çöl çiçeği; sen bu ürkütücü dağın,
soykıran Vezüv’ün çorak
yamacındasın; salarsın yalnızlığı seven
salkımlarını etrafa; ne bir ağacın ne bir
çiçeğin şenlendirebileceği bu yerde,
sadece sen varsın.
Seni bir başka yerde de gördüm;
süslüyordun zarif saplarınla
bir zamanlar ölümlülerin baş tacı
ettikleri kentin çevresindeki
terk edilmiş toprakları. Suskun ve
Ağırbaşlıydı bu topraklar; sanki tanıklık
ediyor ve anımsatıyorlardı gelip geçene
bir zamanların koca imparatorluğunu
Bir kez daha görüyorum şimdi seni;
İnsanlığın terk ettiği bu topraklarda;
hüzünlü yerlerin dostu,
hüzünlü yerlerin dostu,
mutsuz yazgıların yoldaşı olarak.
İşe yaramaz küllerle kaplı ve gelen
geçenin ayakları altında çatırdayan,
taşlaşmış lavlarla örtülü bu yerler
şimdi yılanların yatağı:
Kıvrılıp yatarlar güneşin altında
ve gene bu yerlerde tavşan, ayağının
alışık olduğu lavların içine gizlediği
yuvasına döner. Oysa bir zamanlar bu
yerlerde ekin tarlaları ve neşe taşan
villalar vardı, başak sarısına boyalı;
yankılanırlardı sürülerin böğürtüleriyle;
parklar vardı ve saraylar; işsiz, güçsüz
beylerin, paşaların gözde dinlenme yeriydi.
Ünlü kentler vardı. Ne ki, kendini beğenmiş
Vezüv alev kusan ağzından çıkardığı
lavlarla gömdü toprağa, halkıyla beraber.
Her taraf şimdi harabe. Ey soylu çiçek,
bulunduğun yerde yeşeriyorsun; sanki
başkalarının başına gelenlere acıyarak,
yayıyorsun hoş bir koku etrafına,
çölün avuntusu olarak.