Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı'nda




***


***

İlgili bağlantılar:
Sevim ve Necdet Kent Kitaplığında (2015)


UMUTSUZ YAZIN



 Ne olursa olsun, hiçbir şeyin anlamı bulunmadığı ve her şeyden umudu kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl yetinebiliriz? Her şeyin sonuna dek gidilmeden, hiç değilse yalnızca şu sözcüğü oluşturmak için bile dünyada özdekten fazla bir şey bulunduğunu söylemek gerektiğine göre, salt özdekçilik diye bir şey olmadığı gibi, tümcül yoksayıcılık da olmadığı belirtilebilir. Daha her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda, anlamı olan bir şeyi dile getiririz. Dünyanın hiçbir anlamı olmadığını kesinlemek, her türlü değer yargısını ortadan kaldırmak anlamına gelir. Ama yaşamak ve örneğin yiyip içmek, kendi başına bir değer yargısıdır. Kendimizi ölüme bırakmadığımız anda sürmeyi seçeriz, o zaman da yaşamın bir değerini, en azından görece bir değerini benimsemiş oluruz. Sonra umutsuz bir yazın ne demek? Umutsuzluk sessizdir. Gözler konuşacak olursa sessizlik bile bir anlam saklar. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. Konuşursa, uslamlamaya girişirse, özellikle de yazarsa, hemen kardeşimiz bize elini uzatır, ağaç doğrulanır, aşk doğar. Umutsuz bir yazın terimlerde bir çelişkidir.

*
Albert Camus
YAZ

Q


Biz Nietzsche'ciler





Pek az insan sanatı anlama yetisine sahiptir.


*

Flaubert. Onun amacı: Varoluşun alaycı kabulü ve bu kabulün sanat
tarafından tümüyle yeniden yaratılışı. "Yaşamak, bizi ilgilendirmez."

*

Ressam olduğunu keşfedip yolunu çizmeden önce, 27 yaşına
dek dolaşıp duran Van Gogh'un uzun arayışı.

*

Geldiği gibi yazmak - bu olacak gibi.

*

Gide'le akşam yemegi. Yazmayı sürdürmek gerekip gerekmediğini
soran genç yazarların mektupları. Gide yanıtlıyor: "Nasıl?
Kendinizi yazmaktan alıkoyabiliyor ve tereddüt mü ediyorsunuz"?


*

El yazmalarını iki kez yakan Kleist. .. Son günlerinde kör olan
Piero della Francesca . . . Belleğini yitiren ve alfabeyi yeniden ögrenen
Ibsen . . . Cesaret! Cesaret!


*

10 Ocak 1950.

Son noktaya varmak için kendi içimi asla açıkça göremedim. Ama hep içgüdüsel olarak, görünmez bir yıldızı izledim. İçimde bir kargaşa, korkunç bir karmaşa var. Yaratmak bin kez ölmeme mal oluyor, çünkü yaratmak için düzen gerek ve benim tüm varlığım düzeni reddediyor. Ama düzen olmazsa da dağınıklıktan ölebilirim.


YIKIMIMIZA KOŞALIM!

Gece yarısı, kıyıda yalnız başımayım. Biraz bekleyip gideceğim. Göğün kendisi de kazaya uğramış, tüm yıldızlarıyla birlikte, şu saatte, tüm dünyada, ateşler içinde, limanların karanlık sularını aydınlatan şu şilepler gibi. Uzam ve sessizlik yüreğin üstüne tüm ağırlığıyla çöküyor. Birden bastıran bir aşk, bir büyük yapıt, belirleyici bir edim, dönüştüren bir düşünce, kimi anlarda aynı katlanılmaz sıkıntıyı verir, karşı konulmaz bir çekimle birlikte. Güzelim var olma bunalımı, adını bilmediğimiz bir tehlikenin çok hoş yakınlığı, yaşamak, o zaman, kendi yıkımımıza koşmak mıdır? Yeniden, durup dinlenmeden yıkımımıza koşalım.


Deniz, Tanrısallık

Deniz, Tanrısallık.

Dünyanın yaratılışında, yağmurlar yüzyıllar boyunca kesintisiz
bir biçimde yağar.

Yaşam denizde doğmuştur ve yaşamın ilk hücreden ilk deniz varlığına ulaştığı eski zamanlar boyunca, hayvansal ve bitkisel yaşamın bulunmadığı anakara, büyük bulutların hızla geçen
gölgelerinden ve okyanus haznesindeki suların yarışından başka hiçbir hareketin olmadığı çok büyük bir sessizliğin ortasında yağmurun ve rüzgarın gürültüsüyle dolu bir taş ülkesinden başka
bir şey değildi.

Milyarlarca yıl sonra ilk canlı varlık denizden çıktı ve anakaraya ayak bastı. Bir akrebe benziyordu. Bu, üç yüz elli milyon yıl önceydi. Uçan balıklar, yumurtalarını hu derin çukurlarda gizlemek
için deniz altındaki oyuklarda yuvalanırlar.


Sargasses denizinde, iki milyon yosun. Büyük kırmızı deniz anası, ilkin bir yüksük kadarken, ilkbaharda bir şemsiye kadar genişliyor. Uzun dokunaçlarını sürükleyerek ve onunla birlikte yer değiştiren yavru morina balığı gruplarını şemsiyesi altında koruyarak düzenli devinimlerle yol
alıyor.

Görünmez bir sınırı geçerek kendi yaşam alanından daha yukarıya çıkan balık, patlar ve suyun yüzeyine düşer.

Derindeki mürekkep balıkları, yüzeyde yaşayanların tersine ışıklı bir mürekkep yayıyorlar. lşığın içinde saklanıyorlar.

Anakara, denizin üstündeki ince bir tabakadan başka bir şey
değildir. Bir gün okyanus egemen olacak.

*
Albert Camus
Defterler

SAÇMA

Saçmanın bilincine varıp buna uygun olarak yaşamaya çalışan bir insan, bilincin, dünyada korunması gereken en zor şey olduğunu her zaman fark eder. Koşullar neredeyse her zaman, buna engel olur. Söz konusu olan, dağılmanın kural olduğu bir dünyada bilinçli yaşamaktır. Böylece insan, Tanrı olmadan bile, gerçek sorunun, ruhsal bütünlük sorunu (saçmanın bilincine varmak yalnızca dünyanın ve ruhun metafizik bütünlüğü sorununu gerçekten irdelemektir) ve iç huzur olduğunun ayrımına varır. İç huzurun, dünya ile uzlaşacak zorlu bir disiplin olmaksızın gerçekleşmeyeceğinin de farkına varır. Sorun buradadır. İç huzuru dünya ile tam olarak uzlaştırmak gerekir. Söz konusu olan, bir yaşama kuralı gerçekleştirmektir. Buna engel olan, geçmiş yaşamdır (meslek, evlilik, geçmişteki görüşler, vs.), önceden olmuş alandır. Bu sorunun hiçbir unsurunu atlamamalı.


Saçma, bir aynanın karşısındaki trajik insandır (Caligula). O halde, yalnız değildir. Bir doyumun ya da sevgi bağının tohumu vardır. Şimdi , aynayı yok etmek gerek.

Saçma dünya sorununu ortaya koymak: "Hiçbir şey yapmadan umutsuzluğu kabul edecek miyiz." diye sormak demektir. Dürüst hiç kimsenin evet yanıtı vereceğini sanmıyorum.

Adaları seven bir adam vardı...



Tek doyumunu hâlâ yalnız olmaktan, tam anlamıyla yalnız olmaktan alıyordu. Çevresini saran boşluğu içine çektiği bir yalnızlık. Yalnızca külrengi deniz, bir de denizin yıkadığı adasının iskelesi. Başka hiçbir temas yoktu. Dehşetini onunla temasa geçirecek insani hiçbir şey yoktu. Yalnızca uzay, ıslak, alacakaranlık, denizle yıkanan uzay! Ruhunun besini buydu.

Tüm isteklerden arınmış bu yabansı dinginlik, adalının gözünde bir tür tansıktı. Canı hiçbir şey istemiyordu. En sonunda, ruhu, bedeninde duruyordu artık; garip bir bitki Örtüsünün yayılıp ara sıra bir oraya bir buraya salındığı, suskun bir balığın bir görünüp bir kaybolduğu su altında yarı aydınlık bir mağara gibiydi ruhu. Durgun, yumuşak, yakınmasız, ama kök salmış yosunlar kadar canlı.

Ada / Albert Camus

Çöl kalmadı artık. Ada kalmadı. Oysa gereksinimini duyuyoruz. Dünyayı anlamak için bazı bazı ona sırtımızı dönmemiz gerekir; insanlara daha iyi yardım edebilmek için bir an onları kendimizden uzak tutmamız gerekir. Ama güç kazanmamız için zorunlu yalnızlığı, usun toparlandığı ve gözüpekliğin ölçüsünün alındığı uzun soluğu nerede bulmalı? Büyük kentler kaldı. Ancak, bunun için de birtakım koşullar gerekiyor.


Avrupa’nın önümüze serdiği kentler geçmişin uğultularıyla fazla dolu. Deneyimli bir kulak, kanat sesleri seçebilir buralarda, ruhların çırpınışını seçebilir. Yüzyılların, devrimlerin, görkemin baş dönmesini duyar insan. Batı’nın çığlıklar içinde kurulduğunu anımsar. Bu da aradığı sessizliği sağlamaz ona...

Albert Camus

Yunanistan Seyahati I / Albert Camus

 Yunanistan'da yirmi gün süren gezi , yola çıkmadan önce bu
günleri şimdi Atina'dan seyrediyorum ve bu günler bana yaşamımın
bağrında saklayabileceğim bir tek ve upuzun bir ışık kaynağı
gibi görünüyor. Benim için Yunanistan, yollar boyunca
uzanmış, bir ışık denizinin üstünde ve saydam bir gökyüzünün
altında durmaksızın çoğalan sakat tanrılar ve kırmızı çiçeklerle
kaplı ışıl ışıl uzun bir günden başka bir şey değil. Bu ışığı tutmalı
 geri gelmeli, artık günlerin karanlığına teslim olmamalı . .



21 Nisan.

Paris'ten hareket. Üzgünüm, X. içimdeki tüm sevinci yok etti.
Alp dağları. Ve denizin üstünde yavaşça, teker teker bizimle
tanışan adalar: Korsika, Elbe açıklarındaki Sardunya ve Calabria.
Alacakaranlıkta neredeyse görünmez olmuş Sefalonya ve lthaki.
Ardından, Yunanistan kıyıları, ama gece, Peloponez'in kuvvetli
eli, kardelenlerle kaplı, uzaktan uzağa karlı doruklarla ışıldayan,
karanlık ve gizemli bir kara haline geliyor. Gökyüzünde hala
parlayan birkaç yıldız ve bir hilal. Atina.


Uyanınca, rüzgar, bulutlar ve güneş. Biraz alışveriş. 

Akropol. Rüzgar tüm bulutları dağıttı ve gökyüzünden bembeyaz
ve çiğ bir ışık döküldü. Sabahleyin, yıllardır buradaymışım gibi
tuhaf bir duygu, sanki evimdeyim, dil farklılığı bile rahatsız
etmiyor. Akropol'e çıkarken, hiçbir heyecana kapılmadan
"komşuya" gidiyormuşum gibi hissettiğimde, bu tuhaf duygu artıyor.

Yukarısı başka bir dünya. Rüzgarın iliklerine kadar temizlediği
tapınakların ve yerdeki taşların üstüne sabah on bir ışığı dolu dolu düşüyor,
 çarpıyor, binlerce beyaz ve ateşli kılıca bölünüyor
Işık gözleri yakıyor, gözler yaşarıyor, acı veren bir hızla bedene
giriyor. bedeni mahvediyor, tamamen bedensel bir tür tecavüzle
bedeni yakıyor, aynı zamanda da bedeni temizliyor.

Alışkanlığın yardımıyla gözler yavaş yavaş açılıyor ve mekanın
çılgın güzelliĞi (evet, beni burada çarpan bu klasisizmin olağanüstü
küstahlığı), ışığın temizliğinden geçmiş, arı bir varlıĞa
kabul ediliyor.

Biri tek başına bir taşın üstünde biten, daha önce hiç görmediğim
kadar koyu kırmızı gelincikler, (. .. ) ler, ' ebegümeçleri ve
harika manzaralarla sınırlanmış, denize kadar uzanan alan. Ve
Erekhtenion'un üstündeki, ikinci karyatidin yüzü, üçüncünün
bükülmüş bacağı. . .

Burada insan, o zaman mükemmelliğe erişilmiş olduğu ve o
zamandan beri dünyanın çöküşe geçtiği fikrine karşı savunmaya
geçiyor. Ama bu düşünce sonunda yüreği parçalıyor. Bu düşünceye
karşı yeniden ve sürekli olarak kendini savunmak gerek.
Biz yaşamak istiyoruz ve bu düşünceye inanmak, ölmek anlamına
geliyor.

öğleden sonra, mor renkli Hymettos. Pentele.
1 9'da. Konferans. Eski mahalledeki bir tavernada akşam yemegi.


28

Sabah. Marguerite Liberaki ile . Daphni . Ama kesinlikle Bizans.
Yer büyüleyici. Çok hayal gücü gerektiren Eleusis. Ama,
Eleusisten önceki ve sonraki kırlar çok güzel. Tapınakta, ana sunağa
bağlanan iki yol var ve ikinci yol yabancıların bakışlarından
gizlenmek için başka bir yöne gidiyor.

Eleusis hakkında bildiklerimin büyük önemi. Geliştirilecek.
Müzede harika parçalar var

Büyükelçilikle öğle yemeği. Tiempo perdido.

Öğleden sonra. Agora Theseion, Areopagos; Agora'nın küçük
müzesinde, Herakleion, Athena, Herakles heykelleri. Üstünü
kaplayan çiçek açmış hanımellerinin altında Herakles boğum
boğum ve kaskatı. Sonra Musalar Tepesi'ne çıkıyorum . Ufukta
yükselmemiş güneş, henüz onu bulutsuz gökyüzünde tam olarak
resmeden kızıllığına kavuşmamış. Güçsüz, zayıf, biçimini yitirmiş.
Kopuk çemberinden akışkan bir bal dağılıp, tüm gökyüzüne
yayılıyor, tepeleri ve Akropol'ü altın rengine buluyor ve
denize uzanan, ufkun dört bir yanına saçılmış kenti, tüm parçalarına
dek, pek hoş ve eşsiz bir pırıltıyla kaplıyor.

Tartışmalı konferansım için tam zamanında kente iniyorum.
1İki saat sonra konferanstan yorgun çıkıyorum ve bir sürü soruyu
yanıtlıyorum. Pire'de Marguerite Liberaki ile akşam yemeği.
Ani yaşam belirtileri ve gülmeleriyle, karanlık, tuhaf biri.

29.

Yunanistan Seyahati II / Albert Camus

9 Haziran 1958.

Yeniden Yunanistan'a gidiş.


10 Haziran.


Akropol. İlk defaya nazaran daha az bir duygulanma. Yalnız
değildim ve aklım fikrim bana eşlik eden kişideydi. Ve sonra beni
rahatsız eden O. ile karşılaşma. Akropol yalan söylenebilecek
bir yer değil. Rodos'a iki saat uçuş. Arkamızda beliren denizin
üstünde adalar, kayalıklar Anakaradan püskürtülmüşler Rodos'la,
rüzgarın dalga dalga mavi denize doğru eğdigi kısa başaklardan
oluşmuş buğday tarlasının ortasına iniyoruz. Şatafatlı
ve çiçekli ada. Frank mimarisinin ortasında gece gezmesi . Bana,
papazlığı bırakmadan Kilise'den ayrılma niyetini açıklayan R.P
Brückberger'le karşılaşma. Ona karşı sevgim hep canlı. Michel
G. ve Prassinos'larla tekne.


l l Haziran.


Sabah erken tekneden tek başıma ayrılıyorum ve tek başıma
tekneden yirmi dakika uzaklıktaki Rodos kumsallarına gidiyorum.
Su dupduru, ılık. Güneş günlük seyrinin başlangıcında,
yakmadan ısıtıyor. Beni, yirmi yıl önce birkaç metre ilerdeki denizin
sabah uyuşukluğu içindeki suyuna dalmak için çadırdan
uykulu uykulu çıktığım Madrague sabahlarına götüren tadına
doyulmaz anlar. Heyhat, artık yüzemiyorum. Ya da daha doğrusu
o zaman yaptığım gibi soluk alıp veremiyorum . Buna rağmen
mutlu olduğum kumsalı istemeye istemeye terk ediyorum.
Saat onda, adanın kuzey bumrnunu aşmak ve Lindos'a varmak
için Rodos'tan ayrılıyoruz.



Saat 12.30. Lindos.

Kapalı sayılabilecek doğal küçük liman. Harika koy. Dupduru
sularda bir çıpa kaybediyoruz. Koy, öncelikle köyün beyaz
evlerinin, sonra ortasında Dor sütunları görünen Ortaçağ surlarıyla
güçlendirilmiş Akropol'ün egemenliğinde. Filikayla kıyıya
varıyoruz. Deniz banyosu. Akşam üstü Akropol'e çıkıyoruz. Kocaman
bir gökyüzüyle dolu çok geniş bir alana ulaşan geniş ve
dik merdivenin tepesinde, limanın demir attığımız yanından
öteki yanındaki Aziz Paulus'un karaya çıktığı yer olan baş döndürücü
bir uçurumla dimdik inen kapalı bir koya kadar her yer
görülüyor. Kırlangıçlar bu alanın üstünde, ışıktan sarhoş, gökyüzünden
yere doğru düşey biçimde dalıp, keskin çığlıklar atıp
yükselerek dönüyorlar. Gün, sütunların, iki koyun , ufka doğru
çoğalan burunların ve karşımızdaki engin denizin üstünde son
buluyor. Bu kadar büyük bir güzelliğe ulaşma, onu dile getirmedeki
yetersizlik duygusu. Ama aynı zamanda, dünyanın kusursuz
varlığı karşısında duyulan minnet. Kente dönerken, küçük
eşekler, gecenin içindeki kayıklar. .. Gece, eşeklerin anırmaları.


12 Haziran.

Altıda, sevdiğim koyu son bir kez görmek için güverteye çıkıyorum.
Teknede kaptan dışında herkes uyuyor. Uçarı sabahta
Lindos'un kokusu , köpük kokusu, sıcağın, eşeklerin ve otların,
hayvan pisliğinin kokusu . . .


8.30 Rodos.


Yeni doğmuş kelebcklerle dolu bir boğazı geçmek için gezinti.
Kelebekler otlara, ağaçlara, mağaralara gizlenmişler biz yürüdükçe
sessiz ve kıpır kıpır bulutlar halinde önümüze çıkıyorlar.
Bunaltan sıcak. Dönüş. On beşte Türk limanı Marmaris'e hareket.
On yedide varış. Ortasında demir attığımız koy güzel, ama
iç karartıcı. Uzaktaki kasaba yoksul görünüyor Ve tüm ahalinin
yavaş yavaş iskeleye toplandığını görüyoruz. Tekneye Türk polisleri
ve gümrük memurları geliyor. Gerekli işlemleri yerine getirmek
için bitip tükenmeyen boş konuşmalar. Sonra, bizi izleyen
bir yoksul çocuk kalabalığıyla çevrelendiğimiz karaya çıkış.
Yoksulluk, sokaklardaki ve evlerdeki bakımsızlık yüreğimizi o
kadar daraltıyor ki, hiç beklemeden tekneye dönüyoruz. Akşam
yemeğinden Sonra memurlar yine geliyor. Yeniden bitip tükenmek
bilmeyen boş konuşmalar (hiçbir Batı dili konuşmuyorlar).
Pasaportları alıyorlar, vs. Pasaportları sabah altıda alacağız. Kaptan
karşı çıkıyor. . . vs. Aslında pasaportlar ertesi sabah gerek.

13 Haziran.

Saat yedide hareket. On birde Simi adasındayız. Hayranlık
uyandıran Yunan temizliği. En yoksul evler tertemiz kireçlenmiş,
süslenmiş, vs. Türklerin bu halkı o kadar uzun bir süre egemenliği
altına alması inanılmaz ve isyan ettirici bir şey. Deniz
banyosu. Ama klostrofobi şiddetleniyor. Geri kalan her şey harika.
Saat on beşte Kos'a gitmek üzere yola çıkıyoruz.

Kos. Yaşamın kolay olduğu küçük liman Müzik. Radyo hoparlerinden
çok iyi tanıdığım bir ses tonuyla Kıbrıs olayları
haykırılıyor. Pembe ışıkların altında akşam yemeği yiyoruz.



Bağımlı Edebiyat Üzerine Notlar / Albert Camus




Bağımlı (angaje) insanları bağımlı (angaje) edebiyattan daha çok seviyorum. Yaşamında cesur ve yapıtlarında yetenekli olmak, pek de fena sayılmaz. Üstelik yazar istediği zaman bağımlı olur. Onun değeri, eylemidir. Ve, eğer bu bir kural, bir meslek ya da bir korku haline gelirse, değer nerede kalacak. Bugün, ilkbahar üzerine bir şiir yazmak kapitalizme hizmet etmek gibi görünüyor. Şair değilim , ama, eğer güzelse, böyle bir çalışma art düşünceye kapılmaksızın beni hoşnut edebilir. İnsana ya bütünüyle hizmet edilir ya da hiç edilmez. Ve eğer insanın ekmeğe ve adalete gereksinimi varsa, ve eğer bu gereksinimi doyurmak gerektiği için bunu yapmak gerekliyse, insanın yüreğinin
ekmegi olan arı güzellige de gereksinimi vardır. Gerisi, ciddiye alınmamalı. Evet, onlardan yapıtlarında daha az, ama yaşamlarında biraz daha fazla bağımlı olmalarını dileyeceğim.


Çağdaş düşünürlerde ortaya çıkan en ciddi sorun: Konformizm.

Sartre ya da evrensel uyuma özlem.


Bağımlı (angaje) edebiyata karşı. İnsan, yalnızca toplumsal bir varlık değildir. En azından ölümü kendine aittir. Biz, başkalarıyla yaşamak için yaratıldık Ama, yalnız ölünür.


Sainte-Beuve: "Düşünüleni söylemek için bir dakika bile ayrılsa,
toplumun çökebileceğine inandım her zaman."


Özgürlük, bireysel tutkuların sonuncusudur. Bu nedenle bugün özgürlük ahlaka aykırıdır. Özgürlük toplumda ve açıkça söylemek gerekirse, kendi içinde ahlaka aykırıdır.



Başkaldırı.
 Başlangıç: 

"Gerçekten ciddi tek ahlak sorunu cinayettir.
Geriye kalan sonra gelir. Ama, karşımdaki birini öldürüp
öldüremeyeceğimi, ya da onun öldürülmesine razı olup olamayacağımı
bilmek, öldürüp öldüremeyeceğimi bilmeden önce
hiçbir şey bilmediğimi bilmek, işte öğrenilmesi gereken budur."


*
Defterler'den


Yoksulların Belleği / Albert Camus


Yoksulların belleği zenginlerinki kadar dolu değildir, yaşadıkları yeri ender olarak bıraktıklarına göre, uzamda bellik noktaları daha azdır, tek biçimli ve kül rengi bir yaşam süresinde de daha az bellik noktası bulunur. Hiç kuşkusuz, gönül belleği de vardır, onun daha güvenilir olduğu söylenir, ama zorluk ve emek yüreği yıpratır, yorgunlukların ağırlığı altında insan daha çabuk unutur. Yitik zamanı ancak zenginler yeniden bulur. Yoksullar için, ölümün yolunun belirsiz izlerini belirtir yalnızca. Hem sonra, katlanabilmek için fazla iyi anımsamamak gerekir, günlerin hemen yakınında bulunmak gerekir.

(İlk Adam'dan)


Günlük Tutmak / Albert Camus

Şubat 50. Belleğim gitgide zayıflıyor. Bir günlük tutma kararı vermek
zorundayım. Delacroix haklı: Not edilmeyen günler, sanki yaşanmamış
günlerdir. Belki nisanda, yeniden özgürlüğüme kavuştuğumda.



2 Ağustos.

Kendimi bu günlüğü yazmaya zorluyorum. Ama isteksizliğim capcanlı duruyor. Neden hiçbir zaman günlük tutmadığımı şimdi anlıyorum: Bana göre yaşam gizlidir. Yaşam, başkalarından gizlenmelidir, yaşam gizli tutulmalıdır, yaşamı sözcüklerle ortaya sermemeliyim. Bana göre yaşam, gizli tutulduğu, dile getirilmediği zaman zengindir. Şu sırada günlük tutmak için kendimi zorlamamın nedeni, belleğimin zayıflığı karşısında duyduğum korku. Ama bunu sürdürebileceğimden emin değilim. Zaten günlük tutsam bile birçok şeyi not etmeyi unutuyorum. Ve düşündüğüm şey hakkında hiçbir şey söylemiyorum.



*


PESSOA'NIN KİTAPLIĞI






Cinsel Yaşam / Albert Camus


Cinsel yaşam insana belki de onu doğru yoldan saptırmak için sunulmuştur. Cinsel yaşam insanın afyonudur. Cinsel yaşam her şeyi uyuşturur. Onun dışında, her şey yeniden canlanır.

Cinsellikle hiçbir yere varılmaz. Cinsellik ahlaksızlık değil ama verimsizliktir. İnsan üretmek istemediği bir süreçte kendini cinselliğe bırakabilir. Ama yalnız iffet kişisel bir gelişime bağlıdır.


Ölçüsüz cinsellik, dünyanın anlamsız olduğu düşüncesine yöneltir. iffet, tam tersine ona (dünyaya) bir anlam katar.


İnsanı hayvandan ayıran en önemli şey, hayal gücüdür. Bu
nedenle cinselliğimiz tamamen doğal, yani kör olamaz.


Sade' ile sistematik erotizm, saçma düşüncenin yönlerinden
birine dönüşür.

*
Defterler

Yoksul Çocukluk / Albert Camus

Yoksul çocukluk. Büyük gelen yağmurluk -- ögle uykusu. ördek Vinga -- teyze evindeki pazar günleri. Kitaplar -- belediye kütüphanesi. Noel gecesi dönüş ve lokantanın önündeki ceset.Mahzendeki oyunlar Qeanne, Joseph ve Max). jeanne bütün dügmeleri topluyor, "böyle zengin olunur" Erkek kardeşin kemanı ve şarkı toplantıları - Galoufa.


Çalışan yoksul bir adam için pazar gününün ne demek olduğunu bilirim. Özellikle de pazar akşamının ne demek olduğunu bilirim ve bildiğime bir anlam ve bir biçim verebilseydim, yoksul bir pazar gününden bir insanlık yapıtı yaratabilirdim.

Yoksul çocukluk. Amcamın evine gittiğim zaman, temel fark şuydu: Bizim evimizde nesnelerin adı yoktu: Çukur tabaklar, şöminenin üstündeki çanak, vs. , denirdi. Onların evinde: Voges çanagı, Quimper yemek takımı , vs. -




*

Defterler

Gelecek / Albert Camus

Camus Bel - Abbes lisesine öğretmen olarak atanır:


1937, Bel Abbes
"Şu son günlere kadar, hayatta bir şeyler yapmak gerektiği, hele insan yoksulsa, geçimini sağlaması, bir mevki elde etmesi, bir yer edinmesi gerektiği düşüncesiyle yaşadım. Hala bir ön yargı olduğunu söylemeye cesaret edemediğim bu düşüncenin bende kök saldığına inanmak gerekir, çünkü bu konuyla alay etmeme ve kesin sözler sarf etmeme rağmen böyle düşünüyordum. Ama şimdi, Bel-Abbes'e atanınca, düşüncelerimle özdeşleşen bu kesin atama karşısında, her şey birdenbire tersine döndü. Gerçek yaşamdaki şanslarımı göz önüne alarak, güvenliğimi hiçe sayıp bu görevi kabul etmedim. Bu tatsız ve köreltici varoluş karşısında geri çekildim. İlk günleri atlatabilseydim kesinlikle
uyum gösterebilirdim. Ama, tehlike o noktadaydı. Korktum, yalnızlıktan ve kesinlikten korktum. Şu yaşamı reddetmekten, kendimi 'gelecek' diye adlandırılan her şeye hapsetmekten, yine belirsizlik ve yoksulluk içinde kalmaktan korktum, bugün bunun bir güç mü bir zayıflık mı olduğunu söyleyemeyeceğim, ama en azından, çatışma varsa, buna değer bir şeyler olacağını biliyorum. En azından değerlendirilecek bir şeyler . . . Hayır Kaçınmama neden olan, kendimi yerleşik hissetmemden ziyade kendimi çirkin bir şeylerin içinde yerleşik hissetmemdir.

Şimdi, başkalarının 'ciddi' olarak adlandırdıkları şeyi başarabilecek miyim? Ben bir tembel miyim? Tembel olduğumu sanmıyorum ve bunu kendime kanıtladım. Ama, insan hoşuna gitmediği için sıkıntı veren şeyi reddetme hakkına sahip midir? Aylaklığın, yalnızca yeterli güce sahip olmayanları darmadağın edeceğini düşünüyorum. Bu güçten yoksun olsaydım, bana yalnızca tek bir çözüm yolu kalabilirdi.


Mutlu Ölüm / Albert Camus

Roman: Yaşamak için zengin olmak gerektiğini anlayan adam, kendini tamamen para kazanmaya verir, bunu başarır, yaşar ve mutlu ölür. 


Ter içinde uyandı, her şeyden kopmuş, bir süre evde aylak aylak gezindi. Sonra bir sigara yaktı ve oturdu, kafası bomboş, buruşmuş pantolonundaki kırışıklara baktı. Ağzında, uykunun ve sigaranın tüm acılığı vardı. Pörsük ve gevşek günü, onun çevresinde, vazonun içindeki su gibi çalkalanıyordu. 

*
Mutlu Ölüm romanı için alınmış
notlar.

İlk Adam / Albert Camus


(...) Jacques Cormery, gözleri gökte bulutların ağır yolculuğuna dikili, ıslak çiçeklerin kokusu ardında şu sırada uzak ve kımıltısız denizden gelen tuzlu kokuyu yakalamaya çalışıyordu, bir mezarın mermerine çarpan bir kovanın çınlaması onu birden düşleminden sıyırdı. Taşta babasının doğum tarihini bu sırada okudu, bu tarihi bilmediğini de böylece ayrımsadı. Sonra iki tarihi okudu, "1885-1914" ve kendiliğinden bir hesap yaptı: yirmi dokuz. Birden bir düşünce takıldı kafasına, bedeninde bile sarstı onu. Kırk yaşındaydı. Bu taşın altında yatan ve babası olmuş olan adam kendisinden daha gençti.

Ve bir anda yüreğini dolduruveren sevgi ve acıma dalgası, oğulu ölmüş babanın anısına doğru götüren ruh devinimi değil, olgun bir adamın haksız olarak katledilmiş çocuk karşısında duyduğu çalkantılı acımaydı - burada bir şeyler doğal düzene uymuyordu ve doğrusunu söylemek gerekirse, düzen diye bir şey yoktu, oğulun babadan daha yaşlı olduğu yerde çılgınlık ve kargaşa vardı yalnızca. 

*
İlk Adam'dan

WALT WHİTMAN

Whitman, nesnelerle ve kişilerle şişip kabaran ağır bir doğum ve ölüm çemberi olan Amerikalı doğa-anayı icât eder. O, “yaşamın okyanusu” , “ateşli yaşlı ana” , şehvetli karanlık, arkaik gecedir: “Çıplak göğüslü gece iyice bastır - iyice bastır besleyen çekici gece!” Whitman, Wordsworth’ün
sevecen anneliğini Coleridge’in korkunç vampirliğine başvurmadan düzeltir. Öğrenmeyle değil, şairane bir dürtüyle eski çağların ana tapınçlarının evrenbilimini yeniden canlandırır. Onun tasavvur ettiği, kargaşa içindeki dünya - gebeliğidir: “Körükle, körükle, körükle, / dünyanın hiç durmadan körüklenmesi doğurganlığa... daima madde ve çoğalma, daima cinsellik.” “Yıldızları birbirine bağlayan ipliklerin, dölyatağının ve babalığın dokunduğu kumaşın... sesleri”ni duyar. Bu propagandacı evreni kuşatan, her şeyi kapsayan annenin cinsel bir ikiliği vardır. Whitman,
kişileştirme aracılığıyla birleştiği hermafrodit tanrıçanın oğul-âşığı ve rahibidir. Tüm varlıkları havadar bir kese olarak tasavvur ettiği benlikte eritmek ister. Çimen Yaprakları'nın epik katalogları, şairin durmamacasına kendini döllemesi ya da kadınsı şişkinlik, sanatçının Ulu Ana, Evrensel
Erkek-Kadın olarak portresidir.

Whitman, ruhunda cinselleştirilmiş ihlalleri kışkırtır. Onun tekniği olan özdeşleşme, Dionysoscu empatidir: “Her tür renkte ve kalıptayım, her zümre ve dinde, / Çiftçi, tamirci, sanatçı, denizci, derviş / Mahkûm, pezevenk, kabadayı, avukat, beyefendi, fizikçi, rahip.” Pezevenkten rahibe
kadar bu sayısız personalar varlığın yüce zincirini oluşturur. “Babaç olduğu kadar da anaç” Whitman, transseksüel yansıtmalar yapar: “Ben doktorum, aktrisim” ya da “uykusuz dulum” ya da âşığı için süslenip püslenen genç bir kız. Şiir dünyanın tüm varlıklarını kapsar. Bir dizi listede üç düzine hayvan, böcek, balık, bitkiler, panterden yengece kadar yaratıklar sıralanır. “Âşıklarım beni boğuyor,” der Whitman; “çiçek tarhlarından, asmalardan,
ağaç dibinde birbirine dolanmış çalılardan” onun adını çağırırlar.

Keats gibi o da dünyanın olgunlaşmış “Çoğul”larını kapsayan Dionysoscu yayılmayı taklit eder. Tüm engelleri dağıtır: “Kapıların kilitlerini açın! / Kapıları kenar pervazlarından açın!” Apollonca gasp yaşanmamalı: Mahremiyet ya da saflık, bütünlükten kopan kısır parçalardır. Çimen Yaprakları' nın gelişigüzel bir tümden kapsayıcılığı vardır. Demokrat Dionysos anlamı süprüntü, kırıntı ve döküntüye doğru genişletir: “eciş bücüş, önemsiz, düz, aptalca, hor görülen” , “kepek, saman, tahtanın kıymıkları, tohumlar ve deniz-glüteni, / Kir, parıldayan kayaların tortusu, tuzlu marulun yaprakları, gel-gitin taşıdığı.” Musevi-Hıristiyan bu dünyaya hükmederken, Dionysoscu bu dünyanın hükmettiğidir. Whitman karşıtları bir araya getirir: “Kendime ters mi düşeceğim?.. Kocamanım, çoklukları sığdırırım içime.” Dionysos’un çoğul - biçimli sapkınlığı Apollonca sınıflandırmayı
ve hiyerarşiyi dağıtır.

Emerson’ın şairin özgürleştirici olacağına ilişkin kehâneti, serbest vezni Mısır’daki Antonius gibi “ölçüleri aşan” Whitman tarafından yerine getirilir. O, doğanın akışı içinde her şeyi harekete geçirir. Serbestçe ilerleyen yapısı ve aralıksız başkalaşımlarıyla Çimen Yaprakları edebiyatın en mükemmel Dionysoscu şiiridir. O, toprak anayı uyandırmak ve doğurganlığa kışkırtmak üzere onun özelliklerini, meyveleri, ürünleri ve hayvanların adlarını bir bir sayan eski çağların dinsel şarkılarından doğmuştur.
Apollonik biçimi ve görgü kurallarını çiğneyen Dionysosculuğu, aynı zamanda onun zayıflığıdır. En iyi durumda Pindaros’un ihtişamına sahiptir, en kötü durumda ise karnaval çığırtkanları gibi cırtlak sesli ve komiktir. Yine de, entelektüel incelmişliği yüzünden Dionysos Lusios (Özgürleştirici)
olamayan öncülünü, mutsuz Emerson’ı hatırlayalım.

Whitman da, Baudelaire gibi Hıristiyanlan ve burjuvaziyi sarsmanın yollarını arar. O, “yasak sesleri, / Cinsiyetlerin ve şehvetin seslerini... benim tarafımdan düzeltilen ve dönüştürülen yakışıksız sesler”i iletendir. Protestan geçmişten bir başka kopuşu gerçekleştirir, içsel hayatın asık yüzlü tapıncı olan Püritenlik nesnelere değil, edimlere değer vermişti. Yeniden canlanmış nesneler yumağını kendisine süpüren pagan Çimen Yaprakları, şimdi artık deneyimlerden ibaret hale gelen edimlerin ahlâkî boyutunu ortadan kaldırır. Kadınca bir rehavetle Türk hamamlarında uykuya yatırılan Püriten irade, çatışmacı karakterini bırakır. Whitman bir dizesinde, “Hafif hafif gıdıklayan cinsel organlarıyla rüzgâr bana sürtünür,” der. Ya da “ak karınları güneşe doğru gerilmiş, sırt üstü yüzen delikanlılar” gördüğünden bahseder. Burası ereksiyonun olmadığı bir dünyadır. Penisler, esintinin getirdiği polenlerle beneklenmiş meyveler, ya da suya gizlenmiş parlak bitki soğanlarıdır. Hiçbir gerilim ya da disiplin yoktur, çünkü Çimen Yaprakları rehavet içindeki kadınsı gerçekleri yüceltir.
Emerson’ın etkisiyle, “Osiris, İsis, Belus, Brahma, Buda”ya başvurmalarının gösterdiği gibi, Whitman’in Dionysoscu çoklukları, bir pagan sinkretizmidir. D. H. Lawrence, Whitman’in “kendimin şarkısının” ben’i, “bir pelte”ye bir “bulamaç”a “Tek Kimliğin berbat pudingine” dönüştürdüğünden yakınır. Forster’ın A Passage to India (Whitman’in son şiirinin adı) adlı eserindeki Hinduizm gibi, her şeyi onurlandırma ve soğurma şevkine, ayrımların ortadan kalkması eşlik eder. Kendisini, müşfik pelerini altında yüzlerce biçim saklayan bir Madonna della Misericorida olarak betimleyen Whitman, kendisini Dionysoscu tarzda genişlemiş tek bir kimliğe doğru yönlendirmeyi tam anlamıyla hiçbir zaman başaramaz.

Whitman da, ağır göz yuvarlağıyla Emerson gibi birleşme istencini, başa belâ ben’in, yani bedenin maskesi ardında bastırılmış olarak bulur. Çimen Yaprakları birliği savunsa da, gerçekleştirdiği ayrılmadır. Güleryüzlü şarkısı “Embraceable You” gerçekliği iç kemiren bir boşluğa yerleştirir. Bu
tartışmasızca cömert şiir, en ürküncü Dekadan röntgencilik olan ahlâkî müphemliklerce lekelenir. Moby Dick gibi Çimen Yaprakları da Geç Romantik dürtülerle karman çorman olmuş bir Yüksek Romantik eserdir.

Whitman, uyuyanların ve hastaların yataklarının başucunda dikildiğini - ilerde İç savaş dönemi hastanelerinde uygulamaya koyacağı bir zevk - hayal etmekten hoşlanır. Blake’in “Bebek Sevinç” ile karşılaştırdığım The Sleepers bu tema üzerine bir rapsodidir: “Hayalimde dolaşıp durdum
bütün gece, / Parmak ucumda yürüyerek, sessiz ve hızlı yürüyüp durarak, / Uyuyanların yumuk gözlerinin üzerine açık gözlerle eğilerek.” Karanlıkta öylece durmuş, “teskin edercesine ellerini bir aşağı bir yukarı onların üzerinde gezdirir.” “Başucundan başucuna” gezerek, çocukları, ölüleri,
sarhoşları, mastürbasyoncuları, ahmakları, eşleri, kız kardeşleri, uyuyanları ya da ölüleri ziyaret eder.



His / Whitman



1882'de Boston’da yaşandı.

Kötü Alışkanlıkları Yok Etmek için New Enland Topluluğu Çimen Yaprakları'nın yeni baskısının dağıtımını durdurmayı başardı.

Birkaç yıl önce, ilk baskı yayınlandığında kitabın yazan Walt Whitman işini kaybetmişti.

Gece zevklerini göklere çıkarması kamu ahlakı açısından kabul edilemez bulunuyordu.

Ve bütün bunlar Whitman’ın en yasak olanı gayet güzel bir biçimde gizlemesine rağmen yaşanıyordu. Çimen Yaprakları'nın bir yerinde onu ima etme noktasına geldi, ama geri kalan şiirlerinde, hatta özel günlüklerinde his diye geçen kısımları her olarak düzeltti, bir erkeği düşündüğünde onu kadın olarak kaleme aldı.

Işıltılı çıplaklığa şarkılar söyleyen büyük şairin hayatta kalabilmek için kendisini gizlemekten başka çaresi yoktu. Hiç olmadığı halde altı çocuğu varmış gibi yaptı, kadınlarla aslında hiçbir zaman yaşamadığı maceralar uydurdu ve kendisini, kusursuz genç kızlarla bakire çayırlardan bahsederek Amerika'nın erkekliğini cisimleştiren, sakallı sert adam olarak gösterdi.


*
E.Galeano


bak:
*

As I Lay with My Head in Your Lap Camerado / W.W.


Benim gözümde Amerika, Walt Whitman’dı, yeni ritmin ülkesi, yarınki kardeşliğin yurduydu. Oraya yola çıkmadan önce o eşsiz “ Camerado” nun* vahşi çağlayanlarmışcasına akan uzun söz dizilerini bir kez daha okudum.. Avrupalının olağan kendini beğenmişliğiyle değil, açık ve kardeşçe duygularla ayak bastım, Manhattan’a.

Otelde kapıcıya ilk sorum, Walt Witman’ın mezarıydı; bugün gibi hatırlarım. Bu sorumla, zavallı
italyanı pek şaşırttığımı da biliyorum; böyle bir adı hiç duymamıştı, adamcağız?

*
Stefan Zweig
Bir Avrupalının Anıları


*Başımı Senin Kucağına Yasladığımda Dostum...
AS I LAY WITH MY HEAD IN YOUR LAP CAMERADO.

Walt Whitman & William Blake


Walt Whitman mezarını William Blake'ın Ölümün Kapıları isimli gravüründen yola çıkarak tasarlamış. Ölümün Kapıları'nda Whitman'a benzeyen sakallı bir adam elinde değneği ağır aksak adımlarla ölümün kapısından içeri adımına atarken, yukarıda ölümden sonrasını temsil eden etrafı ışıktan halelerle çevrili genç bir erkek yer alıyor.

Walt Whitman'ın William Blake ile arasındaki tek yakınlık yalnızca bu gravür ve mezar değil, İngilizce bilen okur hem Whitman'ın Blake okurluğuna, mezar tasarımının ayrıntılarına, hem de Whitman ile Blake arasındaki benzerliklere dair ilgi çekici bir yazı için bağlantıya yönelebilir: 



Çimen Yaprakları / Walt Whitman

Walt Whitman'ın Mezarı


Yaşlı adamın, pek az kişinin katıldığı cenaze töreni bittikten, başkaları gittikten sonra ben yalnız kaldım, o güzel kuşluk vaktinin, Amerika sonbaharının en güzel gününün geri kalanını ağır ağır Trinity Mezarlığı’nı gezerek geçirdim. Oranın, derin bir kedere teslim olmamış o ciddi havasını ta içimde hissettim, başıboş dolaştım, bazen mezar taşı yazılarını kopya ettim. Çok uzamış ve yayılmış olan o sık otlar yüzümü örtüyordu. Tepemde, insanların çürüyen bedenleriyle beslenen ağaçların, içine kahverengi karışmış yeşilliği vardı.

Bana en yakın mezar taşında şunlar yazılıydı:

JAMES M. BALDWIN

"22 yaşındaydı Camplain Gölü’nde
 yaralanmıştı."

Yaralandığı günün tarihine ve saatine, ayrıca ölüm tarihine bakınca -her ikisi de taşa yazılmıştı- yaralanan kişinin yaralandıktan bir yıl sonra öldüğünü fark ettim. O zaman burada cumhuriyetin vefalı çocuklarından biri yatıyordu hem de ölümüne sadık biri. Acaba -çünkü derin derin düşününce hissetmiştim bunu- onun için ölmek zor olmuş muydu? Parlak ve güzel bir gelecek beklentisi mi süslüyordu hayallerini? Yirmi iki: Benim yaşımdı; ölüm’ü düşününce içgüdüsel olarak titredim!

Çünkü bana göre hayat, eskiden de şimdi de benim için bir vakıaydı; hayatın bana her yönden zevk ve eğlence kapılarını açtığını hissediyordum. Arkadaşlarım arasında olmaktan mutluydum... Efraim ile Violet’e, Tom ile Martha’ya ve İnez’e, tek tek hepsine sahip olduğum için mutluydum! Bu görkemli kentte, New York’ta yaşadığım için mutluydum, bu kentte bir insanın hayatında eğlence ve hareket yoksa bu onun kendi kabahatiydi.