Gymnasium'da Çıplaklık


 Thukydides iö 5. yüzyılda Lakedaimonyalılar hakkında şunları söylüyor:

"Beden hareketlerinde ilk soyunanlar, herkesin önünde giysilerini çıkartanlar ve yağ sürünenler de onlardı. Başlangıçta Olimpiyat Oyunları’nda yarışmacıların edep yerlerinde örtüleri vardı, buna ancak birkaç yıl önce son verildi."

Thukydides herhalde burada iö 448’de sona eren Pers Savaşları dönemini kastediyor, o dönemde kendisi henüz küçük bir çocuktu ve Platon daha doğmamıştı.


Platon da bir süre sonra, kızların sporunu itici bulanların “şimdi barbarların çoğuna utanmazca ve komik görünen şeyin, yani erkeklerin kendilerini çıplak göstermesinin, Yunanlılar’ın da öyle görünmesinin üstünden henüz çok zaman geçmediğini anımsamaları gerektiği görüşünü bildiriyor ve ekliyor: “Ve ilkin Giritliler, sonra Lakedaimonyalılar (Spartalılar) spor sahalarına çıktıklarında o dönemin tüm alaycıları, tüm bunlarla dalga geçerdi.”

İlyada ve Odyssea'da yarışmacıların giyinik olduklarını onaylayan bir tek Homeros değildir. Geç 5. yüzyıl siyah vazo resimlerinde de atletler, Pertioma, takarlardı, bu  bağ İkinci Dünya Savaşı'na kadar Japon sporcuları tarafından takılmıştır ve bugün bile  "çıplak şenlikler" şenliklere katılan erkekler tarafından takılmaktadır.

 Yunan erkeklerinin atletik çıplaklığının arkaik bir töre değil, bir uygarlık ürünü olduğu gerçeği bir yana, Klasik Yunanlılar'ın erkek çıplaklığı gerçekten de ayıp yüklü müydü?, çıplak Yunanlı atletlerin kendi aralarında kaldıklarını, başka bir deyişle kadın cinsinden olanların antrenman ve yarışma yerlerine girmesinin kesinlikle yasak olduğunu saptamak, pek de önemsiz sayılmaz. Olimpiyat Oyunları’nda hazır bulunabilen biricik kadın Demeter Khamphyne'nin rahibesiydi. Bir mermer sunağın üzerinde yarışmaları izlemesine izin verilirdi. Bunun nedeni de elbette bir zamanlar şerefine doğurganlığı teşvik edici düğün koşusu olarak stadyum koşusunun düzenlendiği tanrıçayı temsil etmesiydi.

Ancak sıradan kadınların oyunları izlemesi yasaktı ve Pausanias'a inanılacak olursa, gizlice araya karışan ya da sadece yarışma yerinin yakınına gelen bir kadını Eleer’ler Tympaion’un yüksek ve dik bir kayasından aşağıya atmışlardı.

Ancak, Helen delikanlılarının bu sınırlı kamusal çıplaklığı, Elias'ın öne sürdüğü gibi, sorunsuz değildi.

Bir yandan penis başının çıplaklaştırılması, yani sünnet derisinin geri çekilmesi, anlaşıldığına göre son derece ayıptı ve bu yüzden sanatta bile penis başının hemen hemen hiç görülmemesi şaşırtıcı değildir: hatta erekte olmuş penis başı bile tamamen sünnet derisiyle örtülü kalır. Ama Gymnasium’da genital organları gelişmiş sünnet derileri doğal bir biçimde geri çekilmiş bulunan gençler, biraz daha büyük penis başlarını başkalarının bakışlarından korumak için iki teknik uygulamış gibi görünüyorlar. Ya sünnet derisini penis başının üstüne çekip önden bağlıyorlar ve böylece penis bir sosis ucu gibi görünüyor; ya da -sözlükbilimci Phrynikes’in betimlediği gibi-penis arkaya doğru kıvrılıp, yukarıya doğru bağlanıyor.

İlk yöntemin avantajı, pedofil ideale uygun olarak, genç erkeğin penisini daha çocuksu göstermesiydi, bu yüzden vazo resimlerinde de sünnet derisi genellikle çok uzundur, kimi zaman penisin yarı boyu kadardır. Öte yandan, terbiyeli bir çıplak atlet asla bacaklarını açarak oturmaz ya da edepsiz bir biçimde çömelmezdi. Böyle davranan biri, böylelikle Platon'un betimlediği gibi— kendisine bakan erkekleri cinsel tahrik etmek isteyen ahlakı bozulmuş biriydi. Satyrler de hep bacaklarını açmış bir halde resmedilir; uygarlaşmamış varlıklar olarak, dizginsiz cinsel azgınlığın ve terbiyesizliğin cisimlenişi olarak genellikle -Yunan sanatında ender rastlanan bir biçimde- cepheden görülürlerdi.

Aristophanes’in eski göreneğin avukatını konuştururken, bazı Atina yurttaşlarının hislerine tercüman olduğu kabul edilebilir:

 "Ve güreş meydanında, kumun üzerine dinlenmek için oturduklarında, edeplice / bacaklarını öne eğmeleri gerekirdi ki, ayıp yerleri dışarıda çevredekilere görünmesin / Ve ayağa kalktıklarında, kumdaki izleri özenle ortadan kaldırırlardı / çiçek açan biçimleri, kalıp halinde, kirli hevesleri uyandırmasın;” 

Oysa bugünlerde genç adamlar kendilerini şehvetli erkeklere sergiliyorlardı.

Ganymede, photography by Pierre et Gilles




model: Frédéric Lenfant

*

*

Cyril Collard (1957 - 1993)


Janelas Verdes Sokağı’nı tırmanıyorum. Eski Sanatlar Müzesi’ne giriyorum. Karanlık ve serin. Koridorları dolaşıyorum. Büyük bir merdivenden çıkıyorum. Nuno Gonçalves’e atfedilen birkaç parçadan oluşmuş bir resmin önünde duruyorum; Kilise görevlileri, askerler ve burjuvalar Aziz Vincent de Fora’nın önünde diz çökmüşler.


Gideceğim ama tablonun yanında, bir çukurda, Aziz Vincent’i gösteren başka bir resim görüyorum. Aziz Vincent siyah bir sütuna dayanmış, sol bacağı öbürünün önünde, elleri arkasında, saçları koyu kestane, kulaklarında ve ensesinde uzuyor; hepsinin üstünde altın çizgili bir hale var.

Saint Vincent, belinden sarkıp cinsel organını saran bir kumaş dışında çıplak. Vücudu kuru, kaslı, adanmış, içeri doğru hafif kıvrılmış. İki gözü sanki aynı yöne bakmıyor. Ağzı açık, alt dudağı dolgun ve çekici.

Bir başkentin kaldırımındaki jigolo gibi şiddet ve şefkati, günahı ve anlığı birleştiriyor.

Dışarıda her şey değişti. Yağmur durdu. 9 Nisan Parkı’nda eski bir tahta sıraya oturuyorum. Güneş yüzümün sağ kısmına vuruyor. Rıhtım orada; aşağıda, Estoril’e doğru kıyı boyunca giden tren ve tramvay yolundan sonra; ardından Tago nehri, açık yeşil dalgacıklarla bezeli; karşı kıyıda yükselen dev İsa heykelini tamamıyla kaplayan vinçler; bacalar, gemi gövdeleri.




İki adam Panama bandıralı küçük gri bir gemiden iniyorlar: geminin adı Sambrine; bir tanesinin omuzundan sarkan palamar çıplak göğsüne vuruyor yürüdükçe.

Gözlerimin önünde yeşile boyanmış bir demir parmaklık var. Hava hiç olmadığı kadar güzel. Yaşıyorum; dünya' yalnızca oraya, benim dışıma konmuş bir şey değil: ona katılıyorum.




Bana sunulmuş. Büyük bir ihtimalle AIDS’den öleceğim, ama bu artık benim hayatım değil: ben hayatın içindeyim.

Bir araba tutuyorum ve güneye doğru gidiyorum. Geceyi Sagres yakınında Fortaleza do Beliche’de geçiriyorum. Otel, Saint-Vincent burnunun iki kilometre ötesinde, denize tepeden bakan eski bir kalenin içinde.


Ertesi sabah, öğle üzeri biterken, uluyarak konuşan Hollandalı turistlerden oluşmuş bir duvarı aşıyorum ve Avrupa'nın en uç kısmına doğru gidiyorum: Saint-Vincent burnundaki fenere. Bazı azizlerin vücutlarından Öldükten sonra çok tatlı bir kokunun yayıldığı söylenir, kutsanmışlığın kokusu. Kale siperiyle fenerin binasının birbirine ulaştığı yere doğru iniyorum: ulaşabileceğimiz en batı noktası. Ama o noktaya doğru ilerlerken, giderek keskinleşen bir koku havayı dolduruyor. Güçlü rüzgârın kovmadığı bir sidik kokusu. Yırtıcı gecelerin kokusu.


*


şiir



 Gerçek benim uyuşturucumdu; onu dönüştürmek, 
damarlarıma verebilmek için mutlaka şiir gerekiyordu. 


Ölüm

Sıçrayarak uyandım, Ölüm oradaydı; yatağımın ucunda, karanlığın içinde ayışığının belirginleştirdiği iskemlenin üstünde, üstüste atılmış giysilerden oluşma korkunç bir biçime bürünmüştü. İki yıldır, gün gün, dakika dakika oradaydı; beni dünyadan ayırıyordu. Beynim lapalaşmıştı. Kararmış, kanlı bir sığır ciğeri gibi yumuşak, biçimsiz bir kütleye dönüşmüş, kafatasımın içine sıkıştırılmıştı.


AIDS’le ilgili ilk yazıları okuduğum andan beri oradaydı. Hastalığın milyonlarca diğer lanetli gibi beni de götürecek olan gezegen çapında bir felaket olduğunu hemen kavramıştım. Hemen cinsel tavrımı değiştirdim. Eskiden sokakta hoşuma giden oğlanlar arardım; kolay kolay beğenmezdim. Kendimi arkadan düzdürürdüm. O anda, bir daha içime sokturmamaya, yatakta aşk yapmamaya karar verdim. Benzerlerimi aramak için şehre gidiyordum: bir bedenin içinde tatmin olmak istemeyenlerin, spermi kendiliğinden fışkırıp yeraltındaki toza karışanların yanına.

Mastürbasyon kısa sürede bana yetmez oldu. Yeniyetmeliğimin saplantıları geri döndü: organların biçimine bürünen dar pantolonların önleri, donları ıslatan sidik...


yırtıcı geceler

...içtik ve dansettik. Tekila aynı anda hem şeffaf hem de madeni bir içki. Kanımızdan süzülmüş, terimize karışmış bu maden tişörtlerimizi ıslatıyordu. Spotların ışığıyla havada asılı gibi duran bu maden parçaları yüzünden olsa gerek, dil geçidinden çıkmış, bir altın ve amber halesine bürünmüş tek başına ilerleyen bir kelime bana doğru geliyormuş gibi hissettim, “yırtıcı” kelimesi.

Samy bir yırtıcıydı. Ve kelimenin çevresindeki ışıklı hale kutsallığı çağrıştırıyordu.



Ayakları üzerinde dikilen büyük yırtıcıları düşünüyordum, benim yırtıcılarım küçük, sağlam, bir bacağı kıvrılmış ayağı betona dayanmış, baş dönük, hafifçe eğik, sabit, bakışı yukarı doğru kalkmıştı. Kızlar daha az sayıdaydı ve hareket halindeydiler. Benden uzaklaşırlar, yürüyüşlerinin ortasında dönüyorlar, başlarını çeviriyorlar, bakışlarını hâlâ hareket eden saç perçemlerinin arasından yakalayabiliyorum.

Yırtıcıların şiddeti yoğunlaşmış, kenetlenmiş, karışmış, kendi içine dönüktür. Bu, şiddet yeleleridir. Nereye yanağını dayayabilirsen, gücünü de orada hissedersin.

Alkolün buğusu ve dansın ritmi arasında şiirsel bir etkiyle “yırtıcı” sözcüğünü felaket gecelerimle birleştiriyordum.

Cehenneme yaptığım ziyaretler gölge oyunlarından başka bir şey değildi; kıçlar, memeler, cinsel organlar, yoklanan karınlar kimseye ait değildi. Özellikle sözcükler yasaklanmıştı, tek istisna bir arzunun derhal tatminini buyuran emir sözcükleriydi. Diğerleri kulağıma sahte geliyordu, yüzeydeki konuşmaların kötü kopyaları gibi.

Gölgelerin arasındaki gölgeler olarak kendimizi yeniden orada bulabilmemiz için, dokunma duyumuzun ötesinde, cehennem mekânının karanlığında gövdelerin nerede bulunduğunu da seçmek gerekiyordu. Yani vücutlarımızın gölgelerinin gecenin kendisinden de karanlık olması gerekiyordu. Bu gerçekleştiği anda, herkes arzuladığı vücutta, yoğun karanlığın gölgesini, kendi vücudunun yansımasını görüyordu. Ama bir gölge yansıyabiliyorsa, demek ki orada, yüzeyde, yukarıda, bir ışık kaynağı vardı. Benim için güneşle aynı anlama gelen bu ışık bize yırtıcılar tarafından veriliyordu.

Samy ve onun ırkı ışık saçıyordu. Işık yiyici olarak onlara tapıyordum.

Yırtıcı yıldızlar söndükleri, yani yoruldukları ya da çekip gittikleri zaman, sapıklık geceleri dönemsel olarak geri geliyordu. Ama onlar, Samy ve yırtıcılar, onların da bir güneşi var mıydı; yoksa sıcaklığı kendi yaydıkları, benim de onlara geri yansıttığım ışıkta mı buluyorlardı? Hedefledikleri bir kaçış noktası, beni de peşlerinden sürükledikleri bir yer var mıydı?

Jean




Gottfried Benn

Sarhoştum. Gottfried Benn’in hayaletinin bana doğru geldiğini görür gibi oldum. Omuzuma yapıştı, fısıldadı:

“Şiir hiçbir anlamdan gelmez, hiçbir değere gönderme yapmaz. Ondan önce ve sonra hiçbir şey yoktur. O, varolandır."

Elinden kurtulmak istedim, şaire benzer hiçbir yönü olmadığını haykırdım, ama hayalet yakama yapışmıştı:

“Teorik olarak belirttiğim ve pratik olarak yaşadığım anlamda çifte hayat, kişiliğin kolayca kapıldığı sistematik/bilinçli bir dağılmadır.”

Şölenden ayrıldığımızda, savunmasızdık. Samy bir çukura kustu. Ben arabalara çarpıyordum. Serge, kolundan yakaladığı genç bir Kuzey Afrikalıyı bir dostunun ödünç verdiği tatil evine götürmek üzere ayrıldı.

Benn'in hayaleti sokakta önüme çıktı ve kulağıma tiz bir sesle haykırdı:

“Yaşamak bir hayat deneyimi geçirmek ve ondan suni bir şeyler çıkarmaktır.”

Hayattan bir ölüm emri çıkarıyordum. Hayalet bana yapışıyordu. Ondan kurtulmak için havaya vuruyordum. Bir yüz görüş alanıma girdi ve omuzuma yanaştı: Samy’di bu. Vardı. Beni kollarının arasına aldı, sıktı.

Onbeşinci mahallenin kenarında bir kulenin onyedinci katında bir stüdyoda oturuyordum. Asansöre kadar Samy’yle yürüdüm. Birbirimize yaslanıyorduk. Kapıyı açtım ve dosdoğru yatağa yığıldım.

Samy soyundu, muhteşem vücudunun kaslarına baktım

Ona baktığımı fark etti: oğlanları sever misin?
tek bir yatak var ama yatabilirsin, tecavüz edecek değilim! 

 - Onüç yaşımda Amsterdam’da bir tramvay sürücüsü düzmüştü beni... ibne değilim, ama çok da korkmuyorum.”



 Uzanmış, çıplak, birbirimize doğru kayıyorduk. Samy vücuduyla gururlanıyordu; önce okşamama ses çıkarmadı. Sarsıldı; ben de onu izledim. Sonra sarıldık ve eli harekete geçerek tenimin, organımın, kıçımın üzerinde yol aldı. Gözlerim kapanıyordu, ama dudaklarını göğsüne, karnına, cinsel organına doğru indirdim. Haykırarak ağzıma boşaldı.

Uyandığımda başım ağrıyordu. Yataktan çıkıp valizimi hazırlamaya koyuldum. Samy hâlâ uyuyordu. Karnının üzerine yatmıştı ve çarşaflarda kalçalarının, kıçının izleri vardı.

Bu herifin yatağımda ne işi olduğunu düşündüm. Vücudu, teni, hareketleri, ağzı kadınları tercih eden bir oğlana aitti. Kadınlığımı arttırarak onu etkileyecek de değildim.

Samy için duyduğum aşk ortaya çıkarsa, kendi kendini de mahkûm etmiş olacaktı, bunu biliyordum. Ama bu olanaksızlık beni büyütüyordu; bu kez aşkı yenilgiye uğratacak olan şeyin alışılmış nedenlerle, yani eşcinselliği çok göz önünde olan oğlanlarda görülen cimrilik, aptallık, giyinme biçimi, vücudun herhangi bir ayrıntısı, bir kelime, bir hareketle hiçbir ilgisi yoktu.

Samy'i sevmeyi istemek gezegenlerarası bir savaşa katılma, tarihe girme biçimiydi. Bu savaşın da, henüz bulunmamış, ama o kadar çok arzu edilen büyük davalar uğruna başka savaşlara sürükleyeceğini düşünüyordum.

GENET



Televizyonu açtım. Haberler: Bir cezaevi gardiyanına yedi kez yıldırım çarpmış; saçları alev almış; kirpiklerini, ayakparmağını kaybetmiş; dumanlaşıp yokolmuşlar. işte: Benim hastalığım gardiyansız bir cezaevi. , Genet’yi düşünüyordum, kendi kendime dedim ki:

 “Hastalık benim kürek cezam, Guyana’m, Cayenne’m. Kan ve sperm virüse doğru bir hava köprüsü kurduğunda, gazetelerin birinci sayfasında topluma meydan okuyan, bazen de onunla çakışan paralel bir dünya. Aşk kesinlikle hücrelerin duvarlarını aşıyor ve gezinirken, en küçük bir bakış, en ufak bir sürtünme, dışardaki gibi en ateşli ilan-ı aşka, arkasından da güzel ve açık bir orgazma dönüşüyor. Eskiden, lanetli tropik ülkelerde, en acımasız katil bile seçtiği çocuğun kendisine sevgi göstermesini, vücudunun titremelerini sergilemesini beklerdi. Hiçbir hareket yapmadan o çocuğu hıçkıra hıçkıra ağlayacak kadar isteyebilir, ya da tam tersine ilk anda her şeyi zorla alabilirdi: kıçının çukurunu, taze dudaklarını ve kahreden yaşını.”

yırtıcı geceler

Bazen çıkmama gerek kalmıyor, yırtıcı geceler bana doğru geliyor. Viski, sigara ve kokainle yalnızım; bedenimle, onun giysileriyle, ürettiği sıvılar ve dışkılarla. 

Kentin yeraltı sokaklarında adamların bana iplerle, deriyle ve çelikle yaptıklarını ben kendi kendime yapıyorum.

En dibe gitmeye, şafağı görmeye, bulanık saati, ölüm saatini görmeye karar veriyorum. Pencereden karşı duvarı, kirli ve karanlık, çatlak, kimi yerlerinden patlamış, arada bir iki koyu kırmızı kiremit gözüken sıvayı çekiyorum. Çok az ressam şafağı resmetmiştir. Gericault’yu ve özellikle Caravaggio’yu düşünüyorum.


Ve gün giriyor, gri ve sert, çok hızlı, gürültücü; çöp kamyonları, Prisunic’e yapılan teslimatlar. Kimse beni bu kadar koşumlanmış, yaralanmış, kirlenmiş görmüyor. Öyle üzüldüğüm fazla bir şey yok; yalnızca kokainin yarattığı halin sonsuza dek sürmemesine ve sürse bile sürekli, utanılmayacak, toplam bir etkiye ulaşamadığına üzülüyorum.

Kısa boylu, tıknaz, deriler giyinmiş kırk yaşlarında bir adam  beni Ledru-Rollin Caddesi’ndeki kafenin önünde bekliyor. Onun evine çıkıyoruz, bana bir viski veriyor, sevimli geliyor bana. Odasına gidiyoruz; ağaçtan yapılma büyük bir sandıktan deri ve lateks bir yığın eşya çıkarıp yatağa seriyor. “Birkaç yıl yetecek şey var burada” diyorum.

Ledru-Rollin bana oyuncaklardan birkaçını denetiyor, sonra: “Seni asayım ister misin?” dye soruyor. Deriden bir eyer çıkarıyor, bacaklarımı ve kollarımı içinden geçiriyorum. Beni bir tabureye çıkarıyor, eyerin uçlarını koridorun tavanına asılmış iki pitona bağlıyor. “Umarım beni çeker!” diyorum, tabureyi kaldırıyor.

Asılıyım, yavaş yavaş gevşediğimi hissediyorum. Ledru-Rollin kasıklarımdaki tüyleri traş etmek istiyor. Ayaklarımdan başlayan sıcaklık dalgaları beynime kadar çıkıyor. Kusmak istiyorum, gözlerimin önünde beyaz yıldızlar çakıyor, bayılmadan beni yere indirmesini söylüyorum. Bir süre kımıldayamadan yatağın üzerine uzanıyorum. İlk seferinde hep böyle olduğunu, çünkü eyerin kan akışını kestiğini söylüyor.

"Korkma, ben doktorum” diyor.

GENET


Casa’ya gittim, uçağa bindim, Orly’nin gri rengine indim. Bir gazete aldım:

Jean Genet bir gün önce ölmüştü.

Onun kafamda dönüp duran şu cümlesini hatırladım: “Panterler şiirin yüzü suyuna yendiler.” Black Panters’ı, “bıçağın keskin tarafını” sevmişti. Amerika Birleşik Devletleri’nin geri kalan kısmı tereyağ idi.

Genet’nin 19 Aralık 1910’da doğduğunu okudum. Ben 19 Aralık 1957’de doğdum. Bu rastlantıdan yola çıkıp bende herhangi bir yetenek olduğu sonucuna varmıyordum. Ama buna karşılık kendi kendime, benim de bir gün onun gibi harekete geçmem gerektiğini düşündüm.

Bir patlayıcıyı ateşlemek, bir el bombasının pimini çekmek, bir otomatik tüfeğin tetiğine basmak. Genet’nin dudaklarından, buldog güzelliğindeki o dümdüz yüzünden fışkıran şu cümle beni sarhoş ediyordu:

“İnsanların acımasızlığını yalnızca şiddet yok edebilir.”

kan incileri


İtalya Meydanı, Vincent-Auriol Bulvarı, açık metro; nehre
dönüş, beton, yaz sonunda sidik kokusu.

Eller pantolonumun önünü açıyor, tişörtümü kaldırıyor, göğüslerimin ucunu çimdikliyor ve buruyor. Vücudumu kurban seçmiş bu ellerin uzantısında bir adamın vücudu var. Bu acı bana ait; gerekli bir ıstırap bu.



seropozitif




Samy arada sırada bende uyumaya geliyordu. Karşılıklı tatmin oluyorduk, ben onu emiyordum, bazen de o beni emiyordu. Ağzıma boşalıyordu ben de gidip spermlerini lavaboya tükürüyordum.


Banyonun ışığını açıp aynada yüzüme baktığımda Parisli, çökmüş bir kokain tutkununun uyuşturucusuna sarıldığı gibi sekse yapışmış, gri bir yüz görmüyordum: Duvarların portakal rengi boyası ona altınımsı bir ton veriyordu. Ama sol kolumdaki mor çürük şişiyordu. Ona inanmayı reddediyordum.

Birbirimizin içine girmiyorduk. Ama bu ona seropozitif olduğumu söylediğim ve dikkat etmemiz gerektiği için değil, istemediğimiz içindi; o hiç aldırış etmiyordu.

Brion Gysin


 Brion Gysin öldü. Cenaze törenine gitmedim; başkalarının ölümü bana kendi ölümümün yakınlığını hatırlattığı için değil, aramızda biri olduğu için: Yvan; bana onu tanıştırmış ve fazla yaklaşmamı istememişti. Avlanmaya izin yoktu. Birkaç saatte bir efsane ile fazla samimi olunmaz.

Brion, Tanca’ydı, Kerouac’dı, Burroughs’du, hayal makinesi, kaligrafik resim, “Çölde Çay”dı. Beni dönüştüren, onun da hala varolmayı başardığı ölmüş bir dünya. Yvan efsanenin hizmetindeydi, ama benden daha mı samimiydi? Efsanenin kendine hizmet etmesini de beklememiş miydi? Ben, her zaman yaptığım gibi, kendimi vermiyordum; Brion’un sözcükleri bana ayrıcalıklı anlar yaşatmıştı.

Four Roses içen ve gün boyunca sigaraların birini söndürmeden öbürünü yakan yaşlı centilmeni gerçekten seviyordum. Kalınbağırsak kanseri, yapay anüs ve bembeyaz gömleğinin altındaki bok torbası. Brion yetmiş yaşındayken Bastille tiyatrosunda sahneye çıkarak rock çalmıştı. Onu filme çekmiştim.

Sonra bok torbasını başka bir sistemle değiştirmişlerdi; üç günde bir lavman yaptırması gerekiyordu. Bu hayatını değiştirmişti. Ama artık kimseyi beceremiyor, kimse tarafından da becerilemiyordu. Ameliyatı: iki doktor, biri önde, biri arkada karnında el sıkıştılar; pahalıya patlayan bir el sıkışma.

Aşağı yukarı dört yıl önce Beaubourg’daki bir fast foodcudaydık. Hastanelerden ve ameliyatlardan sözediyorduk. Brion o güzel İngiliz aksanıyla diyordu ki: “Bir doktor arkadaşım var, iyileşmeyecek bir kansere yakalanmış hastalarına litrelerce ve litrelerce yeni kan almalarını öğütlüyor, böylece sekiz ya da on ay daha tutunabiliyormuşsun... Hastalar onu dinlemiyor, dünyayı dolaşıyorlar, Amerika’ya, Güney Afrika’ya, Avustralya’ya, Paris’e, Londra’ya, Zürih’e, Tokyo’ya gidiyorlar, aklınıza gelebilecek her türlü kanser şarlatanına görünüyorlar, onlar da tabii hiçbir şey yapamıyor, sonra da feci acılar çekerek üç ay içinde ölüp gidiyorlar.”

Hamburgerler, kızarmış patatesler, Cola, zayıf noktamı kollayarak, ona takılıp takılmayacağımı anlamaya çalışarak yüzüme diktiği açık ifadeli bakışı... Devam ediyor: “Biliyor musun, İngiliz hastanelerinde Brompton Cocktail denen bir şey var, eroini, kokaini ve morfini karıştırıp biraz da cin koyuyorlar, böylece usulca, kadife üzerinde kayar gibi gidiyorsun. Geceleyin başucuna koyuyorlar, hasta isterse alıyor, istemezse almıyor... Almayanın da vücuduna bağlı aletleri durduruyorlar!.. Noel’de hastane sessizce ölen yaşlı kadınlarla ve can çekişen erkeklerin hırıltılarıyla doluyor. Paskalya’da bir sabah insan uyandığında, kendisinin bayramdan önceki temizlikten sağ çıkmış tek kişi olduğunu anlayabiliyor... Mike tam o sırada odama girdi ve bana ‘Oyunun adı: hayatta kalmaca’ dedi. Üç ay sonra Mike mide kanserinden öldü...”

Brion’nın cenazesine gitmediğim için kendi kendime kızıyorum. Korkak, etki altında kalan bir insanım, suça bulaşıyorum. Parizyenliğin tüm o sözde-sanatçılarıyla temasa geçince öfkemi kaybediyorum. 

"Vücut ve ruh"


Kelimeler çok yanlış; ruh ve vücut tek şeydir.  Aşkımızın artık bittiği El Esnam’da bile Kadir içime girdiğinde, önce vücudumu, ama sonra onun içinde, yine de onun ötesine geçerek ruhumu deliyordu.



...yaklaşıyor, kıçıma yapışıyor, kalktığım hissediyorum. Beni odama doğru itiyor: “Seninle yatmak istiyorum, çıkar donunu..."

Çıplağım, düğmelerini açıyorum, slipini indiriyorum. Yatağın üzerinde diz çöküyorum, sırtım düz, kollarım gergin, avuçlarım şiltenin üzerinde; dişi köpek pozisyonu. Samy arkamda, eline tükürüyor, organını salyasıyla ıslatıyor; ben de elime tükürüyorum, kıçımın deliğini ıslatıyorum. İki yıldır kimse beni becermemişti. Son defa, yıkılmış kentin harabeleri arasında El Esnam’da Kadir yapmıştı. 




Diyorum ki: “Bir prezervatif tak.

-Yok ki.

- Banyodan bir tane al.

- Hayır.

- Ne yaptığının farkında mısın?




- İstemediğimi söyledim sana.” Kapalı gözlerimde beyaz bir patlama oluyor. Bu çocuk çıldırmış; ya beni seviyor; ya da yalnızca tehlike, boşluğun bir çağrısı, alışkanlığa meydan okuma.

Paris