Umut

Çağımızın felaketini hazırlayan üç büyük etken var. Bunlar şöyle özetlenebilir:

- İnsan beyninin olağanüstü düzeyde etkili olması,

- Dünya nüfusunun giderek artıyor olması,

- Gezegenimizin boyutlarının sınırlı olması.

İkinci etken birinciyle bağlantılı. Milattan önce sekizinci bin yıldan itibaren tarımın icadı, tıpkı çok daha sonra, geçtiğimiz yüzyıllarda gerçekleşen sanayi buluşları gibi dünya nüfusunun artmasında etkili olmuştur.

Son birkaç on yıldır birlikte ağırlık kazanan bu iki etken, yani tekniklerin gelişmesi ve buna paralel olarak nüfusun artması, üçüncü etkenle, yani gezegenimizin sınırlı alanlarında kaynaklarının da sınırlı olması etkeniyle karşılaşıyor.

“Biz diğerleri, ey uygarlıklar, şimdi biliyoruz ki, biz de ölümlüymüşüz,” diye yazmıştı Paul Valery, birkaç bin yıl önce Asur ve Babil İmparatorluklarının, ardından da Roma ve Mısır İmparatorluklarının yıkılmasından sonra İngiliz ve Fransız İmparatorlukları’nın da çöktüğünü gördüğünde. Bugün de bizler şaşkınlıkla şunu fark ediyoruz ki, insanların Dünya üzerindeki imparatorluğu da gün gelir, sona erebilir.

Öyleyse, biyolojik evrimin en yüce türü olmak -ki bunu benimsemeye dünden razıyız!- ve kendimizi öyle görüp de binlerce türü maruz bıraktığımız yok olma tehdidinin dışında kalmak şöyle dursun, bu türlerle aynı yazgıyı paylaşacağımızı, dahası bunun için elimizden geleni yaptığımızı görüyoruz bugün...

Böylesine küçük bir gezegende bir tür -bizim türümüz- yok olmuş, kimin umurunda? Yok olmamız kozmos ölçeğinde ne ifade eder ki? Her biri içinde yüz milyarlarca yıldız ve gezegeni barındıran yüz milyarlarca galaksinin doldurduğu koca evrende, küçük bir öyküden başka nedir insanlığın tarihi? “Doğa” tek bir gözyaşı damlası dökmeyecektir bu durum karşısında... 

Bambaşka bir görüşü ortaya koymak istiyorum şimdi. Bu sorunu kozmik bağlamında yeniden ele almak için zamanda geri gidelim. Gökbilim alanındaki çalışmaları, kozmik kökenlerimiz hakkında bize pek çok bilgi vermektedir. Evrenin tarihi, Big Bang’den hemen sonraki ilk anların kızgın ve benzeşik karışımdan itibaren karmaşıklığın ortaya çıkışı olarak özetlenebilir. Soğuma sırasında ve doğal güçlerin etkisiyle partiküller, yeni özellikler taşıyan yapılar oluşturmak üzere birleşmeye başlar.

Böylece tarihlendirebileceğimiz anlarda birtakım yeni sistem parçaları oluşur: nükleonlar, atom çekirdekleri, atomlar, moleküller ve gezegenimizde -ve belki başka yerde de- canlı hücreler, biyolojik organizmalar, ekosistemler... Her sistem, çevresindekilerle çeşitli etkileşimlere giren birtakım öğelerden meydana gelir ve bu öğelerin birleşiminden doğan yeni birtakım özellikler taşır.

Home (2009, Yann Arthur Bertrrand)


Dünya’da biyosferde beliren bu özellikler, biyolojik evrim sırasında, önemi özellikle beslenme ve yaşamda kalma sorunları ortaya çıktığında anlaşılan çok değerli birtakım uyum sağlama avantajları getirir. Bu açıdan bakıldığında, biz insanlar, fiziksel yapımız bakımından iyi korunuyor sayılmayız (kaplumbağalar gibi bir zırh taşımayız sırtımızda, büyük kediler gibi keskin pençelerimiz yoktur, yabanarıları gibi iğnemiz, kaçmak için kanatlarımız da yoktur...). Peki nasıl kalabildik yaşamda? Zekamız, beynimizin milyarlarca nöronunun birleşmesinden meydana gelen o olağanüstü özellik sayesinde.

İnsan beyni, durmaksızın kusursuzlaştırdığı birtakım teknikler geliştirerek, yaşamını sürdürmekle yetinmeyip başka olağanüstü etkinlikler de yarattı. Sanat, müzik, resim, yazın yaratımlarının muhteşem ürünleri de, büyük ve küçük bütün boyutlarında kozmos hakkındaki bilimsel bilgilerin geniş yelpazesi de insan dehasının işleridir. Başka hiçbir tür Ay’a ayak basmadı, hiçbiri Satürn’ün üstünde uçmadı, maddeyi yöneten yasaları ve evrenin tarihini keşfetmedi. Yerimizi martılara, farelere ya da böceklere bırakırsak, kültürümüzün onca muhteşem ürünü ne olacak?

İşte tüm bu görkemli hazineler yok olacak insanlık yok olursa... Demek ki, böylesine büyük bir zihinsel güce erişebiliyor olma fırsatı, bunu elinde bulunduranın yok olma riskini de taşıyor beraberinde. O zaman zekânın zehirli bir armağan olduğu fikri de doğrulanmış oluyor.

“Ama tehlike neredeyse, tehlikeden kurtaracak şey de orada olgunlaşır,” diye yazmıştı Alman ozan Hölderlin.

İnsan duyarlılığındaki gelişmeyi gördükçe umut parıltıları beliriyor zihnimde. Amerikan göçmen güvercinlerinin ve büyük penguenlerin uğradığı katliam karşısındaki genel kayıtsızlık bugün düşünülemez bile. Yaşama duyduğumuz saygı giderek artıyor, bu da bugün yaşadığımız krizin bilincine varmaya ve birtakım olumlu girişimlerde bulunmaya itiyor bizi. İnsanlardan yabanıl hayvan ve bitkilere kadar her yaşayanı korumaya yönelik birtakım hareketlerin doğduğuna tanık oluyoruz. Ozon tabakasını korumak, yağmurlardaki asit oranını düşürmek, doğal dengeleri biraz olsun yeniden kurmak için uygulamaya konan kurtarıcı kararlara değindim daha önce.

İnsancıllaşmak ya da yok olmak: Karşı karşıya olduğumuz durumu ancak böyle koyabiliriz ortaya. Altıncı yok oluş dönemi, bizi önüne geçilmez bir yok oluşa sürükleyecek bir kayıtsızlıkla değil, bugün feda ettiğimiz türleri katletmekten vazgeçmeye karar vererek, bizi günün birinde yok olmuş türler listesinde yer almaktan kurtaracak sağlam bir tepkiyle son bulabilir pekala. O zaman daha da ileriye, yıldızların ve galaksilerin arasına gider, evreni keşfederiz. Kültürümüzü koruyup zenginleştirir, sanat yapıtlarını sanatın her dalında çoğaltarak dünyayı güzelleştiririz. Belki de -kim bilir- bir gün dünya dışı uygarlıkların kültürlerinden yararlanırız.

“Umut, kuşkusuz hâlâ burada ve kısık sesle şarkı söylüyor,” demişti bize Paul Valery.

Hubert Reeves

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder