Nietzsche’de Siyaset, Dostluk ve Yalnızlık

(Derrida’nın Dostluğun Siyaseti’ndeki Nietzsche Okumasına Karşılık)

PAUL J.M. van TONGEREN

Bu makale, Nietzsche’nin, kişinin kendisiyle dost olmasının imkânsızlığını temel alan sinik dostluk anlayışına odaklanmak suretiyle Derrida’nın “üto­pik” Nietzsche okumasına karşıt bir okuma önerir. İnsanın siyasi tabiatını paylaşılan rasyonalitede ve ortak dostluklarda temellendiren Aristoteles’in aksine Nietzsche, sadece siyasetin değil, aynı zamanda bizzat insanın kendi­sinin de şiddetli bir teslimiyet ediminde kurulduğunu ve süregelen bir ikti­dar mücadelesi üzerinden tanımlanabileceğini öne sürer.

Bu makale, dostluk ve siyaset üzerine iki farklı düşünce geleneğini incele­mektedir. (Esas olarak Aristoteles ile bağdaştırılan) ilk gelenekte, ikisi (dost­luk ve siyaset) arasında pozitif bir ilişki vardır ve gerçek bir gerilimin varlı­ğından söz edilemez. Öte yandan (esas olarak Montaigne ile bağdaştırılan) diğer geleneğe göre dostluk siyasetle uzlaştırılamaz.

Dostluğun radikal aldatıcı tabiatını kabul edilmez bulduğundan aynı de­recede katlanılmaz bir yalnızlığa doğru yol alan Nietzsche’de bu iki gelene­ğin unsurlarına da rastlamak mümkündür. Çünkü inzivanın, kendini kendi­sinin başkasına dönüştürdüğünü ancak bir keşiş bilir, bu da gerçek dostluk için bir gerekçe, yalnız keşişi kendi kendini sorgulamanın derinliklerine dal­maktan kurtaran bir üçüncü unsurdur.

Makalede, Nietzsche için dostluğun, bütünüyle gerçekleştirilmiş bir dostluğa -yani içsel bir farklılık veya çoğulluğun dostluğuna- ulaşma yolunda, (insanlık halinin tümüyle ötesinde olan şeye, “Üstinsan'a götüren yolda) sa­dece bir aracı işlev görebileceği gösterilecektir.

1. Giriş: Derrida’nın dostluğun siyaseti üzerine kitabındaki Nietzsche

Derrida’nın kitabını doğru bir biçimde, bütünüyle ele almak, en azından be­nim açımdan imkânsız; kitap motifler, iddialar ve farklı doğrultularda uza­nan yan yollar bakımından öylesine zengin ve dolu ki, hakkını vermek için bir dizi makaleye ve hatta ciltlerce kitaba ihtiyaç olduğuna şüphe yok. Benim burada yapmayı hedeflediğim, Derrida’nın kitabına dair birtakım özetlerle işe başlamak (ki bu özetler, her şeyden önce, kitabın ne kadar azını anladığı­mı da kaçınılmaz olarak göstermiş olacak) ve esas yazarın Nietzsche olduğu bölümler üzerinde yoğunlaşmaktır.

Kitap, esas kökeni bilinmemesine rağmen kültürümüz tarihinde çok­ça tekrarlanmış ünlü bir alıntıyla açılır. Bu alıntıyı kullananlardan biri de Nietzsche’dir. Ama Nietzsche bu alıntıyı devrimci bir şekilde tekrarlar, yani onu tersyüz eder: 

“Belki de herkesin şöyle diyeceği bir neşeli gün de gelecek: ‘Dostlarım, dost yoktur!' diye haykırdı ölmekte olan bilge; 'Düşmanla­rım, düşman yoktur’ diye haykırıyorum ben de, yaşayan budala.” (İPİ I, 376)

Derrida’nın bu ters çevirme üzerine düşünme yollarından biri de onu, Nietzsche’nin dışlayıcı karşıtlıklara dair metafizik inanca ya da -Nietzsche’nin ifadesiyle- “değerlerin karşıtlığına dair inanç’a (İKÖ 2, s.18) yöne­lik eleştirisiyle ilişkilendirmektir, bu inanç, metafizikçilere, her kim bir şeyin karşıtından doğacağına inanıyorsa (hayal ediyorsa, der Nietzsche) o “bir bu­daladır”, bir delidir, dedirtendir. Derrida, dosttan düşmana geçişin, salt, bir şeyden onun karşıtına geçme anlamında bir ters çevirme olmadığını, dışlayıcı karşıtlıklar üzerinden düşünmekten başka bir düşünce biçimine, karşıt­lık ve dışlayıcılık mantığından, farklı bir mantığa geçiş olarak da algılanma­sı gerektiğini öne sürer.

Bu bir yandan radikal bir çatlak veya yarılma, diğer yandan da yarılma kavramıyla bağını koparan bir kırılmadır. Böyle bir kırılma veya kırılma­ma, tersine çevirme veya çevirmeme durumu (Nietzsche’nin gerçek dünya ile görünen dünyadan bahsettiği noktada muhtemelen en açık hale gelen dü­şünme biçimi) Nietzsche tarafından sıklıkla kullanılan şu sözcük aracılığıyla ifade bulur: "vielleicht", “belki", "peutetre”. Nietzscheci düşünme biçimi “belki’nin düşünülmesidir. Bu düşünme biçimi radikal bir yeniliği, yenili­ği ya da farklılığı metafizik karşıtlıklar mantığı uyarınca düşünülemeyecek olan şeyi duyurur ve gerçekleştirir. Nietzsche "belki"yi -kelimenin Heideggerci manasıyla— bir olaya dönüştürür. Derrida, bu belki kullanımını, tipik Nietzsche cümlelerindeki teleiopoietik (veya auto-teleiopoietik)* biçim diye ni­telendirdiği yapıyla ilişkilendirir. Bu cümlelerin çoğunda Nietzsche dostları­na: “meine Freunde...” [dostlarım] diye seslenir.

Dolayısıyla, başlangıçta bahsettiğimiz terse çevirme -yani, dosttan düş­mana, bilgelikten deliliğe çevirme (“Dostlarım, dost yoktur!" diye haykırdı ölmekte olan bilge; “Düşmanlarım, düşman yoktur” diye haykırıyorum ben de, yaşayan budala)- aynı zamanda bir bağlantı, henüz orada olmayıp da bu duyurma sırasında gerçekleşen bir bağlantı olarak da düşünülmelidir.

Dost ve düşman arasındaki ilişkinin, halihazırda bir geleneği olduğu her­kesin malumu. Bu geleneğin önemli bir unsuru kutsal metinlerde geçen şu ifa­dedir: “Düşmanını sev!” Fakat bu ifade, dostluk ya da sevgi ile düşmanlık ara­sında bağlantı kurmanın oldukça farklı bir yoludur. Çünkü buradaki bağlan­tı veya geçiş, sadece dışlamayı dışlamakla kalmaz, aynı zamanda tüm karşıt­lığı da ortadan kaldırır; ayrımı nötrleştirir. Sevilen bir düşman, artık düşman sayılamaz. Düşmanlarını sevenlerin düşmanları yoktur. Farkın, ertelemenin, teleiopoiesis kavramındaki "tele" unsurunun bu yok edilişinin aksine, Derri­da, farklılığı ve mesafeyi kurtaracak bir devrime, bir ters çevirmeye başvur­ma konusunda Nietzsche’nin yanındadır: aranan, orantısızlığı kurtaracak bir dostluk, oikeiotessiz bir philia ve salt farklılığın değil ayrılığın da siyasetidir.

Bu dostluk arayışı Nietzsche’nin dostluk imgesiyle, aslen inzivanın dostu olan dostlar ya da “dayanışma içinde” değil de "bir başına” olan dostlar im­gesiyle mümkün kılınır: Bunlar birbirleriyle özellikle dost olarak ilintili de­ğildir ve demokratik bir topluluk oluşturmak bir yana, bir topluluk bile oluş­turmazlar; bunlar, öylesi dostlardır ki geleceğin filozofları olarak, hakika­tin müşterekleştiği andan itibaren hakikat olmaktan çıktığını düşünürler.

Nietzschenin yazılarında bu topluluk olmayan topluluk tasvir edilir ve bizlerden -aidiyet olmayan bir aidiyet içerisinde- ona ait olmamız beklenir. Öte yandan, hitap edilenler olarak bizler, kendimizi, bu garip dostlarla dost ol­muş buluruz - ya da ortaya böylesi bir görüntü çıkar.

Derrida'nın ütopik Nietzsche yorumu

Derrida’nın Nietzsche okumasının (ne oranda benim yorumumdan kaynak­landığını bilemesem de) az çok iyimser-kehanetvari ve hatta ütopik tonu beni oldukça şaşırttı. Derrida'nın da kabul ettiği bazı korkutucu olasılıkları muhtemelen hafife aldığımın farkındayım. Ancak Derridanın “belki”ye at­fettiği önem de azımsanamaz: “belki”, bütün güvenceleri ve tahminleri aşan bir olasılığın ilanıdır. Derrida, Nietzschenin hitap ve duyurularındaki teleiopoietik yapıyı işaret eder; bu yapıda uzakta-olan eşzamanlı olarak hem ger­çekleştirilir hem de belli bir mesafede tutulur. Derrida, bu teleiopoiesisi mesihsel bir yapı olarak nitelendirir.

Derrida, Nietzschenin okuyucularını -onlara doğrudan hitap edip- ken­disiyle beraber, olacak olanların habercisi veya selefi yaparak, onları (yani, bizi) ilan edilen şeye karşı yüklenilen sorumlulukta pay sahibi yaptığını gös­terir-diğerlerinin (geleceğin filozoflarının) önünü açma, onların ortaya çık­masına müsaade etme sorumluluğudur bu. Ve Nietzsche bunu, bize dost diye hitap edip, bizleri kendi dostuna dönüştürerek yapar. Derrida, 317. sayfada, Zerdüşt’ün dost ve komşu üzerine olan sözlerini ele alır ve onları İncil deki komşu sevgisi üzerine sözlerle ilişkilendirir; Zerdüşt'ün İncil deki bu deyişi saptırdığını kabul eder, fakat bunu "pour en tenir la promesse” (vaadini ye­rine getirmek için) yapar.

Derrida, bu kehanetvari ve ütopik bakış açısından, bir topluluğa ait ol­mayanların oluşturduğu topluluk içinde bir dostluk imgesi seçer; hediyenin mantığı ve başkanın indirgenemez önceliğinin hükmettiği, dostluğun ve sev­ginin ötesinde bir sevme (ainıance), bir “olay” imgesidir bu sevgi. Ve Derrida karşılıklılık ve eşitlik idesinden bu ayrılmanın siyasal sonuçları ve imalarını sorgular, 
siyasal kavramını değiştirecek bir imkân arayışına girer.

Derrida'nın bu tavrı beni hayli şaşırtmıştı çünkü benim Nietzsche oku­malarıma göre -özellikle Nietzsche’nin dostluk üzerine yazdıklarında- asıl ön-plana çıkan, dostluğun imkânsızlığıydı. Bu makale aracılığıyla açıkla­mak istediğim de Nietzsche'de bulduğum bu zorlu dostluk imgesidir. Ve tartışmanın ilk bölümünde, bu iki Nietzsche okuması arasındaki farkı incele­meyi öneriyorum.

Bu hususta nasıl yol alacağıma gelince: Ütopik bir dostluk imgesinden yola çıkarak benzer şekilde ütopik bir siyasete varmaktan ziyade, Nietzs­che’nin siyaset üzerine düşüncelerinin bazı yönlerini sunacağım ve sonra­sında Nietzsche’nin dostluk üzerine yazdıklarına geçeceğim. Bu noktada ikinci bir soru veya başka bir tartışma konusu ortaya çıkacak: Ben bu aşa­mada, Nietzsche’nin sinik dostluk görüşüne temel oluşturanın, kişinin ken­disiyle dost olmasının imkânsızlığı olduğunu önereceğim. Fakat öncelikle, sıradaki konuyu inceleyelim:

2. Nietzsche’nin siyaset üzerine düşünceleri / Bir siyaset felsefecisi olarak Nietzsche

munch

Varolmak İçin Yazı




Ergenlikte yazının taşıdığı özel öneme çok sayıda psikana­list eğilmiştir. Bu sözcük açlığına, hissedilen şeyi sözcüklere tercüme etme yönündeki bu ihtiyaca, bu aciliyet duygusuna ve -kimi zaman işitilmeyen, bilinmeyen— bu hissedilenlere eğilmişlerdir. Ergenlik döneminde yazı, yaşanmış olanın en sadık ifadesi olarak görülür. Çocukluktan bu kopuş ve bilinmeze doğru bu büyük sıçrayış karşısında herkes kendi nirengi noktalarını bulmaya çalışır. İnsanın kaygılarını ve kuşkuları­nı, sorularını ve korkularını, dünyada varolma ve konumlan­ma güçlüğünü yazı yoluyla kaydetmekten daha iyi ne olabilir ki? Bir dönem günlük tutmaya ya da az çok mutlu bir halde şiir yazmaya kalkışmamış ergen var mıdır? ilk deneyimlerin ve başlangıçların çağına dair bu çiftanlamlı anıyı her birimiz kendi içimizde taşırız.

Yazı, çocukluğun bilinen dünyası ile uyanmakta olan ergenliğin bilinmeyen dünyası arasındaki eşiği saptamaya çalışır. Yazı, kişinin kendisiyle sürdürdüğü tekil bir diyalogdur; burada sır açma, umutsuzluk, tespit, düş ve hayal alanı, en çılgın ve en gizli arzular ifade bulabilir.

Oidipus yasasının ifade bulduğu dil olan anne dili. Ergenin kendini ayırmak zorunda olduğu bir başka istikrara kavuşur. Böylece, başka bir yerde başka bir dil, başka bir açıklama, yeni bir vaat aramak mantıklı gelir. Ergen, yazı aracılığıyla, anne babasının üstben kaydından, dönemin kültüründe cisimlenen kolektif üstbene geçer. Ütopyaların alanı, kimi zaman parçalanma yaratan bu “iki aradalık” içinde bulunur.

Psikanalist Moustafa Safouan şunu söylemektedir: "Yazı, sözün bir ediminden başka bir şey asla değildir.” Morrison sözünü yazıya bağladığından ve yazı kaydından söz kaydına geçtiğinden bu açıklama akla yatkındır. Ama yazı ergenin bir geçitten geçmesini sağlar ve böylelikle itkisel bir değişikliğe yol açarken, Morrison, çok zengin hayal gücünü sergileyerek, sanki sembolik kayda istiflenmek ihtiyacı içindeymiş gibi ya­zıya dahil olmuştur. Çünkü “sembolik olanla bir ilişki içinde yeniden doğabilmek için nesneyle belli bir hayali ilişki içinde ölmek” gerekir diye belirtiyor Jacques Lacan. Biz bunu, kişi­nin kendini yaratmasının zorunlu yolu olarak anlayabiliriz. Ama Morrison özellikle semboliğe bu geçişe gelip çarpar. Düşünmeyi ve yazmayı öğrenmek, yerleşik kural ve yasalar karşısında konumlanmayı kabul etmektir. Yazı gerçeğin ala­nına dahil olur ve kimi zaman orada semptom oluşturur. Şiir ise sözcüklerin müziğinden yararlanır, imleyen bileşimlerinin ürettiği anlamsızlık etkilerinden yararlanır. Bu anlamsızlıklar başlı başına bir semptom oluşturmaz, semboliğe katılımı en­gelleyici noktaları belirtirler, gerçeğin uçlarını yaratırlar. Bu nedenle şiir evrensel ve ebedidir. Shakespeare ebedi ergen Hamlet’e “Words, words, words...” (“Kelimeler, kelimeler, keli­meler...] dedirtmişti.

Ergen James Douglas’ın özel kişiliği açısından bu saptama­lar akla yatkındır. Ama kişiliğinin derinliklerine girebilmemiz ve tüm karmaşıklığı içinde kavrayabilmemiz için bir adım daha atmamız gerekiyor.

James Douglas’ın fazla eklektik okumaları muhtemelen yazısının niteliğini saptırmıştır; onun edebi ve şiirsel referanslar bütünü, düşüncesine olduğu kadar yazısına da etkide bulun­muştur. Kendi sorgulama ve özlemlerine yakın bir edebiyat türü onu çok erken yaşlardan beri cezbetmiştir. Şiirden besle­nir, aralarında ezoterik ya da felsefi kimi akımların da bulun­duğu birçok edebi türe girip çıkar. İçgüdüsel olarak araştırıcı ve meraklı ruhu onu son derece çeşitli türlerdeki metinleri okumaya yöneltir.

Bilgiye sınırsız bir açlık duyar. Yeni dünyalar keşfetmek ister ve bu araştırmayı öncelikle okuma ve yazmada gerçekleştirir. Daha ilerde, gerçeklik içindeki deneyimlere yönelecek ve kendi kanatlarını yakmaya dek varan, vazgeçemeyeceği bir hareketlik içine atılacaktır. Okumalarına paralel olarak, bütün varlığıyla yazıya doğru kaygı verici bir gerilim içinde yönelir.

Her ergen için yazı önemli bir dayanak ve güçsüz kalan sö­zün yerini tutan bir ifade tarzı olsa da, James için, daha acil koşullarda, yaşamsal bir zorunluluk söz konusudur: Hayat tehlike altındadır, ölüm kol gezmektedir. Onu, kendisine rağmen yazıya iten şey bir tür hayatta kalma güdüsüdür. Kimi ki­şilerin içlerinde dayanıksız, kırılgan bir hal vardır ve bu onları bastırılamaz bir yönelimle yazıya doğru iter. Kişide çok erken nüksetmeye başlayan kendine zarar verme ve özkıyım itkileri­ne kısmen de olsa karşı koymanın bir yolu olduğu hipotezini ileri sürebiliriz.

Şiirin Yasadışılığı

Depresyon Cehennemi




Jim Morrison yazılarında depresif yaşantısının acı dolu havasını ifade eder. Onun öznelliği yıkım ve terk edilme duygularının izini derinden taşımaktadır (Freudcu hilflosigkeit bebeğin başlangıçta hissettiği yıkımı da ifade eder).

Moırison’un duygu yoğunluğu ve bunları ifade tarzı döne­minin gençliği içinde yankı bulmuştur: Tüketim toplumunun yapay politik idealleri ile Vietnam Savaşı’nın dehşetinin şid­deti arasında bocalayan bir gençlik. Ama döneminin ötesin­de, sonraki kuşaklar da Morrison’un yıkım çığlığını ve bunun yanı sıra müthiş özlemini, çılgınca umudunu işittiler: olasılık­lar alanını, gerçekliğin sınırını daima daha öteye itme yönün­deki anlamsız fikir.

Karanlık fikirler onun şiirinde defalarca ifade bulmuştur.
uBir Amerikan Duası”nda şunu belirtir:

“We’re perched headlong
on the edge of boredom
We’re reaching for death
On the end of a candle
We’re trying for something
That’s already found us.”

“Baş aşağı tünemişiz
sıkıntının kıyısında
Ölüme ulaşmaya çalışıyoruz

Bir mumun ucunda
Bir şey bulmaya çalışıyoruz
O bizi buldu çoktan.”

Ölüme olan ilgisi süreklidir; sanki var olmak için ölümle yan yana gitmek, sürekli ölümü düşünmek zorundaymış gibi hisseder.

Marazi olan şeyden aldığı hazzın ötesinde, bu, onun çöken öznelliğinin temelini, yani intihar fikrini ifade etmektedir. Şi­irsel üslup ve metaforlarla bu fikirleri süsleyerek bir anlamda yüceltiyordu.

Yaşam ile ölüm arasındaki bu hududun, ancak bir kez aşılabilecek bu eşiğin esiri olmuş, bu hudut onu büyülemişti. Canlılar dünyasıyla ölüler dünyasını birbirinden ayıran Antik Yunan’nı mitsel ırmağı olan Styx ancak tek bir yönde geçilebilirdi; ırmağın kayıkçısı Kharoon hariç.

Ama Morrison’un sorunsalı her şeyi araştırmak istemesiy­di: Ruhsallığının gizleri, başkalarıyla ilişkilerindeki gizler; gerçekliğin ve yaşamın sınırlarını, ölümün hudut bölgesinin hemen yakınına dek, görünürün, olasının ötesinde geriletebilecek olan şeylerin gizleri.

Geri dönüşsüz bölgeye yaklaşmak her zaman mümkün olsa da, aşılmaması gereken nihai bir sınır vardır.

Bu bastırılamaz ölüm içgüdüsünün dolaylı olarak “elini ateşe sokma” tavrında ifade bulup bulmadığını bu bakış açı­sından sorgulamak yerinde olur... Morrison’un ölümü kesin olarak hangi koşullarda gerçekleşmiş olursa olsun, onun gün­delik hayatı yaşayış tarzının, sonuçta yaşama ve önüne çıkan her şeyden haz alma yönündeki korkunç açlığına baskın çı­kan bu kendini yok etmeye varabileceğini düşünebiliriz.

Bu yoğun yaratıcılık yıllarından sonra Jim, Miami davası
dolayısıyla gerçekle yüz yüze gelir. Kimi zaman düşmanı ola­rak gördüğü ama yaratıcılığını daha da geliştirebilmek için aldatmayı bildiği bu dünyada neler olup bittiğini artık anlaya­mamaktadır. İlgisiz olmadığı başarı onu muhtemelen bir süre ayakta tutacak kadar yeterli narsistik tatmini sağlamaktadır.

O, sözcüklerin kıyısında durmaktadır. Özel bir işlev taşıdığına inandığı sözcüklerin sembolik yapısının eşiğine yerleşir. Bu özel işlev, onu temsil etme eğilimi, özellikle de var edebil­me eğilimidir, yani onun bir bilinçdışı öznesi olarak kalması­nı sağlamaktır. Eğer yazı bir dayanak olmazsa, hem narsistik düzlemde hem de kişilik düzleminde çökebilir.

Lacan James Joyce’un yazısında kendine özgü ve tuhaf şey­ler saptamıştır. Bunlar onun biricik yazısının hem dilbilgisi yapıları içerisinde hem de metnini renk renk süsleyen dilsel icatlar ve uydurmalar içinde tekilliğini, aynı zamanda da özel­liğini oluşturmaktadır.

Lacan, bu sözcük kuyumcusunun yazısındaki özel bir işle­vi bir yana ayırdı. Ona göre Joyce’u temsil eden şey yazısıdır. Anılan özelliklerle birlikte yazısı olmasa, James Joyce, kişiliğinin dayanaklarını ciddi olarak tehdit eden psikoza karşı kendini savunamazdı.

Lacan’a göre bir özne ancak gerçek, sembolik ve hayali kayıtların çok belirgin biçimde düğümlenmesiyle tutarlılığa ka­vuşuyorsa, bu durumda, kimi öznelerde bütünlüğü koruyan ilave bir öğe gerekir ki, Lacan da bunu semptom sözcüğünün eski yazılışıyla sinthomc olarak niteler. Bu sembolik eksikliği, yapı içinde kalabilmek için, yani özel bir psikopatolojik duru­ma yol açacak şekilde dengesizliğe düşmemek için bazı özne­lerde temel önem taşır. Hatta Lacan Borromea düğümlerinin uzaydaki figürasyonu yoluyla matematik bir modellendirme de önermiştir. Bu düğümler, kendi aralarında işbirliği yapa­rak, ancak eğer üçü birden -yani hayali, sembolik ve gerçek düzlemler-bağlıysa bütünü koruyabilecek şekildedir. Dahası, sirıthome kavramı üzerinde çalışarak, yeni bir düğümlenme biçimi keşfetmiştir; bu, üç yerine dört yuvarlaklı bir model- biçimidir.

Joyce örneğinde, onun bütünlüğünü koruyan şey yazısı, yazılı dille ilişkisiydi. Edebi yaratıya bu şekilde bağlanmasaydı, deliliğin kıyılarına erişme riski içinde kalırdı.

Ama James Douglas Morrison hakkında ne denebilir? Ya­pısının aynı türde olduğu ve yazıya yaşamsal bir zorunluluk olarak başvurduğu söylenebilir.

Bu ise, tersine, yaratıcılık ile psikopatolojik yapı arasındaki ilişkilerin sorgulanmasını gerektirir. Bu özneyi yazmaya, ya­ratmaya, tek kelimeyle yüceltim yolundan geçmeye iten şey nedir?


Morrison sürekli yaratma durumundaydı. Tüm defterlerini dolduruyor, metinleri daktiloda tekrar tekrar yazıyordu. Meçhul kişilerden oluşan bir kitlenin kahramanı olan Morrison, kendisini yazmaya yönelten, yaşamsal bir aciliyet, hayatta kal­ma hali içinde çalışmaya yönelten bir çatlak, bir kırılganlık taşıyordu içinde. Hayalgücünü dolduran iblisler birçok açıdan son derece tehditkâr görünüyordu. O, düşme tehdidi her gün biraz daha belirginleşirken, uçurumun kenarında olmanın ra­hatsızlık verici konumunu tanımlamaya ve yazmaya çalışıyor­du. Günün birinde aşmak zorunda olduğunu bildiği bu dar kapıyı tanımlamak istiyordu. Bu sonla yüzleşme ânını sürekli erteliyordu; o ânın kendi ölümüyle randevusu olmasından çe­kiniyordu.

Aşırılık Peşinde


Morrison sınırlara, aşırılıklara, neredeyse tekrar tekrar ve hep aynı düzenlilik içinde gidip gelir. Sanki yaratıcı potansiyeli tah­rip eden, ama aynı zamanda kişiliğini imhaya da onu yönelten görünmez bir çizgiyi takip ediyor gibidir. İşlenen bir cinaye­tin sorumluluğu ya da suçluluk duygusu için kişinin kendini Tanrıya teslim ettiği ortaçağ uygulamaları misali, ölüm riskini göze aldığı davranışları deneyimler. Sahnede olduğu gibi gün­delik yaşamda da, ölüm riskine koşturan bu davranışları temsil eden şey, risk almaya yönelik içgüdüsel eğilimidir.

Aralarında amfetamin, kokain, LSD ve afyonun da bulun­duğu çok sayıda uyuşturucu dener. Bunların düzenli ve aşırı kullanımı onun için hem bir esin kaynağıdır, hem de özyıkımını hızlandırmanın bir biçimidir, ihlal edici boyut, bütün bu yasadışı maddelerin kullanımında elbette mevcuttur. Baudelaire ya da Rimbaud gibi bazı yazarlarla özdeşleşmesinde afyon önemlidir ve bunları idealleştirir. Paris’te Baudelaire'in tarif ettiği afyon tekkesinin yerini bulup ziyaret eder. Bu ko­nudaki edebi göndermelere her yerde rastlanır. En başta da
Aldous Huxley’e, keza eski ve çağdaş çeşitli şair ve yazarlara başvurur.

Yeni fiziksel ve psişik duyumlar peşinde sürekli koşarak, toksik maddelere bu başvuru yoluyla “algının kapıları’ nı aşmaya çalışır.

Morrison, yazgısının yolu üzerinde, asla geri dönmeden ilerler. Çılgınca koşusunun, aynanın ötesinde, semboliğin öte tarafında umutsuzca mutluluk arayışının kendisini nereye götürdüğünü bilmekte midir? Her türlü heyecanı fazlasıyla deneyimlemiş, yaşamış, tecrübe etmişti; duyumlarının polifonisinin ve bilincin sınırlarına dek varmıştı. Bununla birlikte, yaşamama, ölümün yakınından geçme ve kendini yok etme içgüdüsü bir an bile gözünü üzerinden ayırmıyordu. Tespitte bulunmak kolaydır, ama bu yıkım arayışına olası bir psikolo­jik köken ileri sürmek için henüz çok erken. Freud'un ölüm itkisi olarak tanımladığı bir itki vardır ama bu klinik olarak her zaman saptanamaz çünkü ender olarak açıkça işler. Ge­nellikle dolaylı biçimde ifade bulur. Oysa Morrison'da mevcut bir dizi argüman bu ilkinin onun kişilik yapısındaki varlığını ve önemini açıklamaktadır.

Böylece Morrison’un düşkünlüğünün tayfının kendini gösterdiğini görürüz.



Düşkünlük Tayfı

Alaycı kahkahalar, oturaklı tavırlar, tehlikeli tutumlar Moırison’un gündelik yaşamını doldurmaktadır. Her türden aşırılıklarına gelince, o da çoğu insan gibidir: bunlar hakkın­da hiçbir şey bilmek istemez. Zaman zaman bilincinin anlık olarak berraklaştığı görülür ama hatalarını inkâr hızla baskın çıkar. İlk gençlik çağından beri yaptıklarını tekrar eden, dokunduğu şeylerin çoğunu, özellikle de duygusal alanına girebilecek olan varlıkları yok eder.

Kadınlar konusundaki tutumu hep aynıdır: Onları küçüm­seyerek ya da değersizleştirerek işe başlar, sonra da yumuşak ve sevgi dolu görünür. Beklenmedik şiddet ya da saldırganlık krizlerine girdiği de oluyordu ve bu durum çevresindekileri şaşırtıyordu.

Niçin sahneye tek başına, kendi adına çıkmaz? Artık Doors’un parçası olmamak ve tek başına şarkı söylemek ko­nusunda niçin tereddüt etmektedir? Bu yönde ona birçok öneri yapılmış ve her zaman reddetmiştir. Güvenli bir yerde kalmaya, hayalgücünün eşiğinde, ama aynı zamanda deliliğin kıyısında, onu destekleyen ve ona eşlik eden başka kapıların ortasında bir kapı olmaya can atar.

Müzik onun açısından olmazsa olmazdır. Ancak bu sayede yıkıcılığının tersi yöndeki bir şeyin içinde serpilip gelişebi­lir. Yaratıcı yan sanatının yüceltilmesinde cisimlenir. Sesinin pes tınısı çok çeşitli duygu düzeylerini aktarsa da, birçok kişi tarafından istisnai lirik yeteneği olmayan bir şarkıcı olarak kabul edilir. Bununla birlikte tartışmasız sanatsal niteliklere sahiptir, duyguları kitleye ya da dinleyicilere aktarma yönün­de inanılmaz bir yeteneği vardır. Bu karizma onu sahnede gö­rülmek istenen bir şarkıcı yapar; bunun nedeni yalnızca pro­vokasyonları ve tuhaflıkları değil, özellikle ortaya koyduğu, sesindeki ve müziğindeki şiir dolayısıyla aktarmayı başardığı bu enerji ve güçtür.

Yaşamındaki bu varolma eksikliğini, ham haldeki duygu­lanım aktarım yoluyla geçirebilir. Totem hayvanı olan ker­tenkeleyle özdeşleşmesi, kendini -nörobiyologların dediği gibi sürüngenlere özgü olan- derin bir belleğin sahibi olarak düşündüğünü göstermektedir. Çok sayıda hayvan türüyle paylaştığımız bu sürüngen beyni, her birimizin içinde yatan evcilleştirilmemiş, vahşi yanı temsil eder.


This is the End

Sondan Önce

Gelişimini gerçekleştirdiği çevreden uzaklaşma kararı uzun bir düşünme sürecinin meyvesidir.

Morrison Doors üyelerinden büyük ölçüde uzaklaşmıştı. Sözleşme yükümlülükleriyle bağlı olduğundan, onlarla bir­likte L. A. Woman adlı son bir albümün kaydını bitirdi. Da­valarının neden olduğu sıkıntılardan, özellikle onu özgürlü­ğünden neredeyse yoksun bırakacak olan Miami davasının sıkıntılarından kısmen kurtulmuştur. Artık ne kendine ne de geleceğine büyük bir güven duymaktadır. Rock starı olarak geleceğine dair tam bir kuşku içindedir. Bıkkınlık ve tükenme hissi içindedir; bu dönem ve karşılaştığı şey onu çökertmiştir. Kaynaklarına dönmek, bir süredir ihmal etmiş olduğu şiirsel ufuklara doğru yeniden açılmak istemektedir. Eşi, öfkesini ve alkol bağımlılığını artıran bu kısır gürültü patırtıdan uzaklaş­maya yöneltmektedir onu. Hayran olduğu sayısız şairin şehri olan Paris’e gitmeyi önerir. Paris onun için şiirin kökenlerine geri dönüş yeri olacak, yazıyla yeniden bağ kurma imkânı sağlayacaktı.

"Road days” adlı bir şiir bu dönem ki ruh halini ifade etmektedir.

“Fear of plane death
And night vvas Night
Should be
A girl, a bottle, blessed sleep

I have ploughed
My seed thru the heart
Of the nation.
Injected a germ in the pyschic blood vein
Now 1 embrace poetry
Of business and become for
A time a - “Prince of industry”

A natural leader, o poet,
A Shaman, w/the Soul of clown.

What am I doing
İn the Bull Ring
Arena
Every public figüre
Running for Leader

Spectators at the Tomb -
riot watchers
Fear of Eyes
Assassination
Being drunk is a good disguise

I drink so I
Can talk to assholes
This include me.

The horror of business
The problem of Money
Guilt
Do I deserve it?

The meeting
Rid of t he managers agents
After four years. I’m left w/a
Mind like a fuzzy hammer

Regıet for wasted nights
wasted years
I pissed it all away
American music.

End w/fond goodbye
plans for the future -
 not an actor
writer- filmmaker
Which of ıny cellves
Will be remember’d
Goodbye America
I loved you

Money from home
Good luck
Stay out of trouble.”

Otobiyografik ve trajik yanı nedeniyle bu şiiri eksiksiz çevirmek gerektirir.

Yol Günleri
“Uçak korkusu
ve gece geceydi yalnızca
olmalıydı
bir kız, bir şişe ve mutlu bir uyku

Daldırdım
Tohumumu kalbine dek
Ulusun
Ruhsal kanın damarına enjekte ettim bir tohum.
İş hayatının şiirini
Kucakladığım şu anda
ve ben oluyorum -bir
süreliğine- bir “sanayi prensi.”

Lider doğmuş biri, bir şair,
Bir şaman, donanmış
Bir soytarı ruhuyla.

Ne
Yapıyorum ben
Bu boğa güreşinde
Her kamusal insan
Özlem duyar iktidara

Mezar seyircileri
- tuhaf isyanlar

Gözlerde korku
Cinayet
Sarhoş olmak iyi bir kisvedir.

İçiyorum
Kıç deliklerinden söz edebilmek için
Ben dahil.

İş hayatından korku
Para sorunu
Suçluluk duygusu
Bunu hak ediyor muyum ben?

Toplantı
İş adamlarından ve görevlilerden kurtulmuş

Dört yıldan sonra beraberim
Ruhla flu bir çekiç gibi

Pişmanlık dolu geceler
Ve heder edilmiş yıllar
Hiç işim olmaz
Amerikan müziğiyle.

Yumuşak bir hoşçakalla sonuçlandırmak
Ve gelecek projeleri
- tek bir aktörü
yazarı-sinemacıyı
“Benleı im”den hangisi
hatırlanacaktır?

Hoşça kal Amerika
Sevdim seni

Para sorunu yok
iyi şanslar
Sakin ol.”

Kopuş

Morrison Amerikan endüstri ve toplumuyla, artık istemedi­ği, kendisine benzemeyen bu imgeyle hesaplaşır. Morrison bu aydınlamış üslupla kendini defalarca ifade eder.

Şiir prensi haline geçişinden açıkça söz eder ve farklı ödünç kişiliklerini yeniden ele alır: lider, şaman, hokkabaz, sarhoş adam ve de şair.

Paranın, iktidarın, show-business’in ve kişiliği ortadan kal­dırıcı sanayisinin güçlerinin hizmetinde geçirdiği dört yılı, bu kuruntuların içine sürüklenmenin pişmanlıklarıyla birlikte, açıkça yeniden yerli yerine yerleştirir.

Şiirin sonunda, cellves uydurma sözcüğü özel bir tuhaflığı barındırır. Morrison, birçok figür halinde kırılıp parçalanmış kişiliğine dair açık seçik bir bilince sahiptir. Aynı zamanda, başkalarına bırakacağı anılarla, eli kulağında bir ölümü hatır­latmaktadır.

Bu sorgulamayı bir başka düzlemde, Morrison’un öznelli­ği düzleminde de anlamak gerekir. Öznel bir düzeyde, kendi kendini sorguladığını düşünebiliriz. Bağdaşık bir kişilikte in­san kendini nasıl bulabilir? işleyen bölünme mekanizmaları kuşkusuz ki kendini bulmayı engellemektedir. Onun farklı kişilik düzlemlerinde işlemesine imkân tanıyan şey, tersine dönerek ona geri döner. Başkaları beni farklı farklı yerlerde düşünüyorsa ben kimim?

Tüm bu nedenlerle, Jim Morrison, yukardaki şiirde görülen
umutsuz bilinç açıklığının ötesinde, nerede olduğunu bile­mez. Kendini yeniden bulmaya çalışmak, kendiyle barışmak için Jim Morrison, gözden kaybetmiş gibi gözüktüğü James Douglas Moırison’u aramaya gider.

İstikamet Paris’tir ve bu onun sonuncu istikameti olacaktır.
Morrison eşi Pamela Courson’la Paris’te Mart 1971’de buluşur. Doors’un son albümünün kaydını tamamladıktan sonra Los Angeles’ı terk eder. Grubun diğer üyeleriyle ilişkiler son derece gerilimlidir, kopma noktasındadır. Ne miksajı bekler, ne de kaydın son halinin verilmesini. Paris’e bu kaçış, kendini bulma, yeniden inşa etme yönünde bir teşebbüstür; çünkü yıllardır kendini yok etmeye çabaladığının bilincindedir. Şi­irin ülkesine geri dönmek, yaratının kaynaklarına geri dön­mek, onun için son bir şans ve son bir hamle olacaktı.

Yazar ve sinemacılarla ilginç bazı buluşmaları olur. Agnes Varda ve Jacques Demy ile birlikte, yaratı, sanat ve edebiyat üzerine fikir alışverişlerinde bulunur. Fas’a, Ispanya’ya bir iki seyahate çıkar. Ancak içki alışkanlığı hiç eksilmez; uyuştu­rucu alışkanlığı da öyle. Genellikle hep bitkin bir haldedir, bütün gecelerini çeşitli birahanelerde içerek geçirir.

Bir gece hastalanır, Pamela Courson’la birlikte dairelerine dönerler. Kusar, sonra eşine duş alacağını söyler. Pamela gidip yatar ve birkaç saat sonra Jim’i banyoda ölü olarak bulur. Şaşkınlık içerisinde bir arkadaşlarını çağırır, o da gelip ölümü saptar ve önce bir doktor çağırır, sonra da yetkililere haber verir. Ölüm ilanı kendi adıyla verilir, ama önadlarının sıra­sı tersine çevrilerek en azından birkaç gün daha kimliğinin saptanamaması ve kamusal cenaze törenlerinden kaçınmak sağlanmaya çalışılır.

"Douglas James Morrison, Amerikalı şair,
yirmi yedi yaşında, 3 Temmuz 1971 yılında vefat etti."




Ölümünün Gerçeği

Sonun Ötesinde


Bu eşsiz sanatçının yazıları ve yaşamı modernitemizi temsil eden patoloji konusunda -sınır patolojisi- bizi aydınlatmaktadır. Dalgalı, kenarı ya da kıyısı olmayan, her türlü hudut, sınır, tutarlılık fikrine yabancı bir toplum olduğumuzu söy­lemek, sınır durumların yoğun biçimde olarak ortaya çıkma­sını anlamaya yetmez. Jim Morrison’un sınır konumu, onun mitolojisinin kurulmasına katkıda bulunmuştur. Yaratıcı gü­cüyle olduğu kadar ölümcül içgüdüleriyle de büyülemekte­dir. Önemli olan şey bu şairde belirgin bir patoloji saptamak değil, onun varolma güçlüklerinin onu, hem yaratıya hem de çevresindeki her şeyi yıkma eğilimine ve ender şiddette bir özyıkım mekanizmasına nasıl yönelttiğini görmektir.

En azından görünüşte ölümden çekinmeyen biri karşısında nasıl ilgisiz kalabiliriz? Morrison ölüler diyarının salcısıydı, bir dünyadan ötekine, karanlık yanına, bilinmeyene, görün­meyene geçen biri. Bu mitsel ülkeye, dünyanın asıl gerçekliği­ni göstereceği ve eksiksiz mutluluğa erişilebilecek bu yalancı cennete erişmeye çalışıyordu.

Bu hayali ülke ile Morrison’un bireysel ruh hali arasında kesişme noktaları muhtemelen vardır. O, kendi içindeki bu mücevherin, onu aynanın öte tarafına, ön-yansıcı evreye, ayna öncesine; anneden ayrımın açıkça oluşmadığı bir döne­me, ideal bir dünyaya inanmanın hâlâ mümkün olduğu bir döneme iten bu duyum ya da bu buluşmanın peşindedir. Bu dönemin, kaynaşınalı olarak adlandırılan belli bir gerçekliği kapsaması gerekir. Ama kaynaşmanın tersi de vardır ve çok sayıda kaygıyı barındırır: yenilip yutulma, yok edilme, öte­kinin içine alınma. Kaynaşmanın bu iki çehresi, yani yutulma-tutku, kendinin ve yakınlarının yaşamını riske atan sınır durumda yaşayan kişilerde görülür.

Bu delilikten kaçabilmek için Morrison yaratının kıyıla­rında bir yol açabildi kendine. Kültürümüzün patolojileriy­le rezonans içinde, kendi çağını, kusurları, başıboşlukları ve açmazlarıyla modernitemizi, kültürün majör imleyenleriyle geçirgenlik sayesinde, herkesten daha iyi temsil etmeyi bildi. Böylece bunları yeniden ifade edebildi, sözlere tercüme edebildi, müziğini yapabildi, sahnede yaşayabildi ve çağdaşlarına allak bullak edici bir hakikat aktarmayı bildi.

Fantasmalarının imgelerine vücut veren Jim Morrison, gün ortasında düş gören biridir. Ama bu fantasmalar, Freud’un gayet iyi bildiği gibi, zamanlarla ustaca oynayarak, gerçek çev­reyle eklemlenirler: “Geçmiş, şimdiki zaman, gelecek; sanki bunları kat eden arzunun düz çizgisi üzerinde dizilmiş gibidirler.”
Sınır durum, sembolik düzendeki derin çatlakları ortaya çıkarır. Morrison’a göre onun tekilliği, kuşkusuz ki, sanatını çağının kültürüyle böyle bir sintoni içinde ifade etmesine imkân tanımış olan şeydir. Ama yazıda bulduğu sembolik koltuk değnekleri yalnızca bir süre işlevsel olmuştur. Gerçekle ve ha­yalle kalıcı bir kenetlenme olmadığından, bu koltuk değnekleri ona gerçeğin içinde istikrarlı bir dayanak getirmeyi başa­ramamışlardır. Bağların kopması ve özkıyım süreçleri baskın gelerek, ölüm itkisinin yeraltında ama korkunç derecede etki­li çalışmasına tanıklık ederler.

Düzen çocuğu Morrison daima dengesizlik içinde yaşadı, kaosa ve düzensizliğe içgüdüsel bir eğilim gösterdi.

Onun meteor yazgısı modernitemizin açmazları bakımın­dan simgesel niteliktedir.

Onun içsel çatlaklarının, sınır durumdaki kahraman tutumunun, uygarlığımızın gizli hakikatinin kalbini, dile getirilemez terörlerini, bastırılmış sırrını kavramasına imkân tanıdığına kuşku yoktur. Çünkü, bir dönemin patolojisiyle rezonansın ötesinde, Morrison, aşk, ölüm ve yaşam üzerine sorgulamaları içinde insanlığın çağlar boyunca yaşadığı endi­şe ve kaygılarını ifade etmiştir. Kitleler bunun karşılığını ona gayet iyi verdi, çünkü onu idol haline getirdikten sonra, modernitemizin kahramanı mertebesine, aklı başında bir dünyanın sunağında kurban edilen, kültürün lanetli evladı mertebe­sine yükseltti.

Morrison dolu dizgin haz arayışıyla yalnızca imkânsıza vardı. Morrison öznel başıboş dolanmaları, kişisel sembolik çatlakları sayesinde, başka yerde, yani kitlenin içinde, uötekiler”i, çağ­daşlarını, bir dayanak noktasını buldu. Ama bu nedenle, onun yaratısı doğrudan doğruya bizim çağdaş dünyamızın sembolik boşluğuna; etik bir ölçütü artık olmayan, otoritenin ve baba ya­sasının çatlakları dolayısıyla sembolik aktarımdaki başarısızlık­ları temsil eden tüketimcilige gönderme yapıyordu.


*
Kahramanın Sınır Durumu
Didier Lauru

Mark Morrisroe (1959 - 1989)


Antinous ölmüştü


Düşüncelerimi toparlamaya çalışıyordum:

Antinous ölmüştü.

Çocukken, Marullinus'un kuzgunların paramparça etmiş olduğu cesedini görünce ağlayıp bağırmıştım ama, bu ağlama, gece bağıran bir hayvanın ağlamasına benziyordu. Babam ölmüştü ama on iki yaşında öksüz kalan oğlan çocuğu evdeki düzensizlikten, annesinin gözyaşlarından ve kendi korkusundan başkasını algılayamamıştı; ölmekte olan adamın acısı konusunda hiçbir şey bilmiyordum. Annem, çok sonraları, ben Pannonina'da görevdeyken ölmüştü; tam tarihini anımsayamıyorum. Trayan, vasiyetimi yazması gereken hasta bir adamdan başka bir şey değildi. Plotina'nın ölümünü görmemiştim. Attianus ölmüştü; yaşlı bir adamdı. Çok sevdiğimi zannettiğim arkadaşlarımı Daçya savaşları sırasında yitirmiştim; ama gençlik; yaşam ve ölüm eş düzeyde baş döndürücü ve kolaydı.

 Antinous ölmüştü.

Sık sık duyulan, basmakalıp sözler anımsıyordum: ·İnsan her yaşta ölebilir», ya da "Genç ölenler tanrının sevgili kullarıdır," bu laf kalabalığına ben de katılmıştım; can sıkıntısından öleceğim, uyurken öleceğim, demiştim. Acı sözcüğünü, Yas sözcüğünü, Yitik sözcüğünü kullanmıştım.


 Antinous ölmüştü.

Aşk tanrıların en akıllısı . . . Ancak, bir ırmağın taşıdığı altın madeninin kumla karıştığı gibi aşk da, tutkuya, umursamazlığa, sertliğe, duyarsızlığa ve kendi kendini aldatan yaşlı adamın lafta kalan
mutluluğuna karışır; bundan sorumlu tutulamaz aşk. Acaba ben de mi kendi kendimi kandırmıştım?

 Antinous ölmüştü.

Şu anda Servianus'un hiç kuşkusuz öne sürdüğü gibi fazla sevmekten değil oğlanı yaşamaya zorlayacak kadar sevmemiş olmamdan kaynaklanıyordu kuruntularım. Orpheus mezhebinin bir üyesi olan Khabrias, canına kıymayı suç bulduğu için bu sonun kendi kendini kurban etmek isteğinden doğduğunu savunuyordu; ölümün bir armağan olduğu düşüncesi tüyler ürperten bir sevinç veriyordu bana. Yumuşaklığın altında gizlenen galeyanı, birtakım şeylerden vazgeçmenin altında yatan umutsuzluğu, aşkın içinde gizlenen nefreti bilen tek kişi bendim. Çok derinden incinmiş bir yaratık, bağlılığın kanıtını suratıma çarpmıştı; her şeyi yitireceğinden korkan oğlan, beni kendisine sonsuza kadar bağlayacak yolu bulmuştu. Böylesine bir kurbanla beni koruyacağını sandıysa herhalde hiç sevilmediğine inanıyordu, çünkü bana yapılabilecek en büyük kötülük onu yitirmekti.

The moment of discovery of Antinous at Delphi 1894


ANTİNOUS'NUN ÖLÜMÜ


Athyr ayının ilk günü, iki yüz yirmi altıncı Olimpiyat'ın ikinci yılı . . . Ölüler tanrısı Osiris'in ölüm yıldönümü; nehir boyunca, tüm köylerden, üç gün süreyle, kısık kısık inlemeler, ağlamalar duyuldu. Doğu'nun gizemlerine benim kadar alışık olmayan Romalı konuklarım bir başka ırkın törenlerini merak etmişlerdi. Benim için, tam karşıtı, aşırı düzeyde yorucu ve sinirlendiriciydiler. Geminin diğerlerinden uzağa demirlenmesini istemiştim, tüm yerleşme yerlerinden uzak olmasını istiyordum; ama nehir yakasında, firavunlar zamanından kalma, yarı terk edilmiş bir tapınak ve içersinde rahipleri olduğu için ağıtlardan tam anlamıyla kaçamamıştım.

Bir gün önce, Lucius beni kendi gemisinde akşam yemeğine çağırdı. Gün batarken gittim. Antinous benimle gitmek istemediği için kıçtaki kamaramda aslan postuna uzanıp Khabrias'la aşık kemiği oynadı. Yarım saat sonra, karanlıkla birlikte fikrini değiştirdi ve kayığı istetti. Tek kürekçinin yardımıyla, akıntıya karşı, bizi öteki gemilerden ayıran uzaklıkta epey kürek çekti. Akşam yemeğinin verildiği güvertedeki çadıra girişi, dans eden bir kızın eğilip bükülmelerine karşı kopan alkışları susturdu. Meyve zarı kadar ince, uzun bir Suriyeli giysisi giymişti, üzerine çiçekler ve ejderler saçılmıştı. Rahat kürek çekebilmek için sağ kolunu çıplak bırakmıştı; pürüzsüz göğsünde ter damlacıkları titreşiyordu. Lucius'un fırlattığı çelengi havada yakaladı; keskin neşesi, bir an için bile yatışmadı, içmiş olduğu bir kupa Yunan şarabının bu neşeyi vermiş olduğu söylenemezdi.  Lucius'un yukarıdan sert bir biçimde «güle güle» demesinden sonra, altı kürekçinin çektiği kayıkla geri döndük. Sabah farkında olmaksızın göz yaşlarına bulanmış yüzüne değdi elim.  Sabırsızca, ağlamasının nedenini sordum; alçakgönüllülükle yorgunluğunu ileri sürdü. Yalanını kabul ederek yeniden uykuya daldım. Gerçek acısı, o yatakta, benim yanımda ortaya çıkmıştı.

Roma'dan mektuplar yeni gelmişti ve gün boyunca onları okuyup yanıtladık. Her zamanki gibi Antinous odada sessizce dolaşıyordu; bu güzel yaratığın yaşamımdan hangi anda uzaklaştığını bilemiyorum. On ikinci saate doğru, büyük bir huzursuzluk içinde, Khabrias içeri girdi. Tüm kurallara karşın, genç çocuk nereye gittiğini, ne kadar kalacağını bildirmeksizin gemiden ayrılmıştı; iki saatten fazla olmamıştı gideli. Khabrias bir gece önce anlattığı garip şeyleri ve daha o sabah benim hakkımda söylediği sözleri anımsıyordu. Hemen nehir yakasına indik. Yaşlı öğretmen, içgüdüsel olarak, daha önce Antinous'la birlikte gitmiş olduğu, su yakasındaki tapınağın dışındaki küçük dini yere doğru ilerledi. Bir kurban masasında hala sıcak küller duruyordu;  parmaklarıyla külleri karıştıran Khabrias, hiçbir yeri bozulmamış bir tutam saç çıkardı ortaya.


Kıyıyı araştırmaktan başka yapacak şeyimiz kalmamıştı. Bir zamanlar kutsal törenler için kullanılmış olduğu anlaşılan bir dizi barajcık nehrin belirli bir kıvrımına kadar uzanıyordu; son havuzun kenarında, hızla batan güneşin alacakaranlığında, Khabrias, katlanmış bir giysi ve sandallar buldu. Kaygan merdivenlerden indim; şimdiden nehrin çamuruna batmış, dipte yatıyordu. Khabrias'ın yardımıyla, taş gibi ağır bedeni kaldırdık. Khabrias bir kaç gemiciye el salladı ve yelken bezinden bir kefen yaptılar. Hemen çağrılan Hermogenes, yalnızca ölmüş olduğunu açıklayabildi. Bir zamanlar öylesine uyanık olan o beden yeniden ısınmaya, canlanmaya karşı koyuyordu. Gemiye taşıdık.  Her şey bitmişti; her şey sanki yok olmuştu. Olympos Zeus'ü, Herkesin Efendisi, Dünyanın Kurtarıcısı, tümü birbirinin üzerine devrilmişti ve geminin güvertesinde yalnızca, saçları ağarmış, hıçkıran bir adam vardı.

Hermogenes beni cenaze konusunda kandırıncaya kadar iki gün geçmişti. Antinous'un kendi ölümünü çevrelemesini istediği kutsal ayin, hangi yolu izleyeceğimizi göstermişti bize; bu sonun Osiris'in mezarına indiği gün ve saate rastlamasının bir anlamı olmalıydı. Nehri geçerek, Hermopolis'e, mumyacıların bulunduğu yere gittim. İskenderiye'de nasıl çalıştıklarını görmüştüm ve bu bedene ne çirkinlikler verebileceğini biliyordum; ama bu sevgili teni dağlayıp kömürleştirecek ateş de korkunçtu; topraktaysa çürür. Nehri hemen geçtik; kıçtaki kamaranın bir köşesine çömelmiş, Euphorion, alçak sesle, hangi Afrika ağıtı olduğunu bilmediğim bir şarkı söylüyordu; bu kısık, belli belirsiz şarkı bana kendi hıçkrıklarımmış gibi geldi. Sevgili ölüyü, bana Satyros'taki kliniği anımsatan suyla temizlenmiş odaya taşıdık; mum sürülmeden önce yüzü yağlamak için kalıpçıya yardım ettim. Tüm mecazlar anlam kazanmıştı; yüreğini elimde tutuyordum. Boş bedeni bıraktığım zaman,
 güneş ve havanın hiçbir zaman dokunmayacağı, tuz ve mür sakızıyla işlenmiş değerli bir malzeme, korkunç bir başyapıtın ilk aşaması, bir mumyacının hazırladıklarından başka bir şey değildi artık.


Antinous







Hadrianus'un Acısı

Gemiye döndüm; çabuk kapanan yara yeniden açılmıştı; Euphorion'un başımın altına sıkıştırdığı yastığa göz yaşlarımı gömdüm. Zamanın iki akımıyla ayrı yönlere sürüklenen ceset ve ben birbirimizden uzaklaşıyorduk. Aralık ayından beş gün önce, Athyr ayının ilk günüydü: Her geçen an bedenini daha derinlere gömüyor; ölümü giderek örtünüyordu. Bir kez daha o hain yokuşu tırmandım: O ölü ve yok olmuş günü, tırnaklarımla kazıyarak mezarından çıkarmaya çalıştım. Kapı eşiğinin kenarında oturan Phlegon içeri birilerinin girdiğini, ancak pupadaki kabinin kapısından arada bir sızan rahatsız edici güneş ışınları sayesinde fark edebilmişti. Cinayetle suçlanan bir adam gibi her saat hesap vermeye çabalıyordum; yazı yazdırmıştım; Efes Senatosu'na yanıt vermiştim; acı acaba hangi sözcük grubuna rastlamıştı? Gemiyi kıyıya bağlayan köprünün ayakları altında yaylanmasını, kuru nehir kıyısını, kıyıda uzanan düz taşlığı; her şeyi yeniden yerli yerine koymaya çalışıyordum; sonra alnını bir tapınağın taşına dayayıp kestiği bir tutam saçı, elleriyle sandallarını çözebilmek için büktüğü dizini düşünüyordum; gözlerini kaparken özgün bir biçimde dudaklarının aralanışı aklıma geliyordu. Onun gibi iyi bir yüzücü için o kara çamurda boğulmak gerçekten korkunç bir karar olmalıydı. Ciğerler yaşamı içine çekmeyi durdurduğu zaman yüreğin ve beynin duracağı o anı, her birimizin geçireceği o değişimi belirlemeye çalıştım düşüncelerimde. Ben de benzer çırpınmalar geçireceğim; ben de öleceğim. Ancak her ölüm farklıdır; son acısını kafamda canlandırma çabalarım safsatadan ibaret; çünkü o, yalnız öldü. Kangrenle savaşırcasına üzüntüme karşı koymaya çalıştım; zaman zaman söylediği yalanları ve direnişini anımsadım; kendi kendime, bir gün nasıl olsa ağırlaşıp, yaşlanacağını ve değişmiş olacağını söyledim. Çabalar boşunaydı; bir başyapıtı kopya etmeye çalışan titiz bir işçi gibi, kalkana benzeyen o dik, yuvarlak pürüzsüz göğsü tam olarak canlandırmak için kafamı delice yoruyordum. Zaman zaman görüntü kendiliğinden kafamın içine sıçrıyor, bir yumuşaklık seli tüm benliğimi kaplıyordu. Bir kez daha, Tibur'da bir meyve bahçesinde, sepet olmadığı için yemişleri giysilerinin eteğine toplayan genci görüyordum. Gecenin zevklerine eşlik eden, Euphorion'a yardım etmek ve imparatorluk giysilerimin büklümlerini düzeltmek için topukları üzerinde çömelen genç dostu ve onunla birlikte her şeyi, her şeyi bir anda yitirmiştim. Rahiplere inanacak olursak, gölge de acı çekiyordu; bedendeki sıcak barınağını arayarak, tanıdıklarından uzak, inleyerek geziniyordu dostu andıran yerlerde; hem uzak hem de yakın; var olduğunu belirleyemeyecek kadar zayıf. Söyledikleri doğruysa, sağırlığım ölümden de beterdi. Yaşayan oğlanı, o sabah, yanımda hıçkırırken iyi anlayabilmiş miydim?

Bir akşam, Khabrias, o zamana kadar görülmedik bir yıldızı, Kartal takım yıldızları arasında parıldayan bir yıldızı göstermek için yanına çağırdı; değerli bir taşmışçasına parıldıyor, yürek gibi atıyordu. Onun yıldızı ve burcu olarak seçtim. Her gece, yorgun düşünceye kadar hareketini izleyecektim; gökyüzünün o bölümünde garip bir parlaklık görüyordum. Halk beni delirdi sanıyordu ama bunun hiçbir önemi yoktu.


ÖLÜM


Hadrianus

İnsanın asıl doğum yeri, kendisine ilk kez akıllıca baktığı yerdir; 
benim ilk anayurdum kitaplar olmuştur.

Çok sevildiğim söylenemez. Sevilmem için herhangi bir neden yoktu. Atinalı öğrenciyken fark edilmeyen, bir imparatora az çok yakıştığı kabul edilen sanat sevgim gibi belirli eğilimlerim, ilk yetki aşamalarımda, memur ve yargıçlık dönemimde, huzursuzluk yaratıyordu. Hellenizmim alay konusu oluyordu, hele zaman zaman gizlemeye, zaman zaman da göstermeye beceriksizce çabaladığım anlarda. Senatörler arkamdan "Yunancık" diyorlardı. Kısmen yaptıklarımızın, kısmen de hakkımızda düşünülenlerin o pırıltılı garip yansımasıyla efsane nasıl oluşursa, benim efsanem de oluşmaya başlamıştı. Bir senatörün karısıyla aramda geçen dolapları duyan davacılar, bana kendileri geleceklerine, hayasızca karılarını, ya da genç bir pantomimciye tutkumu gösterdiğim zaman, oğullarını yolluyorlardı. Umursamayarak bu insanları bozmak bir tür zevk veriyor insana. En acıklısı, edebiyattan, söz ederek gönlümü çelmeye çalışanlardı. ...




Antinous





Antinous'un Yüzü


Yunanlılar, insan kusursuzluğunu öyle çok sevmişlerdir ki çeşitli görünüşlerini hiç dikkate almamışlardır. Mermerin beyazlığıyla değişmiş o koyu renk yüze, o iri iri açılmış gözlere, titremesine kadar denetlenmiş o ince ama etli dudaklara, kendi benzerime bir göz atıp geçerdim. Ancak bir başkasının yüzü çok daha fazla ilgilendirdi beni. Yaşamımda önem kazanmaya başlar başlamaz, sanat bir gösteriş bir lüks olmaktan çıkıp, bir tür kaynak, yardıma koşan bir biçime dönüştü. O görüntüyü dünya benimsesin diye zorladım; herhangi bir çalışkan adamdan ya da bir kraliçeden çok o gencin portresi yapıldı. Başlangıçta, değişmekte olan bir biçimin birbirini izleyen güzelliklerini heykellerle belgelemek istiyordum; sonradan sanat, yitirilmiş bir yüzü canlandırabilecek bir tür gizemli işleme dönüştü. Dev boyutlarda resimler, yücelttiklerimize duyduğumuz sevginin gerçek oranlarını belirtmeye yarar: Yakından bakılan bir yüz kadar kocaman, korkulu düşlerdeki görüntüler ve hayaletler kadar uzun ve ağırbaşlı, şu anılar gibi boğucu görüntüler olmasını istedim. Kusursuz bir bütünlük ve kusursuz bir arılıkta direniyordum; kısacası, sevenin gözünde yirmi yaşında ölen bir varlık olan tanrıyı istiyordum; tam bir benzerlik, alışkın olduğum bir varlık ve güzellikten çok , sevilen yüzün düzensizliklerini arıyordum. Kaşın kalınlığını, dudağın şiş eğmecini olduğu gibi korumak için ne de çok tartışmıştık ... Yok olabilecek ya da şimdiden yok olmuş bir bedenin varlığını sürdürebilmek için taşın sonsuzluğuna, bronzun bağlılığına inanmaktan başka çarem yoktu, ama her gün asit ve yağ karışımıyla mermerin silinmesini, heykelin o genç tenin yumuşaklığına ve pırıltısına benzemesini ihmal etmiyordum.





Antinous & Hadrian




E. Henry Avril



Antinous




Bir gün öğleden sonra, geç saatlerde, sesleri, biçimleri, dolaylı anlatımları yüreklice biraraya getiren, yankılar ve aynalar düzenini önümüze sürdüğü için çok hoşuma giden, Lykophron'un anlaşılması güç bir yapıtını okuyorduk. Diğerlerinden biraz uzakta, genç bir oğlan, yarı uykulu, dolgun dolgun bizim zor kıtaları dinliyordu, aklıma birden, ormanın derinliklerinde, garip bir kuşun çığlıklarından belli belirsiz haberli bir çoban geldi. Ne yazı yazacak bir levha ne de kalem getirmişti. Havuzun yanında, oturmuş, o güzel, dingin yüzeyde elini gezindiriyordu. Sonradan öğrendim, babası imparatorluğun engin toprakları üstünde küçük bir yöneticiydi; genç yaşta büyükbabasının denetimine bırakılmıştı ve oradan Nikomedia'ya okumak için, ana babasının eski bir konuğu, bu orta halli aile için zengin sayılabilecek bir gemi sahibi ve kentin yapımcılarından birisinin yanına yollanmıştı. Ötekiler gittikten sonra onu alıkoydum. Çok az okumuştu ve dünyaya ilişkin hemen hemen hiçbir bilgisi yoktu; çocuksu güvenine karşılık düşünmeye açıktı. Doğum yeri. Claudiopolis'i görmüştüm; onun için gemilerimizin direklerini sağlayan büyük çam ormanlarının yanıbaşındaki memleketi konusunda konuşmasını istedim; tiz müziğine bayıldığı Attys'in tepe üstündeki tapınağından, ülkesinin üstün atlarından ve garip tanrılarından söz etti. Sesi alçaktı, Yunancası'nda Asya lehçesi vardı. Dikkatimi,
belki de gözlerimi dikişimi birden fark ederek şaşırdı, kızardı ve kısa zamanda alışacağım o inatçı sessizliğine büründü. Yavaş yavaş bir yakınlık gelişti. Ondan sonraki tüm gezilerimde bana yoldaşlık etti ve efsane benzeri yıllar başladı. Antinous Yunanlıydı; bu eski ama az bilinen ailenin öyküsünü Propontis kıyılarında, ilk Arkadialar'ın yerleşmelerine kadar geriye götürebildim. Bal damlasının şarabı bulutlandırıp hoş bir koku vermesi gibi Asya da o kaba kanda kendi etkilerini yaratmıştı. Apollonius'un müritlerindeki gibi onda, gizemli boş inançlar, dinsel tapınmayla birlikte kralına boyun eğen Doğulu'yu buluyordum. Varlığı olağanüstü sessizdi; beni bir hayvan, ya da bilinen bir ruh gibi izliyordu. Genç bir köpek gibi ateşli ve tasasızdı, oyun oynamaya ve çabucak dinlenmeye sonsuz yeteneği vardı. Okşamalara ve buyruklara açık bu tazı, ayağımın dibindeki yerini aldı.

Kendi hoşuna gitmeyen ve mezhebine uymayan her şeye karşı gösterdiği umursamazlığı çok beğeniyordum; ilgisizliği, kurnazlık ya da acıyla öğrenilen her tür erdemin yerine geçiyordu. Tüm benliğini kapsayan ağırbaşlı bağlılığını, sert yanları da olan inceliğini olağanüstü buluyordum. Yine de bu boyun eğiş, gözü kapalı bir boyun eğiş değildi. Uysallıkla ya da düşler içinde sık sık indirilen o göz kapakları her zaman kapalı değildi; dünyanın bu en dikkatli gözleri, zaman zaman üstüme dikildikçe yargılandığımı anlıyordum. Bir tanrının kendisine tapanı yargıladığı gibi yargılanıyordum; sertliklerim ve ani kuşkularım (sonradan oluştu) sabır ve ağır başlılıkla onaylanıyordu. Yaşamımda ilk kez bir varlığın mutlak sahibi oluyordum. Böylesine apaçık bir güzellikten şu ana kadar söz etmemişsem, bunu tümden fethedilmiş bir adamın suskunluğuna yorma.

Umutsuzlukla yakalamaya çalıştığımız yüzler genellikle bizden kaçar; yalnız bir an için ... kara saç kitlesiyle eğilmiş bir kafa, göz kapakları uzun, gözleri çekik gibi, dinlenen geniş yapılı genç bir yüz görüyorum. Bir bitkiymişçesine bu ince beden sürekli değişiyordu ve bu çeşitlemelerin bir bölümü büyümeyi andırıyordu. Çocuk değişti; boylandı. Bir haftalık tembellik onu tümden yumuşatmaya yetti; ayda geçen bir ikindi vakti bu genç atleti yeniden sertleştirip çevikleştirdi; güneş altında bir saat kalmaya görsün, teni yasemin renginden bal rengine dönüşüyordu. Çocuksu kaslar uzadı; yüzü, ince çocuksu yuvarlaklığını yitirdi ve yüksek elmacık kemiklerinin altları çukurlaştı; genç koşucunun dolu göğsü, Bakkha rahibesinin yumuşak, parlak eğmeçlerine dönüştü; düşünceli dudaklar acı bir hırsı, üzüntülü bir doyumu dile getirdiler. Aslında yüzü, gece gündüz yonttuğum bir mermer gibi değişiyordu. O günleri yeniden düşündüğüm zaman, Altın Çağ'a geri döner gibi oluyorum. Sıkıntı kalmamıştı; geçmişin çabaları ilahi denilecek bir rahatlıkla ödenmişti. Geziler, zevkler, tasarlanıp denetlenmiş, beceriyle tasarlanmıştı. Dur durak bilmeyen çalışmalar zevkin değişik bir kipinden başka bir şey değildi. Hayatta her şeye geç ulaşmıştım, iktidar ve mutluluğa da geç ulaştım. Yaşam, öğle güneşi parlaklığına, odadaki tüm nesnelerin ve yanında yatan bedenin altın gölgelerle yıkandığı aydınlık pırıltılı bir ikindi vaktinin uyku saatine kavuşmuştu. Doyuma ulaşmış tutku, diğer tutkular gibi çabuk kırılır bir saflık taşır; geri kalan insan güzellikleri benim için yalnızca seyredilebilir düzeye inmiştir; artık izlenmesi gereken bir oyun olmaktan çıkmışlardı. Gerçek bir rastlantı olarak başlayan bu serüven, yaşamımı hem zenginleştirdi hem de yalınlaştırdı; gelecek fazla ilgimi çekmiyordu; kahinlere sorgularım sona ermişti; yıldızlar artık o gökyüzü kemerinin çok güzel biçimlerinden başka bir şey değildi. Yaşamımın hiç bir döneminde, uzaktaki adalarda gün doğuşunun pırıltısı, su perilerinin kutsal mağaralarının serinliği, gelip giden kuşların uğrak yeri, gün batarken kekliğin alçaktan uçuşu böylesine coşku vermemişti bana. Ozanları yeniden okudum; bazıları daha iyi geliyordu ama çoğu daha kötüydü. Her zamankinden daha yetersiz bulduğum kendi mısralarımı yazdım. Ağaç denizleri, mantar meşesi ve çam ormanlarıyla Bithynia vardı; oğlanın bildiği uğrak yerlerinde, hançerini ve altın kemerini çıkarıp, oklarını oraya buraya saçarak, deri sedirlerde köpeklerle boğuştuğu, kafesli balkonlarıyla av evi vardı. Düzlükler uzun yazın sıcağını bağrında toplamıştı; yabanıl atların koşuştuğu Sangarius (Sakarya) boylarındaki kırlardan pus yükseliyordu. Gün doğarken, yolumuzun üstünde çiğden ıslanmış uzun otlara sürünerek, Bithynia'nın amblemi hilal tepemizde asılı, ırmağa yıkanmaya giderdik...