Kulübe Güncesi: Heidegger ve Ev

Kulübe Güncesi: Heidegger'in Kulübesi III


 Heidegger'in kendi kulübesi ile diğer benzer yapılar arasında bir kıyaslamayı ne derece düşündüğü bilinmemektedir. Çoğu Alman burjuvası arada sırada bir tür taşrada inzivaya çekilmeyi gerçekleştirmiştir. Ancak kulübelerin felsefi ve şiirsel düşünmenin yeri olmalarına dair "geleneğin'' izi aynı zamanda Uzak Doğu'da da üç bin yıl öncesine kadar sürülebilir. Yaşamının ilerleyen dönemlerinde Heidegger; Petzet'in tarif ettiğine benzer bir kulübede çalışmış olan on yedinci yüzyıl Japon haiku şairi Matsuo Basho'nun eserinden haberdar olmuştu. Avrupa kültüründe Heidegger'in haberdar olduğu farklı "kulübeler" düşünülebilir; tıpkı Hölderlin'in Tübingen kulesi, Goethe'nin Weimar'daki resmedilmeye değer Gartenhaus'u ve Nietzsche'nin Avusturya Alpler'indeki Sils Maria'da bulunan, onun nekahet dönemini simgeleyen evi gibi. Amerikan edebiyatında önemli bir yere sahip olan Henry David Thoreau'nun Walden Pond'daki barakası; Heidegger ile yaklaşık olarak aynı dönemde yaşamış olan filozof Ludwig Wittgenstein'a ait ve Norveç'te Skjolden'de inşa edilen kulübe ve Carl Gustav Jung'ın Zürih Nehri kıyılarında bulunan yeri diğer önemli inziva mekanları olarak sayılabilir. Belki de en önemlisi Heidegger'in her zaman Presokratik fılozofların yaşamlarına ilgi duymuş olmasıdır. Presokratikler için, Basho ve Doğu geleneği için; ayrıca muhtemelen Hölderlin ve Nietzsche için de felsefe, bilgiçlik taslamayla ilgili sırlarla dolu bir uğraş değil, soruşturularak yaşanmış bir hayat demekti. Bu anlayışla Heidegger öğrencilerinin ve yorumcuların çoğu Todtnauberg'i münzevi bir dağ yaşamı fikri ile birleştirerek üne kavuşturmuştur. Filozof "İnşa Etme Oturma Düşünme" çalışmasında da işaret edildiği gibi kulübedeki yaşamın sınırlarının farkında olmasına rağmen kulübenin, çağdaşları tarafından muazzam ölçüde mistik olan, uzaktaki bir inziva yeri olarak benimsenmesine ses çıkarmamıştır. Heidegger kendi dağ yaşamının; varoluş ile kahramanca yüz yüze gelme olarak algılanmasını destekleyerek bu büyük düşünürler ile kulübeleri arasında özel bir eşlik kurulmasından keyif duymuştur.

 Adam Sharr

Kulübe Güncesi: Heidegger Yunanistan'da




1955 yılında, Heidegger'in Münih'teki Teknik  konuşmasında tanıştığı ve o zamandan beri arkadaş olduğu Erhart Kastner'le bir Yunanistan yolculuğu planlanmıştı. Son anda, gemi ve tren biletleri alındıktan sonra, Heidegger gelemeyeceğini bildirdi. Beş yıl sonra yine aynı oyun. Beraberce haritalara eğilmiş ve bir yolculuk rotası belirlemişlerdi ki, Heidegger yine kaçtı.

 'Yunanistan'ı görmeden, onun hakkında bir şeyler düşünmekle yetiniyorum. Şimdi içsel bakışımın önünde duran, şeyi, uygun bir söyleyişle tutmayı düşünmeliyim. Bunun için gereken toparlanmayı bana en iyi evim sağlıyor (21.2.1960, BwHK, 43). 

 İki yıl sonra, 1962 başlarında, Martin Heidegger nihayet "hayal eşiğini" (Erhart Kastner) aşmaya ve yolculuğa çıkmaya hazırdır. Bu yolculuğun KONAKLAMALAR başlığını verdiği kayıtlarını yetmişinci doğum günü için eşine adar. Venedik'te yağmurlu ve soğuk bir gün, gemiye binmeden önce, Heidegger'i yine kuşkular basar, kaçmış tanrılar için düşünülenler, sakın kurgulama olmasın, düşünce yolunun yanlış yol olduğunu göstermesin (A, 3). Heidegger çok şeyin risk altında olduğunun farkındadır. Yunanistan da onu artık sadece tarihin ölü bir nesnesi ve yabancı  taşımacılığının yağmaladığı Venedik gibi mi karşılayacaktır? İkinci gece yolculuğundan sonra sabah erken saatlerde Korfu adası, eski Kefalonya görünür. Phaiakların ülkesi burası mı şimdi? Heidegger güvertede bir kez daha Odissea'nın VI. bölümünü okur ve hiçbir örtüşme bulamaz. Tahmin edilenler ortaya çıkmaz. Her şey daha çok İtalyan coğrafyasına benzemektedir. Odysseus'un memleketi lthaka da Heidegger'i etkilemez. Heidegger başlangıçtaki Yunanlılığı aramanın, Yunanistan'ı keşfetmek için doğru yol olduğundan kuşkulanır; bu arayış, dolaysız deneyimi berbat etmez mi (A, 5)?

Gemi güneşli bir ilkbahar sabahı, Olimpiya'dan bir otobüs yolculuğu uzaktaki bir sahilin önüne demir atar. Süssüz bir köy, yol kenarlarında Amerikan turist otellerinin yarısı tamamlanmış inşaatları dizilidir. Heidegger kendini en kötüsüne hazırlar. Onun Yunanistan'ından geriye, sadece kendi tasavvurunun keyfiyeti mi kalacaktır (A, B)? Olimpiya yıkıntılarında sabahleyin bülbül sesleri, biçilip etrafa saçılmış sütun tamburları hala taşıyıcı yüksekliklerini korumaktadır. Bu dünya yine de yavaş yavaş Heidegger'in içine nüfuz eder.  Öğle vakti ağaçların altında çimlerde dinlenirler, büyük bir sessizlik. Şimdi varışın başarılabileceğini fark eder: Pan'ın saati hafiften seziliyor. Bir sonraki durak, Mikonos civarları. Burası, kutlama oyunlarına davet eden koca bir stadyum gibi görünür (A, 12). Bir tepede, eski bir Zeus 
 tapınağının üç sütunu durmaktadır:

manzaranın genişliğinde, gözle görülmeyen bir lirin üç teli gibi ve belki de bunların üzerinde rüzgarlar, ölümlülerin duyamadığı ağıtlarını -tanrıların kaçışının yankılarını çalmakta (A, 12). 

Kulübe Güncesi: Heidegger'den Sartre'a



"Önümüzdeki kış buraya gelebilseniz ne kadar güzel olur. Küçük dağ evimizde birlikte felsefe yapabilir, Kara Ormanlarda kayağa gideriz."






  Freiburg, 28 Ekim 1945

  Çok Sevgili Mösyö Sartre

  Ancak birkaç haftadır sizden ve kitabınızdan söz     edildiğini duyuyorum. Sağolsun Mösyö Towarnicki   Varlık ve Hiçlik adlı kitabınızı buraya bıraktı, ben de   hemen üstünde çalışmaya koyuldum. İlk kez benim   çıkış noktası olarak aldığım alanı derinlemesine   sınayan bağımsız bir düşünürle karşılaşıyorum.   Kitabınız felsefemi doğrudan nasıl kavradığınızı   gösterdi bana, böylesine daha önce rastlamamıştım   doğrusu. Sizinle temel sorunların aydınlatılmasını   sağlayacak, verimli bir tartışmaya girebilmeyi çok isterim. Bundan yirmi yıl önce Varlık ve Zaman'ı yazdıktan sonra, hala aynı sorunla karşı karşıyayım; şimdi birçok şeyi daha açık ve daha yalın bir biçimde görüyorum; birçok yanlış anlama ortadan kaldırılabilir.

"İle-olmak" eleştiriniz ve "öteki-için-varlık" üstündeki ısrarınız, aynı zamanda kısmen de olsa ölüme getirdiğim açıklamaya getirdiğiniz eleştiri konularında sizinle aynı kanıdayım. Varlık ve Zaman, en azından onun yayımlanan hali bir yoldan başka bir şey değildir; Temellendirmenin Neliği Üstüne' de yalnızca ucundan yakalayabildiğim asıl sorun orada ortaya konmamıştı hiç de. Kitabınızın giriş ve sonuç bölümleri benim için çok heyecan verici. Bununla birlikte, bu sorunları şimdilerde tarihle, özellikle de bugüne dek Platonculuğun egemenliğinin bütünüyle kapladığı Batı düşüncesinin başlangıcıyla özgün bir ilişki halinde düşünüyorum. Yakın zamanda daha geniş çaplı çalışmalarımı yayımlayabileceğimi umuyorum. Kitabınızın bana ait bir nüshasının bulunmasını çok isterim; o zaman bambaşka biçimde çalışabilirim. Çünkü sizinle birlikte düşünceyi tarihteki temel bir olay olarak sınanabilecek konuma getirmek adına -bu da bugünün insanının varlıkla özgün bir ilişki kurmasını sağlayacaktır-, bazı önemli sorunlar konusunda düşüncelerimi dile getirmek arzusundayım.

Önümüzdeki kış buraya gelebilseniz ne kadar güzel olur. Küçük dağ evimizde birlikte felsefe yapabilir, Kara Ormanlarda kayağa gideriz. Baden-Baden' de buluşma düşüncesi beni zaten sevindirmişti; ama Mösyö Towarnicki'nin pek anlayışlı ve coşkulu çabalarının gösterdiği üzere, buluşmamızın çok daha verimli geçeceğini umabilirim. Aslında söz konusu olan şey dünyanın içinde bulunduğu anı tüm ciddiyetiyle kavramak, onu partizanlığı, moda akımları ve okul tartışmalarını hesaba katmadan söze taşımak- iş ki varlığın zenginliğinin temel hiçlik içinde ne kadar derinlerde barındığını anlamamızı sağlayacak asıl deneyim canlansın.

Sizi gerçek bir yol arkadaşı olarak selamlıyorum

Sevgiyle

m.h.

Büyük kitabınız kesinkes Almancaya çevrilmeli.

Fransızcadan çeviren: Orçun Türkay

Kulübe Güncesi: Erdem Ceylan / İki Yazı

Modern Barbarın Yolu: Pier Vittorio Aureli’nin “Az Yeterlidir: Mimarlık ve Asketizm Üzerine”si

 https://xxi.com.tr/i/modern-babarin-yolu




Utanmaz Düşünürün Utangaç Elbisesi: “Heidegger’in Kulübesi” Kitabından Hareketle Bazı Düşünceler

https://xxi.com.tr/i/utanmaz-dusunurun-utangac-elbisesi-heideggerin-kulubesi-kitabindan-hareketle-bazi-dusunceler

Kulübe Güncesi: Yerleşiklik - Gezginlik

Fotoğraf: Oruç Aruoba


Yol, kendine bir yer bulamamış kişinin özlemidir. 
Kendi yerini yerleşiklikte bulamayan kişi, onu yolculukta arar. 


Yerini yitiren kişi, yola çıkmak zorundadır. 

Yerleşiklik, herbir yandan bağlandığımız, hepsi de gergin zincirlerin verdiği
 bir dinginliktir ancak -yani, bir sıkı kölelik ...


Yerleşiklikten rahatsız olan kişinin gezginlikte aradığı, aslında, 
yerleşebileceği bir yerdir: Düzenini bozarak gezginliğe çıkan kişi, 
kendi düzeninin peşine düşmüştür. 


Düşüncenin devinimi, düşünen kişinin devinmesidir ancak
-onunla gerçekleşebilir ancak: Yerleşik kişinin düşünceleri de durağan olur. 


Bir yerde ('bir süre için' diyerek) dinelen kişi için en büyük tehlike, o yere yakınlık duyması; o yeri, bütün yollarının sonu, bütün yönlerinin ereği sayması; yerleşebileceği bir yer saymasıdır -en büyük tehlike, huzurlu yerdir:-Mezardır orası ... Her bir yorgun yolcunun dineldiği yer, dinlenmiş bir yolcunun yola çıktığı yerdir. 


Yola çıkacak kişinin aşması gereken ilk ve en önemli engel, 
kendi yerleşikliğidir kendi yeri -kendisidir ... 

Kulübe Güncesi: Kamo No Chomei : The Ten Foot Square Hut

 Kamo No Chomei 1153-1216 yılları arasında yaşamış bir budist keşiş, şair ve müzisyen. Saray toplumunun çökmesi ile kişisel çatışmalar ve tanık olduğu felaketlerden sonra bir dağa çekilerek küçük kulübesinde yalnız bir hayat sürmeye baslar ve Japon Edebiyatının en tanınmış yazılarından birini burada yazar: The Ten Foot Square Hut.

Chomei'nin kulübesi yalnızlığın da en asgari ölçüleri. Benim kulübeme gelince, fazladan birkaç metre daha yerim var.


Toplamda yedi sayfa kadar olan The Ten Foot Square Hut metninin ingilizcesi aşağıda. Alıntılar metnin Penguin baskısından kısa bir serbest çeviri örneği. Yazı genel olarak Chomei'nin onu yalnız başına bir kulübede yaşama kararına götüren kıtlık, felaketler, yozlaŞan gelenekler, şahit olduğu kötü tanıklıkları ile başlayıp kulübeyi nasıl inşa ettiğinin hikayesi ile sürüyor ve kulübesine olan sevgisi karşısında onu Buda'nın tüm bağlılıklardan vazgeçme ilkesi ile karşı karşıya getiren düşünceler ile bitiyor.

"Altmış yaşındayım. Bir çiğ tanesinden farksız olan hayatımın son yıllarını geçireceğim bu kulübem şimdi, bir geceliğine dağlarda kurulan avcı çadırlarına ya da ipek böceklerinin ördüğü kozalara benziyor."

"Duvarlar kaba sıvalı toprak, çatı ise sazdan yapılmıştır. Tüm eklemler metalle menteşelidir, böylece koşullar beni artık memnun etmiyorsa, onu kolayca indirip başka bir yere taşıyabilirim. Ve bu çok az bir emekle yapılabilir, çünkü tüm yük sadece iki araba yükünü dolduracak kadar. Amida Buda'nın bir portresi, birkaç cilt Japon şiiri ve müziği ve Budist Sutralarından seçmeler içeren üç veya dört siyah deri çantanın durduğu küçük bir raf. Bunların yanında bir arp ve kıvrımlı arp ve eklemli ud denilen türde bir ud bulunur. (...) Doğu duvarında yazı masamın bulunduğu bir pencere var. Yastığımın yanında, kırılmış çalılardan ateş yakabileceğim bir ateş kutusu mobilyayı tamamlıyor. Küçük kulübemin kuzeyinde, çeşitli türlerde şifalı bitkiler yetiştirebilmem için ince, alçak bir çalılıklarla çevrili küçük de bir bahçe yaptım.

Küçük kulübemi, yalnız meskenimi seviyorum. 



"Başkente gitme şansım olduğunda, düşük dilenci statümden utanıyorum, ama bir kez daha buraya döndüğümde, dünyanın kötü ödüllerinin peşinden koşanlara acıyorum.

Kulübe Güncesi: Keşiş Kulübesi

 

Kamano Chomei


"Keşiş kulübesi, manastırın karşıt-tipidir. Odaklanmış bu yalnızlığın çevresinde derin düşüncelere dalan, dua eden bir dünya ışıldar; bu dünyanın dışında bir dünya. Kulübe, "bu dünyaya ait" hiçbir zenginliği kabul edemez. Yoğun ve mutlu bir yoksulluğa sahiptir. Keşiş kulübesi, yoksulluğun onurudur. Maldan mülkten arına arına, sonunda bizi barınma ediminin mutlak biçimine ulaştırır."


Gaston Bachelard / Mekanın Poetikası


Kulübe Güncesi: Maadadayo (1993)



 "Bu kitap, beni kendimden uzaklaştırır, favorimdir. Kitabın yazarı, Kamo no Chomei, Heian döneminde başkentte savaş, yangın ve kıtlık gibi çok zor şartlarda yaşamış. Hayattaki bütün ümitlerini kaybedip, dağlarda inzivaya çekilmiş. Kamono Chomei'nin hissettiği şeyleri, bu aralar ben hissediyorum. Onun inzivaya çekildiği gibi, zamanla buraya yerleşmeyi düşünüyorum."



Kulübe Güncesi: Batur'un Bir Düşü: Kulübe ve Le Cabanon


"Le Cabanon... Eski düşlerimizden biriydi bu; ben keşfetmiştim Roquebrune'deki kulübeyi, birlikte oraya yolcu çıkma tasarımız belki biraz eskimişti, ancak hararetinden kaybettiği söylenemezdi. Keşiş hücresinden epey konforlu bir kulübenin sahibi olmak için ezelden beri yanıp tutuştuğumu biliyordu dostum. "Evet ama, sözümona kendi elimle yapacaktım bunu, böyle bedavadan konmak yoktu hesapta." Onun aklına geldiydi: "Sen bir yerlerde yazmamış mıydın şu kulübe saplantını?

(...)

Bir kütüphanenin, bir kulübenin, ağaçların hayatımda kurduğu simge üçgenini olsa olsa yakınlarımdan biri tanımlayabilirdi."

Kulübe Güncesi: Batur'un Bir düşü: Kulübe

 Batur'un bir düşü:

Evin geniş bahçesinin bir ucuna, hepten kendi elimle inşa edeceğim küçük kulübe. Çok kişiye, ama özellikle Merz'e ve Le Cabanon'a derin selamlarımla. Heidegger dikiliyor yanımda: "Senin evin şiirin, yazın. " Bir inşaat içinde geçti, geçiyor hayatım. Kitapların ortasında, temaslar arasında. Birinden birini yapamadıktan sonra 'ben yaşadım' nasıl diyebilirim? ''Yazı benim evim" kuruntusuyla.

Kalacağı ve gideceği yeri göremeyen, bulamayan, _yersiz yurtsuzluğu için bir toprak parçası, üç karışlık bir karşı-yer neden aramasın? "Burada yapma bunu" diyeceklerdir, derler: 'Uzağa, uzağımıza git, duyu mesafemizden çık". Dün, Abbas Hilmi Paşa'nın bir tek bahçe duvarları kalmış, bir hayalini bile gôremediğim evinden artan boşluğa, otların bürüdüğü arsaya baktım bir ara. O tuhafın tuhafı yapının hikayesine beni yapıştıran belki de konumunun simgesel karşılığını yaratması olmuştur. Abbas Hilmi Paşa, Avrupa'da yaptırtmış "katlanır-açılır" evi, gemiyle getirtmiş Heybeli'ye, burada monte edilmiş. Sonra, bir öfke krizinin ardından, söktürmüş evini, Mısır'a götürmüş. Benim gibiler için ülküsel çözüm ola ki budur: Katlanır-açılır, iki çırpıda taşınır hale getirilebilir bir kulübe ile no man's land'ler arası dolaşmak. Agrippa de Nettesheim gibi.

Önümüzdeki kış ne yapacağım? Bir kulübe inşa edeceğim. Nereye? Şimdilik bomboş bir defterin içine.

Benim gibi, çözüm yolunun en uçarı, gerçekdışı, belki bürlesk olanını arayanlar çıkıyor, savruluşun çekirdeğinden: Abbas Hilmi'nin arkasında bomboş arsasını bıraktığı, bahçe kapısının girişinde neden yılan motiflerinin kazılı durduğunu öğrenemediğim, bir fotoğrafını olsun bulamadığım, taşındığı yerde de barınamamış seyyar evini inşa etmekte çıkışını gören nafile düşçüler var, -olmalı: Katlanır taşınır bir ev olanaksızı onaylamak olsa bile, tutunulacak dal şimdilik. Bir ada, bir ev, bir kulübe, bir oda, bir hücre -leitmotiv, içinde yaşamak için kurduğumuz hapisanemiz, Carceri.

Kulübe Güncesi: Le Corbusier'in Kulübesi

 




“Biçimi ve dayanıklılığı bağlamında özel bir işlevi olmayan tek bir parça tahta, tek bir kiriş bile yok. İnsan tasarruf edendir. Günün birinde bu kulübe tanrılara adanmış olan şu Roma Pantheon’u olamaz mı?”

Le Corbusier, 1952 yılında Akdeniz kıyısında “Le Cabanon” adını vereceği bir kulübe inşa eder:

Kulübe Güncesi: Le Cabanon



 Le Corbusier'in 1952'den 1965 yılına dek yaz aylarını geçirdiği Cabanon'u. Köşelerden oluşan 13,5 m2’lik basit, küçük bir kulübe: dinlenme köşesi, çalışma köşesi, tuvalet için bir kısım ve lavabo. 70×70 cm boyutlarındaki, kepenklerinin yarısı ayna olan iki de pencere ve Cap Martin manzarası. Yatak, kanepe ve masadan oluşan sade bir tasarım ve tamamen ahşap malzeme. Kendisi için tasarladığı bu kulübede mutfaksa yok, çünkü Bay Corbusier yemeklerini daima restoranda yemeyi tercih ediyormuş.



   

"Cote d’Azur’da 3,66×3,66 metrelik bir şatom var… Aşırı konforlu ve cömert.”

Kulübe Güncesi: Batur'un Bir Düşü: Kulübe

 


Selim aytaç'ın bir fotoğrafı üzre / Enis Batur
Kulübe / Mimarın Düşü

"Herşey aslında bir kavuşmanın ayrışımı. "


Hayatın önüme sıraladıklarına bakıyorum bu sabah, Heybeli'de doldurduğum, doldurmayı sürdürdüğüm defterlerdeki yazının boş, yanılsamalardan örülü, aymaz hali düşündürüyor beni. Mesafe, Temas, Ayar - belli ki hepten yanılıyorum. Birinci kez, Solness durumu: Diktiğim yapıyı taşımayacak bir temelden hareket ettiğim için yıkık dökük, onarılamayacak ölçüde harabeleşmiş, bozgunları karşısında çaresiz biriyim işte ben. Görmek ve kabul etmek, bir çıkın hazırlayıp gitmek, her nereyeyse, orada bir çadır, bir kulübe dermek çatmak, içeride kendi sıfırınla yüzleşmek. Çıkın mı? Elinde ne kaldığını sanıyorsun?

Üç dört gündür aklımda Bergman dolaşıyor gene. Temas değil ama şimdi: Yedinci Mühür, Sahneler, Saraband. Adasında, nicedir kendi kendine konuşan o harap adama bitişiyorum.

Ve 1887 -1888 elyazmalarındaki karmaşayla, Nietzsche'ye; bir yıkıntı eşiği daha. Sonrasında içi boşalmış yaşarken, bir defasında gözleri parlamış, anasına dönüp sormuş: "İyi kitaplar yazdım ama, değil mi?" Bu anekdot doğru mudur emin değilim: Bomboş gökyüzünde şimşek çaktığı olur.

Kulübe Güncesi: Oğuz Atay'ın Günlüğü

Atay'ın günlüğünde atıfta bulunduğu yazarlardan biri de Thoreau:


" Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı"nı okuyorum. Best-seller olmus. Batı 'nın çıkmazı için ilginç bir araştırma çünkü. Çünkü batılı motosiklet ile -teknolojisi ile Zen'i -yüce değerleri-bagdaştırmak istiyor. Pirsig, istiyor ki, Plato ve Buda uzlaşsın. "Rationality." ile duyarlığı bağdaştırmak istiyor. Yabancılaşma alienation- kalksın, motosiklet de Buda -the Buddha- olsun istiyor. Teknoloji ile sevgi birleşsin istiyor. John Sutherland'in yaptığı işle bütünleşmesini -bilinçli olmadığı için istemiyor.

Demek istiyorum ki teknoloji olmasa da "rationality" Batı'da insanı kavrıyor. Mesela Sevin, 'Pirsig'i ilginç bulurken sanıyorum bu 'objection'lar aklına gelmiyor. Bu "Walden" yaşantısı için gerekli minimum teknolojiyi aslında tabiatla birlikte yaşamasını bilmektir. Sanıyorum burada ben kendimi dışarda bırakılmış hissediyorum ve humour ile bu atılmışlığımı örtmeye ve onun acısını çıkarmaya çalışıyorum. Bir yere varmaz bu davranışım, biliyorum; gene de, belki başka çare şimdilik- göremedigim için direniyorum. Korkarım sonunda ben de teslim olacağım, bu daha acıklı olacak. "Rationality" tehlikeli. Sevin de belki bunun ağında -yani duyarlı insanlar için bence- tehlikeli. Çünkü duyarlığın da 'rational' olmak gerektiğini, ya da daha tehlikelisi- 'rationally' yorumlanması gerektiğini düşünür insan sonunda."

Kulübe Güncesi: Atay'ın Bir Düşü

 "Hikmet bu arada, 'deniz kıyısında bir kulübe yaparak orada çalışmaları gibi' kırsal bir özlemi dile getirdi. Albayın romatizmaları düşünülerek bu tasarıdan hemen vazgeçildi." (Tehlikeli Oyunlar)


Atay'ın bir düşü, Yıldız Ecevit'in kitabından:


Oğuz Atay'ın yalnız ve yaşam yorgunu olduğu dönemde en büyük düşlerinden birinin, büyük kentlerden uzakta, belki bir köyde, doğayla bütünleşerek yaşamak olduğunu söylüyordur arkadaşı Altay Gündüz. Yaşamı altı yaşından sonra büyük kentlerde geçmiştir. Doğal yaşamla en yakın teması ise ilk gençliğinde babasıyla birlikte, onun memleketi olan Devrekani'ye yaptıkları bir gezi sırasında olur. Kastamonu'nun bu kırsal yöresinde, Etçiler köyündeki akrabalarının yanında geçirdiği on beş günlük süre onu büyülemiştir. İçinde bulunduğu yoğun iş ortamından bunaldığı o günlerde, köyde kurulacak birlikte bir yaşam düşü ile ilgili senaryolar üretiyordur. Bu senaryolarda, Kastamonu yöresinin dağ köylerini model alıyordur. Dağdan toplanacak odunları taşıması gereken bir eşek ise, bu doğa düşlerinin ana figürlerinden biridir. Ancak onun düşlediği, yalnızlıkla perçinlenmiş bir robinsonad değildir; "Tutunamayanlar"ın Selim Işık'ı gibi içten ve naif bir coşkuyla tüm dostların bir arada yaşayabileceği alternatif bir yaşam biçimi kurguluyordur. Yine o yalnızlık döneminde evine sık uğradığı arkadaşlarından biri olan Altay Gündüz'un kayınpederi mimar Hikmet Koyunoğlu da bu oyuna katılmış ve içinde böyle bir yaşam biçiminin sürdürülebileceği düş evinin eskizini çizmiştir.



"Medeniyeti sevmiyorum," diyordur "Babama Mektup"ta:

"Bugünlere yetişebilseydin, sen de benim gibi televizyondan nefret ederdin sanıyorum. Ben, senin çıktığın köye dönmek istiyorum.. Ben senin uçsuz bucaksız tarlalar arasındaki küçük köyüne yakın bir yerde ..ahşap kirişli kerpiç bir evde yaşamak istiyorum. Evin resmini de tanıdık yaşlı bir mimara çizdirdim. Önünde 'hayat' denilen bir taşlık bulunan dağ evimde senin döneminde bilinmeyen ruhsal karışıklığımı yaşıyorum, kuyudan su çekiyorum ve eşeğime yüklediğim dallarla ocağımı yakıyorum. Çoğu zaman -sabit nazarlarla boşluğa baktığım zaman bu kerpiç evi daha ciddi bir biçimde düşünüyorum."

İfade Edilemeyen / Walt Whitman

 

 Her dilden, her ülkeden sayısız şiirin ardından,

Hep henüz söylenmemiş ya da basılmamış

Bir şey kalır geriye eksikliğini duyduğumuz- 

Kim bilir hala eksikliğini duyduğumuz

ve ifade edilmemiş en iyi şey belki de.

W.W.


Kavafis İçin / Yannis Ritsos

Kavafis'in masası ve lambası


 KAVAFİS İÇİN ON İKİ ŞİİR

YANNİS RİTSOS


‘‘Eğer şiir bağışlanma değilse,” diyor kendi kendine —

"o zaman başka hiçbir yerden medet ummamalı.”











OZANIN ODASI

Siyah, oymalı yazı masası, iki gümüş şamdan,

kırmızı piposu. Koltuğuna oturmuş, nerdeyse görünmüyor,

sırtı hep pencereye dönük. Kocaman, kuşkulu

gözlüğünün ardından aydınlık içindeki

konuğunu gözlüyor; sözcüklerin gerisine gizlenmiş,

tarih boyunca, kendi bulduğu maskeler arkasında,

uzak, güvenli, parmağındaki yakut yüzüğün

belirsiz yansımasıyle insanların dikkatini avlıyor,

ve her zaman büyük bir hevesle, toy oğlanların, şaşkınlık içinde,

dilleriyle kuruyan dudaklarını ıslattıkları anda

yüzlerinde beliren anlatımın tadını çıkarıyor.

Başının gerisindeki pencereden vuran ışık

ona bir bağışlama ve kutsallık tacı giydirirken

o, kurnaz, aç, şehvetli, en suçsuz insan,

Evet’le Hayır, istekle pişmanlık arasında,

Tanrı’nın elinde bir kantar gibi kılı kılına dengede.

‘‘Eğer şiir bağışlanma değilse,” diyor kendi kendine —

"o zaman başka hiçbir yerden medet ummamalı.”


LAMBASI

Walt Whitman'ın Oğlanları

An elderly Walt Whitman with his nurse Warren Fritzinger. 

"Aranıza karışıyorum, 

Şairiniz olacağım sizin."


Whitman’ın hayatı tren kondüktörleri, denizciler, günlük işçiler, askerler gibi genç erkeklerle doluydu ve şiirlerinde, hayalini kurduğu ütopyaların duygu yüklü kısımlarını bu genç erkekler oluşturur.

Whitman'ın oğlanlara ve genç erkeklere methiyeleri onun demokrasi yüceltilsinden ayrı tutulamaz. Whitman için demokrasi Cruising*tir. Queerlik ütopyadır. Seks iyi bir vatandaşlıktır.

Kendimin Şarkısı'ndaki "Kilitleri kapılardan çıkarın! / Kapıları pervazlarından kendiliğinden sökün!", Queer Nation’ın "dolaplardan dışarı ve sokaklara doğru!" çığlığının öncüsüdür.

İster sıradan ister samimi sevgililer olsun, cinsel partnerlerinin tümü ondan daha genç ve işçi sınıfına mensuptu. Bunlardan en önemlileri, “Calamus” şiirlerini bitirirken Whitman ile birlikte yaşayan Vaughan, [...] Whitman’ın hayatının muhtemelen büyük aşkı olan genç İrlandalı tramvay şefi Peter Doyle; Whitman ile fırtınalı bir aşk yaşayan getir-götürcü çocuk Harry Stafford ve birkaç yıl Whitman ile beraber yaşamış Camden, New Jersey civarında şoförlük yapan genç Bill Duckett ...

Shively'nin belirttiği gibi, bu tür bir adam bugün pedofil olarak adlandırılabilir. Bu iğrenç bir terimdir ve Whitman'ın hayatının bizim anladığımız şekliyle çocukluğun icadından önce geldiği göz önüne alındığında anakroniktir. Whitman'ın hayatının çoğunda rıza yaşı on yaşındaydı, bu sırada çocuklar tipik olarak zaten çalışıyordu ve Whitman'ın erken orta yaşlarında,  ülkedeki genç erkeklerin çoğu, İç Savaş’a ve savaşın getirdiği diğer felaketlere karışmıştı. Ancak Whitman’ın, kendisi için derin duygusal ve estetik öneme sahip olan genç erkeklerle, adı her ne olursa olsun, erotik ilişkilerde bulunduğu neredeyse kesin bir gerçekliktir.  Whitman'ın dünyası “bir erkek bile değil, bir erkek çocuğunun dünyasıydı. . . hayatının ve en büyük şiirinin "tekillikleri" idi. . .  


Whitman'ın Defterleri



"Whitman saw beautiful boys everywhere and preserved their likenesses in his notebooks, like pressed flowers. Shively speculates that some of the entries in Whitman’s notebooks and daybooks were actually coded sex diaries:


Dec 28 [1861] — Saturday night Mike Ellis — wandering at the cor of Lexington av. & 32d st. — took him home to 150 37th street, — 4th story back room — bitter cold night


Wm Culver, boy in bath, aged 18 (gone to California ’56).

Dan’l Spencer . . . somewhat feminine — 5TH av (44) (May 29th) — told me he had never been in a fight and did not drink at all . . . slept with me Sept 3d

Wm Miller 8th st (has powder slightly in his face.)

David Wilson — night of Oct. 11, ’62, walking up from Middagh — slept with me . . . is about 19

October 9, 1863, Jerry Taylor, (NJ.) of 2d dist reg’t slept with me last night weather soft, cool enough, warm enough, heavenly.

Hugh Harrop boy 17 fresh Irish wool sorter

Wm Clayton boy 13 or 14 on the cars nights — (gets out at Stevens & 2d) April ’81

Robt Wolf, boy of 10 or 12 rough at the ferry lives cor 4th & Market

Clement — — boy Stevens st cars — night


(Jeremy Lybarger'in Bostonreview'de

Hayatın Pazarları / Cioran

Pazar öğleden sonraları aylarca uzasaydı, ter dökmekten kurtulmuş, ilk talihsizliğinin ağırlığından sıyrılıp hafiflemiş olan insanlık nereye varırdı? Yaşanmaya değer bir deneyim olurdu bu. Tek eğlencenin suç olacağı; sefahatin yürek temizliği, naranın melodi, sırıtmanın şefkat halinde görüneceği mümkünden de öte. Zamanın sınırsızlığı duygusu her saniyeyi dayanılmaz bir azaba, bir idam sehpasına çevirirdi. Şiirle dolu yüreklere şevksiz bir yamyamlık, bir sırtlan hüznü yerleşirdi; kasap ve cellatlar bitkin düşüp tükenir, kilise ve kerhaneler iç çekişlerle dolardı. Bir Pazar öğleden sonrasına dönüşmüş evren.... sıkıntının tasviri bu —evrenin de sonu... Tarih’in üzerinde sallanan laneti kaldırın: o anda kendini iptal eder, tıpkı mutlak tatilde varoluşun kendi kurgusunu sergilemesi gibi. Gayret, hiçliğin içinde mitosları inşa eder, kurar ve sağlamlaştırır; ilk sarhoşluk, "gcrçeklik"e olan inancı teşvik eder ve devam ettirir; oysa salt varoluşu seyredalış, hareket ve nesnelerden bağımsız seyredalış ancak Olmayan'ı kavrar...

Uğraşsızlar uğraşlılardan daha çok şeyi kavrarlar ve daha derindirler: ufuklarına sınır çeken hiçbir uğraş yoktur; sonsuz bir Pazar günü doğmuş olan onlar, seyrederler—ve kendilerini seyrederken seyrederler. Tembellik, fizyolojik bir kuşkuculuktur, canın kuşkusu. Aylaklıktan çıldırmış bir dünyada bir tek uğraşsızlar katil olmazlardı. Fakat insanlığın bir parçası değildirler ve ter dökmeyi bilmediklerinden ötürü Hayat'ın ve Günah’ın sonuçlarına katlanmadan yaşarlar. Ne iyilik ne de kötülük yaparak —insanlık sarasının seyircileri olan onlar— bilinci boğan çabalara, zamanın haftalarına burun bükerler. Bazı öğleden sonraların sınırsız uzamasından niye ürksünIer ki? Kabalık ölçüsünde basit ve besbelli şeyleri savunmuş olmanın pişmanlığından başka. Bu durumda, gerçekte yoğunlaşmak onları, ötekileri taklit etmeye ve kendilerini, meşgalelerin küçültücü imrenişinde hoşgörmeye sürükleyebilir. Cennetin mucizevi kalıntısı tembelliği bekleyen tehlike budur.

(Aşkın tek işlevi, bizi bir haftalığına —ve sonsuzluğa dek— yaralayan ölçüsüz ve acımasız Pazar öğleden sonralarına dayanmamıza yardım etmesidir.

Atadan kalma kasılmaların sürükleyiciliği olmasa, binlerce göz gerekirdi bize, saklı gözyaşlarımız için, ya da yenecek tırnaklar, kilometrelerce tırnak... Artık akmayan bu zaman başka türlü nasıl öldürülür? Bu bitmez tükenmez Pazarlar'da varolma acısı kendini tümüyle gösterir. Bazen bir şey içinde kendimizi unutmayı başarırız; ama dünya içinde kendimizi nasıl unutabiliriz? Bu olanaksızlık o acının tanımıdır. Bu acının yakaladığı kimse hiçbir zaman iyileşmeyecektir, evren tamamıyla değişse bile. Değişmesi gereken yüreğidir, oysa yürek değişemez; ve onun gözünde varolmanın tek bir anlamı vardır: acısına gömülmek —gündelik bir nirvanaya varma talimi onu gerçeksizliğin algısına yüceltene dek...)


Bak:

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/02/Bulantı

Drink Deep, or Taste Not the Pierian Spring

 Çok şey borçlu olduğum bu bilim insanını aşağıya aldığım bir yazısıyla anmak istedim. Kebikeç dergisinin bir sayısında yer alan Gould'un ölümünden hemen sonra yazılmış bir yazıya da bağlantıdan ulaşmak mümkün:  https://kebikecdergi.files.wordpress.com/2012/07/27_lewontin-levins.pdf

Son olarak Gould'un yer aldığı Simpsons'tan şahane bir de bölüm seyrettim, izlemek isteyenler için: 9. sezon 8. bölüm. "Lisa the Skeptic"

 Blogdaki diğer Stephen Jay Gould yazıları için: 











https://kaotikbenlik.blogspot.com/2014/06/ilerleme.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2014/03/bahis.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/11/derin-zamanlar.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/11/bu-yasam-gorusunde-ihtisam-vardr.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/11/evrimin-kabulu.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/07/darwinin-defterleri.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/07/darwinci-perspektif.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/02/doga-tarihi-uzerine-dusunceler-stephen.html


Musings on the Teaching and Learning of Science

Most famous quotations are fabricated; after all, who can concoct a high witticism at a moment of maximal stress in battle or just before death. A military commander will surely mutter a mundane "Oh hell, here they come" rather than the inspirational "Don't one of you fire until you see the whites of their eyes." Similarly, we know many great literary lines by a standard misquotation rather than accurate citation. Bogart never said "Play it again, Sam," and Jesus did not proclaim that "he who lives by the sword shall die by the sword." Ironically, for this special issue on learning, the most famous of all quotations bungles the line and substitutes "knowledge" for the original. So let us restore our celebratory word to Alexander Pope's Essay on Criticism:


A little learning is a dangerous thing;

Drink deep, or taste not the Pierian spring;

There shallow draughts intoxicate the brain,

And drinking largely sobers us again.


I have a theory about the persistence of the standard misquote, "a little knowledge is a dangerous thing," a conjecture that I can support through the embarrassment of personal testimony. I think that writers resist a full and accurate citation because they do not know the meaning of the crucial second line. What the dickens is a "Pierian spring," and how can you explain the quotation if you don't know? So you extract the first line alone from false memory, and "learning" disappears.

To begin this little essay about learning in science, I vowed to find out about the Pierian spring so I could dare to quote this couplet that I have never cited for fear that someone would ask. And the answer turned out to be joyfully accessible-a two-minute exercise involving one false lead in the encyclopedia (reading two irrelevant articles about artists named Piero), followed by a good turn to the Oxford English Dictionary. Pieria, this venerable source tells us, is "a district in northern Thessaly, the reputed home of the muses." And Pierian therefore becomes "an epithet of the muses; hence allusively in reference to poetry and learning."

Pieria'nın Gülleri







Ölünce senden bir anı kalmayacak kimselere

pay alamadın çünkü güllerinden Pieria'nın,

dolanacaksın oradan oraya Hades'in evinde uçarak

görünmez ölüler içre silik mi silik


Sappho




resim: 1897-Ernst-Stückelberg

Pieria için bak:

 https://kaotikbenlik.blogspot.com/2020/12/drink-deep-or-taste-not-pierian-spring_6.html

Beyaz Kentte



 Yazamayacakmışım gibi geliyor. Kafamda bazı şeyler var, fakat onları kağıda dökemiyorum. Bir rüya görmüştüm. Sebepsiz yere gemiden ayrılıp bir şehre geliyordum ve bir oda tutuyordum. Hiç kımıldayamadan orada kalıp bekliyordum. Rüyamdaki kent beyazdı, yerleştiğim oda da beyazdı ve yalnızlık ile durgunluk da beyazdı.


Bitkinim.

Keşke sana bahsedebilmek için bir şeyler öğrenebilsem yeniden. Yerleştiğim oda beyazdı ve yalnızlık ile durgunluk da beyazdı.




Bitkinim.


Hep aklımdasın.


Seni çok seviyorum.






Kendimi iyi hissediyorum. Boşum. Hiçbir şey yapmıyorum, fakat tatilde de değilim.

Tatildeyken bir şeyler yaparsın, boş zamanlarını falan planlarsın mesela.

Ben yapmıyorum. Hiçbir şey yapmıyorum.



Adresim:

Postrestant*, Lizbon.


Beyaz Kentteki Axolotl

 Beyaz Kentteki Axolotl

"Doğruyu Söylemeye Çalışan Bir Yalancı"

ORUÇ ARUOBA



Şuna benzer bir düşünceyle girişsek Beyaz Kentte’deki Axolotl'u anlamaya- Bir geminin makina dairesi gitmez - geminin devindiği, yol aldığı duygusunu vermez. Olsa olsa, bazı düzenli seslerden sonuç olarak çıkarabilir makine dairesindeki kişi, geminin devindiğini.  -seslerin tekdüzeliği de, giderek, belki, bu sonuca bile ulaşamaz duruma sokar kişiyi.

Makina dairesinde giden, devinimsizlik, durgunluk duyar daha çok: belki, bir gölün kıpırtısız sularının dibinde, kumlarda yatan bir -Axolotl’a yakıştırılabilecek bir duygu...

Bu koşutluğa hemen bağlayabileceğimiz bir olgu, Beyaz Kentte de yer alan —Axolot'un çektiği— «film içinde film»lerin bir özelliği: devinimin filmleridir: —Yürürken, tramvaydan, feribottan, yarılan sular, uçuşan çamaşırlar— hep devinim...

Şöyle diyelim öyleyse: Fazlaca durgun kalmış, devinime susamış bir Axolotl’du Beyaz Kentte sahile vuran. Gelişigüzel yürüyüşünün ve -rastgele atladığı tramvayın onu götürdüğü rastlantısal yerde durur, yerleşir.

Burada, artık, kendi içindeki devinime yol açılacaktır.

Kız ile kurduğu ilişki —