A 545, 597, 618: Robert Walser



Walseries:  Her yıl Walser'in yeni bir yapıtının yayımlanmasını bekliyorum. Yeni bir yapıtını bulduğumda son derece mutlu oluyorum, çok heyecanlanıyorum. Bir imge canlanıyor kafamda. Bir sarsıntı gerek. Aktarılan küçücük bir sözcük, bir tümce, bir öykücük yetiyor... 0 an, bir arture yapıyorum... Bir tür kutlama bu. İsviçreli bir yayıncıdan (Zoe) üç ciltlik bir yapıtı çıktı yakınlarda: Ozanın Hayatı, Şiirleri ve Düzyazı Parçaları... Bir ozandı o. Ağaçlar yüreğine su serpmek için konuşuyorlar onunla:

Hayır, şu ölümlü dünyada her şeyin acımasız, sahte ve kötü olduğu gibi üzücü bir düşünceye kaptırmaya hakkın yok kendini. Daha sık gel bizi görmeye; orman senin iyiliğini istiyor. Sık sık ormana gelmek sağlık ve dinginlik getirecek sana, daha yüce ve daha güzel düşüncelere sürükleyecek seni.'


Düğmesine sesleniyor dostça:

-A benim sevgili düğmeciğim. sanırım yedi yıldan fazla bir süredir, içtenlikle, sabırla ve sadakatle hizmet ettiğin kişi sana ne kadar minnet duysa, seni ne kadar tebrik etse az (...)'

Aynı zamanda bir ozana çatıyor:

Saldıran bir şey yok sana, her türlü sıkıntıdan uzaksın. Kaygı nedir bilmiyorsun (...) Gerçek değilsin, seni gidi aptal, duyarsız hıyarağanın tekisin (...) Kendi değerin üstüne olmadık hayaller kuracaksın. (...) Eleştiriye tanık olmadığın için, kendini örnek bir adam sanıyorsun. Ah şu güzelim erkeklik! (...)'


İlk kitapları Almanya'da basılıyor, hayranlan arasında genç F. Kafka. M. Brod vb gibi isimleri sayabiliriz. İsviçre'ye döndüğünde, hayatını kazanmak için çeşitli işlerde çalışmış, bir de üstüne, "sesler duyuyor". Bunu bir psikiyatrın karşısına geçip itiraf etmenin (psikiyatr ise Dr. Morgenthaler, A. Wölfli üstüne bir kitabı var), tımarhaneye yatış belgesini imzalamaktan farkı yok.

Benimkisi tanımlanması zor bir kafa hastalığı. Tedavisi yok gibi görünüyor, ama hoşuma giden şeyi düşünmemi engellemiyor (...) ya da insanlara karşı kibar olmamı ya da hayata dair şeyleri takdir etmemi, örneğin iyi bir yemeği [...).

0 donemde, beceriksiz birkaç intihar girişiminde bulunuyor:

Ama doğru düzgün bir düğüm atmaktan bile âcizdim. Sonunda, kız kardeşim Lisa beni Waldau akıl hastanesine götürdü. Daha kapıdan girerken şöyle dedim ona: 'Uygun olan neyse onu yapıyoruz değil mi?' Sessizliği çok şey anlatıyordu. İçeri girmekten başka ne yapabilirdim ki?

Ne mi yapıyor, gezintilere çıkıyor:

Bu gezintide sahiden de Hölderlin'vari bir duruluk ve güzellik var.
(...)


Sevdiği şairlerle düşünürlerden söz ederken, kendini anlatıyor aslında:

Nietzsche: Tek bir kadının bile onu sevmemiş olmasının intikamını aldı. Kendisi de aşk aczine düştü. Onlarca felsefi sistem şudur hepi topu: Tadılmamış hazların intikamını almanın bir yolu!

Strındberg'e gelince, kadınlar ondan intikam almaktan şehvetli bir haz alıyordu. Kadınları yok etmek istemiş ve en sonunda onlar tarafından yok edilmişti. Bir şair, aşksız kalınca öcünü almadan yaşayıp işe koyulamazdı.

Ve yollara düşüyor, kilometrelerce kilometrelerce yol tepiyor!

Gezginin tabanlarında her türlü görüş ve fikir bir muammayla dolanır durur; öyle ki ciddiyetle, dikkatle sürdürdüğü yürüyüşünün ortasında, durup kulak kabartmak zorunda kalır, çünkü tuhaf izlenimlerin ve düşünce gücünün istilasına uğrayıp şaşkına dönünce, kamaşmış şair ve düşünür gözlerinin önünde koca bir uçurum açılırken, bir anda o olağanüstü toprağa gömülme hissine kapılır. Önceden hayat dolu olan kollarıyla bacakları donmuş gibidir. Ülkelerle insanlar, seslerle renkler, yüzlerle siluetler, bulutlarla günışığı. her şey dayanıksız hayaletler gibi döner çevresinde: şöyle sorar kendine: Neredeyim ben? (...)

Şurada, burada, büyülenmiş gibi öylece kalakaldığımda, ve bulunduğum toprakları sessiz, dikkatli, uzunca bir bakışla kavradığımda, şöyle garip bir şey oldu: Bu güzelim dış gerçeklik de bana bakıyordu. Görünürün gözünde görünür olmak çok tuhaftı, etrafımda gördüğüm her şeyin kendi etrafını görecek gözleri olduğunu fark etmek de öyle. (...] Ara vermeksizin incelerken, ben de İncelenmekte olduğumu, dikkatle gözlemlendiğimi görüyordum. (...) Şaşırdığım vakit, belki ben de bir şaşkınlık konusu oluyordum (...) Bu toprakların ve binlerce güzelliğinin gözleri vardı, bu da beni tatmin ediyordu.





Yine başkalarından ve kendinden söz ediyor:

(...) İnsan içine çıkmaya cesareti yoktu, ne kadar hasta ve tesellisiz olduğunu fark etmelerinden korkuyordu: dostları görüp içini dökmek: Yalnızca bu düşünce bile berbat işkenceler çekmesine neden oluyordu. Kleıst kapalı biriydi, kendi halinde bir insan evladı, gösterişliydi, ağzından tek bir laf almak mümkün değildi. Bir köstebeğin hali vardı onda, yaşarken gömülmüş bir varlığın. Diğerleri öylesine korkunç, öylesine dehşetengiz bir biçimde güvendeydiler ki, hele kadınlar. Brentano güldü. Bir çocuğun gülümseyişiyle şeytanınkinin karışımı. [...] Her türlü hayat belirtisine, ormana, doğaya ve cazibelerine, müziğe, açık havada gezintilere, iyi aydınlatılmış salonlara ve neşeli sohbetlere, el sıkışmalara ve gülümsemelere veda etti ve oraya, çokça, çokça yürüyüşün kendisini götürdüğü yere, kabuğuna çekildi; koyu renk örtülü bir masa gördü, üstünde bir kitap, bir şamdan ve yanında İsa'yı çarmıhta gösteren bir haç ve ona eğilmesini işaret eden biri, onu sonsuza dek vazgeçmeye davet eden, bir daha asla arzulamamaya yemin ettiren biri vardı, isteneni yaptı, o günden sonra da kendisinden bahsettiğini duyan olmadı. 

Sonu gelmez gezintileri başlıyor işte yine;

[...] Sonra bomboş, uçsuz bucaksız bir alanın ortasında tek başına yükselen bir evin yakınından geçtim, önünde ya da yan tarafında tuhaf, eski ve yeni, güzel bir bahçecik vardı. Bahçe ilginç, fantastik bir çitle çevrilmişti. Derken her şey bir anda, düş, aşk, fantezi oldu benim için. O an baktığım ne varsa büyük, yüksek bir biçim alıyordu. Mekan masallar yaratıyor, çığrından çıkıyordu sanki.
Kendi güzelliğine dair hayallere dalmış gibi. Manzarayla ilgili derin, müzikal bir düşünceye gömülmüştü sanki. Çevremi saran güzelliğin büyüsüne kapılmış halde durup dikkatle her yöne baktım. Akşam olmuştu, yeşillikler alacakaranlığın görkemli dilini konuşuyordu. Doğanın renkleri birer dildir. Yakınında durduğum evin tepesinde, çatı gözlerimin önünde saçlı bir baş gibi sarkıyordu pencerelerin üstünde. Pencereler gözleri değil midir evlerin?
|...| ‘İnsanlarla evler nasıl da benzeşiyor.' diye mırıldandım kendi kendime.

(...) Şu son günlerde, kabul etmeliyim ki. bir tek kendimle ilgilenme halimden tiksinti duydum. Okurun gözünde kibirli görünme tehlikesiyle karşı karşıya, dolanıp durdum sokaklarda, ki öyle değil miyiz, toplum içine çıktığımız ya da kültür için çalıştığımız anda kibirli olmuyor muyuz, zaten kültür dediğimiz de kibrin kendisinden başka nedir ki? [...]

Walser‘i okumaktan, tekrar tekrar okumaktan asla sıkılmıyor insan. İşte
arture'lerin üretimini açıkladığını düşündüğüm birkaç metin daha. Hiçbir
şeyi saklamayacağıma söz vermiştim!

Maceraperest ruhunun dürtüsüne kapılıp bir gezinti tutturdu, tarlalara, korulara, çayırlara, köylere, kentlere doğru, nehirlerin, göllerin üstünden geçti, hep o güzelim göğün altından gitti. Ama tarlalarda, çayırlarda, yollarda, korularda, köyler, kentler ve nehirlerde, sürekli şunları söylüyordu: Beyler, kafamın içine hapsettim sizi, orada tutuyorum. [...] Şu sözleri tekrar ederken, hep gülerek, döndü eve; Hepsini, hepsini, tıktım kafamın içine. Dolayısıyla, onları bugün hâlâ kafasında tuttuğunu ve oradan çıkamayacaklarını varsayabiliriz. Hayalgücüyle dolup taşan bir hikâye değil mi bu? (...) Bir zamanlar, bir şair vardı, odasına o kadar aşıktı ki bütün gününü koltuğunda oturup çevresini saran duvarlara hayranlıkla bakarak geçirirdi. Duvarlardaki tabloları kaldırdı, o pis, o çirkin duvar parçasını seyredalmışken onu rahatsız edip dikkatini dağıtacak tek bir nesne kalmasın diye. Mekanı öylece incelerken belli bir niyeti olduğu söylenemez, dahası, en ufak bir düşüncesi olmadığını, amaçsız bir hülyanın esiri olduğunu ve orada ne neşeli ne kederli, ne keyifli, ne melankolik olduğunu, bir deli kadar soğuk ve donuk olduğunu itiraf etmeli. Üç ayı bu halde geçirdi ve dördüncü ayın başladığı gün, yerinden kalkamadı bir daha. Koltuğa yapışıp kalmıştı, işte size acayip bir hikaye, ve bunu hemen daha da acayip bir hikayenin izleyeceğini iddia eden anlatıcının vaadi de bir o kadar inanılmaz. ...

Hayatla sanat yan yana oynar, başıboş dalgalar gibi. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder