Dostluğun Güzelliği: Foucault, Erillik ve Sanat Yapıtı
Kendisini hiç gizlemeyen, kişiyi deli eder: öylesine
çekinmeniz gerektir çıplaklıktan! Evet, tanrı olsaydınız, o zaman utanabilirdiniz
giysinizden! Dostun için ne denli süslensen azdır; çünkü sen onun için, bir ok
ve bir özlem olmalısın Üstinsana.
(Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt)
“Kendi yaşamının şairi” olan Üstinsana geçiş, tek başına
aşılacak bir yol değildir. Dostluk, Nietzsche'nin insanın yaşamını nasıl “gösterişli
bir tarzda” düzenleyeceğine dair görüşlerinde önemli bir rol oynar. Dostlar,
sanat gibi, kendi yaşamımıza belli bir mesafeden ve farklı bir bakış açısından
bakmamızı sağlar. Nietzscheye göre dost insanın “en iyi düşmanı” olmalıdır.
Yani dost, ötekinin bütün çirkin ve sağlıksız yanlarının düşmanı olmalıdır.
Dost, insanın amaç edineceği bir güzellik deneyimi sunmalı ve böylece ötekini,
mevcut durumunun sefilliğini küçümsemeye cesaretlendirmelidir. Nietzsche’nin
metinlerinde sanatçının rolüyle dostun rolü arasında belli bir yakınsama
gözlemlenir. Sanatçılar bir şeyi güzelleştirmek için o şeyden uzaklaşmanın
yolunu ortaya koyar. Benzer biçimde, (iyi) bir dostlukta da mesafe gereklidir.
Bunun nedeni, dostluğun “hata ve aldatma" üzerinde temellenmesi ve bu
türden insanca (pek insanca) ilişkileri sürdürmek için bir miktar sessizliğin
gerekli oluşudur. Bundan da anlaşılacağı üzere, dost "görmek istememelidir
her şeyi” (Zerdüşt, s. 59). John Coker’a göre, Nietzsche başkalarını oldukları
haliyle değil neye dönüştüklerine göre kabul edip sevmek gerektiğini savunur.
Bir başka deyişle, dost başkası olarak sevilmelidir, komşu ya da Aynı olarak
değil. Nietzsche bu görüşünü şu dizelerde ifade eder:
Lütfen burnumun dibinden biraz öteme yerleş,
Biraz uzağımda, biraz da yükseğimde eğleş!
Yoksa nasıl derim ben, “cananım yıldızlara eş”?
(Nietzsche, Şen Bilim, 30)
Nietzsche, sanat gibi dostluğu da iki temel türe ayırır:
yaşamı olumlayan ve yaşamın tıka basa doluluğunda temellenen dostluk ve yaşamı
reddeden ve şefkatte ve yaşamın yoksullaştırılmasında temellenen dostluk. Şöyle
buyurur Zerdüşt: “Kendisinde dünyanın yetkin durduğu, iyinin kabı olan dostu
öğretiyorum size - her zaman bağışlayabileceği yetkin bir dünyası olan
yaratıcı dostu.” (Zerdüşt, s. 63) Nietzsche, iyi dost olmadan önce kendimizi
(yani olabileceğimiz şeyi) sevmemiz gerektiğini savunur. Antikitede dostluğun
en yüce duygu kabul edildiğini ve kendine yeterliğin ve bereketin “kutsal
kardeşi” olduğunu iddia eder. Ben bu makalede Foucault’nun son dönem
yazılarında, bu antik ethos'u yirminci yüzyılın son dönemi bağlamında hayata
döndürme yolunda bir çabanın bulunduğunu savunacağım. Nietzsche şöyle sorar:
“O yüce sanatı, şenlik sanatını kaybedersek, sanal eserlerimizin sanatının ne
anlamı kalır?" (Şen Bilim, s. 144) Zerdüşt yanıt verir: “Yeryüzünün
şenliği olsun size dost ve üstinsanın önceden duyulması” (Zerdüşt, s. 63) Ben
dostlukla sanat arasındaki ilişkinin Foucault'nun son dönem yazılarında tekrar
ortaya çıktığını öne süreceğim. Foucault'nun çalışmaları bazen erkek egemen
yapısı nedeniyle eleştirilse de, bana göre onun “bir sanat yapıtı olarak yaşam
mefhumu egemen erkeklik söylemlerini aksatır. Bundan başka, dostluğu modern
toplumsal cinsiyet rejimine ve onun temelindeki heteroseksüel söyleme meydan
okumanın temel alanı olarak konumlandırmamızı sağlar.
Gelgelelim, burada duraklamamızın
bir nedeni de muhtemelen Nietzsche’nin dostluk anlayışının eril yapısıdır.
Linda Williams, Nietzsche'nin dostluk anlayışında kadınlara da yer olup
olmadığını sorgular. Geleneksel dostluk söylemini bozan bir şey varsa onun
Kadın olduğunu işaret eder. Nietzsche, sadece kadınların değil erkeklerin de
dost olma yeterliliğini eleştirerek endişelerimizi biraz olsun yatıştırır.
Şöyle yazar: “Ama deyin bana siz erkekler, hanginiz dostluğa yeterlisiniz? Ah
sizin yoksulluğunuz, ey erkekler, hele sizin gönül oburluğunuz! Sizin dostunuza
verdiğiniz kadarını, ben düşmanıma dahi veririm, hem bununla züğürtleşmem.
Arkadaşlık var: ko dostluk olsun!” (Zerdüşt, s. 58) Buna rağmen, Nietzsche'nin
mesafe ve sessizliği takdir edişi bizim için, dostlukla ilişkilendirilen duygu
ve yakınlığın “eril” reddini andırmaktadır. Nietzsche’nin düşünceleri yine de
dostluğun doğasına ilişkin önemli sorular öne sürmektedir ve bizim de ona yöneltecek
daha çok sorumuz olacaktır. Ama öncelikle Nietzsche’nin zamanında ve bizim zamanımızda
(özellikle erkekler arasındaki) dostluğun durumunu ele alalım.
Oscar Wilde'ın 1895'te "bariz ahlaksızlık” suçlamasıyla
yargılanmasından sonra erkekler arası dostluk yeni bir boyut kazandı. Bundan
böyle cinsellik meselesi “eşcinsel” figürüyle birlikte erkekler arasındaki
bütün ilişkilerin merkezine oturacaktı. Gerçekten de erkekler arası dostluk,
eşcinsellik hayaletinin güçlü heteroseksüel erillikler için bir tehlike teşkil
ettiği en önemli alandır. Wilde’ın başına gelen felaketin, erkeklerle sanat
yapıtı arasındaki kati ayrımda izini bıraktığı nadiren dile getirilir. Wilde’dan
bu yana, “sanatın” alımlanışı hem “dişil” olanla hem de "eşcinsel” olanla
kati biçimde ilişkilendirilmiştir- Wilde’ın etkili bir örneği olduğu
“estet-dandy” figürünün bünyesindeki üç unsurdur sanat, dişillik ve
eşcinsellik. Dolayısıyla, heterosek-süellik kurumu ve eşcinsellik korkusunun,
eril kimliklerin sanatla bağlantı kurmasını etkin biçimde engelleyen baskın
erillik mefhumlarının inşasının esas unsurlarından olageldiği söylenebilir.
Sanat, erillik ve dostluk arasında karmaşık karşılıklı-ilişkilerin söz konusu
olduğu bu belirsiz alan, bu makalenin daha sağlam bir dayanak bulmak adına
üzerinde temelleneceği zemindir. Heteroseksüel / eşcinsel ayrımının
belirsizleştiği bir alan olarak dostluk, erkekler ve sanat arasındaki ilişkiyi
tekrar düşünme imkânı sunabilir.
Eve Sedgwick eril eş-sosyal
(homosocial) arzu ve eril eşcinsel arzu arasında bir devamlılık olduğunu
savunur: “Bir erkek için, başka bir erkeğin erkeği olmak, ‘erkeklere ilgi
duymak’tan sadece görünmez, dikkatle bulandırılmış, hâlihazırda aşılmış bir
hatla ayrılır." Homofobi burada, erkekler arası eş-sosyal ilişkilerin
çağdaş biçimlerini ayakta tutan güç olarak ele alınmaktadır. Sedgwick’e göre
eşcinsel / heteroseksüel zıtlığı yirminci yüzyılda, bütün Batılı kimlikler ve
toplumsal örgütlenme biçimleri açısından asli öneme sahip esas kodlardan biri
olmuştur. Modern Batılı toplumların örgütlenişine özgü dostluk belli ki bu
bağlamda da bir rol üstlenmektedir. Ancak dostluğun toplumsal cinsiyet
sorununun ortaya çıktığı bir alan haline gelmesi sadece “homoseksüelin”
maskesinin toplum önünde indirilmesinden sonraki döneme özgü değildir. Örneğin
Alan Bray, on altıncı yüzyıl İngiltere'sinde “eril” dostla "oğlancı"
arasındaki farkın, Elizabeth döneminde ileri sürüldüğü gibi keskin olmadığını
söyler. Bray’e göre, cinsel açıdan uygunsuz fiil suçlamaları, erkekler arası
dostluğun kamusal emarelerinin kolaylıkla farklı -oğlancı- bir ışıkta
okunabileceğine dair örtük inanca dayanıyordu. Bunun sonucunda, Elizabeth
döneminde, erkekler arasındaki yakın ilişkilerde takdir edilecek davranışlarla
korkulacak davranışlar arasında bir ayrım yapmanın zor olduğunu görüyoruz.
Burada, yirminci yüzyıldan oldukça farklı bir bağlam söz konusu ama bu
farklılığın temelinde, oğlancılığın yaygınlaşmasının herkes için büyük tehlike
teşkil edeceği düşüncesi var. Buna karşın, modern erkekler, korkularının yer
değiştirmesini olanaklı kılan bir “eşcinsel azınlık’a sahip olmanın sağladığı
rahatlığa (ya da rahatsızlığa) sahip. Burada sorgulanan, bu yer değiştirme
stratejisinin başarısı.
Nietzsche’de Siyaset, Dostluk ve Yalnızlık
(Derrida’nın
Dostluğun Siyaseti’ndeki Nietzsche Okumasına Karşılık)
PAUL J.M. van TONGEREN
Bu makale, Nietzsche’nin, kişinin kendisiyle dost olmasının
imkânsızlığını temel alan sinik dostluk anlayışına odaklanmak suretiyle
Derrida’nın “ütopik” Nietzsche okumasına karşıt bir okuma önerir. İnsanın
siyasi tabiatını paylaşılan rasyonalitede ve ortak dostluklarda temellendiren
Aristoteles’in aksine Nietzsche, sadece siyasetin değil, aynı zamanda bizzat
insanın kendisinin de şiddetli bir teslimiyet ediminde kurulduğunu ve
süregelen bir iktidar mücadelesi üzerinden tanımlanabileceğini öne sürer.
Bu makale, dostluk ve siyaset
üzerine iki farklı düşünce geleneğini incelemektedir. (Esas olarak Aristoteles
ile bağdaştırılan) ilk gelenekte, ikisi (dostluk ve siyaset) arasında pozitif
bir ilişki vardır ve gerçek bir gerilimin varlığından söz edilemez. Öte yandan
(esas olarak Montaigne ile bağdaştırılan) diğer geleneğe göre dostluk siyasetle
uzlaştırılamaz.
Dostluğun radikal aldatıcı
tabiatını kabul edilmez bulduğundan aynı derecede katlanılmaz bir yalnızlığa
doğru yol alan Nietzsche’de bu iki geleneğin unsurlarına da rastlamak
mümkündür. Çünkü inzivanın, kendini kendisinin başkasına dönüştürdüğünü ancak
bir keşiş bilir, bu da gerçek dostluk için bir gerekçe, yalnız keşişi kendi
kendini sorgulamanın derinliklerine dalmaktan kurtaran bir üçüncü unsurdur.
Makalede, Nietzsche için
dostluğun, bütünüyle gerçekleştirilmiş bir dostluğa -yani içsel bir farklılık
veya çoğulluğun dostluğuna- ulaşma yolunda, (insanlık halinin tümüyle ötesinde
olan şeye, “Üstinsan'a götüren yolda) sadece bir aracı işlev görebileceği
gösterilecektir.
1. Giriş:
Derrida’nın dostluğun siyaseti üzerine kitabındaki Nietzsche
Derrida’nın kitabını doğru bir biçimde, bütünüyle ele almak,
en azından benim açımdan imkânsız; kitap motifler, iddialar ve farklı
doğrultularda uzanan yan yollar bakımından öylesine zengin ve dolu ki, hakkını
vermek için bir dizi makaleye ve hatta ciltlerce kitaba ihtiyaç olduğuna şüphe
yok. Benim burada yapmayı hedeflediğim, Derrida’nın kitabına dair birtakım
özetlerle işe başlamak (ki bu özetler, her şeyden önce, kitabın ne kadar azını
anladığımı da kaçınılmaz olarak göstermiş olacak) ve esas yazarın Nietzsche
olduğu bölümler üzerinde yoğunlaşmaktır.
Kitap, esas kökeni bilinmemesine
rağmen kültürümüz tarihinde çokça tekrarlanmış ünlü bir alıntıyla açılır. Bu
alıntıyı kullananlardan biri de Nietzsche’dir. Ama Nietzsche bu alıntıyı
devrimci bir şekilde tekrarlar, yani onu tersyüz eder:
“Belki de herkesin şöyle
diyeceği bir neşeli gün de gelecek: ‘Dostlarım, dost yoktur!' diye haykırdı
ölmekte olan bilge; 'Düşmanlarım, düşman yoktur’ diye haykırıyorum ben de,
yaşayan budala.” (İPİ I, 376)
Derrida’nın bu ters çevirme
üzerine düşünme yollarından biri de onu, Nietzsche’nin dışlayıcı karşıtlıklara
dair metafizik inanca ya da -Nietzsche’nin ifadesiyle- “değerlerin karşıtlığına
dair inanç’a (İKÖ 2, s.18) yönelik eleştirisiyle ilişkilendirmektir, bu inanç,
metafizikçilere, her kim bir şeyin karşıtından doğacağına inanıyorsa (hayal
ediyorsa, der Nietzsche) o “bir budaladır”, bir delidir, dedirtendir. Derrida,
dosttan düşmana geçişin, salt, bir şeyden onun karşıtına geçme anlamında bir
ters çevirme olmadığını, dışlayıcı karşıtlıklar üzerinden düşünmekten başka bir
düşünce biçimine, karşıtlık ve dışlayıcılık mantığından, farklı bir mantığa
geçiş olarak da algılanması gerektiğini öne sürer.
Bu bir yandan radikal bir çatlak
veya yarılma, diğer yandan da yarılma kavramıyla bağını koparan bir kırılmadır.
Böyle bir kırılma veya kırılmama, tersine çevirme veya çevirmeme durumu
(Nietzsche’nin gerçek dünya ile görünen dünyadan bahsettiği noktada muhtemelen
en açık hale gelen düşünme biçimi) Nietzsche tarafından sıklıkla kullanılan şu
sözcük aracılığıyla ifade bulur: "vielleicht", “belki",
"peutetre”. Nietzscheci düşünme biçimi “belki’nin düşünülmesidir. Bu
düşünme biçimi radikal bir yeniliği, yeniliği ya da farklılığı metafizik
karşıtlıklar mantığı uyarınca düşünülemeyecek olan şeyi duyurur ve
gerçekleştirir. Nietzsche "belki"yi -kelimenin Heideggerci manasıyla—
bir olaya dönüştürür. Derrida, bu belki kullanımını, tipik Nietzsche
cümlelerindeki teleiopoietik (veya auto-teleiopoietik)* biçim diye nitelendirdiği
yapıyla ilişkilendirir. Bu cümlelerin çoğunda Nietzsche dostlarına: “meine
Freunde...” [dostlarım] diye seslenir.
Dolayısıyla, başlangıçta
bahsettiğimiz terse çevirme -yani, dosttan düşmana, bilgelikten deliliğe
çevirme (“Dostlarım, dost yoktur!" diye haykırdı ölmekte olan bilge;
“Düşmanlarım, düşman yoktur” diye haykırıyorum ben de, yaşayan budala)- aynı
zamanda bir bağlantı, henüz orada olmayıp da bu duyurma sırasında gerçekleşen
bir bağlantı olarak da düşünülmelidir.
Dost ve düşman arasındaki ilişkinin,
halihazırda bir geleneği olduğu herkesin malumu. Bu geleneğin önemli bir
unsuru kutsal metinlerde geçen şu ifadedir: “Düşmanını sev!” Fakat bu ifade,
dostluk ya da sevgi ile düşmanlık arasında bağlantı kurmanın oldukça farklı
bir yoludur. Çünkü buradaki bağlantı veya geçiş, sadece dışlamayı dışlamakla
kalmaz, aynı zamanda tüm karşıtlığı da ortadan kaldırır; ayrımı nötrleştirir.
Sevilen bir düşman, artık düşman sayılamaz. Düşmanlarını sevenlerin düşmanları
yoktur. Farkın, ertelemenin, teleiopoiesis kavramındaki "tele"
unsurunun bu yok edilişinin aksine, Derrida, farklılığı ve mesafeyi kurtaracak
bir devrime, bir ters çevirmeye başvurma konusunda Nietzsche’nin yanındadır:
aranan, orantısızlığı kurtaracak bir dostluk, oikeiotessiz bir
philia ve salt farklılığın değil ayrılığın da siyasetidir.
Bu dostluk arayışı Nietzsche’nin
dostluk imgesiyle, aslen inzivanın dostu olan dostlar ya da “dayanışma içinde”
değil de "bir başına” olan dostlar imgesiyle mümkün kılınır: Bunlar birbirleriyle özellikle dost olarak ilintili değildir ve demokratik bir
topluluk oluşturmak bir yana, bir topluluk bile oluşturmazlar; bunlar, öylesi
dostlardır ki geleceğin filozofları olarak, hakikatin müşterekleştiği andan
itibaren hakikat olmaktan çıktığını düşünürler.
Nietzschenin yazılarında bu topluluk olmayan topluluk tasvir
edilir ve bizlerden -aidiyet olmayan bir aidiyet içerisinde- ona ait olmamız
beklenir. Öte yandan, hitap edilenler olarak bizler, kendimizi, bu garip
dostlarla dost olmuş buluruz - ya da ortaya böylesi bir görüntü çıkar.
Derrida'nın ütopik Nietzsche yorumu
Derrida’nın Nietzsche okumasının (ne oranda benim yorumumdan
kaynaklandığını bilemesem de) az çok iyimser-kehanetvari ve hatta ütopik tonu
beni oldukça şaşırttı. Derrida'nın da kabul ettiği bazı korkutucu olasılıkları
muhtemelen hafife aldığımın farkındayım. Ancak Derridanın “belki”ye atfettiği
önem de azımsanamaz: “belki”, bütün güvenceleri ve tahminleri aşan bir
olasılığın ilanıdır. Derrida, Nietzschenin hitap ve duyurularındaki teleiopoietik
yapıyı işaret eder; bu yapıda uzakta-olan eşzamanlı olarak hem gerçekleştirilir
hem de belli bir mesafede tutulur. Derrida, bu teleiopoiesisi mesihsel bir yapı
olarak nitelendirir.
Derrida, Nietzschenin
okuyucularını -onlara doğrudan hitap edip- kendisiyle beraber, olacak
olanların habercisi veya selefi yaparak, onları (yani, bizi) ilan edilen şeye
karşı yüklenilen sorumlulukta pay sahibi yaptığını gösterir-diğerlerinin
(geleceğin filozoflarının) önünü açma, onların ortaya çıkmasına müsaade etme
sorumluluğudur bu. Ve Nietzsche bunu, bize dost diye hitap edip, bizleri kendi
dostuna dönüştürerek yapar. Derrida, 317. sayfada, Zerdüşt’ün dost ve komşu
üzerine olan sözlerini ele alır ve onları İncil deki komşu sevgisi üzerine
sözlerle ilişkilendirir; Zerdüşt'ün İncil deki bu deyişi saptırdığını kabul
eder, fakat bunu "pour en tenir la promesse” (vaadini yerine getirmek
için) yapar.
Derrida, bu kehanetvari ve ütopik
bakış açısından, bir topluluğa ait olmayanların oluşturduğu topluluk içinde
bir dostluk imgesi seçer; hediyenin mantığı ve başkanın indirgenemez
önceliğinin hükmettiği, dostluğun ve sevginin ötesinde bir sevme (ainıance), bir “olay” imgesidir bu sevgi. Ve Derrida karşılıklılık ve eşitlik idesinden bu
ayrılmanın siyasal sonuçları ve imalarını sorgular,
siyasal
kavramını değiştirecek bir imkân arayışına girer.
Derrida'nın bu tavrı beni hayli
şaşırtmıştı çünkü benim Nietzsche okumalarıma göre -özellikle Nietzsche’nin
dostluk üzerine yazdıklarında- asıl ön-plana çıkan, dostluğun imkânsızlığıydı.
Bu makale aracılığıyla açıklamak istediğim de Nietzsche'de bulduğum bu zorlu
dostluk imgesidir. Ve tartışmanın ilk bölümünde, bu iki Nietzsche okuması
arasındaki farkı incelemeyi öneriyorum.
Bu hususta nasıl yol alacağıma
gelince: Ütopik bir dostluk imgesinden yola çıkarak benzer şekilde ütopik bir
siyasete varmaktan ziyade, Nietzsche’nin siyaset üzerine düşüncelerinin bazı
yönlerini sunacağım ve sonrasında Nietzsche’nin dostluk üzerine yazdıklarına
geçeceğim. Bu noktada ikinci bir soru veya başka bir tartışma konusu ortaya
çıkacak: Ben bu aşamada, Nietzsche’nin sinik dostluk görüşüne temel
oluşturanın, kişinin kendisiyle dost olmasının imkânsızlığı olduğunu
önereceğim. Fakat öncelikle, sıradaki konuyu inceleyelim:
2. Nietzsche’nin siyaset üzerine düşünceleri / Bir
siyaset felsefecisi olarak Nietzsche
Etiketler:
Nietzsche
Varolmak İçin Yazı
Ergenlikte yazının taşıdığı özel öneme çok sayıda psikanalist
eğilmiştir. Bu sözcük açlığına, hissedilen şeyi sözcüklere tercüme etme
yönündeki bu ihtiyaca, bu aciliyet duygusuna ve -kimi zaman işitilmeyen,
bilinmeyen— bu hissedilenlere eğilmişlerdir. Ergenlik döneminde yazı, yaşanmış
olanın en sadık ifadesi olarak görülür. Çocukluktan bu kopuş ve bilinmeze doğru
bu büyük sıçrayış karşısında herkes kendi nirengi noktalarını bulmaya çalışır.
İnsanın kaygılarını ve kuşkularını, sorularını ve korkularını, dünyada varolma
ve konumlanma güçlüğünü yazı yoluyla kaydetmekten daha iyi ne olabilir ki? Bir
dönem günlük tutmaya ya da az çok mutlu bir halde şiir yazmaya kalkışmamış ergen
var mıdır? ilk deneyimlerin ve başlangıçların çağına dair bu çiftanlamlı anıyı
her birimiz kendi içimizde taşırız.
Yazı, çocukluğun bilinen dünyası
ile uyanmakta olan ergenliğin bilinmeyen dünyası arasındaki eşiği saptamaya
çalışır. Yazı, kişinin kendisiyle sürdürdüğü tekil bir diyalogdur; burada sır
açma, umutsuzluk, tespit, düş ve hayal alanı, en çılgın ve en gizli arzular
ifade bulabilir.
Oidipus yasasının ifade bulduğu
dil olan anne dili. Ergenin kendini ayırmak zorunda olduğu bir başka istikrara
kavuşur. Böylece, başka bir yerde başka bir dil, başka bir açıklama, yeni bir
vaat aramak mantıklı gelir. Ergen, yazı aracılığıyla, anne babasının üstben
kaydından, dönemin kültüründe cisimlenen kolektif üstbene geçer. Ütopyaların
alanı, kimi zaman parçalanma yaratan bu “iki aradalık” içinde bulunur.
Psikanalist Moustafa Safouan şunu
söylemektedir: "Yazı, sözün bir ediminden başka bir şey asla değildir.” Morrison sözünü yazıya bağladığından ve
yazı kaydından söz kaydına geçtiğinden bu açıklama akla yatkındır. Ama yazı
ergenin bir geçitten geçmesini sağlar ve böylelikle itkisel bir değişikliğe yol
açarken, Morrison, çok zengin hayal gücünü sergileyerek, sanki sembolik kayda
istiflenmek ihtiyacı içindeymiş gibi yazıya dahil olmuştur. Çünkü “sembolik
olanla bir ilişki içinde yeniden doğabilmek için nesneyle belli bir hayali
ilişki içinde ölmek” gerekir diye belirtiyor Jacques Lacan. Biz bunu, kişinin
kendini yaratmasının zorunlu yolu olarak anlayabiliriz. Ama Morrison özellikle
semboliğe bu geçişe gelip çarpar. Düşünmeyi ve yazmayı öğrenmek, yerleşik kural
ve yasalar karşısında konumlanmayı kabul etmektir. Yazı gerçeğin alanına dahil
olur ve kimi zaman orada semptom oluşturur. Şiir ise sözcüklerin müziğinden
yararlanır, imleyen bileşimlerinin ürettiği anlamsızlık etkilerinden
yararlanır. Bu anlamsızlıklar başlı başına bir semptom oluşturmaz, semboliğe
katılımı engelleyici noktaları belirtirler, gerçeğin uçlarını yaratırlar. Bu
nedenle şiir evrensel ve ebedidir. Shakespeare ebedi ergen Hamlet’e “Words,
words, words...” (“Kelimeler, kelimeler, kelimeler...] dedirtmişti.
Ergen James Douglas’ın özel
kişiliği açısından bu saptamalar akla yatkındır. Ama kişiliğinin
derinliklerine girebilmemiz ve tüm karmaşıklığı içinde kavrayabilmemiz için bir adım
daha atmamız gerekiyor.
James Douglas’ın fazla eklektik
okumaları muhtemelen yazısının niteliğini saptırmıştır; onun edebi ve şiirsel
referanslar bütünü, düşüncesine olduğu kadar yazısına da etkide bulunmuştur.
Kendi sorgulama ve özlemlerine yakın bir edebiyat türü onu çok erken yaşlardan
beri cezbetmiştir. Şiirden beslenir, aralarında ezoterik ya da felsefi kimi
akımların da bulunduğu birçok edebi türe girip çıkar. İçgüdüsel olarak
araştırıcı ve meraklı ruhu onu son derece çeşitli türlerdeki metinleri okumaya
yöneltir.
Bilgiye sınırsız bir açlık duyar.
Yeni dünyalar keşfetmek ister ve bu araştırmayı öncelikle okuma ve yazmada
gerçekleştirir. Daha ilerde, gerçeklik içindeki deneyimlere yönelecek ve kendi
kanatlarını yakmaya dek varan, vazgeçemeyeceği bir hareketlik içine
atılacaktır. Okumalarına paralel olarak, bütün varlığıyla yazıya doğru kaygı
verici bir gerilim içinde yönelir.
Her ergen için yazı önemli bir
dayanak ve güçsüz kalan sözün yerini tutan bir ifade tarzı olsa da, James
için, daha acil koşullarda, yaşamsal bir zorunluluk söz konusudur: Hayat
tehlike altındadır, ölüm kol gezmektedir. Onu, kendisine rağmen yazıya iten şey
bir tür hayatta kalma güdüsüdür. Kimi kişilerin içlerinde dayanıksız, kırılgan
bir hal vardır ve bu onları bastırılamaz bir yönelimle yazıya doğru iter.
Kişide çok erken nüksetmeye başlayan kendine zarar verme ve özkıyım itkilerine
kısmen de olsa karşı koymanın bir yolu olduğu hipotezini ileri sürebiliriz.
Şiirin Yasadışılığı
Etiketler:
Edebiyat,
Jim Morrison
Depresyon Cehennemi
Jim Morrison yazılarında depresif yaşantısının acı dolu
havasını ifade eder. Onun öznelliği yıkım ve terk edilme duygularının izini
derinden taşımaktadır (Freudcu hilflosigkeit bebeğin başlangıçta hissettiği
yıkımı da ifade eder).
Moırison’un duygu yoğunluğu ve
bunları ifade tarzı döneminin gençliği içinde yankı bulmuştur: Tüketim
toplumunun yapay politik idealleri ile Vietnam Savaşı’nın dehşetinin şiddeti
arasında bocalayan bir gençlik. Ama döneminin ötesinde, sonraki kuşaklar da
Morrison’un yıkım çığlığını ve bunun yanı sıra müthiş özlemini, çılgınca
umudunu işittiler: olasılıklar alanını, gerçekliğin sınırını daima daha öteye
itme yönündeki anlamsız fikir.
Karanlık fikirler onun şiirinde
defalarca ifade bulmuştur.
uBir Amerikan
Duası”nda şunu belirtir:
“We’re perched headlong
on the edge of boredom
We’re reaching for death
On the end of a candle
We’re trying for something
That’s already found us.”
“Baş aşağı tünemişiz
sıkıntının kıyısında
Ölüme ulaşmaya çalışıyoruz
Bir mumun ucunda
Bir şey bulmaya çalışıyoruz
O bizi buldu çoktan.”
Ölüme olan ilgisi süreklidir;
sanki var olmak için ölümle yan yana gitmek, sürekli ölümü düşünmek zorundaymış
gibi hisseder.
Marazi olan şeyden aldığı hazzın
ötesinde, bu, onun çöken öznelliğinin temelini, yani intihar fikrini ifade
etmektedir. Şiirsel üslup ve metaforlarla bu fikirleri süsleyerek bir anlamda
yüceltiyordu.
Yaşam ile ölüm arasındaki bu
hududun, ancak bir kez aşılabilecek bu eşiğin esiri olmuş, bu hudut onu
büyülemişti. Canlılar dünyasıyla ölüler dünyasını birbirinden ayıran Antik
Yunan’nı mitsel ırmağı olan Styx ancak tek bir yönde geçilebilirdi; ırmağın kayıkçısı
Kharoon hariç.
Ama Morrison’un sorunsalı her
şeyi araştırmak istemesiydi: Ruhsallığının gizleri, başkalarıyla
ilişkilerindeki gizler; gerçekliğin ve yaşamın sınırlarını, ölümün hudut
bölgesinin hemen yakınına dek, görünürün, olasının ötesinde geriletebilecek
olan şeylerin gizleri.
Geri dönüşsüz bölgeye yaklaşmak
her zaman mümkün olsa da, aşılmaması gereken nihai bir sınır vardır.
Bu bastırılamaz ölüm içgüdüsünün
dolaylı olarak “elini ateşe sokma” tavrında ifade bulup bulmadığını bu bakış
açısından sorgulamak yerinde olur... Morrison’un ölümü kesin olarak hangi
koşullarda gerçekleşmiş olursa olsun, onun gündelik hayatı yaşayış tarzının,
sonuçta yaşama ve önüne çıkan her şeyden haz alma yönündeki korkunç açlığına
baskın çıkan bu kendini yok etmeye varabileceğini düşünebiliriz.
Bu yoğun yaratıcılık yıllarından
sonra Jim, Miami davası
dolayısıyla gerçekle yüz yüze gelir. Kimi zaman düşmanı olarak
gördüğü ama yaratıcılığını daha da geliştirebilmek için aldatmayı bildiği bu
dünyada neler olup bittiğini artık anlayamamaktadır. İlgisiz olmadığı başarı
onu muhtemelen bir süre ayakta tutacak kadar yeterli narsistik tatmini
sağlamaktadır.
O, sözcüklerin kıyısında
durmaktadır. Özel bir işlev taşıdığına inandığı sözcüklerin sembolik yapısının
eşiğine yerleşir. Bu özel işlev, onu temsil etme eğilimi, özellikle de var
edebilme eğilimidir, yani onun bir bilinçdışı öznesi olarak kalmasını
sağlamaktır. Eğer yazı bir dayanak olmazsa, hem narsistik düzlemde hem de
kişilik düzleminde çökebilir.
Lacan James Joyce’un yazısında
kendine özgü ve tuhaf şeyler saptamıştır. Bunlar onun biricik yazısının hem
dilbilgisi yapıları içerisinde hem de metnini renk renk süsleyen dilsel icatlar
ve uydurmalar içinde tekilliğini, aynı zamanda da özelliğini oluşturmaktadır.
Lacan, bu sözcük kuyumcusunun
yazısındaki özel bir işlevi bir yana ayırdı. Ona göre Joyce’u temsil eden şey
yazısıdır. Anılan özelliklerle birlikte yazısı olmasa, James Joyce, kişiliğinin
dayanaklarını ciddi olarak tehdit eden psikoza karşı kendini savunamazdı.
Lacan’a göre bir özne ancak
gerçek, sembolik ve hayali kayıtların çok belirgin biçimde düğümlenmesiyle
tutarlılığa kavuşuyorsa, bu durumda, kimi öznelerde bütünlüğü koruyan ilave
bir öğe gerekir ki, Lacan da bunu semptom sözcüğünün eski yazılışıyla sinthomc
olarak niteler. Bu sembolik eksikliği, yapı içinde kalabilmek için, yani özel
bir psikopatolojik duruma yol açacak şekilde dengesizliğe düşmemek için bazı
öznelerde temel önem taşır. Hatta Lacan Borromea düğümlerinin uzaydaki
figürasyonu yoluyla matematik bir modellendirme de önermiştir. Bu düğümler,
kendi aralarında işbirliği yaparak, ancak eğer üçü birden -yani hayali,
sembolik ve gerçek düzlemler-bağlıysa bütünü koruyabilecek şekildedir. Dahası,
sirıthome kavramı üzerinde çalışarak, yeni bir düğümlenme biçimi keşfetmiştir;
bu, üç yerine dört yuvarlaklı bir model- biçimidir.
Joyce örneğinde, onun bütünlüğünü
koruyan şey yazısı, yazılı dille ilişkisiydi. Edebi yaratıya bu şekilde
bağlanmasaydı, deliliğin kıyılarına erişme riski içinde kalırdı.
Ama James Douglas Morrison
hakkında ne denebilir? Yapısının aynı türde olduğu ve yazıya yaşamsal bir
zorunluluk olarak başvurduğu söylenebilir.
Bu ise, tersine, yaratıcılık ile
psikopatolojik yapı arasındaki ilişkilerin sorgulanmasını gerektirir. Bu özneyi
yazmaya, yaratmaya, tek kelimeyle yüceltim yolundan geçmeye iten şey nedir?
Morrison sürekli yaratma
durumundaydı. Tüm defterlerini dolduruyor, metinleri daktiloda tekrar tekrar
yazıyordu. Meçhul kişilerden oluşan bir kitlenin kahramanı olan Morrison, kendisini
yazmaya yönelten, yaşamsal bir aciliyet, hayatta kalma hali içinde çalışmaya
yönelten bir çatlak, bir kırılganlık taşıyordu içinde. Hayalgücünü dolduran
iblisler birçok açıdan son derece tehditkâr görünüyordu. O, düşme tehdidi her
gün biraz daha belirginleşirken, uçurumun kenarında olmanın rahatsızlık verici
konumunu tanımlamaya ve yazmaya çalışıyordu. Günün birinde aşmak zorunda
olduğunu bildiği bu dar kapıyı tanımlamak istiyordu. Bu sonla yüzleşme ânını
sürekli erteliyordu; o ânın kendi ölümüyle randevusu olmasından çekiniyordu.
Etiketler:
Jim Morrison
Aşırılık Peşinde
Morrison sınırlara, aşırılıklara, neredeyse tekrar tekrar ve
hep aynı düzenlilik içinde gidip gelir. Sanki yaratıcı potansiyeli tahrip
eden, ama aynı zamanda kişiliğini imhaya da onu yönelten görünmez bir çizgiyi
takip ediyor gibidir. İşlenen bir cinayetin sorumluluğu ya da suçluluk duygusu
için kişinin kendini Tanrıya teslim ettiği ortaçağ uygulamaları misali, ölüm
riskini göze aldığı davranışları deneyimler. Sahnede olduğu gibi gündelik
yaşamda da, ölüm riskine koşturan bu davranışları temsil eden şey, risk almaya
yönelik içgüdüsel eğilimidir.
Aralarında amfetamin, kokain, LSD
ve afyonun da bulunduğu çok sayıda uyuşturucu dener. Bunların düzenli ve aşırı
kullanımı onun için hem bir esin kaynağıdır, hem de özyıkımını hızlandırmanın
bir biçimidir, ihlal edici boyut, bütün bu yasadışı maddelerin kullanımında
elbette mevcuttur. Baudelaire ya da Rimbaud gibi bazı yazarlarla
özdeşleşmesinde afyon önemlidir ve bunları idealleştirir. Paris’te
Baudelaire'in tarif ettiği afyon tekkesinin yerini bulup ziyaret eder. Bu konudaki
edebi göndermelere her yerde rastlanır. En başta da
Aldous Huxley’e, keza eski ve çağdaş çeşitli şair ve
yazarlara başvurur.
Yeni fiziksel ve psişik duyumlar
peşinde sürekli koşarak, toksik maddelere bu başvuru yoluyla “algının kapıları’
nı aşmaya çalışır.
Morrison, yazgısının yolu
üzerinde, asla geri dönmeden ilerler. Çılgınca koşusunun, aynanın ötesinde,
semboliğin öte tarafında umutsuzca mutluluk arayışının kendisini nereye
götürdüğünü bilmekte midir? Her türlü heyecanı fazlasıyla deneyimlemiş,
yaşamış, tecrübe etmişti; duyumlarının polifonisinin ve bilincin sınırlarına
dek varmıştı. Bununla birlikte, yaşamama, ölümün yakınından geçme ve kendini
yok etme içgüdüsü bir an bile gözünü üzerinden ayırmıyordu. Tespitte bulunmak
kolaydır, ama bu yıkım arayışına olası bir psikolojik köken ileri sürmek için
henüz çok erken. Freud'un ölüm itkisi olarak tanımladığı bir itki vardır ama bu
klinik olarak her zaman saptanamaz çünkü ender olarak açıkça işler. Genellikle
dolaylı biçimde ifade bulur. Oysa Morrison'da mevcut bir dizi argüman bu
ilkinin onun kişilik yapısındaki varlığını ve önemini açıklamaktadır.
Böylece Morrison’un düşkünlüğünün
tayfının kendini gösterdiğini görürüz.
Düşkünlük Tayfı
Alaycı kahkahalar, oturaklı tavırlar, tehlikeli tutumlar
Moırison’un gündelik yaşamını doldurmaktadır. Her türden aşırılıklarına
gelince, o da çoğu insan gibidir: bunlar hakkında hiçbir şey bilmek istemez.
Zaman zaman bilincinin anlık olarak berraklaştığı görülür ama hatalarını inkâr
hızla baskın çıkar. İlk gençlik çağından beri yaptıklarını tekrar eden,
dokunduğu şeylerin çoğunu, özellikle de duygusal alanına girebilecek olan
varlıkları yok eder.
Kadınlar konusundaki tutumu hep
aynıdır: Onları küçümseyerek ya da değersizleştirerek işe başlar, sonra da
yumuşak ve sevgi dolu görünür. Beklenmedik şiddet ya da saldırganlık krizlerine
girdiği de oluyordu ve bu durum çevresindekileri şaşırtıyordu.
Niçin sahneye tek başına, kendi
adına çıkmaz? Artık Doors’un parçası olmamak ve tek başına şarkı söylemek konusunda
niçin tereddüt etmektedir? Bu yönde ona birçok öneri yapılmış ve her zaman
reddetmiştir. Güvenli bir yerde kalmaya, hayalgücünün eşiğinde, ama aynı
zamanda deliliğin kıyısında, onu destekleyen ve ona eşlik eden başka kapıların
ortasında bir kapı olmaya can atar.
Müzik onun açısından olmazsa
olmazdır. Ancak bu sayede yıkıcılığının tersi yöndeki bir şeyin içinde serpilip
gelişebilir. Yaratıcı yan sanatının yüceltilmesinde cisimlenir. Sesinin pes
tınısı çok çeşitli duygu düzeylerini aktarsa da, birçok kişi tarafından
istisnai lirik yeteneği olmayan bir şarkıcı olarak kabul edilir. Bununla
birlikte tartışmasız sanatsal niteliklere sahiptir, duyguları kitleye ya da
dinleyicilere aktarma yönünde inanılmaz bir yeteneği vardır. Bu karizma onu
sahnede görülmek istenen bir şarkıcı yapar; bunun nedeni yalnızca provokasyonları
ve tuhaflıkları değil, özellikle ortaya koyduğu, sesindeki ve müziğindeki şiir
dolayısıyla aktarmayı başardığı bu enerji ve güçtür.
Yaşamındaki bu varolma
eksikliğini, ham haldeki duygulanım aktarım yoluyla geçirebilir. Totem hayvanı
olan kertenkeleyle özdeşleşmesi, kendini -nörobiyologların dediği gibi
sürüngenlere özgü olan- derin bir belleğin sahibi olarak düşündüğünü
göstermektedir. Çok sayıda hayvan türüyle paylaştığımız bu sürüngen beyni, her
birimizin içinde yatan evcilleştirilmemiş, vahşi yanı temsil eder.
Etiketler:
Jim Morrison
This is the End
Sondan Önce
Gelişimini gerçekleştirdiği çevreden uzaklaşma kararı uzun
bir düşünme sürecinin meyvesidir.
Morrison Doors üyelerinden büyük
ölçüde uzaklaşmıştı. Sözleşme yükümlülükleriyle bağlı olduğundan, onlarla birlikte
L. A. Woman adlı son bir albümün kaydını bitirdi. Davalarının neden olduğu
sıkıntılardan, özellikle onu özgürlüğünden neredeyse yoksun bırakacak olan
Miami davasının sıkıntılarından kısmen kurtulmuştur. Artık ne kendine ne de
geleceğine büyük bir güven duymaktadır. Rock starı olarak geleceğine dair tam
bir kuşku içindedir. Bıkkınlık ve tükenme hissi içindedir; bu dönem ve
karşılaştığı şey onu çökertmiştir. Kaynaklarına dönmek, bir süredir ihmal etmiş
olduğu şiirsel ufuklara doğru yeniden açılmak istemektedir. Eşi, öfkesini ve
alkol bağımlılığını artıran bu kısır gürültü patırtıdan uzaklaşmaya
yöneltmektedir onu. Hayran olduğu sayısız şairin şehri olan Paris’e gitmeyi
önerir. Paris onun için şiirin kökenlerine geri dönüş yeri olacak, yazıyla
yeniden bağ kurma imkânı sağlayacaktı.
"Road days” adlı bir şiir bu
dönem ki ruh halini ifade etmektedir.
“Fear of plane death
And night vvas Night
Should be
A girl, a bottle, blessed sleep
I have ploughed
My seed thru the heart
Of the nation.
Injected a germ in the pyschic blood vein
Now 1 embrace poetry
Of business and become for
A time a - “Prince of industry”
A natural leader, o poet,
A Shaman, w/the Soul of clown.
What am I doing
İn the Bull Ring
Arena
Every public figüre
Running for Leader
Spectators at the Tomb -
riot watchers
Fear of Eyes
Assassination
Being drunk is a good disguise
I drink so I
Can talk to assholes
This include me.
The horror of business
The problem of Money
Guilt
Do I deserve it?
The meeting
Rid of t he managers agents
After four years. I’m left w/a
Mind like a fuzzy hammer
Regıet for wasted nights
wasted years
I pissed it all away
American music.
End w/fond goodbye
plans for the future -
not an actor
writer- filmmaker
Which of ıny cellves
Will be remember’d
Goodbye America
I loved you
Money from home
Good luck
Stay out of trouble.”
Otobiyografik ve trajik yanı
nedeniyle bu şiiri eksiksiz çevirmek gerektirir.
Yol Günleri
“Uçak korkusu
ve gece geceydi yalnızca
olmalıydı
bir kız, bir şişe ve mutlu bir uyku
Daldırdım
Tohumumu kalbine dek
Ulusun
Ruhsal kanın damarına enjekte ettim bir tohum.
İş hayatının şiirini
Kucakladığım şu anda
ve ben oluyorum -bir
süreliğine- bir “sanayi prensi.”
Lider doğmuş biri, bir şair,
Bir şaman, donanmış
Bir soytarı ruhuyla.
Ne
Yapıyorum ben
Bu boğa güreşinde
Her kamusal insan
Özlem duyar iktidara
Mezar seyircileri
- tuhaf isyanlar
Gözlerde korku
Cinayet
Sarhoş olmak iyi bir kisvedir.
İçiyorum
Kıç deliklerinden söz edebilmek için
Ben dahil.
İş hayatından korku
Para sorunu
Suçluluk duygusu
Bunu hak ediyor muyum ben?
Toplantı
İş adamlarından ve görevlilerden kurtulmuş
Dört yıldan sonra beraberim
Ruhla flu bir çekiç gibi
Pişmanlık dolu geceler
Ve heder edilmiş yıllar
Hiç işim olmaz
Amerikan müziğiyle.
Yumuşak bir hoşçakalla sonuçlandırmak
Ve gelecek projeleri
- tek bir aktörü
yazarı-sinemacıyı
“Benleı im”den hangisi
hatırlanacaktır?
Hoşça kal Amerika
Sevdim seni
Para sorunu yok
iyi şanslar
Sakin ol.”
Kopuş
Morrison Amerikan endüstri ve toplumuyla, artık istemediği,
kendisine benzemeyen bu imgeyle hesaplaşır. Morrison bu aydınlamış üslupla
kendini defalarca ifade eder.
Şiir prensi haline geçişinden
açıkça söz eder ve farklı ödünç kişiliklerini yeniden ele alır: lider, şaman,
hokkabaz, sarhoş adam ve de şair.
Paranın, iktidarın,
show-business’in ve kişiliği ortadan kaldırıcı sanayisinin güçlerinin
hizmetinde geçirdiği dört yılı, bu kuruntuların içine sürüklenmenin
pişmanlıklarıyla birlikte, açıkça yeniden yerli yerine yerleştirir.
Şiirin sonunda, cellves uydurma
sözcüğü özel bir tuhaflığı barındırır. Morrison, birçok figür halinde kırılıp
parçalanmış kişiliğine dair açık seçik bir bilince sahiptir. Aynı zamanda,
başkalarına bırakacağı anılarla, eli kulağında bir ölümü hatırlatmaktadır.
Bu sorgulamayı bir başka
düzlemde, Morrison’un öznelliği düzleminde de anlamak gerekir. Öznel bir
düzeyde, kendi kendini sorguladığını düşünebiliriz. Bağdaşık bir kişilikte insan
kendini nasıl bulabilir? işleyen bölünme mekanizmaları kuşkusuz ki kendini
bulmayı engellemektedir. Onun farklı kişilik düzlemlerinde işlemesine imkân
tanıyan şey, tersine dönerek ona geri döner. Başkaları beni farklı farklı
yerlerde düşünüyorsa ben kimim?
Tüm bu nedenlerle, Jim Morrison, yukardaki şiirde görülen
umutsuz bilinç açıklığının ötesinde, nerede olduğunu bilemez.
Kendini yeniden bulmaya çalışmak, kendiyle barışmak için Jim Morrison, gözden
kaybetmiş gibi gözüktüğü James Douglas Moırison’u aramaya gider.
İstikamet Paris’tir ve bu onun
sonuncu istikameti olacaktır.
Morrison eşi Pamela Courson’la
Paris’te Mart 1971’de buluşur. Doors’un son albümünün kaydını tamamladıktan
sonra Los Angeles’ı terk eder. Grubun diğer üyeleriyle ilişkiler son derece
gerilimlidir, kopma noktasındadır. Ne miksajı bekler, ne de kaydın son halinin
verilmesini. Paris’e bu kaçış, kendini bulma, yeniden inşa etme yönünde bir
teşebbüstür; çünkü yıllardır kendini yok etmeye çabaladığının bilincindedir. Şiirin
ülkesine geri dönmek, yaratının kaynaklarına geri dönmek, onun için son bir
şans ve son bir hamle olacaktı.
Yazar ve sinemacılarla ilginç
bazı buluşmaları olur. Agnes Varda ve Jacques Demy ile birlikte, yaratı, sanat
ve edebiyat üzerine fikir alışverişlerinde bulunur. Fas’a, Ispanya’ya bir iki
seyahate çıkar. Ancak içki alışkanlığı hiç eksilmez; uyuşturucu alışkanlığı da
öyle. Genellikle hep bitkin bir haldedir, bütün gecelerini çeşitli
birahanelerde içerek geçirir.
Bir gece hastalanır, Pamela
Courson’la birlikte dairelerine dönerler. Kusar, sonra eşine duş alacağını söyler.
Pamela gidip yatar ve birkaç saat sonra Jim’i banyoda ölü olarak bulur.
Şaşkınlık içerisinde bir arkadaşlarını çağırır, o da gelip ölümü saptar ve önce
bir doktor çağırır, sonra da yetkililere haber verir. Ölüm ilanı kendi adıyla
verilir, ama önadlarının sırası tersine çevrilerek en azından birkaç gün daha
kimliğinin saptanamaması ve kamusal cenaze törenlerinden kaçınmak sağlanmaya
çalışılır.
"Douglas James Morrison,
Amerikalı şair,
yirmi yedi yaşında, 3 Temmuz 1971 yılında vefat etti."
yirmi yedi yaşında, 3 Temmuz 1971 yılında vefat etti."
Etiketler:
Jim Morrison
Sonun Ötesinde
Bu eşsiz sanatçının yazıları ve yaşamı modernitemizi temsil
eden patoloji konusunda -sınır patolojisi- bizi aydınlatmaktadır. Dalgalı,
kenarı ya da kıyısı olmayan, her türlü hudut, sınır, tutarlılık fikrine yabancı
bir toplum olduğumuzu söylemek, sınır durumların yoğun biçimde olarak ortaya
çıkmasını anlamaya yetmez. Jim Morrison’un sınır konumu, onun mitolojisinin
kurulmasına katkıda bulunmuştur. Yaratıcı gücüyle olduğu kadar ölümcül
içgüdüleriyle de büyülemektedir. Önemli olan şey bu şairde belirgin bir
patoloji saptamak değil, onun varolma güçlüklerinin onu, hem yaratıya hem de
çevresindeki her şeyi yıkma eğilimine ve ender şiddette bir özyıkım
mekanizmasına nasıl yönelttiğini görmektir.
En azından görünüşte ölümden
çekinmeyen biri karşısında nasıl ilgisiz kalabiliriz? Morrison ölüler diyarının
salcısıydı, bir dünyadan ötekine, karanlık yanına, bilinmeyene, görünmeyene
geçen biri. Bu mitsel ülkeye, dünyanın asıl gerçekliğini göstereceği ve
eksiksiz mutluluğa erişilebilecek bu yalancı cennete erişmeye çalışıyordu.
Bu hayali ülke ile Morrison’un
bireysel ruh hali arasında kesişme noktaları muhtemelen vardır. O, kendi
içindeki bu mücevherin, onu aynanın öte tarafına, ön-yansıcı evreye, ayna
öncesine; anneden ayrımın açıkça oluşmadığı bir döneme, ideal bir dünyaya
inanmanın hâlâ mümkün olduğu bir döneme iten bu duyum ya da bu buluşmanın
peşindedir. Bu dönemin, kaynaşınalı olarak adlandırılan belli bir gerçekliği
kapsaması gerekir. Ama kaynaşmanın tersi de vardır ve çok sayıda kaygıyı
barındırır: yenilip yutulma, yok edilme, ötekinin içine alınma. Kaynaşmanın bu
iki çehresi, yani yutulma-tutku, kendinin ve yakınlarının yaşamını riske atan
sınır durumda yaşayan kişilerde görülür.
Bu delilikten kaçabilmek için Morrison
yaratının kıyılarında bir yol açabildi kendine. Kültürümüzün patolojileriyle
rezonans içinde, kendi çağını, kusurları, başıboşlukları ve açmazlarıyla modernitemizi,
kültürün majör imleyenleriyle geçirgenlik sayesinde, herkesten daha iyi temsil
etmeyi bildi. Böylece bunları yeniden ifade edebildi, sözlere tercüme edebildi,
müziğini yapabildi, sahnede yaşayabildi ve çağdaşlarına allak bullak edici bir
hakikat aktarmayı bildi.
Fantasmalarının imgelerine vücut
veren Jim Morrison, gün ortasında düş gören biridir. Ama bu fantasmalar,
Freud’un gayet iyi bildiği gibi, zamanlarla ustaca oynayarak, gerçek çevreyle
eklemlenirler: “Geçmiş, şimdiki zaman, gelecek; sanki bunları kat eden arzunun düz
çizgisi üzerinde dizilmiş gibidirler.”
Sınır durum, sembolik düzendeki
derin çatlakları ortaya çıkarır. Morrison’a göre onun tekilliği, kuşkusuz ki,
sanatını çağının kültürüyle böyle bir sintoni içinde ifade etmesine imkân
tanımış olan şeydir. Ama yazıda bulduğu sembolik koltuk değnekleri yalnızca bir
süre işlevsel olmuştur. Gerçekle ve hayalle kalıcı bir kenetlenme
olmadığından, bu koltuk değnekleri ona gerçeğin içinde istikrarlı bir dayanak
getirmeyi başaramamışlardır. Bağların kopması ve özkıyım süreçleri baskın
gelerek, ölüm itkisinin yeraltında ama korkunç derecede etkili çalışmasına
tanıklık ederler.
Düzen çocuğu Morrison daima
dengesizlik içinde yaşadı, kaosa ve düzensizliğe içgüdüsel bir eğilim gösterdi.
Onun meteor yazgısı
modernitemizin açmazları bakımından simgesel niteliktedir.
Onun içsel çatlaklarının, sınır
durumdaki kahraman tutumunun, uygarlığımızın gizli hakikatinin kalbini, dile getirilemez
terörlerini, bastırılmış sırrını kavramasına imkân tanıdığına kuşku yoktur.
Çünkü, bir dönemin patolojisiyle rezonansın ötesinde, Morrison, aşk, ölüm ve
yaşam üzerine sorgulamaları içinde insanlığın çağlar boyunca yaşadığı endişe
ve kaygılarını ifade etmiştir. Kitleler bunun karşılığını ona gayet iyi verdi,
çünkü onu idol haline getirdikten sonra, modernitemizin kahramanı mertebesine,
aklı başında bir dünyanın sunağında kurban edilen, kültürün lanetli evladı
mertebesine yükseltti.
Morrison dolu dizgin haz arayışıyla yalnızca imkânsıza
vardı. Morrison öznel başıboş dolanmaları, kişisel sembolik çatlakları
sayesinde, başka yerde, yani kitlenin içinde, uötekiler”i, çağdaşlarını,
bir dayanak noktasını buldu. Ama bu nedenle, onun yaratısı doğrudan doğruya
bizim çağdaş dünyamızın sembolik boşluğuna; etik bir ölçütü artık olmayan,
otoritenin ve baba yasasının çatlakları dolayısıyla sembolik aktarımdaki
başarısızlıkları temsil eden tüketimcilige gönderme yapıyordu.
*
Kahramanın Sınır Durumu
Didier Lauru
*
Kahramanın Sınır Durumu
Didier Lauru
Etiketler:
Jim Morrison
Antinous ölmüştü
Düşüncelerimi toparlamaya çalışıyordum:
Antinous ölmüştü.
Çocukken, Marullinus'un kuzgunların paramparça etmiş olduğu
cesedini görünce ağlayıp bağırmıştım ama, bu ağlama, gece bağıran bir hayvanın
ağlamasına benziyordu. Babam ölmüştü ama on iki yaşında öksüz kalan oğlan çocuğu evdeki düzensizlikten, annesinin gözyaşlarından ve kendi korkusundan başkasını algılayamamıştı; ölmekte olan adamın
acısı konusunda hiçbir şey bilmiyordum. Annem, çok sonraları, ben Pannonina'da görevdeyken ölmüştü; tam tarihini anımsayamıyorum. Trayan, vasiyetimi yazması gereken hasta bir adamdan başka bir şey değildi. Plotina'nın ölümünü görmemiştim. Attianus ölmüştü; yaşlı bir adamdı. Çok sevdiğimi zannettiğim
arkadaşlarımı Daçya savaşları sırasında yitirmiştim; ama gençlik; yaşam ve ölüm eş düzeyde baş döndürücü ve kolaydı.
Antinous ölmüştü.
Sık sık duyulan, basmakalıp sözler anımsıyordum: ·İnsan her yaşta ölebilir», ya da "Genç ölenler tanrının
sevgili kullarıdır," bu laf kalabalığına ben de katılmıştım; can sıkıntısından öleceğim, uyurken öleceğim, demiştim. Acı sözcüğünü, Yas
sözcüğünü, Yitik sözcüğünü kullanmıştım.
Antinous ölmüştü.
Aşk tanrıların en akıllısı . . . Ancak, bir ırmağın taşıdığı
altın madeninin kumla karıştığı gibi aşk da, tutkuya, umursamazlığa,
sertliğe, duyarsızlığa ve kendi kendini aldatan yaşlı adamın lafta
kalan
mutluluğuna karışır; bundan sorumlu tutulamaz aşk. Acaba ben de mi kendi kendimi kandırmıştım?
Antinous ölmüştü.
Şu anda Servianus'un hiç kuşkusuz öne sürdüğü gibi fazla
sevmekten değil oğlanı yaşamaya zorlayacak kadar sevmemiş olmamdan
kaynaklanıyordu kuruntularım. Orpheus mezhebinin bir üyesi olan Khabrias, canına kıymayı suç bulduğu için bu sonun kendi
kendini kurban etmek isteğinden doğduğunu savunuyordu; ölümün bir armağan olduğu düşüncesi tüyler ürperten bir sevinç
veriyordu bana. Yumuşaklığın altında gizlenen galeyanı, birtakım şeylerden vazgeçmenin altında yatan umutsuzluğu, aşkın içinde gizlenen nefreti bilen tek kişi bendim. Çok derinden incinmiş bir yaratık, bağlılığın kanıtını suratıma çarpmıştı; her şeyi
yitireceğinden korkan oğlan, beni kendisine sonsuza kadar bağlayacak yolu bulmuştu. Böylesine bir kurbanla beni koruyacağını
sandıysa herhalde hiç sevilmediğine inanıyordu, çünkü bana
yapılabilecek en büyük kötülük onu yitirmekti.
Etiketler:
Antinous
ANTİNOUS'NUN ÖLÜMÜ
Athyr ayının ilk günü, iki yüz yirmi altıncı Olimpiyat'ın
ikinci yılı . . . Ölüler tanrısı Osiris'in ölüm yıldönümü; nehir boyunca, tüm
köylerden, üç gün süreyle, kısık kısık inlemeler, ağlamalar duyuldu. Doğu'nun
gizemlerine benim kadar alışık olmayan Romalı konuklarım bir başka ırkın törenlerini merak
etmişlerdi. Benim için, tam karşıtı, aşırı düzeyde yorucu ve
sinirlendiriciydiler. Geminin diğerlerinden uzağa demirlenmesini istemiştim,
tüm yerleşme yerlerinden uzak olmasını istiyordum; ama nehir yakasında, firavunlar zamanından kalma, yarı terk
edilmiş bir tapınak ve içersinde rahipleri olduğu için ağıtlardan tam anlamıyla
kaçamamıştım.
Bir gün önce, Lucius beni kendi gemisinde akşam yemeğine çağırdı. Gün batarken gittim. Antinous benimle gitmek
istemediği için kıçtaki kamaramda aslan postuna uzanıp Khabrias'la aşık kemiği oynadı. Yarım saat sonra, karanlıkla birlikte
fikrini değiştirdi ve kayığı istetti. Tek kürekçinin yardımıyla,
akıntıya karşı, bizi öteki gemilerden ayıran uzaklıkta epey kürek
çekti. Akşam yemeğinin verildiği güvertedeki çadıra girişi, dans eden bir kızın eğilip bükülmelerine karşı kopan alkışları susturdu.
Meyve zarı kadar ince, uzun bir Suriyeli giysisi giymişti, üzerine
çiçekler ve ejderler saçılmıştı. Rahat kürek çekebilmek için sağ
kolunu çıplak bırakmıştı; pürüzsüz göğsünde ter damlacıkları
titreşiyordu. Lucius'un fırlattığı çelengi havada yakaladı; keskin neşesi, bir an için bile yatışmadı, içmiş olduğu bir kupa Yunan şarabının bu neşeyi vermiş olduğu söylenemezdi. Lucius'un
yukarıdan sert bir biçimde «güle güle» demesinden sonra, altı
kürekçinin çektiği kayıkla geri döndük. Sabah farkında olmaksızın göz yaşlarına bulanmış yüzüne değdi elim. Sabırsızca,
ağlamasının nedenini sordum; alçakgönüllülükle yorgunluğunu ileri sürdü. Yalanını kabul ederek yeniden uykuya daldım. Gerçek acısı, o yatakta, benim yanımda ortaya çıkmıştı.
Roma'dan mektuplar yeni gelmişti ve gün boyunca onları okuyup yanıtladık. Her zamanki gibi Antinous odada sessizce dolaşıyordu; bu güzel yaratığın yaşamımdan hangi anda
uzaklaştığını bilemiyorum. On ikinci saate doğru, büyük bir huzursuzluk içinde, Khabrias içeri girdi. Tüm kurallara karşın, genç
çocuk nereye gittiğini, ne kadar kalacağını bildirmeksizin gemiden ayrılmıştı; iki saatten fazla olmamıştı gideli. Khabrias bir
gece önce anlattığı garip şeyleri ve daha o sabah benim hakkımda
söylediği sözleri anımsıyordu. Hemen nehir yakasına indik. Yaşlı öğretmen, içgüdüsel olarak, daha önce Antinous'la birlikte gitmiş
olduğu, su yakasındaki tapınağın dışındaki küçük dini yere doğru ilerledi. Bir kurban masasında hala sıcak küller duruyordu; parmaklarıyla külleri karıştıran Khabrias, hiçbir yeri bozulmamış bir tutam saç çıkardı ortaya.
Kıyıyı araştırmaktan başka yapacak şeyimiz kalmamıştı. Bir zamanlar kutsal törenler için kullanılmış olduğu anlaşılan
bir dizi barajcık nehrin belirli bir kıvrımına kadar uzanıyordu;
son havuzun kenarında, hızla batan güneşin alacakaranlığında,
Khabrias, katlanmış bir giysi ve sandallar buldu. Kaygan
merdivenlerden indim; şimdiden nehrin çamuruna batmış, dipte yatıyordu. Khabrias'ın yardımıyla, taş gibi ağır bedeni kaldırdık.
Khabrias bir kaç gemiciye el salladı ve yelken bezinden bir kefen
yaptılar. Hemen çağrılan Hermogenes, yalnızca ölmüş olduğunu
açıklayabildi. Bir zamanlar öylesine uyanık olan o beden yeniden ısınmaya, canlanmaya karşı koyuyordu. Gemiye taşıdık. Her
şey bitmişti; her şey sanki yok olmuştu. Olympos Zeus'ü,
Herkesin Efendisi, Dünyanın Kurtarıcısı, tümü birbirinin üzerine
devrilmişti ve geminin güvertesinde yalnızca, saçları ağarmış, hıçkıran bir adam vardı.
Hermogenes beni cenaze konusunda kandırıncaya kadar iki gün geçmişti. Antinous'un kendi ölümünü çevrelemesini
istediği kutsal ayin, hangi yolu izleyeceğimizi göstermişti bize; bu
sonun Osiris'in mezarına indiği gün ve saate rastlamasının bir
anlamı olmalıydı. Nehri geçerek, Hermopolis'e, mumyacıların
bulunduğu yere gittim. İskenderiye'de nasıl çalıştıklarını görmüştüm
ve bu bedene ne çirkinlikler verebileceğini biliyordum; ama bu
sevgili teni dağlayıp kömürleştirecek ateş de korkunçtu; topraktaysa çürür. Nehri hemen geçtik; kıçtaki kamaranın bir köşesine
çömelmiş, Euphorion, alçak sesle, hangi Afrika ağıtı olduğunu
bilmediğim bir şarkı söylüyordu; bu kısık, belli belirsiz şarkı bana kendi hıçkrıklarımmış gibi geldi. Sevgili ölüyü, bana
Satyros'taki kliniği anımsatan suyla temizlenmiş odaya taşıdık; mum
sürülmeden önce yüzü yağlamak için kalıpçıya yardım ettim. Tüm mecazlar anlam kazanmıştı; yüreğini elimde tutuyordum. Boş bedeni bıraktığım zaman,
güneş ve havanın hiçbir zaman dokunmayacağı, tuz ve mür sakızıyla işlenmiş değerli bir malzeme, korkunç bir başyapıtın ilk aşaması, bir mumyacının hazırladıklarından başka bir şey değildi artık.
güneş ve havanın hiçbir zaman dokunmayacağı, tuz ve mür sakızıyla işlenmiş değerli bir malzeme, korkunç bir başyapıtın ilk aşaması, bir mumyacının hazırladıklarından başka bir şey değildi artık.
Etiketler:
Antinous
Hadrianus'un Acısı
Gemiye döndüm; çabuk kapanan yara yeniden açılmıştı; Euphorion'un başımın altına sıkıştırdığı yastığa göz
yaşlarımı gömdüm. Zamanın iki akımıyla ayrı yönlere sürüklenen ceset ve ben
birbirimizden uzaklaşıyorduk. Aralık ayından beş gün önce, Athyr ayının ilk
günüydü: Her geçen an bedenini daha derinlere gömüyor; ölümü giderek örtünüyordu. Bir kez daha o hain yokuşu tırmandım: O ölü ve yok olmuş günü,
tırnaklarımla kazıyarak mezarından çıkarmaya çalıştım. Kapı eşiğinin
kenarında oturan Phlegon içeri birilerinin girdiğini, ancak pupadaki kabinin kapısından arada bir sızan rahatsız edici güneş
ışınları sayesinde fark edebilmişti. Cinayetle suçlanan bir adam gibi her saat hesap vermeye çabalıyordum; yazı yazdırmıştım; Efes Senatosu'na yanıt vermiştim; acı acaba hangi sözcük grubuna rastlamıştı? Gemiyi kıyıya bağlayan köprünün ayakları
altında yaylanmasını, kuru nehir kıyısını, kıyıda uzanan düz
taşlığı; her şeyi yeniden yerli yerine koymaya çalışıyordum; sonra alnını
bir tapınağın taşına dayayıp kestiği bir tutam saçı, elleriyle
sandallarını çözebilmek için büktüğü dizini düşünüyordum; gözlerini kaparken özgün bir biçimde dudaklarının aralanışı aklıma
geliyordu. Onun gibi iyi bir yüzücü için o kara çamurda boğulmak gerçekten korkunç bir karar olmalıydı. Ciğerler yaşamı içine
çekmeyi durdurduğu zaman yüreğin ve beynin duracağı o anı, her birimizin geçireceği o değişimi belirlemeye çalıştım
düşüncelerimde. Ben de benzer çırpınmalar geçireceğim; ben de öleceğim. Ancak her ölüm farklıdır; son acısını kafamda canlandırma
çabalarım safsatadan ibaret; çünkü o, yalnız öldü. Kangrenle savaşırcasına üzüntüme karşı koymaya çalıştım; zaman zaman söylediği yalanları ve direnişini anımsadım; kendi kendime, bir gün nasıl olsa ağırlaşıp, yaşlanacağını ve değişmiş olacağını söyledim. Çabalar boşunaydı; bir başyapıtı kopya etmeye çalışan titiz bir işçi gibi, kalkana benzeyen o dik, yuvarlak
pürüzsüz göğsü tam olarak canlandırmak için kafamı delice yoruyordum. Zaman zaman görüntü kendiliğinden kafamın içine sıçrıyor, bir
yumuşaklık seli tüm benliğimi kaplıyordu. Bir kez daha, Tibur'da bir
meyve bahçesinde, sepet olmadığı için yemişleri giysilerinin eteğine toplayan genci görüyordum. Gecenin zevklerine eşlik eden, Euphorion'a yardım etmek ve imparatorluk
giysilerimin büklümlerini düzeltmek için topukları üzerinde çömelen genç dostu ve onunla birlikte her şeyi, her şeyi bir anda
yitirmiştim. Rahiplere inanacak olursak, gölge de acı çekiyordu; bedendeki sıcak barınağını arayarak, tanıdıklarından uzak,
inleyerek geziniyordu dostu andıran yerlerde; hem uzak hem de yakın; var olduğunu belirleyemeyecek kadar zayıf.
Söyledikleri doğruysa, sağırlığım ölümden de beterdi. Yaşayan oğlanı, o
sabah, yanımda hıçkırırken iyi anlayabilmiş miydim?
Bir akşam, Khabrias, o zamana kadar görülmedik bir yıldızı, Kartal takım yıldızları arasında parıldayan bir yıldızı
göstermek için yanına çağırdı; değerli bir taşmışçasına parıldıyor, yürek gibi atıyordu. Onun yıldızı ve burcu olarak seçtim. Her gece,
yorgun düşünceye kadar hareketini izleyecektim; gökyüzünün o
bölümünde garip bir parlaklık görüyordum. Halk beni delirdi sanıyordu ama bunun hiçbir önemi yoktu.
ÖLÜM
Etiketler:
Antinous
Hadrianus
İnsanın asıl doğum yeri, kendisine ilk kez akıllıca baktığı yerdir;
benim ilk anayurdum kitaplar olmuştur.
Çok sevildiğim söylenemez. Sevilmem için herhangi bir neden yoktu. Atinalı öğrenciyken fark edilmeyen, bir imparatora az çok yakıştığı kabul edilen sanat sevgim gibi belirli eğilimlerim, ilk yetki aşamalarımda, memur ve yargıçlık dönemimde, huzursuzluk yaratıyordu. Hellenizmim alay konusu oluyordu, hele zaman zaman gizlemeye, zaman zaman da göstermeye beceriksizce çabaladığım anlarda. Senatörler arkamdan "Yunancık" diyorlardı. Kısmen yaptıklarımızın, kısmen de hakkımızda düşünülenlerin o pırıltılı garip yansımasıyla efsane nasıl oluşursa, benim efsanem de oluşmaya başlamıştı. Bir senatörün karısıyla aramda geçen dolapları duyan davacılar, bana kendileri geleceklerine, hayasızca karılarını, ya da genç bir pantomimciye tutkumu gösterdiğim zaman, oğullarını yolluyorlardı. Umursamayarak bu insanları bozmak bir tür zevk veriyor insana. En acıklısı, edebiyattan, söz ederek gönlümü çelmeye çalışanlardı. ...
Etiketler:
Antinous
Antinous'un Yüzü
Yunanlılar, insan kusursuzluğunu öyle çok sevmişlerdir ki
çeşitli görünüşlerini hiç dikkate almamışlardır. Mermerin beyazlığıyla değişmiş
o koyu renk yüze, o iri iri açılmış gözlere, titremesine kadar denetlenmiş o
ince ama etli dudaklara, kendi benzerime bir göz atıp geçerdim. Ancak bir
başkasının yüzü çok daha fazla ilgilendirdi beni. Yaşamımda önem kazanmaya
başlar başlamaz, sanat bir gösteriş bir lüks olmaktan çıkıp, bir tür kaynak,
yardıma koşan bir biçime dönüştü. O görüntüyü dünya benimsesin diye zorladım;
herhangi bir çalışkan adamdan ya da bir kraliçeden çok o gencin portresi
yapıldı. Başlangıçta, değişmekte olan bir biçimin birbirini izleyen
güzelliklerini heykellerle belgelemek istiyordum; sonradan sanat, yitirilmiş
bir yüzü canlandırabilecek bir tür gizemli işleme dönüştü. Dev boyutlarda
resimler, yücelttiklerimize duyduğumuz sevginin gerçek oranlarını belirtmeye
yarar: Yakından bakılan bir yüz kadar kocaman, korkulu düşlerdeki görüntüler ve
hayaletler kadar uzun ve ağırbaşlı, şu anılar gibi boğucu görüntüler olmasını
istedim. Kusursuz bir bütünlük ve kusursuz bir arılıkta direniyordum; kısacası,
sevenin gözünde yirmi yaşında ölen bir varlık olan tanrıyı istiyordum; tam bir
benzerlik, alışkın olduğum bir varlık ve güzellikten çok , sevilen yüzün düzensizliklerini
arıyordum. Kaşın kalınlığını, dudağın şiş eğmecini olduğu gibi korumak için ne
de çok tartışmıştık ... Yok olabilecek ya da şimdiden yok olmuş bir bedenin
varlığını sürdürebilmek için taşın sonsuzluğuna, bronzun bağlılığına inanmaktan başka çarem
yoktu, ama her gün asit ve yağ karışımıyla mermerin silinmesini, heykelin o genç
tenin yumuşaklığına ve pırıltısına benzemesini ihmal etmiyordum.
Etiketler:
Antinous
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)