Modern Barbarın Yolu: Pier Vittorio Aureli’nin “Az Yeterlidir: Mimarlık ve Asketizm Üzerine”si
https://xxi.com.tr/i/modern-babarin-yolu
https://xxi.com.tr/i/modern-babarin-yolu
Kamo No Chomei 1153-1216 yılları arasında yaşamış bir budist keşiş, şair ve müzisyen. Saray toplumunun çökmesi ile kişisel çatışmalar ve tanık olduğu felaketlerden sonra bir dağa çekilerek küçük kulübesinde yalnız bir hayat sürmeye baslar ve Japon Edebiyatının en tanınmış yazılarından birini burada yazar: The Ten Foot Square Hut.
Chomei'nin kulübesi yalnızlığın da en asgari ölçüleri. Benim kulübeme gelince, fazladan birkaç metre daha yerim var.
Toplamda yedi sayfa kadar olan The Ten Foot Square Hut metninin ingilizcesi aşağıda. Alıntılar metnin Penguin baskısından kısa bir serbest çeviri örneği. Yazı genel olarak Chomei'nin onu yalnız başına bir kulübede yaşama kararına götüren kıtlık, felaketler, yozlaŞan gelenekler, şahit olduğu kötü tanıklıkları ile başlayıp kulübeyi nasıl inşa ettiğinin hikayesi ile sürüyor ve kulübesine olan sevgisi karşısında onu Buda'nın tüm bağlılıklardan vazgeçme ilkesi ile karşı karşıya getiren düşünceler ile bitiyor.
"Altmış yaşındayım. Bir çiğ tanesinden farksız olan hayatımın son yıllarını geçireceğim bu kulübem şimdi, bir geceliğine dağlarda kurulan avcı çadırlarına ya da ipek böceklerinin ördüğü kozalara benziyor."
"Duvarlar kaba sıvalı toprak, çatı ise sazdan yapılmıştır. Tüm eklemler metalle menteşelidir, böylece koşullar beni artık memnun etmiyorsa, onu kolayca indirip başka bir yere taşıyabilirim. Ve bu çok az bir emekle yapılabilir, çünkü tüm yük sadece iki araba yükünü dolduracak kadar. Amida Buda'nın bir portresi, birkaç cilt Japon şiiri ve müziği ve Budist Sutralarından seçmeler içeren üç veya dört siyah deri çantanın durduğu küçük bir raf. Bunların yanında bir arp ve kıvrımlı arp ve eklemli ud denilen türde bir ud bulunur. (...) Doğu duvarında yazı masamın bulunduğu bir pencere var. Yastığımın yanında, kırılmış çalılardan ateş yakabileceğim bir ateş kutusu mobilyayı tamamlıyor. Küçük kulübemin kuzeyinde, çeşitli türlerde şifalı bitkiler yetiştirebilmem için ince, alçak bir çalılıklarla çevrili küçük de bir bahçe yaptım.
Küçük kulübemi, yalnız meskenimi seviyorum.
"Keşiş kulübesi, manastırın karşıt-tipidir. Odaklanmış bu yalnızlığın çevresinde derin düşüncelere dalan, dua eden bir dünya ışıldar; bu dünyanın dışında bir dünya. Kulübe, "bu dünyaya ait" hiçbir zenginliği kabul edemez. Yoğun ve mutlu bir yoksulluğa sahiptir. Keşiş kulübesi, yoksulluğun onurudur. Maldan mülkten arına arına, sonunda bizi barınma ediminin mutlak biçimine ulaştırır."
Gaston Bachelard / Mekanın Poetikası
"Le Cabanon... Eski düşlerimizden biriydi bu; ben keşfetmiştim Roquebrune'deki kulübeyi, birlikte oraya yolcu çıkma tasarımız belki biraz eskimişti, ancak hararetinden kaybettiği söylenemezdi. Keşiş hücresinden epey konforlu bir kulübenin sahibi olmak için ezelden beri yanıp tutuştuğumu biliyordu dostum. "Evet ama, sözümona kendi elimle yapacaktım bunu, böyle bedavadan konmak yoktu hesapta." Onun aklına geldiydi: "Sen bir yerlerde yazmamış mıydın şu kulübe saplantını?
(...)
Bir kütüphanenin, bir kulübenin, ağaçların hayatımda kurduğu simge üçgenini olsa olsa yakınlarımdan biri tanımlayabilirdi."
Batur'un bir düşü:
Evin geniş bahçesinin bir ucuna, hepten kendi elimle inşa edeceğim küçük kulübe. Çok kişiye, ama özellikle Merz'e ve Le Cabanon'a derin selamlarımla. Heidegger dikiliyor yanımda: "Senin evin şiirin, yazın. " Bir inşaat içinde geçti, geçiyor hayatım. Kitapların ortasında, temaslar arasında. Birinden birini yapamadıktan sonra 'ben yaşadım' nasıl diyebilirim? ''Yazı benim evim" kuruntusuyla.
Kalacağı ve gideceği yeri göremeyen, bulamayan, _yersiz yurtsuzluğu için bir toprak parçası, üç karışlık bir karşı-yer neden aramasın? "Burada yapma bunu" diyeceklerdir, derler: 'Uzağa, uzağımıza git, duyu mesafemizden çık". Dün, Abbas Hilmi Paşa'nın bir tek bahçe duvarları kalmış, bir hayalini bile gôremediğim evinden artan boşluğa, otların bürüdüğü arsaya baktım bir ara. O tuhafın tuhafı yapının hikayesine beni yapıştıran belki de konumunun simgesel karşılığını yaratması olmuştur. Abbas Hilmi Paşa, Avrupa'da yaptırtmış "katlanır-açılır" evi, gemiyle getirtmiş Heybeli'ye, burada monte edilmiş. Sonra, bir öfke krizinin ardından, söktürmüş evini, Mısır'a götürmüş. Benim gibiler için ülküsel çözüm ola ki budur: Katlanır-açılır, iki çırpıda taşınır hale getirilebilir bir kulübe ile no man's land'ler arası dolaşmak. Agrippa de Nettesheim gibi.
Önümüzdeki kış ne yapacağım? Bir kulübe inşa edeceğim. Nereye? Şimdilik bomboş bir defterin içine.
Benim gibi, çözüm yolunun en uçarı, gerçekdışı, belki bürlesk olanını arayanlar çıkıyor, savruluşun çekirdeğinden: Abbas Hilmi'nin arkasında bomboş arsasını bıraktığı, bahçe kapısının girişinde neden yılan motiflerinin kazılı durduğunu öğrenemediğim, bir fotoğrafını olsun bulamadığım, taşındığı yerde de barınamamış seyyar evini inşa etmekte çıkışını gören nafile düşçüler var, -olmalı: Katlanır taşınır bir ev olanaksızı onaylamak olsa bile, tutunulacak dal şimdilik. Bir ada, bir ev, bir kulübe, bir oda, bir hücre -leitmotiv, içinde yaşamak için kurduğumuz hapisanemiz, Carceri.
"Cote d’Azur’da 3,66×3,66 metrelik bir şatom var… Aşırı konforlu ve cömert.”
Atay'ın günlüğünde atıfta bulunduğu yazarlardan biri de Thoreau:
" Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı"nı okuyorum. Best-seller olmus. Batı 'nın çıkmazı için ilginç bir araştırma çünkü. Çünkü batılı motosiklet ile -teknolojisi ile Zen'i -yüce değerleri-bagdaştırmak istiyor. Pirsig, istiyor ki, Plato ve Buda uzlaşsın. "Rationality." ile duyarlığı bağdaştırmak istiyor. Yabancılaşma alienation- kalksın, motosiklet de Buda -the Buddha- olsun istiyor. Teknoloji ile sevgi birleşsin istiyor. John Sutherland'in yaptığı işle bütünleşmesini -bilinçli olmadığı için istemiyor.
Demek istiyorum ki teknoloji olmasa da "rationality" Batı'da insanı kavrıyor. Mesela Sevin, 'Pirsig'i ilginç bulurken sanıyorum bu 'objection'lar aklına gelmiyor. Bu "Walden" yaşantısı için gerekli minimum teknolojiyi aslında tabiatla birlikte yaşamasını bilmektir. Sanıyorum burada ben kendimi dışarda bırakılmış hissediyorum ve humour ile bu atılmışlığımı örtmeye ve onun acısını çıkarmaya çalışıyorum. Bir yere varmaz bu davranışım, biliyorum; gene de, belki başka çare şimdilik- göremedigim için direniyorum. Korkarım sonunda ben de teslim olacağım, bu daha acıklı olacak. "Rationality" tehlikeli. Sevin de belki bunun ağında -yani duyarlı insanlar için bence- tehlikeli. Çünkü duyarlığın da 'rational' olmak gerektiğini, ya da daha tehlikelisi- 'rationally' yorumlanması gerektiğini düşünür insan sonunda."
"Hikmet bu arada, 'deniz kıyısında bir kulübe yaparak orada çalışmaları gibi' kırsal bir özlemi dile getirdi. Albayın romatizmaları düşünülerek bu tasarıdan hemen vazgeçildi." (Tehlikeli Oyunlar)
Atay'ın bir düşü, Yıldız Ecevit'in kitabından:
Oğuz Atay'ın yalnız ve yaşam yorgunu olduğu dönemde en büyük düşlerinden birinin, büyük kentlerden uzakta, belki bir köyde, doğayla bütünleşerek yaşamak olduğunu söylüyordur arkadaşı Altay Gündüz. Yaşamı altı yaşından sonra büyük kentlerde geçmiştir. Doğal yaşamla en yakın teması ise ilk gençliğinde babasıyla birlikte, onun memleketi olan Devrekani'ye yaptıkları bir gezi sırasında olur. Kastamonu'nun bu kırsal yöresinde, Etçiler köyündeki akrabalarının yanında geçirdiği on beş günlük süre onu büyülemiştir. İçinde bulunduğu yoğun iş ortamından bunaldığı o günlerde, köyde kurulacak birlikte bir yaşam düşü ile ilgili senaryolar üretiyordur. Bu senaryolarda, Kastamonu yöresinin dağ köylerini model alıyordur. Dağdan toplanacak odunları taşıması gereken bir eşek ise, bu doğa düşlerinin ana figürlerinden biridir. Ancak onun düşlediği, yalnızlıkla perçinlenmiş bir robinsonad değildir; "Tutunamayanlar"ın Selim Işık'ı gibi içten ve naif bir coşkuyla tüm dostların bir arada yaşayabileceği alternatif bir yaşam biçimi kurguluyordur. Yine o yalnızlık döneminde evine sık uğradığı arkadaşlarından biri olan Altay Gündüz'un kayınpederi mimar Hikmet Koyunoğlu da bu oyuna katılmış ve içinde böyle bir yaşam biçiminin sürdürülebileceği düş evinin eskizini çizmiştir.
"Medeniyeti sevmiyorum," diyordur "Babama Mektup"ta:
"Bugünlere yetişebilseydin, sen de benim gibi televizyondan nefret ederdin sanıyorum. Ben, senin çıktığın köye dönmek istiyorum.. Ben senin uçsuz bucaksız tarlalar arasındaki küçük köyüne yakın bir yerde ..ahşap kirişli kerpiç bir evde yaşamak istiyorum. Evin resmini de tanıdık yaşlı bir mimara çizdirdim. Önünde 'hayat' denilen bir taşlık bulunan dağ evimde senin döneminde bilinmeyen ruhsal karışıklığımı yaşıyorum, kuyudan su çekiyorum ve eşeğime yüklediğim dallarla ocağımı yakıyorum. Çoğu zaman -sabit nazarlarla boşluğa baktığım zaman bu kerpiç evi daha ciddi bir biçimde düşünüyorum."
Her dilden, her ülkeden sayısız şiirin ardından,
Hep henüz söylenmemiş ya da basılmamış
Bir şey kalır geriye eksikliğini duyduğumuz-
Kim bilir hala eksikliğini duyduğumuz
ve ifade edilmemiş en iyi şey belki de.
W.W.
Kavafis'in masası ve lambası |
KAVAFİS İÇİN ON İKİ ŞİİR
YANNİS RİTSOS
‘‘Eğer şiir bağışlanma değilse,” diyor kendi kendine —
"o zaman başka hiçbir yerden medet ummamalı.”
OZANIN ODASI
Siyah, oymalı yazı masası, iki gümüş şamdan,
kırmızı piposu. Koltuğuna oturmuş, nerdeyse görünmüyor,
sırtı hep pencereye dönük. Kocaman, kuşkulu
gözlüğünün ardından aydınlık içindeki
konuğunu gözlüyor; sözcüklerin gerisine gizlenmiş,
tarih boyunca, kendi bulduğu maskeler arkasında,
uzak, güvenli, parmağındaki yakut yüzüğün
belirsiz yansımasıyle insanların dikkatini avlıyor,
ve her zaman büyük bir hevesle, toy oğlanların, şaşkınlık içinde,
dilleriyle kuruyan dudaklarını ıslattıkları anda
yüzlerinde beliren anlatımın tadını çıkarıyor.
Başının gerisindeki pencereden vuran ışık
ona bir bağışlama ve kutsallık tacı giydirirken
o, kurnaz, aç, şehvetli, en suçsuz insan,
Evet’le Hayır, istekle pişmanlık arasında,
Tanrı’nın elinde bir kantar gibi kılı kılına dengede.
‘‘Eğer şiir bağışlanma değilse,” diyor kendi kendine —
"o zaman başka hiçbir yerden medet ummamalı.”
LAMBASI
"Aranıza karışıyorum,
Şairiniz olacağım sizin."
"Whitman saw beautiful boys everywhere and preserved their likenesses in his notebooks, like pressed flowers. Shively speculates that some of the entries in Whitman’s notebooks and daybooks were actually coded sex diaries:
Dec 28 [1861] — Saturday night Mike Ellis — wandering at the cor of Lexington av. & 32d st. — took him home to 150 37th street, — 4th story back room — bitter cold night
Pazar öğleden sonraları aylarca uzasaydı, ter dökmekten kurtulmuş, ilk talihsizliğinin ağırlığından sıyrılıp hafiflemiş olan insanlık nereye varırdı? Yaşanmaya değer bir deneyim olurdu bu. Tek eğlencenin suç olacağı; sefahatin yürek temizliği, naranın melodi, sırıtmanın şefkat halinde görüneceği mümkünden de öte. Zamanın sınırsızlığı duygusu her saniyeyi dayanılmaz bir azaba, bir idam sehpasına çevirirdi. Şiirle dolu yüreklere şevksiz bir yamyamlık, bir sırtlan hüznü yerleşirdi; kasap ve cellatlar bitkin düşüp tükenir, kilise ve kerhaneler iç çekişlerle dolardı. Bir Pazar öğleden sonrasına dönüşmüş evren.... sıkıntının tasviri bu —evrenin de sonu... Tarih’in üzerinde sallanan laneti kaldırın: o anda kendini iptal eder, tıpkı mutlak tatilde varoluşun kendi kurgusunu sergilemesi gibi. Gayret, hiçliğin içinde mitosları inşa eder, kurar ve sağlamlaştırır; ilk sarhoşluk, "gcrçeklik"e olan inancı teşvik eder ve devam ettirir; oysa salt varoluşu seyredalış, hareket ve nesnelerden bağımsız seyredalış ancak Olmayan'ı kavrar...
Uğraşsızlar uğraşlılardan daha çok şeyi kavrarlar ve daha derindirler: ufuklarına sınır çeken hiçbir uğraş yoktur; sonsuz bir Pazar günü doğmuş olan onlar, seyrederler—ve kendilerini seyrederken seyrederler. Tembellik, fizyolojik bir kuşkuculuktur, canın kuşkusu. Aylaklıktan çıldırmış bir dünyada bir tek uğraşsızlar katil olmazlardı. Fakat insanlığın bir parçası değildirler ve ter dökmeyi bilmediklerinden ötürü Hayat'ın ve Günah’ın sonuçlarına katlanmadan yaşarlar. Ne iyilik ne de kötülük yaparak —insanlık sarasının seyircileri olan onlar— bilinci boğan çabalara, zamanın haftalarına burun bükerler. Bazı öğleden sonraların sınırsız uzamasından niye ürksünIer ki? Kabalık ölçüsünde basit ve besbelli şeyleri savunmuş olmanın pişmanlığından başka. Bu durumda, gerçekte yoğunlaşmak onları, ötekileri taklit etmeye ve kendilerini, meşgalelerin küçültücü imrenişinde hoşgörmeye sürükleyebilir. Cennetin mucizevi kalıntısı tembelliği bekleyen tehlike budur.
(Aşkın tek işlevi, bizi bir haftalığına —ve sonsuzluğa dek— yaralayan ölçüsüz ve acımasız Pazar öğleden sonralarına dayanmamıza yardım etmesidir.
Atadan kalma kasılmaların sürükleyiciliği olmasa, binlerce göz gerekirdi bize, saklı gözyaşlarımız için, ya da yenecek tırnaklar, kilometrelerce tırnak... Artık akmayan bu zaman başka türlü nasıl öldürülür? Bu bitmez tükenmez Pazarlar'da varolma acısı kendini tümüyle gösterir. Bazen bir şey içinde kendimizi unutmayı başarırız; ama dünya içinde kendimizi nasıl unutabiliriz? Bu olanaksızlık o acının tanımıdır. Bu acının yakaladığı kimse hiçbir zaman iyileşmeyecektir, evren tamamıyla değişse bile. Değişmesi gereken yüreğidir, oysa yürek değişemez; ve onun gözünde varolmanın tek bir anlamı vardır: acısına gömülmek —gündelik bir nirvanaya varma talimi onu gerçeksizliğin algısına yüceltene dek...)
Bak:
Çok şey borçlu olduğum bu bilim insanını aşağıya aldığım bir yazısıyla anmak istedim. Kebikeç dergisinin bir sayısında yer alan Gould'un ölümünden hemen sonra yazılmış bir yazıya da bağlantıdan ulaşmak mümkün: https://kebikecdergi.files.wordpress.com/2012/07/27_lewontin-levins.pdf
Son olarak Gould'un yer aldığı Simpsons'tan şahane bir de bölüm seyrettim, izlemek isteyenler için: 9. sezon 8. bölüm. "Lisa the Skeptic"
Blogdaki diğer Stephen Jay Gould yazıları için:
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2014/06/ilerleme.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2014/03/bahis.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/11/derin-zamanlar.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/11/bu-yasam-gorusunde-ihtisam-vardr.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/11/evrimin-kabulu.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/07/darwinin-defterleri.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/07/darwinci-perspektif.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/02/doga-tarihi-uzerine-dusunceler-stephen.html
Musings on the Teaching and Learning of Science
Most famous quotations are fabricated; after all, who can concoct a high witticism at a moment of maximal stress in battle or just before death. A military commander will surely mutter a mundane "Oh hell, here they come" rather than the inspirational "Don't one of you fire until you see the whites of their eyes." Similarly, we know many great literary lines by a standard misquotation rather than accurate citation. Bogart never said "Play it again, Sam," and Jesus did not proclaim that "he who lives by the sword shall die by the sword." Ironically, for this special issue on learning, the most famous of all quotations bungles the line and substitutes "knowledge" for the original. So let us restore our celebratory word to Alexander Pope's Essay on Criticism:
A little learning is a dangerous thing;
Drink deep, or taste not the Pierian spring;
There shallow draughts intoxicate the brain,
And drinking largely sobers us again.
I have a theory about the persistence of the standard misquote, "a little knowledge is a dangerous thing," a conjecture that I can support through the embarrassment of personal testimony. I think that writers resist a full and accurate citation because they do not know the meaning of the crucial second line. What the dickens is a "Pierian spring," and how can you explain the quotation if you don't know? So you extract the first line alone from false memory, and "learning" disappears.
To begin this little essay about learning in science, I vowed to find out about the Pierian spring so I could dare to quote this couplet that I have never cited for fear that someone would ask. And the answer turned out to be joyfully accessible-a two-minute exercise involving one false lead in the encyclopedia (reading two irrelevant articles about artists named Piero), followed by a good turn to the Oxford English Dictionary. Pieria, this venerable source tells us, is "a district in northern Thessaly, the reputed home of the muses." And Pierian therefore becomes "an epithet of the muses; hence allusively in reference to poetry and learning."
Ölünce senden bir anı kalmayacak kimselere
pay alamadın çünkü güllerinden Pieria'nın,
dolanacaksın oradan oraya Hades'in evinde uçarak
görünmez ölüler içre silik mi silik
Sappho
resim: 1897-Ernst-Stückelberg
Pieria için bak:
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2020/12/drink-deep-or-taste-not-pierian-spring_6.html
Bitkinim.
Keşke sana bahsedebilmek için bir şeyler öğrenebilsem yeniden. Yerleştiğim oda beyazdı ve yalnızlık ile durgunluk da beyazdı.
Bitkinim.
Hep aklımdasın.
Seni çok seviyorum.
Kendimi iyi hissediyorum. Boşum. Hiçbir şey yapmıyorum, fakat tatilde de değilim.
Tatildeyken bir şeyler yaparsın, boş zamanlarını falan planlarsın mesela.
Ben yapmıyorum. Hiçbir şey yapmıyorum.
Adresim:
Postrestant*, Lizbon.
Beyaz Kentteki Axolotl
"Doğruyu Söylemeye Çalışan Bir Yalancı"
ORUÇ ARUOBA
Şuna benzer bir düşünceyle girişsek Beyaz Kentte’deki Axolotl'u anlamaya- Bir geminin makina dairesi gitmez - geminin devindiği, yol aldığı duygusunu vermez. Olsa olsa, bazı düzenli seslerden sonuç olarak çıkarabilir makine dairesindeki kişi, geminin devindiğini. -seslerin tekdüzeliği de, giderek, belki, bu sonuca bile ulaşamaz duruma sokar kişiyi.
Makina dairesinde giden, devinimsizlik, durgunluk duyar daha çok: belki, bir gölün kıpırtısız sularının dibinde, kumlarda yatan bir -Axolotl’a yakıştırılabilecek bir duygu...
Bu koşutluğa hemen bağlayabileceğimiz bir olgu, Beyaz Kentte de yer alan —Axolot'un çektiği— «film içinde film»lerin bir özelliği: devinimin filmleridir: —Yürürken, tramvaydan, feribottan, yarılan sular, uçuşan çamaşırlar— hep devinim...
Şöyle diyelim öyleyse: Fazlaca durgun kalmış, devinime susamış bir Axolotl’du Beyaz Kentte sahile vuran. Gelişigüzel yürüyüşünün ve -rastgele atladığı tramvayın onu götürdüğü rastlantısal yerde durur, yerleşir.
Burada, artık, kendi içindeki devinime yol açılacaktır.
Kız ile kurduğu ilişki —
Yüzeye...
...çıkacağım...
...tekrardan.
Stop.
Rosa...
...gitti.
...bir bilgim yok.
...tek ülke ise...
...denizler.
Stop.
Denizleri seviyorum.
Seni seviyorum. Stop.
Seni şefkatlice kucaklıyorum.
Stop.
Bir kadının vücudu çok geniştir.
Stop.
Demek ikimiz arasında
bir savaş olacak.Stop.
Hatırlamanın...
Kadınlar çok güzeldir.
Trenler dakik değil.
Stop.
Eskiden bildiğimden daha fazlasını
biliyor değilim.
Stop.
"Sevgili Paul,
Bana bir keresinde, kaptanının neden sana şey dediğini sormuştun, su semenderi. Ve onun ne olduğunu. O, bir bitki türü değil, genellikle Meksika dolaylarındaki göllerde yaşayan kuyruklu kurbağa larvasına verilen bir admış. Hatta sözlükte Julio Cortázar'dan da bir alıntı var:
"İlk kez bir su semenderi gördüğümde, büyülendiğim şey onların hareketsizlikleri olmuştu ve gizli niyetlerini hemen sezdiğimi düşünmüştüm: Kayıtsız bir dinginlikle mekanı ve zamanı ortadan kaldırmak. Bir şeyleri gözlüyorlar gibi gelmişti bana; uzak yıkık diyarı, mutlak özgürlüklerine sahip oldukları zamanı, yani dünyanın su semenderlerine ait olduğu zamanı."
(Beyaz Kentte filminden)
AXOLOTL / JULIO CORTAZAR
Bir ara axolotl'lar üstüne uzun uzun düşündüğüm bir dönemden geçtim. Jardin des Plantes'deki akvaryumda onları görmeye giderdim. Saatlerce kalıp seyrederdim onları: Durağanlıklarını, o belli belirsiz kıpırdanmalarını gözlemlerdim. Şimdi ben bir axolotl'um.
Bir rastlantıyla buldum onları. Kış gibi soğuk geçen bir Hamursuz Yortusu'ndan sonra, Paris'in tavus kuyrukları gibi açılıp saçıldığı bir bahar sabahında. Port-Royal Bulvarı'ndan aşağı vurmuştum. Sonra Saint Marcel'le L'Hospital'e saptım; çepeçevre griliklerin arasındaki yeşilliği görünce aslanları ansıdım. Aslanlarla panterlerin dostuydum ya, akvaryumun bulunduğu o karanlık, rutubetli yapıya hiç girmemiştim. Bisikletimi parmaklığa dayadım, lalelere bakmaya gittim. Aslanlar hüzünlü ve çirkindiler, panterimse uyuyordu. Ben de, "Akvaryuma gideyim," dedim. Beylik balıklara yan yan bakıp dururken, birden, hiç beklenmedik biçimde axolotl'larla kaynaşıverdim. Bir saat durup onları seyrettim. Oradan ayrıldığım zaman onlardan başka bir şey düşünemez olmuştum.
Sainte-Genevieve kitaplığında bir sözlüğe başvurarak axolotl'arın Ambystoma ailesinden bir tür kertenkelenin (solungaçlarla bezenmiş) larva aşamasını oluşturduklarını öğrendim. Meksikalı olduklarını zaten onlara, o küçük, pembe, Aztek yüzlerine, bir de havuzlarının üstündeki katmana bakınca anlamıştım. Şimdi de onların Afrika'da, kuraklık döneminde karada yaşayıp yağmur mevsimi gelince yaşamlarını su altında sürdürebilen örneklerine rastlandığını okudum. İspanyolca adlarının Ajolote olduğunu, etlerinin yendiğini, yağlarının bir zamanlar balık yağı olarak kullanıldığını öğrendim. (Artık kullanılmıyormuş, kitabın dediğine bakılırsa.)
Camus’nün kurmaca metinlerinde, ünlü denemelerinin sesi, serinkanlılığı ve sakinliğinde cismani olmayan bir şey vardır. Güzelce yansıtılan varlığıyla, o unutulmaz fotoğraflarına rağmen söz konusu olan bir şeydir bu. İster bir palto, ister bir süveter ve açık bir gömlek, isterse takım elbise giyiyor olsun, dudaklarının arasında hep bir sigara tutuludur. Üstelik birçok açıdan neredeyse ideal bir yüz diyebiliriz onunkine: delikanlı görünümlü, yakışıklı ama fazla yakışıklı olmayan, ince, sert, hem yoğun hem mütevazı ifadeli bir yüz. Tanımak isteyeceğiniz bir adam.
Susan Sontag
Georges Bataille’a ve öfkenin, murdarlığın ve çürümenin, alkolün etkisiyle mazoşist tarafa meyil gösteren tuhaf bir Sade’ı yeniden yaşattığı eserlerindeki Simone, Madam Edwarda, Dirty Rea, Hansi, Loulou gibi deli kadın karakterlerine ve aklını kaçırmış annesine çok hayrandım. Bu deliliği yaşadım. Kurtuldum.
Hakiki erotizm sadedir, utangaçtır, kendisinin ve yumuşaklığının efendisidir. Lisa’yla nasıl seviştiğimi anlatmaya ihtiyaç duymuyorum. Tatmin olduktan sonra yalnız kalırız, ama nasıl söylemeli, dahası. Parıltı devam devam ediyor, ağaçsız bir yer, görünmez dönemeç ortaya çıkıyor, ışık size bakıyor. Lisa bir takımyıldızı, ben de bir başka takımyıldızıyım. Bu bizim aynı gökyüzünde atomlar olmamıza engel değil.
Histeriyi, yüceyi, ölümü, sarhoşluğu ve deliliği olağanüstü bir şekilde birbirine karıştıran marazi türde, Bataille’dan daha iyisini yapmak mümkün değil.
“Bir solucan parçası gibi nefes alıp verirken spazma yakalanmış, çırpınıyordu. Üstüne eğildim ve yutup paramparça ettiği maskenin dantellerini açmak zorunda kaldım. Hareketlerindeki kargaşa onu tüylerine kadar çırılçıplak bırakmıştı: Çıplaklığı duygusuzluktu şimdi, aynı zamanda ölü bir kadın giysisinin aşırı duygularıydı. En tuhafı -en can sıkıcısı- Madam Edwarda’nın içine hapsolduğu sessizlikti: çektiği acıdan ötürü artık iletişim kurmak mümkün değildi ve bu çıkışsızlıkta kendimi kaybediyordum) - boş gökyüzünden ne daha ıssız ne de daha düşman olan bu gönül gecesinde. Bedeninin balıksı çırpınışları, kötü yüzündeki iğrenç öfke, bendeki hayatı yok tediyor ve iğrenmeye yol açacak şekilde parçalıyordu.”
Bataille “iyileştirilemez bir yarayla yaralanmış” kalbinden söz eder. Yayılan teknik normalleşmeden önceki son romantiklerden biridir o. En tuhafı da Bataille’ın, Manet’nin müthiş kayıtsızlığını sevebilmiş olmasıdır. Gelgelelim bu sahne güzel, eğer aynı fikirde değilseniz güzellikten hiç bahsetmeyin. Siyah zeminde güzellik, işte gerçek.
Erotizmi ölüme benzetmek bana hep bir hata, bir sağırlar yanılgısı gibi geldi. Konuşmalar, fısıltılar, paylaşılan melodi, eşlik etme gezintinin anahtarlarını oluşturur. Evet, çocuksu bu gezinti, sınırı olmayan bir karşılıksızlık da. Masmavi gökyüzünde çakan şimşek, savaş yoluyla barışın ta kendisi olduğu için, barıştan doğuyor. Erotizm bir tanrıça ya da tanrı gibi iyilikseverdir. Hiçbir şeye ihtiyacı yok ve hiçbir şey aramıyor. Erotizm akorttur.
Erotizm ile ölüm arasında bağ yok mu? Var, tek bir tane: İki randevu arasında yok olmuş gibi yapmak. Yeniden yaşadığını görmek ne mutluluk! Ani Hint aydınlanması (Samadhi) şöyle iddia ediyor: Bu, tıpkı ‘‘yitirilmiş bir ebeveyne yeniden kavuşmaya” benzer. İşte: Hiçlikten kurtulan iki kişi selâmlaşıyor ve öpüşüyor.
Bataille “İmkânsız,” “tanrı" "ölüm, “egemenlik,” “şans,” “geçici heves” gibi sözcüklere güçlerini yeniden kazandırdı ve bazen ağır pornografik sahnelerle şu tür şeyler yazdı:
“Yiyeceğim, sikeceğim, yazacağım, güleceğim, yalan söyleyeceğim, ölümden korkacağım, tırnağımın tersine dönmesi fikriyle betim benzim atacak.”
Ve şu da:
“Küçük bir domuz gibi neşe içinde, zarif, çıplak ve hüzünlü bir orospu hayal ediyorum.”
Ve de:
“Ahlaki bozukluğa kendi anlaşılmaz meyledişimi unutmak isterdim.”
Ya da şöyle:
“Mezarın kenarındaki dehşet kutsaldır ve çocuğu olduğum bu dehşetin içine gömülüyorum.”
Lisa da benim gibi hakiki müstehcenliğin, kanaatkârlığın ve utanmanın tarafında olduğunu ve güzelliğin dehşete rağmen elde edildiğini düşünüyor. Karanlıkta ne yaptığımızı söylemeyeceğim.