The Normal Heart (2014, Ryan Murphy)





Ders Notları


109./
Jean Genet'yi çıldırtacak bir imge:
"Geçen gece düşümde tüm bedenimin sözcüklerden oluştuğunu gördüm." (Abdelkebir Khatibi)

Beni de çıldırttı.



204./
Erotik yazın (başta Marquis de Sade olmak üzere)
kendime, içinde yaşadığım topluma, dünyaya
başka açılardan bakıp değerlendirmeye itti beni.
Marksçılığın başyapıtlarında olduğu gibi.


234./

Bacaklarının arasında bir yanardağı duymamış kişilerden
(kadın ya da erkek) erotik bir yapıt beklemeyin.
Eros düşlerde yaşamaz.
Yalnızca bacak aralarında dolanır.

Edgü / Ders Notları

FERİT EDGÜ

Yirmi yaşımdayken
ya Sartre gibi olurum
ya da hiçbir şey, diyordum. 

Şimdi kırkımdayım.
Sartre gibi olamadım.
Kendim gibi oldum.
Sartre'a olan hayranlığım değilse de 
saygım sürüyor.
Ama bugün, yeteneklerimin sınırlarını biliyorum.
Gün geçtikçe, daha da 
kendim gibi olmaya çalışıyorum.
(45./ Ders Notları)


***

Beni yazmaya iten okuma oldu. Okumaya itense yalnızlık, mutsuzluk. Yalnızlığın en korkuncu çocuk yalnızlığı, çocuk mutsuzluğu.

Yaşadığım dünyadan kaçmak, kurtulmak istiyordum. Böylece, nasıl oldu bilmiyorum, yavaş yavaş, kendi kendime okuma yazma ve hesap (dört işlem!) öğrendim. Okula gitmeden okuyor, yazıyor ve hesap yapabiliyordum. Hiçbir şey anlamadan, eve gelen gazeteyi (yanılmıyorsam TAN) okuyordum. Savaş yıllarıydı. Savaş haberlerini okuyordum. Babam okumaya meraklı olduğumu görünce kitap almam için para verdi, ama beni bir kitapçıya götürüp kitap seçmedi. Onu da kendim yaptım. Bu uzun ve acıklı bir öyküdür. Bir şansım oldu, hiç kötü kitap, yani piyasa romanları okumadım. Hemen hemen hiç. Kuşkusuz, rastlantıların da yardımı oldu. Hangi rastlantının sonucu geçti elime 12-13 yaşındayken Tolstoy'un Basübadelmevt başlıklı çevirisi. Sonra Dostoyevski, Gorki? Bilmiyorum.
Niçin hep Ruslar? Onu da bilmiyorum. Ama ortaokul son sınıfa geldiğimde artık yazmak istiyordum; Ama yazdıklarımı beğenmiyor, yok ediyordum. (Tıpkı bugünkü gibi!) Tabii, ilk "denemelerim" herkesinki gibi şiirdi. Ama mutlu bir rastlantı sonucu, lise birinci sınıftayken bir kitapla tanıştım: Şahmerdan. Küçük yeğenime yaş günü armağanı olarak Şahmeran masalını aldığımı sanıyordum. Armağanı vermeden önce bir okuyayım dedim ve... adına edebiyat denilen o tutkulu dünyanın kapısı önümde açılıverdi. Bunlar ne mene öykülerdi? Hiçbir olağanüstülük yoktu. Süslü cümleler yoktu. Bana öyle geldi ki bunları herkes yazabilirdi. Ben bile. Kimdi bu Sait Faik? Başka kitapları var mıydı? Kitabın sonunda yer alan Varlık Yayınlarından satın almak için, iki gün sonra Ankara Caddesindeki Varlık Yayınlarında, Yaşar Nabi'nin karşısındayım. (Yayınevinden aldığınız kitaplarda yüzde yirmi beş indirim vardı.) O gün aldığım kitaplar hangileriydi, tam olarak anımsamıyorum.
Orhan Velinin, Cahit Sıtkı'nın şiirleri, Sait Faik'in başka kitapları, bir de Panait İstrati olmalı. (Kuşkusuz, Yaşar Nabi Bey, kitap seçiminde bu yeni yetmeye yardım etmiş olmalı.) işte böyle başladı serüven. Sonrası çok çabuk geldi. Biraz fazla çabuk.

...

Sait Faik, o sıralar, bir takım kurma peşindeki Attila İlhan'la tanıştırdı beni. Çok kısa zamanda çok yakın iki dost olduk. Onun kitaplığından çok yararlandım. Neruda'nın, Eluard'ın, Aragon'un şiirleriyle tanıştım. Attila İlhanın bana bir yararı daha oldu: beni öyküye yönlendirdi. Ama tüm bunlardan önce, Taksim'deki, Fransızcamı ilerletmek için gittiğim Fransız Kültürde, tüm yaşamım boyunca dostum olacak, o günlerde benim gibi geleceğin yazar adayı Demir Özlü'yle tanışmıştım. Kabataş'ta okuyordu ve Necatigil gibi bir edebiyat öğretmeni vardı. Tanrım ne günler!
Beyoğlu, Baylan, Pano, Augiri... Yavaş yavaş değil, birdenbire kendimi bohem sanatçı yaşamının içinde buldum. 16 ya da 17 yaşındaydım. Ve aşağı yukarı aynı yaştaki yazar şair adayları, kaçınılmaz olarak birbirleriyle tanışmak zorundaydı. Onat Kutlar, Adnan Özyalçıner, Orhan Duru, Tahsin Yücel (o hepsinden önce), sonra Ankaralılar, Ahmet Oktay, Yılmaz Gruda, Özdemir Nutku...
 Bu arada, ortaokuldan arkadaşım Adnan Tayiz (o da şiir yazıyordu), "Gel, seni unutamayacağın biriyle tanıştıracağım. Amerika'dan yeni döndü. Bu cumartesi bizi bekliyor” dedi.
Beni bekleyen Vedat Günyol'du. Her şeyi merak eden ben, Yeni Ufuklarda yazmaya başladıktan sonra, kendimi çiçeği burnunda da olsa, bir yazar olarak görmeye başladım.

İşin garibi, çevremdekiler de.

(bkz: 50'ler - Ferit Edgü)











ARSLAN, NE SERÜVEN!


Resmin (plastik) değerlerine karşı çıkan
ressamlarla doludur yüzyılımız.
Bir tuvalin üstüne gelişigüzel atılan boyalardan oluşan resim
bir tuvali yırtarak oluşan resim
bir tuvali yakarak oluşan resim
bir tuvali tek bir renge boyayarak oluşan resim
bir tuvalin ortasına bir dörtgen oturtarak oluşan
resim...

Bunlar (yalnızca birkaçını saydım) resim sanatının öldüğünü
ama yeni bir resim dilinin yaratılabileceğini gösteren örneklerdir.

Arslan için, resmin, tek başına resmin
yani plastik değerlerin araştırıldığı
ya da eski değerlerin yadsınıp
yeni plastik değerlerin
(ya da karşı-plastik değerlerin)
yaratıldığı resmin
hiçbir anlamı yoktur.
O, bir düşünceyi resmetmek ister.
Bu nedenle, ressam sözcüğü ona pek yakışmaz. 
Öteden beri kendine yakıştırdığı sözcük 
"çizer-boyar"dır.
Oysa, "çizer-yazar" daha uygun düşer onun uğraşma.

Çünkü o, çizdiği kadar yazardır.
Esin kaynağı doğa değil, kitaplardır.
Onun resmi "bir şeyler" anlatır.
Resim sanatının kendine özgü değerleriyle
yalnız onlarla varolmayı seçmemiş biri
neyi anlatabiliyorsa, onu.
Her resmin bir öyküsü vardır.
Ama bu öykü, yazarın yazdığı öykü değildir.
Ressamın öyküsüdür.
Onun öyküsünü, yazar yazamaz
ya da (yazınsal anlatmaya kalksa) ister istemez
bambaşka bir biçimde anlatacaktır
-çünkü yazar sözcüklere mahkûmdur.
Arslan'ın sözcükleri ise
(onun resimlerinde öteden beri
çok sayıda sözcükler, heceler, harfler yer alır)
bir biçimdir, bir karalamadır, bir silmedir,
bir kazımadır.

II/

Resmin sorunsalı 
hemen hemen hiçbir zaman Arslan'ın sorunu olmadı.
Başlangıçta, Miro'ya, Klee'ye ilgi duydu.
Daha sonra ana kaynaklara gitti.
Halk sanatlarıyla, Karagöz figürleriyle,
Siyah Kalemle ilişki kurdu.
Ama plastik değerler, bu dönemlerde bile
onun üstünde durduğu birincil konular değildi.

Sorduğu soru,"Düşüncemi nasıl resmedeyim?"
oldu hep.

Bu sorusunun karşılığını
sanırım, bir resimden çok
bir kitapta
bir ressamdan çok
bir yazarda, bir düşünürde buldu.

III/

Sürrealizm ve Arslan

Sürrealist sanatı, alıştığımız sanat ölçülerinden hareket ederek anlamağa kalkışmamalı. Çünkü bu sanat, bu ölçülerin tümüne karşıdır. Gayesi bizi burjuva dünyasının kalıpları dışına çıkarmak; istediği hoşa gitmek değil, tepki uyandırmak. Akıl ve tabiata aykırı ne varsa, onu programlaştırıp bir korkuluk gibi öne sürmesi, bu işte başarı göstermesi için yetiyor. Vakar ve ciddiyeti ile, alışkanlıkları, idealleri ve kutsal saydığı herşeyle eğleniliyormuş gibi geldiği için, karşısındakini canevinden vuruyor ; bu etkinin karşılığı da yerine göre alınganlık, kırgınlık, öfke yahut şaşırma, yadırgama, ürküntü, hatta tiksinti oluyor.

Yüksel Arslan’ın da eserleri karşısında belki bu tepkileri gösterenler bulunabilir. Yüksel Arslan’ın dünyası iradenin işe karışmadığı, başı boş kalan şuuraltı kuvvetlerinin insan kişiliğini devirip onu otomatizme sürüklediği yerde başlıyor. Resimleri her türlü kontrolü iten böyle bir dünyadan haber veriyor. Şuuraltına itilmiş olan ne varsa ortaya çıkmış, loş bir yeraltı- dünyasının renksiz, insanla hayvan karışımı acaip yaratıkları, birbirine dolanan kopmuş organları ve kenetlenen ahtapot kolları ile her tarafı sarmış, haklarını arıyorlar. Her şekil, kılı kırk yaran bir incelikle işlenmiş, büyüteç altında görülmüşcesine bize yaklaşıyor, kâbus gibi üzerimize çöküyor.

Resimlerin çözümünü çok defa edebî bir eserin metninde, yahut konuşma dilinin bir deyiminde buluyoruz. Koçun güttüğü sürü, yahut üşüşen sinek motifleri Zarathustra’nın sembol dilinden alınmış ( Önsözler ve III. bahis « Çarşısının sinekleri »). « Nietzsche'nin portresi», kayalar, böcekler ve bir insan başından sürrealist bir montajla meydana getirilmiş bir Avrupa haritası Marquis de Sade’in bir cümlesine dayanıyor. Bu resimleri, kavramların tasviri, yahut metinlerin illüstrasyonu saymamalı. Kelime ile anlatılan fikrin resim diline çevrilmesi, şuuraltı mekanizmasının bir ürünü. Yüksel Arslan için kelime ve fikirler bu mekanizmayı sadece işletmeye yarıyorlar. O da Max Ernst gibi sanatçının «pasif» olması gerektiğine inanıyor. Sanatın ve sanatçının yaratıcılık gücü onun için de bir masaldan ibaret, «yaratma mitinin hazin bir kalıntısı.»

Eserlerin anlaşılmasını belki kolaylaştırır diye son bir söz daha: Yüksel Arslan'ın kendine yakın duyduğu yazarlar arasında Stirner, Nietzsche, Marquis de Sade, A. Jarry ve Rimbaud gibi burjuva dünyasının huzurunu kaçıran, uzlaşma tanımıyan davranışları yüzünden tek kalanlar geliyor. Psikoanalise karşı büyük bir ilgi duyuyor, yalnız bu gün salgın halinde herkesin yüreğine işleyen kompleks korkusunu yersiz buluyor. Kompleksler hayvanda değil, insan varlığında ürüyorlar; onlarla hesaplaşma tek insanın işi olmalı, psiko-analizi bir «îman» haline getirmemeli. Sanat alanında manieristleri rönesans ustalarından çok seviyor. Bu sonuncular arasında yalnız Leonardo’yu —gene zamanının dışında kalan biri— ayırıyor. Leonardo’nun eserlerinden anatomi ve teknik buluşları ile ilgili olan desenleri onu çok etkiliyor. Sürrealist ressamlar arasında en çok sevdikleri: H. Bosch, Arcimboldo ve Max Ernst.

M. Ş. İpşiroğlu

Yüksel Arslan / Ferit Edgü

Yüksel Arslan'ın Atölyesinde (Sanat Dünyamız 75)
"... Gözlerini Haliç’in kirli sularında aç dünyaya, mezarlıklar arasında büyü / kıçında don yokken / kendi çabanla bir yabancı dil öğren / o dilden, Nietzsche’leri, Sade’ları, Sartre’ları, Kafka’ları oku / bu arada kendi resmini öğren / boyanı bul, kişisel bir teknik geliştir / yepyeni bir resim dili yarat / Marx’ı bul / sonra kimsenin cesaret edemeyeceği bir işe başla / Das Kapital'i resme dökmeye çalış / Bu ancak bir Türk sanatçısının geçtiği yollar olabilir / Benzeri yoktur Yüksel’in...”

Ferit Edgü


Yüksel Arslan'ın Atölyesinde (Sanat Dünyamız 75)


Arslan - Philippe Krebs Mektuplaşmaları

23 Haziran 2000

Evet, sevgili Ph. Krebs, yaşayan ve ölü mükemmel dostlara sahip olma mutluluğundan ben de payıma düşeni aldım. Benliğimin derinliklerine nüfuz etmiş toplumdışılığıma karşın, 28 yaşımda İstanbul’dan Paris’e doğru yola çıkarken, yine de geride, Boğaziçi meyhanelerinde birkaç çok iyi dost bırakmıştım. Halâ benim sağlığıma kadeh kaldırdıklarını biliyorum, ben de aynı şeyi onlar için yapıyorum.

Otuz sekiz yıl boyunca Paris’te de sağlam dostluklar kurma şansı buldum. En çok da Roland Topor’la birlikte eğlendim. Söyleşmeye başladığımız anda ikimiz de eğlenceye sınır olmadığını, her yolun serbest olduğunu biliyorduk. İki göz iki çeşme yaş dökecek denli gülerken, o ve ben iki süper palyaço olarak tüm dünyayı katletmeyi başarıyorduk!

Tabii ki bu dostların arasında münzeviler, benim gibi ayılar var. Ama münzevilerin en münzevisi benim, evet, senin yazıştığın adam. Bunu bilmiyordun, eminim. Otuz yıldır Fransa sınırları dışına çıkmadım. Değişim mi, ne değişimi? Sadece en sevdiğim meslektaşlarımın tarihöncesi mağaralarda ve müzelerde saklanan çalışmalarını görmek üzere bir hafta şuraya, iki hafta oraya, başka bir köşeye gittim. Dostlarım, tıkabasa kitap dolu valizim ve defterimden oluşan küçük ailem vardı yanımda.



Güzel dünyamızı uzun zamandır terk ettikleri için hiç karşılaşamadığım öteki dostlarımdan da söz etmek isterdim. Burada kendimi tekrarlama tehlikesi var gerçi, ama birinci mektubumun bir ilavesi gibi, “sanatçı olarak silahlarım” ın neler olduğu hakkındaki soruna da böylelikle cevap vermiş olacağım.

İlk gençliğimin birçok yılını Nietzsche ile birlikte geçirdiğimi söyleyebilirim. Olgunluk çağımın on iki yılında da sabah akşam K. Marx ve onun dostu F. Engels ile birlikte yaşadım. Amma tuhaf dostluklar, diyeceksin. Ölülerle birlikte nasıl yaşanabilir ki? Bence her şey çok açık, o yüzden bu soruya cevap yok! Sadece, “sanatçının silahları” olarak o sonu gelmez kitaplar tarihine geri dönelim. Ayrıca Tarihöncesi’nden bugüne dek öteki sanatçılar, şairler ve düşünürlerle de birlikte yaşadım; Influences (Etkiler) kitabıma şöyle bir göz atılırsa, mükemmel dostların listesi ortaya çıkıverir!

26 Haziran 2000

Demek ki kitaplar ve yine kitaplar. Evet, ben kendimi ancak şu işleri yaparken görebiliyorum:
okurken, yerken, sıçarken, yürürken ve...

Birden psikiyatri literatürüne geçmiş şu sempatik herif geldi aklıma; adam düzüşürken klasikleri
okuyormuş, herhalde yaptığı işten aldığı zevki uzatmaya çalışıyordu!

Kitaplar, işte benim “sanatçı olarak silahlarım” ve beynim, kollarım, ellerim... Şu son aylarda başka dostlarla da tanışacağımı bilmiyordum. İki düşünür var aklımda: Giacomo Leopardi ve Arthur Schopenhauer. Önümde güzel bir okuma dönemi. Birkaç arture daha üretebilmek için, onların her yazdığı ve onlar hakkında yazılmış her şeyi yutmakla meşgulüm. 

Selamlar,

DEFTERLER / YÜKSEL ARSLAN




defterler / "etkiler" den

YÜKSEL ARSLAN

Yüksel Arslan, sonsuz uzayın bu sonlu parçası, boğazından kahkahalar dökülürken İçsel uydular misali dönüp duran, çarpıştıklarında, ellerinin ve gözlerinin kıvılcımlarını fışkırtan iki yuvarlak taş tarafından sürekli katedilir.

Olağanüstü, karşıt ilkelere bağımlı, seyirlik manyetik etkiler oluşturan iki çakıl taşıdır bunlar. Birincisi, zamanında Hieronymus Bosch'un, dönemin cerrahları tarafından alınışını sevinçle karşıladığı Delilik Taşı'dır. Çok daha havaleli, ancak göründüğünden çok daha kırılgan olan İkincisiyse, uyku verici özellikleri Goya tarafından gözler önüne serilmiş Akıl Taşı'dır.

Birbirlerine çekilen ve birbirini iten, biri altlardaki sığınaklara tutkun, diğeri kafatasının kutup bölgelerinden kopamayan bu iki gök cisminin çarpışmaları, organik madde kalıntıları, kahkaha gazı ve küle, anılara, lavlara ve dumana dönüşmüş yanılsamalar eşliğinde şiddetli patlamalara yol açar. Oluşan bileşik elemanlar, soğudukça kristalize olarak, UNESCO tarafından ilan edilmesini beklemeden, insanlığın ortak kültürel mirasına kattığım birer doğal harika olan Arture'leri oluşturur.

Ne var ki kimileri, büyüsel güçler atfettikleri bu eserlere fazla yaklaşmamayı yeğlerler, yüzlerini bir düdüklü tencere kapağının ayrılması misali yitirebilirlermiş gibi.

Çok daha sempatik, cüretkar ve İhtiyatlı olan diğerleriyse, ailelerindeki uyuz koyunların yarattığı, çok eskilerde kaybolmuş bir uygarlığa ait arkeolojik parçalar şeklinde gördükleri Arture'lerden etkilenmekten çekinmezler. Böylesi bir kavuşma, elbette heyecan yüklüdür. "İki taşlı adam"ın eserleri, zamana, zemine ve izleyicinin ruh haline bağlı olarak dehşet, coşku, hüzün veya neşe duyumsatır.

Bir sanatçı olmayı kendine yasaklayan Arslan, bir rençberin boşuna gayreti ve sürgündeki bir hükümdarın kayıtsızlığı ile yeni bir Arture efsanesinin imgelerini oluşturdu. Bu efsane, cinselliğinin kaprislerine boyun eğmiş, kâbus ve hastalıklarının insafına kalmış, yerinde, yaşamı küçük bir kum tanesine bağlı ve de her halükarda, kendi yarattığı toplumsal örgütlenme tarafından öğütülmeye mahkum insanın acıklı serüvenlerini ustaca resmediyor.

Yalan tatlı, gerçeklik acıdır.

Ne var ki bu, kahramanı gülmekten kesinlikle alıkoyamaz.

*
Vaison La Romaine,
 Ağustos 1995
Roland Topor

A 87




A 110

Pazar Yerindeki Sinekler Üstüne

Yalnızlığına kaç, dostum! Seni büyük adamların gürültüsünden sersemlemiş, küçüklerin iğneleriyle de delik deşik olmuş görüyorum.

Seninle nasıl susulacağını pek iyi bilir orman ve kaya. O sevdiğin ağaca benze yine sen. o geniş dallıya: sessiz ve dinlercesine sarkar o, denizin üstüne.

Yalnızlığın bittiği yerde, pazar yeri başlar; pazar yerinin başladığı yerdeyse, büyük oyuncuların gürültüsü ve ağılı sineklerin vızıltısı başlar.

Dünyada en iyi şeyler dahi, göstereni olmazsa, değersizdirler: bu göstericilere büyük adam der halk.

Halk pek anlamaz büyükten, yani: yaratıcılıktan. Ama büyük şeylerin bütün göstericilerinden ve oyuncularından hoşlanır.

Yeni değerler yaratanların çevresinde döner dünya: — görünmeden döner. Oysa oyuncuların çevresinde döner halk ve şan: «dünyanın gidişi» böyledir.

Ruh vardır oyuncuda, ama ruhun vicdanı pek yoktur. O hep, en çok inandırdığı şeye inanır, — kendine inandırdığı!

Yarın buna inanır, öbürgün başkasına. Keskin gözleri vardır halk gibi, ve değişken huyları.

Devirmek. — onca tanıtlamaktır bu. Çıldırtmak, — onca kandırmaktır bu. Ve onca kan. bütün kanıtların en iyisidir.

Ancak duyarlı kulaklara sızan gerçeğe, yalan ve hiç der o. Gerçek, dünyada büyük gürültü koparan tanrılara inanır o ancak!

Gösterişli soytarılarla doludur pazar yeri. — ve halk övünür büyük adamlarıyla! Bunlar onca, ânın efendileridirler.

Fakat ân onu sıkıştırır, o da seni sıkıştırır. Ve senden Evet ya da Hayır İster. Yazık, «...yana olma» ile «...karşı olma» arasına mı koymak istiyorsun iskemleni?

Bu dediği dedik, bu sıkıcı kişileri kıskanma, ey gerçek tutkunu! Dediği dedik kişinin koluna hiçbir zaman asılmamıştır gerçek.

Bu apansız kişiler yüzünden, güvenliğine dön: kişiyi ancak pazar yerinde bastırır. Evet mi? Hayır mı?

Ağır duyuşludur bütün derin kaynaklar: derinliklerine düşenin ne olduğunu anlamak için uzun süre beklemeleri gerekir.

Arture 110 (1967)

defterler / yüksel arslan

defterler / yüksel arslan


Yalnızlığına kaç, dostum! Seni büyük adamların gürültüsünden sersemlemiş, küçüklerin iğneleriyle de delik deşik olmuş görüyorum.
...
Seninle nasıl susulacağını pek iyi bilir orman ve kaya. O sevdiğin ağaca benze yine sen. o geniş dallıya: sessiz ve dinlercesine sarkar o, denizin üstüne.
...
Yalnızlığın bittiği yerde, pazar yeri başlar; pazar yerinin başladığı yerdeyse, büyük oyuncuların gürültüsü ve ağılı sineklerin vızıltısı başlar.
...
Yalnızlığına kaç, dostum: görüyorum ki her yerini ağılı sinekler sokmuş. Sert ve sağlam bir havanın estiği yere kaç!
...
Yalnızlığına kaç! Sen küçük ve acınacak kişilere pek yakın yaşadın. Onların göze görünmez öçlerinden kaç! Onlar sana karşı öcden başka bir şey değildirler.
...
Yalnızlığına kaç dostum, — ve oraya, sert ve sağlam bir havanın estiği yere. Senin yazgın sinek kovmak değildir.

Arture 26: Mastifikatör


Arture 72


1) Arture nedir? 2) Kutlandığım teknik nedir? Paris'e geldiğim 1961 yılından başlayarak galerilerde tablolarımın satımını kolaylaştırmak, onları sınıflandırabilmek amacıyla bana onlara ne ad vermek gerektiği soruluyordu. Bunlar ne resim, ne guaş, ne suluboya, ne de desendiler. Soruyu basitleştirerek, eserlerimin genel adı olarak, ART sözcüğünden yola çıkarak ve URE sonekini ekleyerek (peinture ve architecture sözcüklerinde olduğu gibi) ARTURE sözcüğünü buldum.

Tekniğe gelince! Bu daha da basit! 1950-53 yıllarında, olağan yollardan (yani yağlıboya, pastel, guaş. suluboya vb.) yaptığım eserlerimi yok edişimin ardından, o zamanlar doğal boyalar adını verdiğim ve hemen yakın çevremde, İstanbul’da yaşadığım kenar mahallelerde kolaylıkla temin edilebilecek boyaları kullanmak gibi mutluluk verici bir fikir geldi aklıma. Böylelikle, tuğla parçacıklarını, taşları, çiçekleri ve otları sürterek çalışmaya başladım. 1955’te, tarihöncesi sanat üzerine bir kitapta hazır bir reçeteyle karşılaşıverdim: Topraklar, bal, yumurta akı, kemik iliği, yağ, kan. vb. O günden beri, kağıt üzerinde bu tekniğin yardımıyla, elbette onu yetkinleştirerek, çalışıyorum. (Şubat 1975)

A 69

Arture 69: Yaz Sosu, (1965)

A 292: NİETZSCHE

Ayaktakımı Üzerine

Yaşam bir haz pınarıdır; ama ayaktakımı da aynı pınardan içtiğinde, tüm kuyular zehirlenir.

Temiz olan herkese karşı iyiyimdir; ama sırıtan ağızları ve temiz olmayanların susuzluğunu görmeye tahammülüm yoktur.

Gözlerini aşağıya, kuyuya dikiyorlar: iğrenç gülüşleri yansıyor şimdi kuyudan yukarıya!

Kutsal suyu şehvetleriyle zehirlediler; ve kirli rüyalarına “haz” adını verdiklerinden beri, sözcükleri de zehirlediler üstelik.

Islak yüreklerini ateşe yatırdıklarında, isteksizleşir alev; ayaktakımı ateşe adım attığında bizzat ruh fokurdar ve tüter.

Meyve şekerlenir ve ezilir onların elinde: bakışları meyve 
ağacını cılızlaştırır ve kurutur tepedeki dallarını.

Ve yaşamdan yüz çevirenlerin bazıları, aslında ayaktakımından yüz çevirmişlerdir sadece: kuyuları, alevleri ve meyveleri ayaktakımıyla paylaşmak istememişlerdir.

Ve kendini çöllere vurup, yırtıcı hayvanlarla birlikte susuzluk çeken kimileri de, pis devecilerle aynı sarnıcın başında oturmak istemedikleri için yapmıştır bunu.

Ve tüm meyve bahçelerine bir yok edici gibi, bir dolu gibi gelen kimileri de, ayaktakımının boğazına basıp, gırtlağını tıkamak istemişlerdir sadece.

Ve yaşamda düşmanlığın, ölümün ve çarmıhların da gerekli olduğunu bilmek değildi, boğazıma takılan asıl lokma: —

Aksine, bir gün şunu sordum ve az kaldı boğuluyordum kendi sorumdan: Ne? Ayaktakımı da mı gerekli yaşamda?

Zehirli kuyular, pis kokulu ateşler ve kirletilmiş rüyalar da mı gerekli, kurtçuklar da mı gerekli yaşam ekmeğinde?

Yaşamımı, nefretim değil, tiksintim kemirdi aç kurtlar gibi! 
Ah, ayaktakımının da ruhu olduğunu görünce, usandım ruhtan!

Ve şimdi, egemen olmak dedikleri şeyi görünce, egemenlere de çevirdim sırtımı: onların gözünde egemenlik iktidar uğruna pazarlık yapmak ve el sıkışmaktır — ayaktakımıyla!

Dilleri bana yabancı halkların arasında yaşadım, kulaklarım kilitli: onların iktidar uğruna yaptıkları pazarlıkları ve el sıkışmalarını duymayayım diye.

Ve burnumu tıkadım da, bezginlik içinde geçtim düne ve bugüne ait olanların arasından: sahiden, eli kalem tutan ayaktakımının kötü kokularını saçıyor düne ve bugüne ait her şey!

Kör, sağır ve dilsiz bir sakat gibi yaşadım uzun süre: iktidarın, kalemin ve şehvetin ayaktakımıyla birlikte yaşamayayım diye.

Yüksel Arslan "İnsan Bilimlerine Doğru Bir Açılış" (Ulus Baker)




Arslan'ın arture dizilerinden sonuncusu İnsan'ın bilimlere bir açılış olduğu söylenebilir. Kuşkusuz, bu diziler tümüyle ya da kısmen, desen aracılığıyla gerçekleştirilen düşünmeler oldukları ölçüde bilimsel değiller. Denebilir ki bilimler, bilimsel gözlem ve deneylerin yaratı-mıyla ilişki içinde işlevlerin, tabloların dilini konuşurlar. Her şey tekniklere ve laboratuvar çalışmalarına bağlıdır. Arslan'ın eseri yine sanatın, ya da kendi deyimiyle, arture'ün alanı içinde yer alıyor. Bilim yapmıyor o, ama bilimsel olarak kalıyor. Bir sanatçının bilim ya da felsefe gibi bir şeye ilişkin kendi öz değinilerini geliştirmeye kalkıştığı anlamda bir bilimadamı olması gibi. Arslan'ın geliştirdiği araç hep arture'e ait olarak kalıyor. Arture'ün üç şeyle arasında koruduğu bir mesafe: Bilimadamı olurken bilimlerle arasına koyduğu mesafe; şair olurken şiir, edebiyat ile koruduğu mesafe ve Arslan konusunda asıl ilginç olanı, sanatçı olurken resim sanatıyla ve genel olarak sanatla arasına koyduğu mesafe. İnsan dizileri Arslan'ın bu - şiirsel, psikanalitik, siyasal, iktisadi, sanatsal, bilimsel - "oluş"larının en son ifadesi...



CLXXXIY

Zaman içinde "tanrıtanımaz"dan “agnostik"e geçmiş olmamı bir konum değiştirme girişimi olarak görmemek gerekir: İlkinde, ikincide ağırlığı duyulmayan bir tür 'caka’ sezdim; bir kendini koyma, öne sürme. Yarım kulak, çünkü anlayabildiğim kadarıyla, astrofizikçileri dinliyorum: Evrenin varoluş biçimini ve 'gerekçe’lerini yakında öğrenebileceğimizi dile getiriyorlar. Demek, henüz, hâlâ, bilinmiyor: Hiçten ya da Kaos’tan Kosmos'a nasıl geçildiği, bakalım Cern ve başka odaklanmalar ben yaşarken kimi açıklamalar getirilebilecek mi?

Sıkı, has müminler ile sıkı, has inanç yoksunlarının arasında yorumlanmayı bekleyen bir çekim alanı oluştuğunu gözlemliyorum. Blanchot ile Levinas, Bataille ile Pere Danielou, Romain Rolland’ın Peşine düşen, Gide'i bile ikna etmeye çalışan Claudel ve ötesi.

"Yanlış kardeşim" İsmail Pelit bende ne sınıyor tam? Enis Batur'u Öldürmek’in üç versiyonu da adını koymuyor bunun. Ya ben, “uzak kardeşim" Andrei Tarkovski'ye neden dönüyorum ikidebir: Tanrı'sına, toprağına, geleneklerine bağlılığıyla hiçbir ortaklık taşımıyor olmama karşın?

Sahiciyse arayış, gidip sahici kayboluşa çarpmaktan, vice versa, kendini alıkoyamıyor bana kalırsa. İlişki, negatifle pozitifin, artıyla eksinin hiç ile herşeyin arasındaki olmazsa olmaz bağ kadar belirleyici. Biri, neredeyse ötekinin dayanağı: “Var” nasıl sökülüp alınır "yok"tan? Koyu inançla koyu red, sırtsırta gelmeye yazgılı.

Önümde, Tarkovski'nin Anlık Işık başlığıyla sunulmuş (ilk basım: 2002, Milano), polaroid fotoğraflar ve araya giren kimi kıpkısa metinler ile kurulmuş bir kitabı duruyor. Dominique Fernandez ve Tonino Guerra'nın önsözleri çerçeveyi veriyor; hastalığı öncesi sürgün dönemi, Rusya ve İtalya kırsalında gerçekleştirilmiş olağanüstü bir "albüm". Hep söyledim: Bir şeyin ustası, bir başka şeyi kötü yapmayı bilmiyor. Kaç fotoğrafçı polaroidle böylesine tumturaklı, derin bir çalışma ortaya koyabildi?

Anlık Işık, gerçekten de bir ışık dili üstüne kurulmuş. Tarkovsky'nin filimlerinden eksik olmayan “ilâhı ışık” arayışının güçlü bir örneği. “Böyle roman olur mu?” türünden bence komik ve abes çıkışlar yapanlara işte yanıt: Hem de nasıl olmuş.

Dahası, bir şiir kitabı da: En ufak bir zorlamaya başvurmaksızın. Şiirin böylesine seyrek rastlıyoruz (aman: Şiirsellikten dem vurduğum sanılmasın!).

Bir başka açıdan, günlük de: Fotoğrafın Arabı Günce. (Tarkovski’nin yazılı günlüğüne kolaylıkla eklemlenebilir)

Bilmiyordum: Arseni Tarkovski uzun yaşamış, oğlunun ölümüne tanık olmuş. Mu? Cenazeye gelmesine, Ste.-Genevieve des Bois'daki mezarlıkta bulunmasına “izin” verilmiş miydi? Verildiyse bile, gücü kalmış mıydı?

Babasıyla oğlu arası Tarkovski. İster istemez o koşutluk kurulacaktır. Ortayerde, ilişki üçgeni çakışması. Dahası: Anlık Işık eş, hayvan (Dale) üçgeni üzerinden Kulübe'ye ulaşıyor. Dahasının dahasını aramaya gerek kalmayabilir.

Tarkovski, anamın öldüğü gün (4 Nisan) doğmuş, oğlumun dogduğu gün (29 Aralık) ölmüş. Rastlantı. Bu italik kavram, yirmi yılı aşkın bir süredir dolaşıyor satırlarımın arasında. Hayır, bir teorim olmadı o konuda. Evet, sonsuz teori üretebilirim dilersem.

Fotoğraflara tek tek, uzun uzun baktım; herbirini yazılı sayfalar varmışçasına karşımda, okudum. Birinden ötekine yazılan öykünün anlatı tabakasındaki kişiler, ayrı ayrı durumların içinde toplandığı bir durum, mekanlar arası geçişler ve bağlantılar, sabahtan geceye, bir günden güne yürüyen Zaman: Her şeyin ışığın içinde gerçekleştiği doğru.

Yalnızca kaynağı sözkonusu olduğunda farklı uçlardayız. Andrei, biliyor nereden geldiğini, Enis bilmiyor.

Şehir Meydanında Fıçı
Yuvarlamak

Arture 360, 361, 362, 363, 364 : L'homme

(A 360 - İnsan I)

2000 yılına dek sürebilecek yeni bir diziye girişiyorum. Dizinin adı İNSAN. Yeryüzünde hayatın kökeninden başlıyorum. Milyonlarca yıllık bir hikâye. İnsan, yeryüzünde ortaya çıkan son canlı. En gelişmiş sinir sistemine sahip olduğu için, aklıyla gezegene egemen oluyor. Varoluşunun başından beri nereden geldiğini sorguluyor. Ama ancak XX. yüzyılda, bilimadamları hayatın başlangıcını keşfediyor.

...

 Darwin kendiliğinden türemeyi eleştiriyor. Ama aslolan, daha o zamanlarda, hayatın durağan maddeden başlamış olabileceğini düşünmüş olması. “Bana öyle geliyor ki, diye yazıyor Wallace’a, 1872 tarihli bir mektubunda, çok büyük olasılıkla Arkebiyoz doğru -protoplazmanın çok eski zamanlarda bir dizi evreyle durağan maddeden geliştiğini öne süren bir kuram.... Arkebiyozun doğru olduğunu kanıtlamak için yaşamak isterdim, çünkü akıl almaz ölçüde önemli bir keşif olurdu." Anahtarı bulacak büyük insan ise Sovyet biyokimyacı İ. Oparin oluyor. Kuramını 1920’lerde geliştiriyor, ama kitabı Fransa’da ancak 1965’te yayımlanıyor. Uzun süre tabu kalmış bir konu.
 Diziye kozmosla başlıyorum. Belki 2000 yılından sonra kendimi bütünüyle kozmosa veririm. Kusursuzlaşmış sinir sistemiyle insana gelmeden önce, milyonlarca milyonlarca yıl geçiyor. Başlangıçtaki yeryüzünü gözünüzde bir canlandırın. Her şeyin başındayız: Atmosferin, yeryüzünün, okyanusun... Gökyüzü neredeyse karanlık, çünkü hâlâ çok az oksijen var. Başlangıçta yalnızca kimya var. Atmosfer hidrojen, metan, amonyak ve su buharıyla dolu. Güneş ışınları karbon, azot, oksijen atomlarını serbest bırakıyor, bunlar kendi aralarında ya da kükürt, fosfor gibi başka elementlerle birleşiyor... Örneğin karbondan hidrokarbürler oluşuyor... Milyonlarca yıl boyunca yağmur yağıyor. Yarıklarla, yanıcı gazlar püskürten volkanlarla dolu yeryüzüne yağıyor. Fırtınalar. Yıldırımlar. Uzun süre, gökyüzü organik maddeler de gönderiyor bize. En baştayız, başlangıçta. (A 360 - İnsan I). Bitkiler yok henüz - ne oksijen var, ne de karbon gazı. Su buharı atmosferde soğuyup yağmur olarak geri düşüyor. Yer kabuğu çatlıyor, küçük okyanuslar çıkıyor ortaya. Organik maddelerin birikimi yavaş yavaş “başlangıçtaki sıcak çorba" denen oluşumu yaratıyor.

(A 361 - İnsan II)
Manzara değişiyor biraz. Okyanus güneşin -her şeyin kaynağının- ışınlarına maruz kalıyor ve ultraviyolelerin etkisiyle organik özler çoğalıyor. Canlı organizmaların ortaya çıkışından önce... Oparin geçişi keşfediyor. (A 362 - İnsan III). ilkel dünyadaki gaz karışımının bir ateş topu olarak patlaması organik molekülleri doğuracak -zaten tamamlanmış organizmalar bunlar, hayattan önceki hayatı barındırıyorlar, korunmak, dayanmak, çoğalmak için tüm temel işlevleri hazırlamışlar. Beslenen, büyüyen, üreyen, bölünüp çoğalan moleküller. Ve bu moleküller karmaşık katışmaçlar halinde bitişiyor: Koaservatlar oluşuyor. Bu mikro-damlacıklar daha o aşamada birer birey. Korunmuş bir iç ortamları ve kendilerine has yapıları var... Hayat savaşı burada başlıyor... Kimileri ölüyor, kimileri -en sağlam olanları- dayanabiliyor... Suyla, glikoz ve amino asitle besleniyorlar. “Koaservat damlacıkları, diye yazıyor Oparin, daha sonra içinde bulundukları sulu çözeltinin organik bileşenlerini soğurdular, ağırlıkları ve hacimleri zorlu bir deneyimden geçerek büyüdü. Kimileri daha hızlı büyüdü, kimileri daha yavaş. Çoğalma hızı daha yüksek olan damlacıkların içkin yapısı giderek daha karmaşıklaşıyor ve beslenmeye, büyümeye giderek daha iyi uyum sağlıyordu. Milyonlarca yıl boyunca, damlacıkların yapısı değişkenlik gösteriyor ve kusursuzlaşıyordu. Daha basit yapıdaki damlacıklar parçalanıyor, daha kusursuz olanlar büyüyor, bölünerek çoğalıyordu. En nihayetinde, temel canlı varlıklar ortaya çıktı.” Ve hayat bir kez başladıktan sonra, geri dönüş yok artık! O dönemde görmezden gelinen kuram 1957 yılında, Amerikalı Stanley L. Miller’ın deneyiyle doğrulanıyor. Genç araştırmacı bir balonun içinde ilkel atmosferin simülasyonunu kurarak yıldırım etkisi yaratmak suretiyle elektrik boşalmasını sağlıyor. Böylece amino asitleri elde ediyor. Yani hayatın temelini. Les Origines de la vie (Hayatın Kökenleri) adlı yapıtında, Joel de Rosnay canlılarda bulunması zorunlu yirmi tür amino asit sıralıyor. “Bunlar sayesinde canlı maddenin temelindeki proteinler oluşur...”. Glisin, alanın, valin, lösin, izolösin, serin, treonin, aspartik asit, asparajin, glutamik asit, glutamin, lizin, arjinin, histidin, triptofan, fenilalanin, sistein, metionin, tirozin, prolin...

Mavi Gezegen Dünya

Dünya, mavi gezegen, coşkulu astronomların, uzayın ta derinliklerinden gelen yıldızların ışığını yakaladıkları yer.

Dünya, mavi gezegen, bir kozmonotun, kapsülünün lombozundan ona doğru baktığında çocukluğunun coğrafya derslerinden hatırladığı kıtaları görüp adlarını söylediği yer.

Dünya, mavi gezegen, bir çirişotunun uluslararası sularda, bir kayanın üzerinde, yorgunluktan ölmüş bir göçmen kuşun bağırsaklarında filizlendiği yer.

Dünya, mavi gezegen, bir diktatör, ailesiyle birlikte Noel’i kutlarken, ölülerin yakıldığı fırınlarda binlerce bedenin küle döndüğü yer.

Dünya, mavi gezegen, kutup deniz buzulundan büyük çatırtıyla kopan mavimsi bir buzdağının uzun okyanus yolculuğuna
başladığı yer.

Dünya, mavi gezegen, bir banliyö garında, bir ailenin yirmi yıldır hapiste olan bir siyasal tutukluyu beklediği yer.

Dünya, mavi gezegen, Güneş’in her ilkbaharda karanlık ağaç altlarına çiçekleri getirdiği yer.

Dünya, mavi gezegen, on altı ailenin, yokluk içinde yaşayan kırk sekiz ülkeden daha fazla zenginliğe sahip olduğu yer.

Dünya, mavi gezegen, bir yetimin, bakıcıların kötü muamelelerinden kaçmak için üçüncü kattan atladığı yer.

Dünya, mavi gezegen, geceleyin karanlık çöktüğünde bir duvarcının bütün gün sıra sıra yükselttiği tuğla duvara gururlanarak baktığı yer.

Dünya, mavi gezegen, bir korobaşının, yüzyıllar boyunca insanların yüreğine dokunacak bir kantatın son notalarını yazdığı yer.

Dünya, mavi gezegen, bir annenin, köy eğlencesinde kocasına bulaşan Aids hastalığı yüzünden ölen çocuğunu kollarında taşıdığı yer.

Dünya, mavi gezegen, yalnız bir denizcinin, şiddetle vuran dalgaların etkisiyle yıkılan büyük direğine baktığı yer.

Dünya, mavi gezegen, bir psikanalist divanında, bir adamın sessiz kaldığı yer.

Dünya, mavi gezegen, bir avcının yaralayıp bıraktığı bir karacanın çalılıkta can çekiştiği yer.

Dünya, mavi gezegen, rengârenk giysiler içinde bir kadının, bir Afrika pazarında tezgâhların üzerinde yeşil sebzelerini seçtiği yer.

Dünya, mavi gezegen, Samanyolu’nun çevresinde yirmi beşinci devrini tamamlayan bir Güneş’in çevresinde, dört milyar beş yüz elli altı milyonuncu turunu gerçekleştiren yer.

Hubert Reeves

Dawkıns & Krauss


Krauss:  Richard, 10 yıl önce yazdığın popüler bir kitap ve yaptığın konuşmada sana şu soruyu sormuştum: Bilimi anlatma ya da dini ortadan kaldırma seçeneğin olsaydı bazı açılardan hangisi
daha önemli olurdu?

Dawkins: Bence başa başlar, çünkü 'dini ortadan kaldırmak'
soruya olumsuz bir hava veriyor.  Bana göre bu olumlu bir şey.Bilim harikulade bir şey.
Bilim çok güzel bir şey. Din harikulade bir şey değil, güzel bir şey de. Din ayağımıza dolanıyor. Dinde yanlış olan daha pek çok şey var fakat ben en çok gerçekle, gerçeğin güzelliğiyle, gerçeğin şiirselliği olan bilimle ve dinin bilimsel bir açıklama gibi görülmesiyle ilgileniyorum. Rakip bir bilimsel açıklama,ama fazlasıyla ruhsuz, fazlasıylasıkıcı ve fazlasıyla değersiz.

Krauss: Hatalı da.

Dawkins: Evet, hatalı.

Krauss: O zaman biraz daha önemli.

Dawkins: Evet, daha önemli olan bu.


Krauss: Galiba seninle aynı düşünüyorum. İnsanların evrenin nasıl işlediğini anlamalarını istiyorum. Laf aramızda, deneysel kanıt kabul etmemiz gereken bir şey olduğuna işaret ettiğinde sonuç olarak bu da bilim ve din arasındaki başka bir uyuşmazlığı yaratmaz mı? Bunu 'bu efsaneye ve peri masalına inanamam' diyerek bir kenara bıraksak bile bizi başka türden sorunlarla karşı karşıya bırakıyor. Yani o kadar da masum değil. Kaçınılmaz olarak gerçek dünyayla yüz yüze gelmemiz gerekiyor. Kaçınılmaz olarak kötü kararlar alıyoruz. 

Dawkins: Eğer insanları buna inandırabilirsek insanları evrimin gerçek olduğuna ikna etmek daha kolay olur, çünkü evrimin çok güçlü kanıtları var. Onlara bir kez evrimin kanıtlarından bahsettiğinizde 'Ah, tamam öyleyse. Tanrı'ya inanmak buraya kadarmış.' diyeceklerdir.

The Unbelievers (2013)
CLXXXIII

İyi dindar sevdiği, değer verdiği inançsız tanıdığını imanına çağırıyor, onu ikna etmeye çalışıyor. Israr etmiyor ama, durmayı biliyor. İyi agnostik, iyi tanrıtanımaz sevdiği, değer verdiği dindar tanıdığını anlama çabası veriyor, onu yolundan döndürmeye ya da şüpheye düşürmeye niyetlenmiyor. “İyi”lerden sözediyorum, çünkü “kötü”leri üzerlerinde düşünülmeye değer bulmakla birlikte, sevmiyorum. “İyi” oluşun bir sınırı var demek. Hem de nasıl var.

Ailemde inançsız kimse yoktu. Ortaöğrenim yıllarımı, inanç eksenli bir okulda geçirdim. En yakın dostlarımdan biri, kırk yılı aşkın süredir sevgi ve saygıyla bağlı kaldığım Leslie Anagnan, akıllı ve derin bir mümin. Yoluma beni Tanrı fikrinden, imandan uzaklaştıracak herhangi bir insan çıkmaksızın, çok genç yaşta inancımı yitirdim, o gün bugün öyle yaşadım, yaşıyorum. Beni tanıyanlar, yazdıklarımı okuyanlar, dinlere karşı ama kültürlerine yakından meraklı, iyi dindarlara gerçekten saygılı olduğumu görmüşlerdir sanıyorum.

Şunu anladım, yılların içinde: İyi agnostikin iyi inanç sahibini anlaması daha kolay da, tersi olanaksız. Terbiyeleri gereği anlayış gösteriyorlar, bir noktadan önce ya da sonra zorlamıyorlar karşılarındakini, ama anlamıyorlar: İnanç, doğası gereği, inançsızlığı anlama yetisinin gelişmesine engel.

Son, Cahit Koytak’la kısa yazışmamızda gördüm bunu. Nereye tutunabileceğimi soruyor gibiydi satır aralarında. Hiçbir yere: Bizim gibiler, bir boşluğun ortasında ağır ağır düştüklerinin farkındadır.

Şehir Meydanında
 Fıçı Yuvarlamak

The Big Question: Why Are We Here

İnsan ırkı evrenin harikalarından biridir. Benzersiz olabiliriz. Dikkate şayan özelliklerimizin
tümünün içinden birisi öne çıkıyor. Bu da, ara vermeksizin; neden buradayız, hayatın amacı ne gibi soruların cazibesine dayanamamamızdır. Geçmişin büyük medeniyet ve kültürleri hiç biri de tatmin edici olmayan çeşitli cevaplarla ortaya çıktılar. Çünkü hakkıyla araştırıImış olmaktan çok, üretilmişlerdi. Peki bilim, daha iyi bir şeyle ortaya çıkabilir mi? Ben öyle düşünüyorum.


Kulağa küstahça gelebilir. Ama ben inanıyorum ki, bize neden burada olduğumuzu bilim söyleyebilir. İnsan varlığının amacını söyleyebilir. Cevap, iyimser ve ilham verici bir cevap. Neden buradayız? İnsan varlığının 5000 yıIının çoğunda neden burada olduğumuz sorusunu yanıtlamayı beceremedik. Sadece 150 yıI önce, bilim ilk kez bir yanıt bulmaya çalıştı. 1859'da, Charles Darwin,
dünyayı değiştiren bir kitap yayınladı.Türlerin kökeni'ni Darwin ilk kez yayınlamaya cesaret ettiğinde kitap çağının dini kurumlarını şok etti. Victoria dönemi insanları, hoş karşılanmayan ilişkilerin tamamen yeni bir kümesi ile yüzleşmek zorundaydı. Şimdi bunu atlattık. Maymundan geldiğimizi,
maymun olduğumuzu çoğumuzun, çocuklarına öğretmekte bir sorunu yok. Ama inanıyorum ki Darwin'in gözümüzün korkutulmasına müsaade edersek bize korkutucu olabilecek başka bir mesajı var, ama eğer onunla yüzleşme cesaretimiz varsa, heyecanlı ve coşkunluk verici. Darwin, sadece nasıl var olduğumuz sorusuna cevap vermedi, inanıyorum ki teorisi; neden varız, hayatın amacı ne, nihai sorularına büyük olasılıkla şimdiye kadarki tek cevabı da veriyor.

Richard Dawkins



Umut

Çağımızın felaketini hazırlayan üç büyük etken var. Bunlar şöyle özetlenebilir:

- İnsan beyninin olağanüstü düzeyde etkili olması,

- Dünya nüfusunun giderek artıyor olması,

- Gezegenimizin boyutlarının sınırlı olması.

İkinci etken birinciyle bağlantılı. Milattan önce sekizinci bin yıldan itibaren tarımın icadı, tıpkı çok daha sonra, geçtiğimiz yüzyıllarda gerçekleşen sanayi buluşları gibi dünya nüfusunun artmasında etkili olmuştur.

Son birkaç on yıldır birlikte ağırlık kazanan bu iki etken, yani tekniklerin gelişmesi ve buna paralel olarak nüfusun artması, üçüncü etkenle, yani gezegenimizin sınırlı alanlarında kaynaklarının da sınırlı olması etkeniyle karşılaşıyor.

“Biz diğerleri, ey uygarlıklar, şimdi biliyoruz ki, biz de ölümlüymüşüz,” diye yazmıştı Paul Valery, birkaç bin yıl önce Asur ve Babil İmparatorluklarının, ardından da Roma ve Mısır İmparatorluklarının yıkılmasından sonra İngiliz ve Fransız İmparatorlukları’nın da çöktüğünü gördüğünde. Bugün de bizler şaşkınlıkla şunu fark ediyoruz ki, insanların Dünya üzerindeki imparatorluğu da gün gelir, sona erebilir.

Öyleyse, biyolojik evrimin en yüce türü olmak -ki bunu benimsemeye dünden razıyız!- ve kendimizi öyle görüp de binlerce türü maruz bıraktığımız yok olma tehdidinin dışında kalmak şöyle dursun, bu türlerle aynı yazgıyı paylaşacağımızı, dahası bunun için elimizden geleni yaptığımızı görüyoruz bugün...

Böylesine küçük bir gezegende bir tür -bizim türümüz- yok olmuş, kimin umurunda? Yok olmamız kozmos ölçeğinde ne ifade eder ki? Her biri içinde yüz milyarlarca yıldız ve gezegeni barındıran yüz milyarlarca galaksinin doldurduğu koca evrende, küçük bir öyküden başka nedir insanlığın tarihi? “Doğa” tek bir gözyaşı damlası dökmeyecektir bu durum karşısında... 

Bambaşka bir görüşü ortaya koymak istiyorum şimdi. Bu sorunu kozmik bağlamında yeniden ele almak için zamanda geri gidelim. Gökbilim alanındaki çalışmaları, kozmik kökenlerimiz hakkında bize pek çok bilgi vermektedir. Evrenin tarihi, Big Bang’den hemen sonraki ilk anların kızgın ve benzeşik karışımdan itibaren karmaşıklığın ortaya çıkışı olarak özetlenebilir. Soğuma sırasında ve doğal güçlerin etkisiyle partiküller, yeni özellikler taşıyan yapılar oluşturmak üzere birleşmeye başlar.

Böylece tarihlendirebileceğimiz anlarda birtakım yeni sistem parçaları oluşur: nükleonlar, atom çekirdekleri, atomlar, moleküller ve gezegenimizde -ve belki başka yerde de- canlı hücreler, biyolojik organizmalar, ekosistemler... Her sistem, çevresindekilerle çeşitli etkileşimlere giren birtakım öğelerden meydana gelir ve bu öğelerin birleşiminden doğan yeni birtakım özellikler taşır.

Home (2009, Yann Arthur Bertrrand)


Dünya’da biyosferde beliren bu özellikler, biyolojik evrim sırasında, önemi özellikle beslenme ve yaşamda kalma sorunları ortaya çıktığında anlaşılan çok değerli birtakım uyum sağlama avantajları getirir. Bu açıdan bakıldığında, biz insanlar, fiziksel yapımız bakımından iyi korunuyor sayılmayız (kaplumbağalar gibi bir zırh taşımayız sırtımızda, büyük kediler gibi keskin pençelerimiz yoktur, yabanarıları gibi iğnemiz, kaçmak için kanatlarımız da yoktur...). Peki nasıl kalabildik yaşamda? Zekamız, beynimizin milyarlarca nöronunun birleşmesinden meydana gelen o olağanüstü özellik sayesinde.

İnsan beyni, durmaksızın kusursuzlaştırdığı birtakım teknikler geliştirerek, yaşamını sürdürmekle yetinmeyip başka olağanüstü etkinlikler de yarattı. Sanat, müzik, resim, yazın yaratımlarının muhteşem ürünleri de, büyük ve küçük bütün boyutlarında kozmos hakkındaki bilimsel bilgilerin geniş yelpazesi de insan dehasının işleridir. Başka hiçbir tür Ay’a ayak basmadı, hiçbiri Satürn’ün üstünde uçmadı, maddeyi yöneten yasaları ve evrenin tarihini keşfetmedi. Yerimizi martılara, farelere ya da böceklere bırakırsak, kültürümüzün onca muhteşem ürünü ne olacak?

İşte tüm bu görkemli hazineler yok olacak insanlık yok olursa... Demek ki, böylesine büyük bir zihinsel güce erişebiliyor olma fırsatı, bunu elinde bulunduranın yok olma riskini de taşıyor beraberinde. O zaman zekânın zehirli bir armağan olduğu fikri de doğrulanmış oluyor.

“Ama tehlike neredeyse, tehlikeden kurtaracak şey de orada olgunlaşır,” diye yazmıştı Alman ozan Hölderlin.

İnsan duyarlılığındaki gelişmeyi gördükçe umut parıltıları beliriyor zihnimde. Amerikan göçmen güvercinlerinin ve büyük penguenlerin uğradığı katliam karşısındaki genel kayıtsızlık bugün düşünülemez bile. Yaşama duyduğumuz saygı giderek artıyor, bu da bugün yaşadığımız krizin bilincine varmaya ve birtakım olumlu girişimlerde bulunmaya itiyor bizi. İnsanlardan yabanıl hayvan ve bitkilere kadar her yaşayanı korumaya yönelik birtakım hareketlerin doğduğuna tanık oluyoruz. Ozon tabakasını korumak, yağmurlardaki asit oranını düşürmek, doğal dengeleri biraz olsun yeniden kurmak için uygulamaya konan kurtarıcı kararlara değindim daha önce.

İnsancıllaşmak ya da yok olmak: Karşı karşıya olduğumuz durumu ancak böyle koyabiliriz ortaya. Altıncı yok oluş dönemi, bizi önüne geçilmez bir yok oluşa sürükleyecek bir kayıtsızlıkla değil, bugün feda ettiğimiz türleri katletmekten vazgeçmeye karar vererek, bizi günün birinde yok olmuş türler listesinde yer almaktan kurtaracak sağlam bir tepkiyle son bulabilir pekala. O zaman daha da ileriye, yıldızların ve galaksilerin arasına gider, evreni keşfederiz. Kültürümüzü koruyup zenginleştirir, sanat yapıtlarını sanatın her dalında çoğaltarak dünyayı güzelleştiririz. Belki de -kim bilir- bir gün dünya dışı uygarlıkların kültürlerinden yararlanırız.

“Umut, kuşkusuz hâlâ burada ve kısık sesle şarkı söylüyor,” demişti bize Paul Valery.

Hubert Reeves