Her dilden, her ülkeden sayısız şiirin ardından,
Hep henüz söylenmemiş ya da basılmamış
Bir şey kalır geriye eksikliğini duyduğumuz-
Kim bilir hala eksikliğini duyduğumuz
ve ifade edilmemiş en iyi şey belki de.
W.W.
Her dilden, her ülkeden sayısız şiirin ardından,
Hep henüz söylenmemiş ya da basılmamış
Bir şey kalır geriye eksikliğini duyduğumuz-
Kim bilir hala eksikliğini duyduğumuz
ve ifade edilmemiş en iyi şey belki de.
W.W.
Kavafis'in masası ve lambası |
KAVAFİS İÇİN ON İKİ ŞİİR
YANNİS RİTSOS
‘‘Eğer şiir bağışlanma değilse,” diyor kendi kendine —
"o zaman başka hiçbir yerden medet ummamalı.”
OZANIN ODASI
Siyah, oymalı yazı masası, iki gümüş şamdan,
kırmızı piposu. Koltuğuna oturmuş, nerdeyse görünmüyor,
sırtı hep pencereye dönük. Kocaman, kuşkulu
gözlüğünün ardından aydınlık içindeki
konuğunu gözlüyor; sözcüklerin gerisine gizlenmiş,
tarih boyunca, kendi bulduğu maskeler arkasında,
uzak, güvenli, parmağındaki yakut yüzüğün
belirsiz yansımasıyle insanların dikkatini avlıyor,
ve her zaman büyük bir hevesle, toy oğlanların, şaşkınlık içinde,
dilleriyle kuruyan dudaklarını ıslattıkları anda
yüzlerinde beliren anlatımın tadını çıkarıyor.
Başının gerisindeki pencereden vuran ışık
ona bir bağışlama ve kutsallık tacı giydirirken
o, kurnaz, aç, şehvetli, en suçsuz insan,
Evet’le Hayır, istekle pişmanlık arasında,
Tanrı’nın elinde bir kantar gibi kılı kılına dengede.
‘‘Eğer şiir bağışlanma değilse,” diyor kendi kendine —
"o zaman başka hiçbir yerden medet ummamalı.”
LAMBASI
"Aranıza karışıyorum,
Şairiniz olacağım sizin."
"Whitman saw beautiful boys everywhere and preserved their likenesses in his notebooks, like pressed flowers. Shively speculates that some of the entries in Whitman’s notebooks and daybooks were actually coded sex diaries:
Dec 28 [1861] — Saturday night Mike Ellis — wandering at the cor of Lexington av. & 32d st. — took him home to 150 37th street, — 4th story back room — bitter cold night
Pazar öğleden sonraları aylarca uzasaydı, ter dökmekten kurtulmuş, ilk talihsizliğinin ağırlığından sıyrılıp hafiflemiş olan insanlık nereye varırdı? Yaşanmaya değer bir deneyim olurdu bu. Tek eğlencenin suç olacağı; sefahatin yürek temizliği, naranın melodi, sırıtmanın şefkat halinde görüneceği mümkünden de öte. Zamanın sınırsızlığı duygusu her saniyeyi dayanılmaz bir azaba, bir idam sehpasına çevirirdi. Şiirle dolu yüreklere şevksiz bir yamyamlık, bir sırtlan hüznü yerleşirdi; kasap ve cellatlar bitkin düşüp tükenir, kilise ve kerhaneler iç çekişlerle dolardı. Bir Pazar öğleden sonrasına dönüşmüş evren.... sıkıntının tasviri bu —evrenin de sonu... Tarih’in üzerinde sallanan laneti kaldırın: o anda kendini iptal eder, tıpkı mutlak tatilde varoluşun kendi kurgusunu sergilemesi gibi. Gayret, hiçliğin içinde mitosları inşa eder, kurar ve sağlamlaştırır; ilk sarhoşluk, "gcrçeklik"e olan inancı teşvik eder ve devam ettirir; oysa salt varoluşu seyredalış, hareket ve nesnelerden bağımsız seyredalış ancak Olmayan'ı kavrar...
Uğraşsızlar uğraşlılardan daha çok şeyi kavrarlar ve daha derindirler: ufuklarına sınır çeken hiçbir uğraş yoktur; sonsuz bir Pazar günü doğmuş olan onlar, seyrederler—ve kendilerini seyrederken seyrederler. Tembellik, fizyolojik bir kuşkuculuktur, canın kuşkusu. Aylaklıktan çıldırmış bir dünyada bir tek uğraşsızlar katil olmazlardı. Fakat insanlığın bir parçası değildirler ve ter dökmeyi bilmediklerinden ötürü Hayat'ın ve Günah’ın sonuçlarına katlanmadan yaşarlar. Ne iyilik ne de kötülük yaparak —insanlık sarasının seyircileri olan onlar— bilinci boğan çabalara, zamanın haftalarına burun bükerler. Bazı öğleden sonraların sınırsız uzamasından niye ürksünIer ki? Kabalık ölçüsünde basit ve besbelli şeyleri savunmuş olmanın pişmanlığından başka. Bu durumda, gerçekte yoğunlaşmak onları, ötekileri taklit etmeye ve kendilerini, meşgalelerin küçültücü imrenişinde hoşgörmeye sürükleyebilir. Cennetin mucizevi kalıntısı tembelliği bekleyen tehlike budur.
(Aşkın tek işlevi, bizi bir haftalığına —ve sonsuzluğa dek— yaralayan ölçüsüz ve acımasız Pazar öğleden sonralarına dayanmamıza yardım etmesidir.
Atadan kalma kasılmaların sürükleyiciliği olmasa, binlerce göz gerekirdi bize, saklı gözyaşlarımız için, ya da yenecek tırnaklar, kilometrelerce tırnak... Artık akmayan bu zaman başka türlü nasıl öldürülür? Bu bitmez tükenmez Pazarlar'da varolma acısı kendini tümüyle gösterir. Bazen bir şey içinde kendimizi unutmayı başarırız; ama dünya içinde kendimizi nasıl unutabiliriz? Bu olanaksızlık o acının tanımıdır. Bu acının yakaladığı kimse hiçbir zaman iyileşmeyecektir, evren tamamıyla değişse bile. Değişmesi gereken yüreğidir, oysa yürek değişemez; ve onun gözünde varolmanın tek bir anlamı vardır: acısına gömülmek —gündelik bir nirvanaya varma talimi onu gerçeksizliğin algısına yüceltene dek...)
Bak:
Çok şey borçlu olduğum bu bilim insanını aşağıya aldığım bir yazısıyla anmak istedim. Kebikeç dergisinin bir sayısında yer alan Gould'un ölümünden hemen sonra yazılmış bir yazıya da bağlantıdan ulaşmak mümkün: https://kebikecdergi.files.wordpress.com/2012/07/27_lewontin-levins.pdf
Son olarak Gould'un yer aldığı Simpsons'tan şahane bir de bölüm seyrettim, izlemek isteyenler için: 9. sezon 8. bölüm. "Lisa the Skeptic"
Blogdaki diğer Stephen Jay Gould yazıları için:
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2014/06/ilerleme.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2014/03/bahis.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/11/derin-zamanlar.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/11/bu-yasam-gorusunde-ihtisam-vardr.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/11/evrimin-kabulu.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/07/darwinin-defterleri.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/07/darwinci-perspektif.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/02/doga-tarihi-uzerine-dusunceler-stephen.html
Musings on the Teaching and Learning of Science
Most famous quotations are fabricated; after all, who can concoct a high witticism at a moment of maximal stress in battle or just before death. A military commander will surely mutter a mundane "Oh hell, here they come" rather than the inspirational "Don't one of you fire until you see the whites of their eyes." Similarly, we know many great literary lines by a standard misquotation rather than accurate citation. Bogart never said "Play it again, Sam," and Jesus did not proclaim that "he who lives by the sword shall die by the sword." Ironically, for this special issue on learning, the most famous of all quotations bungles the line and substitutes "knowledge" for the original. So let us restore our celebratory word to Alexander Pope's Essay on Criticism:
A little learning is a dangerous thing;
Drink deep, or taste not the Pierian spring;
There shallow draughts intoxicate the brain,
And drinking largely sobers us again.
I have a theory about the persistence of the standard misquote, "a little knowledge is a dangerous thing," a conjecture that I can support through the embarrassment of personal testimony. I think that writers resist a full and accurate citation because they do not know the meaning of the crucial second line. What the dickens is a "Pierian spring," and how can you explain the quotation if you don't know? So you extract the first line alone from false memory, and "learning" disappears.
To begin this little essay about learning in science, I vowed to find out about the Pierian spring so I could dare to quote this couplet that I have never cited for fear that someone would ask. And the answer turned out to be joyfully accessible-a two-minute exercise involving one false lead in the encyclopedia (reading two irrelevant articles about artists named Piero), followed by a good turn to the Oxford English Dictionary. Pieria, this venerable source tells us, is "a district in northern Thessaly, the reputed home of the muses." And Pierian therefore becomes "an epithet of the muses; hence allusively in reference to poetry and learning."
Ölünce senden bir anı kalmayacak kimselere
pay alamadın çünkü güllerinden Pieria'nın,
dolanacaksın oradan oraya Hades'in evinde uçarak
görünmez ölüler içre silik mi silik
Sappho
resim: 1897-Ernst-Stückelberg
Pieria için bak:
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2020/12/drink-deep-or-taste-not-pierian-spring_6.html
Bitkinim.
Keşke sana bahsedebilmek için bir şeyler öğrenebilsem yeniden. Yerleştiğim oda beyazdı ve yalnızlık ile durgunluk da beyazdı.
Bitkinim.
Hep aklımdasın.
Seni çok seviyorum.
Kendimi iyi hissediyorum. Boşum. Hiçbir şey yapmıyorum, fakat tatilde de değilim.
Tatildeyken bir şeyler yaparsın, boş zamanlarını falan planlarsın mesela.
Ben yapmıyorum. Hiçbir şey yapmıyorum.
Adresim:
Postrestant*, Lizbon.
Beyaz Kentteki Axolotl
"Doğruyu Söylemeye Çalışan Bir Yalancı"
ORUÇ ARUOBA
Şuna benzer bir düşünceyle girişsek Beyaz Kentte’deki Axolotl'u anlamaya- Bir geminin makina dairesi gitmez - geminin devindiği, yol aldığı duygusunu vermez. Olsa olsa, bazı düzenli seslerden sonuç olarak çıkarabilir makine dairesindeki kişi, geminin devindiğini. -seslerin tekdüzeliği de, giderek, belki, bu sonuca bile ulaşamaz duruma sokar kişiyi.
Makina dairesinde giden, devinimsizlik, durgunluk duyar daha çok: belki, bir gölün kıpırtısız sularının dibinde, kumlarda yatan bir -Axolotl’a yakıştırılabilecek bir duygu...
Bu koşutluğa hemen bağlayabileceğimiz bir olgu, Beyaz Kentte de yer alan —Axolot'un çektiği— «film içinde film»lerin bir özelliği: devinimin filmleridir: —Yürürken, tramvaydan, feribottan, yarılan sular, uçuşan çamaşırlar— hep devinim...
Şöyle diyelim öyleyse: Fazlaca durgun kalmış, devinime susamış bir Axolotl’du Beyaz Kentte sahile vuran. Gelişigüzel yürüyüşünün ve -rastgele atladığı tramvayın onu götürdüğü rastlantısal yerde durur, yerleşir.
Burada, artık, kendi içindeki devinime yol açılacaktır.
Kız ile kurduğu ilişki —
Yüzeye...
...çıkacağım...
...tekrardan.
Stop.
Rosa...
...gitti.
...bir bilgim yok.
...tek ülke ise...
...denizler.
Stop.
Denizleri seviyorum.
Seni seviyorum. Stop.
Seni şefkatlice kucaklıyorum.
Stop.
Bir kadının vücudu çok geniştir.
Stop.
Demek ikimiz arasında
bir savaş olacak.Stop.
Hatırlamanın...
Kadınlar çok güzeldir.
Trenler dakik değil.
Stop.
Eskiden bildiğimden daha fazlasını
biliyor değilim.
Stop.
"Sevgili Paul,
Bana bir keresinde, kaptanının neden sana şey dediğini sormuştun, su semenderi. Ve onun ne olduğunu. O, bir bitki türü değil, genellikle Meksika dolaylarındaki göllerde yaşayan kuyruklu kurbağa larvasına verilen bir admış. Hatta sözlükte Julio Cortázar'dan da bir alıntı var:
"İlk kez bir su semenderi gördüğümde, büyülendiğim şey onların hareketsizlikleri olmuştu ve gizli niyetlerini hemen sezdiğimi düşünmüştüm: Kayıtsız bir dinginlikle mekanı ve zamanı ortadan kaldırmak. Bir şeyleri gözlüyorlar gibi gelmişti bana; uzak yıkık diyarı, mutlak özgürlüklerine sahip oldukları zamanı, yani dünyanın su semenderlerine ait olduğu zamanı."
(Beyaz Kentte filminden)
AXOLOTL / JULIO CORTAZAR
Bir ara axolotl'lar üstüne uzun uzun düşündüğüm bir dönemden geçtim. Jardin des Plantes'deki akvaryumda onları görmeye giderdim. Saatlerce kalıp seyrederdim onları: Durağanlıklarını, o belli belirsiz kıpırdanmalarını gözlemlerdim. Şimdi ben bir axolotl'um.
Bir rastlantıyla buldum onları. Kış gibi soğuk geçen bir Hamursuz Yortusu'ndan sonra, Paris'in tavus kuyrukları gibi açılıp saçıldığı bir bahar sabahında. Port-Royal Bulvarı'ndan aşağı vurmuştum. Sonra Saint Marcel'le L'Hospital'e saptım; çepeçevre griliklerin arasındaki yeşilliği görünce aslanları ansıdım. Aslanlarla panterlerin dostuydum ya, akvaryumun bulunduğu o karanlık, rutubetli yapıya hiç girmemiştim. Bisikletimi parmaklığa dayadım, lalelere bakmaya gittim. Aslanlar hüzünlü ve çirkindiler, panterimse uyuyordu. Ben de, "Akvaryuma gideyim," dedim. Beylik balıklara yan yan bakıp dururken, birden, hiç beklenmedik biçimde axolotl'larla kaynaşıverdim. Bir saat durup onları seyrettim. Oradan ayrıldığım zaman onlardan başka bir şey düşünemez olmuştum.
Sainte-Genevieve kitaplığında bir sözlüğe başvurarak axolotl'arın Ambystoma ailesinden bir tür kertenkelenin (solungaçlarla bezenmiş) larva aşamasını oluşturduklarını öğrendim. Meksikalı olduklarını zaten onlara, o küçük, pembe, Aztek yüzlerine, bir de havuzlarının üstündeki katmana bakınca anlamıştım. Şimdi de onların Afrika'da, kuraklık döneminde karada yaşayıp yağmur mevsimi gelince yaşamlarını su altında sürdürebilen örneklerine rastlandığını okudum. İspanyolca adlarının Ajolote olduğunu, etlerinin yendiğini, yağlarının bir zamanlar balık yağı olarak kullanıldığını öğrendim. (Artık kullanılmıyormuş, kitabın dediğine bakılırsa.)
Camus’nün kurmaca metinlerinde, ünlü denemelerinin sesi, serinkanlılığı ve sakinliğinde cismani olmayan bir şey vardır. Güzelce yansıtılan varlığıyla, o unutulmaz fotoğraflarına rağmen söz konusu olan bir şeydir bu. İster bir palto, ister bir süveter ve açık bir gömlek, isterse takım elbise giyiyor olsun, dudaklarının arasında hep bir sigara tutuludur. Üstelik birçok açıdan neredeyse ideal bir yüz diyebiliriz onunkine: delikanlı görünümlü, yakışıklı ama fazla yakışıklı olmayan, ince, sert, hem yoğun hem mütevazı ifadeli bir yüz. Tanımak isteyeceğiniz bir adam.
Susan Sontag
Georges Bataille’a ve öfkenin, murdarlığın ve çürümenin, alkolün etkisiyle mazoşist tarafa meyil gösteren tuhaf bir Sade’ı yeniden yaşattığı eserlerindeki Simone, Madam Edwarda, Dirty Rea, Hansi, Loulou gibi deli kadın karakterlerine ve aklını kaçırmış annesine çok hayrandım. Bu deliliği yaşadım. Kurtuldum.
Hakiki erotizm sadedir, utangaçtır, kendisinin ve yumuşaklığının efendisidir. Lisa’yla nasıl seviştiğimi anlatmaya ihtiyaç duymuyorum. Tatmin olduktan sonra yalnız kalırız, ama nasıl söylemeli, dahası. Parıltı devam devam ediyor, ağaçsız bir yer, görünmez dönemeç ortaya çıkıyor, ışık size bakıyor. Lisa bir takımyıldızı, ben de bir başka takımyıldızıyım. Bu bizim aynı gökyüzünde atomlar olmamıza engel değil.
Histeriyi, yüceyi, ölümü, sarhoşluğu ve deliliği olağanüstü bir şekilde birbirine karıştıran marazi türde, Bataille’dan daha iyisini yapmak mümkün değil.
“Bir solucan parçası gibi nefes alıp verirken spazma yakalanmış, çırpınıyordu. Üstüne eğildim ve yutup paramparça ettiği maskenin dantellerini açmak zorunda kaldım. Hareketlerindeki kargaşa onu tüylerine kadar çırılçıplak bırakmıştı: Çıplaklığı duygusuzluktu şimdi, aynı zamanda ölü bir kadın giysisinin aşırı duygularıydı. En tuhafı -en can sıkıcısı- Madam Edwarda’nın içine hapsolduğu sessizlikti: çektiği acıdan ötürü artık iletişim kurmak mümkün değildi ve bu çıkışsızlıkta kendimi kaybediyordum) - boş gökyüzünden ne daha ıssız ne de daha düşman olan bu gönül gecesinde. Bedeninin balıksı çırpınışları, kötü yüzündeki iğrenç öfke, bendeki hayatı yok tediyor ve iğrenmeye yol açacak şekilde parçalıyordu.”
Bataille “iyileştirilemez bir yarayla yaralanmış” kalbinden söz eder. Yayılan teknik normalleşmeden önceki son romantiklerden biridir o. En tuhafı da Bataille’ın, Manet’nin müthiş kayıtsızlığını sevebilmiş olmasıdır. Gelgelelim bu sahne güzel, eğer aynı fikirde değilseniz güzellikten hiç bahsetmeyin. Siyah zeminde güzellik, işte gerçek.
Erotizmi ölüme benzetmek bana hep bir hata, bir sağırlar yanılgısı gibi geldi. Konuşmalar, fısıltılar, paylaşılan melodi, eşlik etme gezintinin anahtarlarını oluşturur. Evet, çocuksu bu gezinti, sınırı olmayan bir karşılıksızlık da. Masmavi gökyüzünde çakan şimşek, savaş yoluyla barışın ta kendisi olduğu için, barıştan doğuyor. Erotizm bir tanrıça ya da tanrı gibi iyilikseverdir. Hiçbir şeye ihtiyacı yok ve hiçbir şey aramıyor. Erotizm akorttur.
Erotizm ile ölüm arasında bağ yok mu? Var, tek bir tane: İki randevu arasında yok olmuş gibi yapmak. Yeniden yaşadığını görmek ne mutluluk! Ani Hint aydınlanması (Samadhi) şöyle iddia ediyor: Bu, tıpkı ‘‘yitirilmiş bir ebeveyne yeniden kavuşmaya” benzer. İşte: Hiçlikten kurtulan iki kişi selâmlaşıyor ve öpüşüyor.
Bataille “İmkânsız,” “tanrı" "ölüm, “egemenlik,” “şans,” “geçici heves” gibi sözcüklere güçlerini yeniden kazandırdı ve bazen ağır pornografik sahnelerle şu tür şeyler yazdı:
“Yiyeceğim, sikeceğim, yazacağım, güleceğim, yalan söyleyeceğim, ölümden korkacağım, tırnağımın tersine dönmesi fikriyle betim benzim atacak.”
Ve şu da:
“Küçük bir domuz gibi neşe içinde, zarif, çıplak ve hüzünlü bir orospu hayal ediyorum.”
Ve de:
“Ahlaki bozukluğa kendi anlaşılmaz meyledişimi unutmak isterdim.”
Ya da şöyle:
“Mezarın kenarındaki dehşet kutsaldır ve çocuğu olduğum bu dehşetin içine gömülüyorum.”
Lisa da benim gibi hakiki müstehcenliğin, kanaatkârlığın ve utanmanın tarafında olduğunu ve güzelliğin dehşete rağmen elde edildiğini düşünüyor. Karanlıkta ne yaptığımızı söylemeyeceğim.
HR Giger: A long time ago I used to have nightmares, they were, I was stuck in a kind of oven with my hands drawn up and I couldn't get any air, and that was probably a dream, which , from my mother... mine was a difficult birth, you see, that's what my mother told me, I didn't want to come out and of course I couldn't get any air and that happened again and again, and then from far away, I would see a light and then it would become dark again, couldn't get any air and so on, and these unpleasant dreams stopped when I began to paint those passages which actually represent that condition. At the time, I didn't notice that at all, but well it's turned out to be true because I haven't had any of those dreams since then.
1944 yılında, savaşın tam ortasında Georges Bataille, hasta ve sıkıntının körüklediği bir yalnızlıkta şöyle yazıyor:
“Nasıl bir toz girdabı fırtınayı haber verirse, işi başından aşkın kalabalıklarda açılmış bir tür boşluk da hayal kırıcı ama sınırları olmayan bir facia anına girildiğini ilan ediyordu.”
Küçük bir Fransız köyünde kaybolmuştur, kurgusal karakteri kalbine bir el kurşun sıkar (isabet ettiremez), bir sürü yanlış anlaşılmadan sonra kız arkadaşı gelir, birlikte bolca içerler, ağır bir deliliği başlatırlar, başarısızlık ve marazilikle paramparça olmuş güçsüz bir ülkenin aynası, ‘Az anlaşılır hale gelmiş çalkantı ve hiç akıl ermez bir gelecek, zihinler inanılmayacak şekilde şaşkınlık ve hatta son aptallık duygusuna adapte oluyordu.”
Her şey felaketli, hayal kırıcı ve aptalca. Fransa, aklını yitirmiş yaşlı bir kadının çığlıklarını duyarken panjurları kapatmanın daha iyi olduğu boğucu bir kasaba evinin odasına benzemiştir. Anlatı asılı kalır, tamamlanmamıştır. Bu karanlık çağa dair, beyinsiz ve karmaşık bir şekilde devam eden yıkıma dair içeriden yazılmış en güzel anlatı.
Sakatlanmış bir şey bozguna uğrar.
“Titreyişi kâğıdın yüzeyinde koşuşturan cümle, rüzgârla dağılan biçimsiz bulutların güzelliğine sahiptir. Bu tümce belirsiz bir düşünceyi haber verir. Ne istediğimi bilebilecek miyim, cümle düşünceden gizleniyor. Uykuyu çağırıyor. Cümle tuhaf olduğu ölçüde, onda gizlenemeyen uyku bir şey yapamaz.”
(1962’de ölen) Bataille’ın son metinlerinden biri şöyle:
“Sonunda uzun uzun ölümden söz ediyorum, ölümden nasıl söz etmek gerektiğinden. Rüya görerek değilse, eğlenceli bir kayıtsızlık gülüşüyle değilse, ölümden nasıl söz edilir? Kim bir bulut gibi dağıtılmayı sever? Kendini bozguna uğratmayı?”
Bataille 1935 yılında Barselona’da (ancak 1957 yılında yayımlanacak) Göğün Mavisi'ni yazar. Bataille 38 yaşında, ondan çok sonra parfümlü, temiz, asil güzel kadınlarıyla son günlerine yetişeceğim Barrio Chino genelevlerindeki sefahat günlüğünü tutuyor. Şöyle şeyler yazıyor:
“Gündüzleri ya güneşin altında kumsaldayım ya denizdeyim ya da kayalıklarda dolaşıyorum, geceleri naif bir şekilde kendimi sefahate sürüklediğim Barselona'nın Barrio Chino’sundayım. Hafif ve tutarsız bir adam olduğum kesinleşmişti. Tavandaki aynada, çıplak bir kızla birlikte ben de çıplak bir halde uzanmış olarak kendimi fark ettiğimde, böylesine densiz postürlerle süslenmiş bir gökyüzüne bakarken gülmekten kendimi alıkoyamadım.”
Buradaki önemli sözcükler “naif bir şekilde.” Barselona'nın Çin mahallesinden aldığım diplomayı özenle saklıyorum. Şu tür bir cümle yazabilmeyi isterdim:
“Bu durumda aynı anda hem yaşamımın tamamını hem onun tüm aşırılığını dayanılmaz bir şekilde kucaklama ihtiyacı duyuyordum.”
İşte bilinçli, zevkten yoksun müstehcenlik.
*Burada Sollers’in kendi kelimeleriyle aktardığı metin, Bataille’ın Göğün Mavisı’nin ilk taslağından çıkardığı ve sonradan bulunan el yazmalarındandır -ed.n.
“Odamda bir gün sandalyenin üstündeki havluya bakakaldım, o an her nesnenin yalnız olduğuna ama onu bir başka nesnenin üstünde ağırlık yapmaktan alıkoyan bir ağırlığa -daha çok ağırlığın olmayışına- da sahip olduğuna dair bir izlenime kapıldım gerçekten. Havlu yalnızdı, öylesine yalnızdı ki havlu yer değiştirmeden, sandalyeyi oradan kaldırabileceğim kanısına kapıldım. Havlunun kendi yeri vardı, kendi ağırlığı ve kendi sessizliği. Dünya hafifti, hafif...”
Giacometti
Jean Genet Paris’te 1943 yılında Tourelles Hapishanesinde Gülün Mucizesi’ni yazdığında otuz üç yaşındadır. Olağanüstü bir başyapıt, yazdıklarının belki de en güzeli. Harcamone, Divers; Vîlleroy, Bulkaen unutulmaz karakterler. Ritüelleri, işaretleri, fiziki tutkuları, argosu, dövmeleri, mistik havasıyla hapishane hayaTI, beklenmedik bir kesinlik ve kuvvette anlatılır. Dışarıda dünya çökmektedir ancak hapishane yeni bir katedraldir. En yüce kutsama, suçluyu azize dönüştüren giyotindir. Lanetliler melektir ve seçilenlerden oluşan tüm bir hiyerarşi, kanunlarıyla birlikte idam sehpasının sunağına çıkar.
Çok genç yaşta (ünlü Mettray) ıslah evine konulan Genet, Vîllon gibi çok duyarlı ve her detaya dikkat kesilen bir bedene sahiptir. Bir mastürbasyon, oğlancılık, hırsızlık, yalancılık, sessizlik ustası:
“Hücrede aşırı bir yavaşlıkla hareket edilebilir. Her hareketten sonra durulabilir. İnsan zamanın ve düşüncesinin efendisidir. Yavaşlığından dolayı güçlüdür. Her hareket belirgin bir eğriye göre kıvrılır, kararsız kalınır, seçim yapılır. Hücrede yaşamın sahip olduğu lüks, işte budur. Ancak bu yavaşlık hızla gelişen bir yavaşlıktır. Acele eden bir yavaşlıktır. Bir hareketin eğrisine sonsuzluk akın eder. Hücrenize sahip olursunuz, çünkü uyanık bir bilinçle her yerini kaplarsınız. Hiçbir önemi olmasa bile, her hareketi ağır ağır yapmak ne lükstür.”
Ve işte bizatihi güzellik:
"Hapishanenin çatı penceresinden gelen ışıkla aydınlanan yüzünü gördüm. İçimi bir tür huzur kapladı, yani içime sokulan güzelliğinden dolayı kendimi güçlü hissettim. Hiç kuşkusuz hayranlıktan kendimden geçmiş durumdaydım. ‘Sokulmak’ sözcüğünü kullandım ve bu sözcükte ısrar ediyorum: Güzelliği bana ayaklarımdan sokulmuş, bacaklarıma tırmanmış, bedenime geçmiş, [başıma yükselmiş, yüzüme yayılmış, orada ışıldıyordu, [anlamıştım ki içime doldurduğu bu dinginliği, aşırı güzel yapıt karşısında beni savunmasız bırakan teslimiyeti Bulkaen’e atfetmekle hata ediyordum, bu güzellik bendeydi çünkü, onda değil. Güzellik yüzünde, hatlarında, bedeninde olduğuna göre onda değildi. Bende yarattığı cazibeden kendisi zevk alamazdı.”
Ne Racine ne Homeros daha iyisini yapmıştı:
“Her özel ayrıntı: Ağızdaki gülüş, gözlerin parıltısı, tenin tatlılığı ve solgunluğu, dişlerin sağlamlığı, yüz çizgilerinin kesişmesiyle beliren yıldız, her atılışlarında tadına doyulmaz bir ölüm yaşatan oklar salıyorlardı yüreğime. Yayı geren okçuydu o. Yayı gerip atıyordu oku ama bana atıyordu, kendine değil.”
Fransa’da bir felaket zamanında hapishanede bunlar oluyordu. Genet’nin tek ciddi rakibi Celine de aynı dönemde Danimarka’da idam cezasına çarptırılanların tutulduğu karargâhta aylar geçirecekti. Genet ile Celine gibi birbirinden bu kadar farklı iki yazar bulmak zor, ancak Fransızca her şeyi içine alıyor ve her şeye direniyor.
Tabii ki Genet'de hiç kadın yok, her yeri kendisi kaplıyor. Çok taklitçisi var ama onun zarafetine ve cazibesine sahip olanı pek yok. En yeteneklisi uyuşturucuya başvuruyor, kimisi fuhuş dilinin eğilip bükülmesinden hoşlanıyor. Sefalet ya da sakatlık ilgilerini çekiyor: Oysa Genet güzellik tezahürlerini takip ediyor, onun suçluları tanrıçasız tanrılar. Athena’nın Çiçeklerin Meryem Anası için kaygılandığı hayal edilemez, ne de eşcinsel ya da başka türlü bakkhanalialar için. Athena çok katı bir tanrıça, ağırlık söz konusu olduğu anda ortadan kaybolur.
... Çirkefin New York’u,
...Mustafa Irgatla başbaşa demlendiğimiz Cumhuriyet Meyhanesinde ikimizi masasına davet etti. Biz epey "yüklü"ydük ya, Cihat beyin de ayık olduğu söylenemezdi. Erotik eksenli konuşmalar taşıyordu masamızdan, bir ara konu otuzbir çekmeye geldi, hemen dipsiz bir kuyuya düşmekte gecikmedik. Mustafa'yla ben işin mavrasındaydık, buna karşılık Cihat bey oldukça ciddiydi. 31'den 301'e geçiş tekniği üzerinde bir monolog, Onanizmin tartışılmaz en büyük avantajına sıçramasını sağladı: Kişi, o durumda sonsuz bir özgürlüğe sahipti, hayâl perdesine kimi isterse yerleştirebiliyor, onu dilediği gibi becerebiliyordu: Kleopatra'dan Grace Kelly'ye açık yelpazeydi. Çıkışta hep beraber^tagiliz Konsolosluğunun duvarına siğmiştik.
Günlüğünde, Tomris Uyar, Cihat beyin kendisine çıplak poz vermesini istediğini aktarır. TanıdığımTomris bundan çekince duymazdı gibi geliyor bana ama, sözü geveliyor biraz defterinde; anladığım yanaşmamış. Cihat bey bir fotoğrafından hareketle portresini yaptığını söylemiş, hiçbir zaman görememiş sözkonusu portreyi, biz de görmedik; Ben, ölümünden sonraydı, Cihat Burak'ın yayıncısı oldum; yayımlanmamış metinleri yayıma hazırlarken, düşlü fanta-zinalarından birinde Nezihe Meriç'le ilgili oldukça hard bölümlere bakıp ne yapacağımızı şaşırdık — o sırada Nezim hayattaydı, durumu hoş karşılamayabilirdi.
Cihat beyle son görüşmem, Gergedan döneminde gerçekleşti. Dergide Lautreamont'un bir gençlik fotoğrafının bulunduğu haberine (fotoğraf eşliğinde) yer vermiştim. Telefonla aradı, haberin güvenilirliğini sordu, Dali'nin kurmaca Lautreamont portresinden sözettik, sonunda dayanamadı: "Yarın atölyeme gelebilir misiniz?"
Hayatımın en dağınık döneminden geçiyordum, öyle ki belli bir ikâmet adresim bile yoktu —- ertesi günkü ziyaretimi birkaç tutuk cümleyle geçiştirmişim günlüğümde: Hayatın nedenli ne denli sebepsizliği vardır. Oysa, altı saati bulmuş bir karşılaşmaydı.
Bir atölye ne kadar sahibinin sesi olabilirse o kadar: Benzersiz bir derbederliğin ortasında oturup konuştuk. Koltuklardan birine dayadığı tablosunun adı Comte de Lautreamont'du. İlk versiyonunu 1942'de yapmış, taşınma sırasında kaybettiği için, "aklımda kaldığı hali"yle tam yirmi yıl yanılmıyorsam Paris'te, tabloyu yeniden yapmıştı. Tabii, içinde birlikte uzun uzadıya dolaştık, Maldoror'un Şarkıları'na girdik çıktık, karşılıklı Paris anılarımızı tokuşturduk. Tablo'nun fotoğrafını çektirtme isteğimi gönüllü biçimde kabul etti "bir şey" (ama ne?) yazabileceğimi sezdirdim, küçük bu açıklama notu düştü pırtık bir kâğıt parçasına:
"Duralit üzerine yağlıboya, 121 cm, 1942-1962", böyle tarih düştü.
What I Believe by J.G Ballard
I believe in the power of the imagination to remake the world, to release the truth within us, to hold back the night, to transcend death, to charm motorways, to ingratiate ourselves with birds, to enlist the confidences of madmen.
I believe in my own obsessions, in the beauty of the car crash, in the peace of the submerged forest, in the excitements of the deserted holiday beach, in the elegance of automobile graveyards, in the mystery of multi-storey car parks, in the poetry of abandoned hotels.
I believe in the forgotten runways of Wake Island, pointing towards the Pacifics of our imaginations.
I believe in the mysterious beauty of Margaret Thatcher, in the arch of her nostrils and the sheen on her lower lip; in the melancholy of wounded Argentine conscripts; in the haunted smiles of filling station personnel; in my dream of Margaret Thatcher caressed by that young Argentine soldier in a forgotten motel watched by a tubercular filling station attendant.
I believe in the beauty of all women, in the treachery of their imaginations, so close to my heart; in the junction of their disenchanted bodies with the enchanted chromium rails of supermarket counters; in their warm tolerance of my perversions.
I believe in the death of tomorrow, in the exhaustion of time, in our search for a new time within the smiles of auto-route waitresses and the tired eyes of air-traffic controllers at out-of-season airports.
I believe in the genital organs of great men and women, in the body postures of Ronald Reagan, Margaret Thatcher and Princess Di, in the sweet odors emanating from their lips as they regard the cameras of the entire world.
I believe in madness, in the truth of the inexplicable, in the common sense of stones, in the lunacy of flowers, in the disease stored up for the human race by the Apollo astronauts.
I believe in nothing.
I believe in Max Ernst, Delvaux, Dali, Titian, Goya, Leonardo, Vermeer, Chirico, Magritte, Redon, Durer, Tanguy, the Facteur Cheval, the Watts Towers, Boecklin, Francis Bacon, and all the invisible artists within the psychiatric institutions of the planet.
I believe in the impossibility of existence, in the humour of mountains, in the absurdity of electromagnetism, in the farce of geometry, in the cruelty of arithmetic, in the murderous intent of logic.
I believe in adolescent women, in their corruption by their own leg stances, in the purity of their disheveled bodies, in the traces of their pudenda left in the bathrooms of shabby motels.
I believe in flight, in the beauty of the wing, and in the beauty of everything that has ever flown, in the stone thrown by a small child that carries with it the wisdom of statesmen and midwives.
I believe in the gentleness of the surgeon’s knife, in the limitless geometry of the cinema screen, in the hidden universe within supermarkets, in the loneliness of the sun, in the garrulousness of planets, in the repetitiveness of ourselves, in the inexistence of the universe and the boredom of the atom.
I believe in the light cast by video-recorders in department store windows, in the messianic insights of the radiator grilles of showroom automobiles, in the elegance of the oil stains on the engine nacelles of 747s parked on airport tarmacs.
I believe in the non-existence of the past, in the death of the future, and the infinite possibilities of the present.
I believe in the derangement of the senses: in Rimbaud, William Burroughs, Huysmans, Genet, Celine, Swift, Defoe, Carroll, Coleridge, Kafka.
I believe in the designers of the Pyramids, the Empire State Building, the Berlin Fuehrerbunker, the Wake Island runways.
I believe in the body odors of Princess Di.
I believe in the next five minutes.
I believe in the history of my feet.
I believe in migraines, the boredom of afternoons, the fear of calendars, the treachery of clocks.
I believe in anxiety, psychosis and despair.
I believe in the perversions, in the infatuations with trees, princesses, prime ministers, derelict filling stations (more beautiful than the Taj Mahal), clouds and birds.
I believe in the death of the emotions and the triumph of the imagination.
I believe in Tokyo, Benidorm, La Grande Motte, Wake Island, Eniwetok, Dealey Plaza.
I believe in alcoholism, venereal disease, fever and exhaustion.
I believe in pain.
I believe in despair.
I believe in all children.
I believe in maps, diagrams, codes, chess-games, puzzles, airline timetables, airport indicator signs.
I believe all excuses.
I believe all reasons.
I believe all hallucinations.
I believe all anger.
I believe all mythologies, memories, lies, fantasies, evasions.
I believe in the mystery and melancholy of a hand, in the kindness of trees, in the wisdom of light.
J. G. Ballard – İnanıyorum
Dünyayı baştan yaratmak, içimizdeki hakikatı salıvermek, geceyi dizginlemek, ölümü alt etmek, otobanları büyülemek, kendimizi kuşlara sevdirmek, delilerin güvenini kazanmak için imgelemin gücüne inanıyorum.
-Ey Venüs, ey Tanrıça!
Nerde eski çağların gençliği, kutsal ece,
O peri kızlarının öptüğü nilüferler,
Ağaçları kemirip duran yarı tanrılar!
Kösnülü satyre’ler yok, kır tanrıçaları yok,
Irmağın dalgaları o besi suları yok.
Pan’ın damarlarına koca bir evren sunan,
Teke ayaklarında toprağı canlandıran
O yeşil ağaçların kırmızı kanı nerde?
*
Güneş ve Ten
Rimbaud