırıcı bir etkisi oluyorsa ne mutlu bana. Hayli utangaç ve mahçup bir yazara sahip gayet sade ve nezih bir blog bu ne var ki. Ama, senin final ödevini yapmana yardımcı olmak ya da başka bir sebeple de oluşturulmadı. Paylaştığım materyaller ve yazıların edebiyata ve sanata olan ilgine yardımcı ve referans olacağı bir tür klavuz olarak da görebilirsin blogu. Bana kafamın götürmediği sorular sorma, ne felsefede ne de sanatlarda hakim olabildiğim tek bir konu yok. Benimkisi evreni ve kendimi anlama çabasıydı şimdiye dek. Çıktığım yolda da, işte, entelektüel serüvenimin büyük bir parçası burda.

Aslında uzun bir süre takip ettiğim bir blog yazarının da ifade ettiği gibi  "benim tek isteğim sevdiğim şeyleri yapmaya devam etmek için bir vesile edinmek ve ortak zevkleri paylaştığım kişilerle bağ kurmak."

A Summer Dress (Short)







*
Francois Ozon'un 15 dakikalık 1996 yapımı kısası Yazlık Elbise. 
Bang Bang!


 

İmkânsız

İnsanlık yapayalnız varlıklardan değil kendi arasında iletişim kurabilen varlıklardan oluşur; yalnızca kendimiz için bile olsa, ötekilerle iletişim kurmaya dayanan bir ağ için varız: İletişim denizinde yüzüyoruz, hepimiz, dur durak bilmeyen iletişime indirgenmiş olarak yaşıyoruz; o iletişim ki, yalnızlığın derinliklerin de olduğunu bildiğimiz zaman bile kendini hissettirir; sayısız ihtimali düşünür gibi, ötekilerin duyabileceği bir çığlığı bekler gibi... Çünkü insanın varoluşunun düzenli aralıklarla düğümlendiği böylesi anlar, bizlerde haykırışlarla, acımasız kasılmalarla, çılgınca kahkahalarla gösterir kendini; çünkü kendimizin ve dünyanın geçirimsiz olduğunun ayırdına varmışızdır artık ve bu bilgiyi paylaşmak bir anlaşma zemini yaratır.

Paylaşılması en zor olan bilgi budur. İletişimin en derin biçimini, yani gözyaşlarının paradoksal anlamına dayanan biçimini bir kenara bırakmak zorundayım. Şuna değinmeden de geçemeyeceğim: Hiç kuşkusuz iletişim duygusunun en derini ve iletişimin doruğu gözyaşlarıdır.

Bataille

Bataille


İmkansızın sınırındaki kaygılı bir ifade arayışına adanmış Georges Bataille'ın eserinin, genellikle azgınca bir inkar görünümü taşırken dünyaya hiç çekincesiz ve ölçüsüzce "evet" demeye devam etmesi değildir en ufak çelişkisi. O, iyisinde de kötüsünde de, en yoğununda da en mütevazısında da dünyaya açıktı; ve dünyayı sahte bir utanç duymadan, sınırsızca kavrama iştahı içindeydi: Düşüncesini başkalarının "diğer herkesin" düşüncesine yakınlaştırma, iletişim kurma sabit kaygısı, en sıradan muhatabına bile gösterdiği titiz özen buna kanıttır; özellikle yaşamının olgun döneminde -çoğu zaman bitap düşürücü ve bıktırıcı bir bilgi edinme çabası pahasına- fırtınalı deneyiminin sezgileri ışığında gözlerimiz önünde cereyan eden bir o kadar fırtınalı olayları yorumlamaktan geri durmadığı ve sabırlı ve tutkulu çaba da buna kanıttır. Bunu yaparken de, eğitimi nedeniyle olduğu kadar dostlarının çoğunun etkisiyle de göz ardı etme eğiliminde olabileceği ve yaygın adlandırmayla ekonomi denen şeye bağlı olanlar da dahil, bu olayların hiçbir yanını ihmal etmez.

Bataille. 1956, Andre-Masson

"Cehaleti"ni alçakgönüllülükle itiraf etmesinin ötesinde, uzun süre boyunca bu "dünya..."nın onun için "yalnızca bir mezar" olduğu duygusu da onda elbette hakimdi; "bir mahzen koridorunda kaybolmuş" olma duygusu ve "düşüncesini yavaş yavaş (...) sessizlikle karışmaya bırakmak dışında yapacağı bir şey olmadığı inancı içindeydi. Ama eserinin hiç kuşkusuz en keskin ve en dokunaklı bölümünü oluşturan mistik dönem yazılarında bile sürekli kendini toparlar, "henüz değil!" diye sürekli haykırır, başkalarına doğru, bu dünyaya kaçamak da olsa tutkulu bakışlar fırlatmaya devam ederken, en berbat parçalanmalara maruz kalan bu dünyanın kendi bütünlüğü içinde ancak bir "facia" olarak (ki insan, bu facia'nın belki de doruğudur") kavranabileceğini hisseder, ama yine de bilmekten ve betimlemekten asla vazgeçmez.

Jean Piel 

Pornografik Yazın ve Bataille (Susan Sontag)

Marcelle, gerçekten, kan değil de, duru, hatta benim gözümde, ışıltılı bir sidik fıskiyesiyle ıslanmadan doyuma ulaşamıyordu. Önce şiddetli, hıçkırık gibi kesik kesik, sonra rahatça koyverilen bu fışkırma insanüstü bir sevinç taşkınlığı ile aynı zamanda gerçekleşiyordu. (Gözün Hikayesi'nden)


Bisikletin meşin selesi Simone'un kıçına yapışıyor, Simone da bacaklarını oynatıp pedalları çevirirken ister istemez masturbasyon yapmış oluyordu. Arka lastik, bu bisikletli kızın çıplak kıçının yarığında kayboluyordu. Tekerleğin bu çabuk dönme hareketi, tutkumla, seleye yapışmış o kıçın uçurumuna beni çoktan sürükleyen, penisimin sertleşmesiyle özdeşleşiyordu zaten. Rüzgar biraz dinmişti, gökyüzünün bir bölümünde yıldızlar görünmeye başlamıştı; aklıma şöyle bir düşünce geldi: Penisimin sertleşmesinin tek çaresi ölüm olduğundan, Simone'la ben öldürülürsek, kişisel görüntümüzün evreninin yerini arı yıldızlar alacak, böylece bana cinsel aşırılıklarımın sonu gibi görünen şey yani geometrik ve çok parıltılı bir akkor haline gelme (ötekiler bir yana, yaşamla ölümün, varlıkla yokluğun üst üste çakışması) rahatça gerçekleşecekti. (Gözün Hikayesi'nden)


Genelevin çıplaklığı kasap bıçağını gerektirir. (Madam Edwarda'dan)


Edwarda, başını arkaya atmış, ata binmiş gibi şöförün üstünde dimdik duruyordu, saçları sarkmıştı. Ensesini alttan tutup, dönmüş gözlerini gördüm. Kendisini taşıyan elinin üstünde gerildi, gerilme hırıltısını artırdı. Gözleri düzeldi, hatta kendisi bir an yatışmış gibi göründü. Beni gördü: Bakışının , o sırada, olanaksızdan dönüp geldiğini anladım ve derinlerin içinde başdöndürücü bir değişmezlik gördüm. Kaynağında onu sular içinde bırakan kabarma, gözyaşlarıyla taştı: Gözyaşları sel gibi akmaya başladı. Bu gözlerde aşk ölmüştü, bir tan soğuğu yayıyorlardı, içinde ölümü okuduğum bir saydamlığa sahiptiler. Ve her şey bu hülyalı bakışlarda düğümlenmişti: çıplak bedenler, teni yaran parmaklar, kaygım ve dudaklardaki salyanın anısı, ölümün içine bu körü körüne kayışa katkıda bulunmayan hiçbir şey yoktu. Edwarda'nın içine yürek sızlatacak derecede akan zevki -kaynak suları çeşmesi- alışılmamış bir biçimde uzuyordu: Şehvet seli varlığını daha bir güzel göstermeyi, çıplaklığını daha çıplak, utanmazlığını daha utanmaz yapmayı sürdürüyordu. (Madam Edwarda'dan)



*
Erotiği, onun büyüleme ve küçük düşürme tehlikelerini herkesten daha karanlık bakışla betimleyen yazar Bataille'dır. Gözün Hikaye'si (ilk kez 1928'de yayınlandı) ve Madam Edwarda, temaları cinsel dramaturjideki rollerine yabancı olan insanların her türlü irdelenmesini ortadan kaldıran tümüyle genişletici cinsel arayış olduğu ölçüde pornografik metinler olarak nitelenirler. Fakat bu tanımlama, kitapların sıradışı niteliği hakkında hiçbir şey iletmez. Cinsel organların ve eylemlerin bütünüyle açıklığının müstehcen olması gerekmez; bu, belirli bir üslupla verildiği, belirli bir ahlaki seslenme kazandığı zaman böyle olur. Bataille'ın uzun öykülerinde anlatılan cinsel eylemlerin ve sözde cinsel-iffet bozmaların az miktardaki sayısı, 120 Day of Sodom'un bitmek bilmeyen mekanikçi yaratıcılığıyla yarışamaz. Bataille daha iyi ve gelişkin bir ihlal duygusuna sahip olduğu içindir ki, betimledikleri Sade'ın sahnelediği şehvetli orjilerden bir biçimde daha yetkin ve karmaşık görünür.

Gözün Hikayesi ve Madam Edwarda'nın bu kadar güçlü ve rahatsız edici bir izlenim bırakmasının nedeni, Bataille'ın pornografinin nihai anlamda cinselliğe değil, ölüme dair olduğunu, tanıdığım diğer yazarlardan daha iyi anlamasıdır. Her pornografik eserin açık ya da gizli olarak ölümden bahsettiğini iddia etmiyorum. Sadece arzu temalarının o özel ve keskin biçimiyle, "müstehcen"le ilgilenen eserler böyledir. Her gerçekten müstehcen arayış, ölümün, eros'unkilere ulaşan ve onu geride bırakan sevinçlerine doğru meyleder.

Bildiklerimden daha iyi olan Bataille'ın eserleri, sanat biçimi olarak pornografinin estetik olasılıklarına riayet ederler. Okumuş olduğum tüm pornografik düzyazı kurmaca eserlerin sanatsal açıdan en ustalıklısı olan Gözün Hikayesi ve en orijinal ve güçlü biçimde entelektüel olan Madam Edwarda.       

Susan Sontag



*Bataille'ın Gözün Hikayesi ve Madam Edwarda isimli anlatılarına 
Ayrıntı yayınlarından çıkan Annem isimli
kitaptan ulaşmak mümkün.

Gözün Hikayesi


Simone kıçıyla yumurta kırmak gibi tuhaf bir çılgınlığa kaptırdı kendini. Bu amaçla salondaki bir koltuğa tepesi üstü yerleşip, sırtını koltuğun arkasına dayıyor, bacaklarını bana doğru sarkıtıyordu, ben de otuz bir çekerek spermimi yüzüne fışkırtıyordum. Bu sırada yumurtayı kıç deliğinin tam üstüne koyuyordum. Derin yarığın içinde bu yumurtayı oynatmaktan zevk alıyordu. Spermim fışkırmaya başladığı sırada, kalçaları yumurtayı kırıyor, o da doyuma ulaşıyordu ve ben, yüzümü kıçına daldırarak, bu bol miktardaki pisliğe bulanıyordum.  

...bir süre sonra bana klozetin içine yumurta attırmaktan zevk almaya başladı; bunlar hemen batan katı yumurtalar ya da içi az boşaltılmış yumurtalardı. Oturup bu yumurtaları seyrediyordu. Onu klozetin üstüne oturtuyordum: Bacaklarının arasından kıçının altındaki yumurtalara bakıyordu; sonunda sifonu çekiyordum.

Bir başka oyun da bidenin kenarında bir yumurtayı kırıp, kırılan bu yumurtayı kıçının altında boşaltma oyunuydu. Kimi zaman o yumurtanın üstüne işiyor, kimi zaman da ben pantolonumu indirip bidenin dibindeki yumurtayı yutuyordum; yeniden sağlığına kavuştuğunda, bana önümde, sonra da Marcelle'in önünde aynı şeyi yapacağına söz verdi.

Aynı zamanda Marcelle'i, elbisesi üstünde, eteklerini sıyırmış durumda, ama ayakkabıları ayağında, yarı yarıya yumurta dolu bir banyoya yatırıp, yumurtalar kırıldıkça çişini yaptırmayı düşünüyorduk.

 Simone ayrıca benimle Marcelle'i çıplak, kıçı yukarıda, bacakları kıvrılmış, başı aşağıda olmak üzere kollarından tutacağımı düşlüyordu; kendisi de, üstünde sıcak suya batırılmış ve vücuduna yapışan ancak göğsünü açıkta bırakan bir bornozla beyaz bir sandalyenin üstüne çıkacaktı. Ben de göğüs uçlarını şimdi dolu, ama az önce ateşlenmiş bir ruhsatlı tabancanın namlusuna sokarak memelerini tahrik edecektim, tabancanın dolu oluşu önce bizi sarsacak, ama sonra namludan güzel bir barut kokusu alacaktık. Bu sırada Simone, Marcelle'in gri renkli anüsüne yüksekten bol bol taze krema dökecek, kendisi de bornozunun içine ya da, bornoz açılırsa, Marcelle'in sırtına ya da başına işeyecekti, öte yandan ben de aynı şeyi yapabilecektim. O zaman, boynum baldırları arasında sıkışmış olacağından, Marcelle de beni sulayabilecek, aynı zamanda çiş akıtan kamışımı ağzına alabilecekti.



Sodom'un 120 Günü



*Sodom'un 120 Günü Manuscripti
"Aslında bu kitap insan zihninin, olan düzeyinde olduğu tek kitaptır. Sodom'un 120 Günü'nün dili yavaş yaşayan, giderek çürüyen, -hayat verdiği canlıların tümüne eziyet edip ortadan kaldıran evrenin dilidir."

İnsan eğer duyarsız değilse, Sodom'un 120 Günü'nü hasta düşmeden bitiremez: En çok hasta olan, bu kitabı okurken duyguları en çok zayıflayandır. Kesilmiş parmaklar, oyulmuş gözler, sökülmüş tırnaklar, acı bileyen manevi dehşetin kol
gezdiği işkenceler, kurnazlığının ve zorbalığının
buyruklarına uyarak oğlunu öldüren anne, çığlıklar, leş kokulu kan ve daha pek çok şeyin yarattığı iç bulantısı. Hep aşar, boğar ve çok şiddetli bir acı gibi parçalayıcı -ve öldürücü- bir heyecan yaratır. Nasıl oldu da Sade, böyle bir şey yapmaya cüret etti? Daha da önemlisi, nasıl oldu da yapabildi? Bu sapkın sayfaların yazarı sorduğu soruların cevabını biliyor ve hayal edilebilecek en uzak yere gidiyordu: Saygı gösterilen her şeye hakaret ediyor, temiz olan her şeyi kirletiyor, iç açıcı olan her şeyi korkuya buluyordu. Aslında her birimiz onun hedefiyiz: Kendi içinde insancıllığa dair son kırıntıları, hatta kendisi için en sevgili, en kutsal olanı bir hakaret ya da bir yüz hastalığıyla yaralıyordu. Onları boş verseydi? Aslında bu kitap insan zihninin, olan düzeyinde olduğu tek kitaptır. Sodom'un 120 Günü'nün dili yavaş yaşayan, giderek çürüyen, -hayat verdiği canlıların tümüne eziyet edip ortadan kaldıran evrenin dilidir. Şehvetin içinde yitip gitmiş olan insan, olanla eşitlendiği bir zihin hareketi gerçekleştirir.

Bataille



* Sade'ın Bastille Ayaklanması sırasında kaybolan ve yaşamı
 boyunca 'kanlı gözyaşları' akıttığı eseri

Hans Bellmer - Study for “L’Histoire de l’oeil"






Justine ve Sade

Paulhan'a göre Sade'ın bütün sırrı mazoşist olmasında yatar. Paulhan şöyle yazar: Sayısız hovardanın masum kurbanı olan "Justine ondan başkası değildir." Her ne kadar sık sık sadik davranışlar gösterdiği bilinse de, Aix davasındaki tanıklıklar karşısındaki erdemsizliğin de ona cazip geldiğini ortaya koyarlar. Gerçekten de diğeri olmaksızın herhangi bir erdemsizlik tasarlamak imkansızdır. Gözleme dayanan psikanaliz bu gerçeği kabul etmektedir. Zaten eğer özne, kendini rekabet ortamına kaptırarak kendi kendini suçlamasaydı nesneyi ortadan kaldırmak hiçbir işe yaramazdı. Yani söz konusu olan denklik ve birliktir: Eros'un odasından başka bir şey olmayan ve potaya benzeyen bu dünyada herkes bağırıp çağırmalı, çığlıklar atarak zincirlerini koparmalıdır. Hayat gizlendiği noktada belirir. Bakışlarımızı ne yana çevirirsek çevirelim, var olan hep kendi bir şey olarak görünür. Ancak bu gerçeklik bize verildiğinde mutlaka bizimle eklemlenir de. Şeylerin esası olan arka yüzde öyle çok dehşet ve ağırlık vardır ki, her anlamda kırbaç darbeleriyle kovalanmadıkça ona ulaşmak imkansızdır. Sade'ın lanetli sırrı işte budur ve Sade, ancak hapishane koşullarında onu bütünüyle keşfedebilmiştir. Böylesi bir keşfin onu coşturduğunu da söyleyebilmeliyiz; O şeyleri doruk noktasına taşımadan durmaz (Sade'ın eserlerinden oluşan yapıya tek bir taş bile eklenemez); ama, aynı zamanda da korkar; O, yaşanmaz, imkansız olandan başka bir şey tasarlamaz (kahramanlarının hepsi iğrençtir). Paulhan şöyle der: "Justine, Sade'dan başkası değildir." Aynı şeyi başka kelimelerle söyleyelim: "Bilinç, ondan başkası değildir." Burada sözü edilen bilinç zihin açıklığıdır. Sade'a bakarak kim olduğumuzu anlayabiliriz. Belki de henüz bize ulaşmamış olan, ancak bize hükmeden bir gerçeklik daha vardır: Tutku, bizleri varlığın yok olduğu o tanrısal anla bütünleştirir. Eğer vasiyetiyle, sadakatinin son kanıtını da ortaya koymamış olsaydı, Sade'ın bu gerçekliği kısmen dile getirdiğini söyleyebilirdik: Bu gerçeklik mutlak sessizliktir -ve bugüne dek bu denli mükemmel biçimde kendini ona adayan çıkmamıştır.

Bataille

Teenage Lust (Larry Clark)





H


Hortense'ın gaddar davranışlarını ele veriyor her türlü canavarlık.
 Kösnül mekaniktir yalnızlığı, yorgunluğu sevdalı dinamik.

Birçok dönemde, bir çocukluğun gözetimi altında, zorlu sağlık bilgisiydi. O, bütün soyların. Kapısı yoksulluğa açık. Orada, ikiye bölünür, onun çilesinde ve eyleminde, günümüz insanlarının aktöre anlayışı. - Ey korkunç ürpertisi acemi aşkların, kanlı toprakta ve saydam hidrojende! bulun Hortense'ı.

(Rimbaud)




*1. "H" habitude (alışkanlık) sözcüğünün baş harfi.
Bu sözcüğün Rimbaud sözlüğündeki anlamı: Mastürbasyon, otuz bir çekme. Şiirin erotik yorumuna göre, şiirin sonundaki Hortense özel adı da "alışkanlık"ı simgeliyor.

2. Antoine  Adam'ın yorumuna göre "Kösnül mekanik" otuz bir çekme, "Sevdalı dinamik" ise kadınlarla ilişki anlamına geliyor.

3. O (Elle): Hortense

4. Saydam hidrojen: Rimbaud'nun clair (saydam, açık, parlak, duru) sözcüğü yerine kullandığı clarteux sözlüklerde bulunmayan yerel bir sözcük. Rimbaud "saydam oksijen"i "gaz" anlamında kullanıyor.



Sonnet du Trou du Cul (Verlaine & Rimbaud)


Rimbaud ve Verlaine'dan 
Kıç Deliği Sonesi

Karanlık ve buruşuk sanki mor bir karanfil gibi
Nefes alır, usulca sinmiş yosunların içinde,
Bembeyaz kıç yanaklarının yumuşak eğimiyle
Nakışlı kenarlarına kayan aşktan hala nemli

Sütlü gözyaşlarına benzeyen iplikler damladı
Ve vahşi rüzgar sürüyor onları katıp önüne
Küçük kırmızı toprak topaklarının üzerine
Eğimle kayarak içinde gözden kayboldukları

(Paul Verlaine)






Düşlerim hep onun deliğinden emerek beslendi;
İmrenen ve kıskanan ruhum bedensel çiftleşmeyi
Onu mis kokan damla taşı ve hicran kabı yaptı.

Baygın sesli deniz kabuğu, sevgi gösteren flüt bu,
Ballı cennet cevizli sucuğunun çıktığı boru
Dişi bir vaadedilmiş toprak, nemlerle sarılı.

(Arthur Rimbaud)

Home Made (Porn)


Yaşamlar

I

Ey o koca caddeleri kutsal ülkenin, taraçaları o tapınağın!

Bana atasözlerini açıklayan o Brahman’a ne oldu? O çağlardan, o yerlerden, hâlâ
o ihtiyar kadınları görüyorum! Gümüş saatleri, nehirlere karşı güneşi, dostun
omuzumdaki elini, sonra o baharat kokulu odalarda ayak üstü sevişmelerimizi
hatırlıyorum. – Düşüncemin yöresinde kızıl güvercinlerin uçuşu görülüyor. -
Buraya sürülmüş, bütün edebiyatların o ölümsüz oyunlarını oynayacak bir sahnem
oldu. Size o duyulmadık zenginlikleri bir bir göstereceğim. Bulduğunuz o
gömülerin tarihini inceliyorum. Sonrasını görüyorum! Kaos’leyin hor görülüyor
işte erdemliğim. Sizi bekleyen şaşkınlığın yanında nedir ki benim yokluğum?

II

GELMİŞ geçmiş bütün bulmanların üstünde bir bulmanım ben; aşkın anahtarları gibi
bir şeyler bulmuş bir ezgici hem de. Şimdilerde, tok bir gökyüzüyle cılız bir
toprağın ağası olan ben, o dilenci çocuklukla çömezlikle ya da o takunyalarla
gelişle, tartışmalarla, o beş altı kezlik dullukla ve kalın kafalığımdan
arkadaşlar kadar sesimi yükseltemediğim o birkaç düğün anılarıyla heyecanlanmayı
deniyorum. Yakıyorum o eski ilahi sevinç payımdan yana: bu kaba toprağın yalın
havası benim amansız şüpheciliğimi eni konu besliyor. Ama bu şüphecilik bundan
böyle uygulanmayacağına ve ben de zaten yeni bir acıya, yıkıma bel bağladığıma
göre, – Korkunç bir deli olup çıkmayı bekliyorum.

III

ON iki yaşımda, beni kilitledikleri bir tavan arasında tanıdım dünyayı, insanlık
komedyasını resimledim. Bir kilerde öğrendim tarihi. Bir kuzey kentinin gece
eğlencelerinde, eski ressamların bütün kadınlarına rastladım. Paris’te, eski bir
dar sokakta bana bütün geçmiş çağların bilimlerini öğrettiler. Doğu’yla dopdolu
güzelim bir evde, yüce yapıtımı tamamlayıp ulu emekliliğimi geçirdim. Kanımı
karıştırdım durdum. Ödevim geri verildi bana. Bunu hiç düşünmemeli artık. Öbür
dünyalı biriyim ben aslında, işim gücüm yok.
(Çeviri: İlhan berk)




Work by David Wojnorowicz
Arthur Rimbaud in Newyork:



Sebastiane







Queer Sinema (Sinemada Görünür Olmak)

Angels in America, 2003, Mike Nichols

Crazy, 2005, Jean Marc Vallee

Sartre'dan Genet


İşte kara mizah antolojisine uygun bir hikaye:

Photo: Polis


Terk edilmiş bir çocuktu; kötü huyları, daha çok genç yaşlardayken ortaya çıkmaya başladı: Kendisini evlat edinen yoksul köylüleri soydu. Azarlandığı halde hırsızlığa devam etti; kapatıldığı ıslah evinden kaçtı, hırsızlık ve soygun yapmaya, bu da yetmiyormuş gibi kendini satmaya başladı. Hayatı sefalet, dilencilik ve yankesicilikle geçiyordu; herkesle yatıyor, herkese ihanet ediyor ve hiçbir güç azimini yenemiyordu: Hayatını bilinçli olarak kötülüğe adadığı bir dönemdi; her koşulda, mümkün olan ve en kötü şekilde davranmaya karar verdi ve en büyük alçaklığın kötü şeyler yaparak değil kötülüğü ortaya koymak olduğunu düşündüğü için hapishanede kötülüğü öven kitaplar yazdı ve yasaların pençesine düştü. Aynı nedenle alçaklıktan, sefaletten ve hapishaneden kurtuldu.* Kitapları birer birer basılmaya ve okunmaya başlandı; Legion d'honneur nişanı sahibi bir tiyatro yönetmeni, cinayete teşvik eden bir oyununu kendi tiyatrosunda sahneye koydu. Cumhurbaşkanı cezasını erteledi; bu cezayı, kitaplarında övünerek anlattığı son suçlarından ötürü almıştı; kendisine takdim edilen son kurbanlarından biri ona şunları söyledi: 
'Sizinle tanışmaktan onur duydum, Bayım. Lütfen devam ediniz.'

Bu hikayeye inanmayacağınızı biliyorum: ama Genet'nin gerçekleri bunlar.

Sartre

*Genet'nin hapishanede yazmış olduğu ilk romanı Çiçeklerin Meryem Anası Andre Gide, Jean Cocteau ve Sartre gibi  yazarların dikkatini çeker ve bu yazarların cumhurbaşkanına yazdıkları bir dilekçe üzerine Genet hapishaneden çıkar. 



Blogda Genet:
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/06/saint-genet.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/06/portrait-of-jean-genet.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/09/golge-ve-isk.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/05/un-chant-damour-1950-jean-genet.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/05/jean-genetnin-eserlerinde-penis-ve-anus.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/05/giacomettis-dog.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/giacomettinin-atolyesi-jean-genet.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/sex-parts-andy-warhol.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/12/querelle.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/12/querelle-andy-warhol-polaroid-and.html