Nietzsche ve Bataille'da Varoluş, aşk ve ölüm

Nietzsche’den söz etmek, onun düşüncelerini  yorumlamak, açığa  çıkarmak bizi, XX. yüzyılda yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz sorunların tam ortasına fırlatır. Nietzsche’nin sorunlarla ve acılarla dolu yaşamı 1900 yılında sona erer. Özellikle 1880’li yıllardaki yapıtları XX. yüzyılın felsefik ve düşünsel paradigmasını şaşılası bir önseziyle belirler:

“Çünkü tanrılar da çürüyorlar! Tanrı öldü! Tanrı ölü olarak kaldı! Ve onu öldürdük! Katillerin katili bizler kendimizi nasıl avutabiliriz? Dünyanın en kutsal olarak sakladığı şeyi bıçakladık: kim kanımızı silecek? Hangi suda temizlenebiliriz? Hangi günah ödetici şenlikleri, hangi kutsal oyunları bulmak zorundayız? Bu eylemin büyüklüğü bizim için aşırı büyük değil mi? Ona layık olabilmek için kendimiz tanrı haline gelmek zorunda değil miyiz?

“Hiçbir zaman böyle büyük bir eylem olmadı ve bizden sonra doğacak olanlar –bizden dolayı– bize kadar hiçbir tarihin hiçbir zaman olamadığı kadar yüksek bir tarihe ait olacaklardır.”

Nietzsche, eylemin büyüklüğünün neden olduğu olguları önce kendi yaşamış ve buradan yola çıkarak kendisinden sonra doğacak olanların (XX. yüzyılın insanları) Tanrı’sız bir dünyada çılgınlıklarla dolu yüksek bir tarihe ait olacaklarını öngörmüştür.

Bataille İç Deneyim’de Nietzsche’nin bu sözlerine şu yorumu katıyor:

“Gerçekleştirdiğimiz bu kurban etme diğerlerinden şu noktada farklıdır: kurban edenin kendisi vurduğu darbeden darbe yemiştir, kurbanı ile birlikte batar, kaybolur. Bir kez daha: tanrıtanımaz Tanrısız tamamlanmış dünyadan hoşnuttur, aksine bu kurban eden, korku içinde, kendini yok eden, parçalayan, hiçbir zaman kavranamayan, tamamlanmamış, tamamlanamaz bir dünyanın karşısındadır.”

Tanrı-peygamber İsa’yı çarmıha geren insanlık geri dönülmez bir yola girmiştir. Bu eylemle birlikte batağa sürüklenmiştir. Bataille, XX. yüzyıl insanının bir ölüm-kalım savaşımının içinde olduğunu düşünmektedir. Bu savaşım içinde en derinlere kadar batıp yeniden var olmak gereklidir. Nietzsche ve Bataille’daki aşk ve ölüm temalarını ve bunların dinamiklerini Tanrı’sız dünyadaki varoluş savaşımı içinde değerlendirmeliyiz.

Nietzsche, 1870-71 Almanya-Fransa savaşına hastabakıcı olarak katılır ve bu süre içinde ilk kitabı olan Trajedinin Doğuşu’nu yazar. Henüz 26 yaşındadır. Schopenhauer ve Wagner’in etkisinde yazdığı bu yapıtında, (bu olguyu kendisi daha sonra 1886’da yazdığı otokritikte belirtiyor) Nietzsche tüm felsefesini yönlendiren diyonizyak varoluşunun çıkış noktasını verir. Bu kitap hakkında yazdığı otokritiğinde Diyonizm için şöyle bir tanımlama getiriyor:

“... O halde, bu sakıncalı kitapta belirtilen, Hristiyanlık karşıtı ve saf olarak artistik değerlendirme olan, yaşamın zıttı bir değerlendirme, yaşama taban tabana zıt bir doktrini oluşturan bir içgüdü olan içgüdümün karşı olduğu ahlaktır. Bu içgüdü nasıl adlandırılmalı? Filolog ve söz adamı olarak, yürekli bir davranışla içgüdümü vaftiz ettim –çünkü Deccal’ın gerçek adını kim biliyordu?– bir Yunan tanrısından yola çıkarak bu içgüdüye Diyonizm adını verdim.”

Nietzsche’yi bu dünyadaki ve öte dünyadaki tüm otoritelere karşı başkaldırtan bu diyonizyak içgüdüsü olmuştur. Kendisinden önceki tüm felsefeyi, olup-biteni doğrulama, kabul etme biçiminde görüp buna şiddetle karşı çıkan Nietzsche, Diyonizm fikrinde varoluşunun çılgın, sınırsız aşk devinimini bulmuştur.

“... Çünkü Yunan içgüdüsünün temel olgusu –onun “yaşama isteği”– Diyonizm psikolojisinde, diyonizyak gizlerde ortaya çıkmaktadır. Yunan, bu gizlerden hangi güvenceyi talep etmektedir? Sonsuz yaşamın, yaşamın sonsuz dönüşünün güvencesini; geçmiş tarafından vaad edilen ve kutsallaştırılan gelecek; ölümün ve değişimin ötesinde yaşamın yengin onamı; cinselliğin gizleri yoluyla insan türünün kollektif yaşamında gerçekleşen gerçek yaşam.”

Hıristiyanlığın yaşama düşman bir olgu olduğunu düşünen Nietzsche kendi fikirlerinin dayanak noktasını eski Yunan trajedisi ve felsefesinde aramıştır.

“Diyonizos ismi, yaşamın en derin içgüdüsünün, yaşamın geleceğinin, yaşamın sonsuzluğunun dinsel anlamını –yaşama giden yolu, üreme eylemini– belirtiyor, bu kutsal yoldur...
Yaşama karşı temel hıncıyla cinselliği pis bir şey haline getiren Hıristiyanlıktır; yaşamımızın öncüllerine, ilk eylemine çamur atmıştır.”

Nietzsche Diyonizos’u yaşamın sonsuzluğunu sağlayan, daha sonraki kitaplarında (özellikle Zerdüşt Böyle Buyurdu’da) geliştireceği Sonsuz Dönüş’ü gerçekleştiren temel bir varoluş devinimi olarak görmüştür. Aşk ve erotizm, sonsuz varoluş deviniminin itici gücüdür. Bu diyonizyak coşku ve devinimi Henry Miller’in yaşamında ve kitaplarında da görüyoruz.

S → Sanal Cinsellik

tyler@


Nedir Sanal Cinsellik?

Taraflardan birinin gerçek değil görüntü olduğu cinsellik diye özetle tanımlanabilir. Ya da tek başına yaşanan cinsellik olduğu belirtilebilir. Yani, bilgisayar monitörü karşısına geçen bir erkeğin ya da bir kadının binlercesi bulunan sanal seks sitelerinden birine (bedelsiz ya da bedel ödeyerek) konuk olup devinimsiz (fotoğraf) veya devinimli (filmler ya da anında çekim) görüntüler izleyerek cinsel hazlar duyması, ve de cinsel doyuma (orgazm) ulaşması söz konusuysa, sanal cinsellik yaşanıyor demektir. Sanal cinsellik bütün duyularla yaşanan bir ilişki değildir. Genelde yalnızca bakılarak kurulan bir ilişkidir. Bakılan yalnızca bir görüntüdür. Yalnızca görüntü ile ilişki kurulduğu için koku alma, işitme, tad alma ve dokunma duyuları devrede değildir. Doğal bir cinsel ilişkide olduğu gibi, karşı tarafın, aşk fısıltılarını (haykırışları da olabilir) dinlemek, süründüğü kışkırtıcı kokuları içine çekmek, öperek tad almak ve tensel dokunma yoluyla ürpertiler duymak olanağı yoktur. Yoktur ama, sanal cinsellik yaşayan biri bütün bu duyuları devredeymişçesine kurduğu ilişkiden haz duyabiliyorsa, bu, her şeyin imgeleminde olup bittiğini gösterir. Nitekim, kimileri, ortada görüntü dahi olmasa, okuduğundan/dinlediğinden etkilenerek, imgeleminde canlandırdıklarıyla cinsel hazlara ve doyuma ulaşabilmektedir. (Dijital Oynaşmalar)




The Kiss

1897





Yığınlar ve Birey

...

Yığının içinde birey olarak varoluşu sürdürmek olanaksızdır. Birey yığının dışına çıkmak zorundadır.

Yığın ve yaratıcı birey arasındaki çelişki ve bu çelişkinin yol açtığı gerilim birey için toplumsal ve ekonomik alanda hastalıklı sonuçlar doğurmaktadır. Bireyin varlığını maddi ve ekonomik boyutta yürütebilmesi için yığın insanına açılmasının gerekliliği onu kendi bireyselliğinin korunması açısından riskli bir yolculuğa sürüklemektedir. Birey tinsel açıdan kendini yığın insanla taban tabana zıt konumda bulmaktadır. Ekonomik süreçte tinsel özgünlüğünü ve bunun sonucunda varolma nedeni olan yaratıcılığını yitirme tehlikesi içine düşen birey, yığın insana dönüşme sürecine farkında olmadan girmektedir. Yaşama savaşı adını alan bu süreçte birey kendini yığın insan adına kurban etmektedir. Bu savaşta biricik olarak kalma taşınamaz bir yük haline gelebilmekte ve biricik birey bilerek ve isteyerek yığınlaşmaktadır.

Bireyin cinsel ve ekonomik alanda katlanamadığı yoksunluklar, onu yığınsalın komutlarına boyun eğmeye iter. Bu durum aşk yaşamında yaratıcı bireyle yığın insanın çok yakın ve yoğun iletişime girmesi sonucunu doğurur. Aşk ve onun temeli olan cinsellik, yığının dayandığı temel olan insan türünün kendini süreklileştirme aracı olarak yaratıcı bireye zorla kabul ettirdiği köleliğin haklı nedeni haline gelir.

Yaratıcı ve biricik olan bireyin cinsel ve ekonomik alanda tatmin edici bir düzeyi yakalaması için yığın insanının ilkelerini benimsemesi gerekir. Bu ilkeleri benimsemediği zaman yoksulluğa ve cinsel açlığa boyun eğer. ( Nietzsche böyle bir yaşam sürmüştür) Yaratıcı birey bu çıkmazdan çıkmak için ara yollar denemiştir. Yığına kısmen taviz vermek ve cinselliği erotik yaratıcılığa dönüştürmek. Ekonomik anlamda tam bir çıkmaz söz konusuyken cinsel alanda partner olarak yaratıcı birey bulma şansı her zaman vardır. (Bu olasılık düşük olsa da) İki yaratıcı birey arasındaki cinsellik erotizme dönüşerek sonsuz varoluş devinimi haline gelir.


Yaratıcı birey yığın insana açıldığı zaman yığının algılama düzeyinin düşüklüğüne katlanmak zorundadır. Bu katlanma bir yaşam biçimi haline geldiğinde yaratıcı bireyden geriye ne kalır? İşte yaratıcı bireyin büyük savaşımı bu süreçle birlikte başlar. Yaratıcı birey bu evrede tinsel özgürlüğünü ve özgünlüğünü korumak için çok karmaşık yöntemler ve teknikler geliştirmek zorundadır. Zararlı yığın zevklerin, yığın fikirlerin onu ele geçirmesine izin vermemelidir.

En çok arzuladığım şey marksist olmaktı. Çünkü sömürüden, zenginlerden, ayrıcalıklardan benim kadar nefret eden, tiksinen insan sayısı çok azdır. Ama ne çare ki Marksizm olanaksızdır. Bunun nedenlerini açıklayan düşünür sayısı sayılamayacak kadar çoktur. Bence Marksizmin önündeki en büyük engel işçilerin birarada bilinçli bir sınıf yerine bir yığın, bir sürü oluşturmasıdır. Ve bunun doğal sonucu olarak bu sürüye bir çoban gerekmiştir. Bu çoban sürünün bütün yığınsal özelliklerini özümsemiş bir çıkarcı, bir oportünisttir. Sözde Marksist olan yığınların ve bunların çobanlarının XX. yüzyılın dünyasını nasıl mezbahaya çevirdiklerini hepimiz biliyoruz. Marx, Canetti'nin Kitle ve İktidar'ını okuyabilecek bir zaman diliminde yaşasaydı, ne kadar marksist olabilirdi veya kalabilirdi?

Yaratıcı birey umutsuzdur, çünkü birey her zaman ve her yerde yığınla, yığın anlayışıyla karşı karşıyadır. Ama bu umutsuzluğu işkenceye ve işkenceyi de varoluşun anlamına dönüştürmek zorundadır. Bu zorunluluk anlamı kurmada yeterli değildir. Yaratıcı birey bu zorunluluğu büyük bir gözüpeklikle birleştirirse yığına karşı durabilir.

Tüm yaşamımı gözden geçirdiğim zaman yığının beni ne kadar uzun süre işkence altında tuttuğunu farkediyorum. Cinsel arzular, ekonomik gereksinimler ve bu gereksinimlerin tini boyunduruğu altına alması. Öldürücü bir bezginlik. Yaşamım boyunca aptal sözleri dinleme işkencesi. Her zaman ve her yerde yığınla amansız bir savaş vermek belki bütün depresyonlarımı dayanılmaz bir boyuta getiren bir yorgunluğa neden oldu. Yorgunum, yorgunum ama düşünmeyi sürdürüyorum.

Toplum adı altında düzene giren yığınlar bireyi cehennemi bir baskıya boyun eğmeye zorlarlar. Her toplumsal düzenleme insanların çoğunluğundaki duygu ve düşüncelerin ortalamasıdır. Bu ortalama yeni ve yaratıcı tüm oluşumları yontma ve törpüleme işlemini gerçekleştirir.

Başarılı olmak biricik birey için mümkün değildir. Başarı her zaman yığınla yoğun bir alış-verişi gerektirir

...

Mukadder Yakupoğlu

Ben Whishaw Reading Poetry



Ben Whishaw reading “Annabel Lee” by Edgar Allan Poe.




Ben Whishaw reading "Dover Beach" by Matthew Arnold.




"Sonnet 75" by Edmund Spencer.


Deniz Bilgin İçin / Orhan Pamuk

Pek çok Çinli ressam gibi, hem ressam, hem de yazar olan Ching Hao’nun bir kitabında anlattırdığı bir hikaye vardır; severim. Bir zamanlar Çin Padişahı, hüner yarışına giren iki ressamdan birer deniz manzarası yapmalarını istemiş. Genç ressam denizdeki bütün dalgaları, bütün balıkları ve bütün renkleri tek tek resmetmeye girişmiş...Yaşlı ressam ise yatay bir çizgi çekmiş hızla. Aşağısını deniz mavisiyle boyamış, el çabukluğuyla iki de yelkenli eklemiş, bir de rüzgarda uçan martı... Resim o kadar çabuk bitmiş, denize de o kadar çok benzemiş ki, padişah genç ressamın sabrının sonuçlarını beklemeden bir kese altını hüner sahibi yaşlı ressama vermiş.

IŞIK VE ŞEYTANCIKLAR

Genç ressam ise resmine devam etmiş. Tek tek dalgaları, denizdeki bin bir çeşit balıkları, balıkların üzerindeki pulları sabırla yıllarca resmetmiş. Doksan iki yaşında resmin yarısına geldiğinde, herkes onu unuttuğunda ölmüş. ‘Çin Resmi’ne Giriş’ adlı kitabında bu hikayenin sonunu anlatan Arthur Waley, bu sabırlı ressamın hayatının sonuna doğru şöyle dediğini belirtiyor:

‘Padişahlar resme bakıp deniz sansınlar diye resmetmiyorum ben. Denize bakanlar onu bir gün resim sansın diye resmediyorum.’

11. yüzyılda yaşamış Ching Hao ise bu sabırlı ressamın neden resim yaptığını aslında bilmediğini söyletir ihtiyar kahramanına. Bu yüzden de resminde yarım kalan, daha sonra bakanların ve kendisinin bile anlayamadığı tuhaf yaratıklar, şeytancıklar, böcekler, acayip bir ışık belirirmiş.

Osmanlı ve İran nakkaşlarıyla da bir kardeşliği olan ikinci cins ressamların sabır eserlerine uzun uzun bakmayı çok severim. Bir tuğla duvarın tuğlalarını tek tek resmeden, bir bahçedeki çimenleri, yaprakları tek tek çizen, bulutların kıvrımlarındaki incelikler ya da dalgaların sırtlarında beliren beyaz köpükler için peygamber sabrı ve çocuk içtenliğiyle bütün bir ömür veren nakkaşlar bende saygıyla hayranlık arası bir duygu uyandırır.

 Deniz Bilgin - Minareden At beni, İn Aşağı Tut Beni - kağıt üstüne guvaş - 112x80 - 1999

Çocukluğumda, gençliğimde, resim yaparken sokaklardaki parke taşlarını, damlardaki kiremitleri ya da bir kadının elbisesinin üzerindeki küçük çiçekleri tek tek çizmek gelirdi hep içimden. Ressam bir orman resmi çizecekse özenerek ve her birinin diğerinden farklı olduğunu hissederek tek tek bütün yaprakları çizmelidir diye düşünürüm.

1956 doğumlu Deniz Bilgin işte böyle bir ressam. ‘Bahçe’ diye bir resim yapmış, hafızasının bahçesindeki bütün yaprakları -hem de gölgeleriyle tek tek çizmiş. Bahçe duvarının taşlarını da ve arkadan gözüken denizin üzerinde titreşimleri de tek tek çizmiş, sabırla boyamış. Bir kertenkele yapmış, üzerindeki pullar tek tek var.

‘Nehir’ diye bir resim yapmış ve bakana sabrıyla meydan okuyan bu tür nakkaşların hoşlanacağı bütün ağaç, yaprak ve ırmak kıvrımları, bu resimde ürpere-üşüye, birbirinin içine geçe geçe bir korku olmuş.

 ‘Tütün’ diye bir resim yapmış, kurutulan tütün yapraklarını tek tek özenle ve içtenlikle öyle bir çizmiş ki tütünler arasından bir ışık çıkmış ve resme bakanı korkutmaya başlamış.

ÇİNLİ YAZAR GİBİ...

Sarsıcı, korkutucu olan nakkaşın aylar yıllar süren sabrının sonunda yapraklar, ağaçlar, kıvrımlar arasından hafif bir ışık gibi sızan bu duygu. Elini ve hünerini sabırla terbiye eden nakkaşın bu duyguyu, bu ürperişi bilmeden resme yerleştirdiğini Çinli yazar gibi düşünmek benim de hoşuma gidiyor. Yazarın ya da nakkaşın ısrarla aylarca, yıllarca mutlulukla sabretmesinin ödülü, içindeki ışığı, cinleri, şeytanları, yılanları ve diğer korkutucu yaratıkları en sonunda görünür kılması.

Deniz Bilgin bu sabırla 1999’da yaptığı son resimlerinden birine, ‘Minareden At Beni İn Aşağı Tut Beni’ adını vermiş. Aynı yıl Ankara’da boş bir binanın tepesine çıkmış ve kendini aşağı atıp ölmüş. Tek tek yaprakları neden çizdiğini bilmiyor, aşağıda kendisini kimsenin tutmayacağını ise biliyormuş.


Deniz Bilgin'in biyografisi: http://v3.arkitera.com / deniz bilgin

Tiksinti

Sıradan insanlığa karşı fiziksel bir tiksinti duyuyorum; zaten olan tek insanlık da bu. Bazen de, tiksintiyi iyice çoğaltmaya heveslenirim, kusma isteğimizi zorla kusarak yatıştırdığımız gibi.

En sevdiğim şeylerden biri -başlayan günün sıradanlığından, hapse düşecekmiş gibi ürktüğüm sabahlarda- mağazalar ve dükkanlar açılmadan önce, sokaklarda ağır ağır yürümek, delikanlıların ya da genç kızların (ya da her iki takımın) ağzından, kafamın içindeki görünmez, özgür düşünce okuluna alaycı sadakalar gibi dökülen bölük pörçük cümlelere kulak vermektir.

Ve hep aynı cümleler, aynı sırayla birbirini izler... Tek başlarına ya da gruplar halinde çıt çıkarmadan geçenler de var ya da duymayacağım şekilde konuşuyorlar, ama sözcükleri benim için apaçık, sezgilerin saydamlaştırdığı bayatlamış şeyler. O şaşırtıcı, kaçamak bakışlarda, istemsizce kaçırılan, mide bulandırıcı bakışlarda ne gördüğümü söylemeye cesaret edemiyorum - yazarak kendime söylemeye bile cüret edemiyorum, niyetlensem bile yazmamla üstünü çizmem bir olur. Cüret edemiyorum, çünkü bilerek kusacaksan, bunu sadece bir kez yapacaksın.

Entrikalar, dedikodu, yapılması akıldan bile geçmemiş şeylerin allanıp pullanarak anlatılması, bu kıyafetler giyinmiş, zavallı hayvanların ruhlarının bilinçsiz bilincinden çekip çıkardıkları doyum, incelikten yoksun cinsellik, cilveleşen maymunları hatırlatan şakalar, korkunç bir şekilde, zerre kadar önem taşımadıklarını bilmeyişleri... Bütün bunlar düşlerin istemsizliğinde, arzunun ıslak kırıntılarından, duyguların çiğnenip atılmış artıklarından yoğrulmuş, iğrenç, korkunç bir hayvanı canlandırıyor gözümde.

Defter dergisinin (1987 - 2002 +45) 
tüm sayılarına pdf olarak ulaşmak mümkün:


Karşılaşma



Yolda bir yabancı - bakıyoruz birbirimize
Ve soruyor yorgun gözlerimiz:
Hani yaşamının hesabı, nerde?
Sus! Sus! Bitmeli ağlayıp inlemelerimiz.
Etraf daha bir serinliyor, 
Bulutlar dağılıyor enginlerde.
Kimse olmayacak -senle
Geceye yürüdüğümüzde.

(Trakl)

Olanaksız Felsefe

Acının keyfe karşı üstünlüğü veya karşıtı (Hedonizm): Bu iki doktrin daha şimdiden nihilizmin yol işaretidir. Her iki durumda da keyfin veya keyifsizliğin görünüşü hariç olmak üzere, hiçbir kesin anlam öngörülmemiştir.

Ancak bundan böyle bir istenci, bir amacı, bir anlamı gerçek olarak kabul etmeye cesaret edemeyen bir insanın konuşma şeklidir bu: daha sağlıklı her tür insan için yaşamın değeri kesinlikle bu değersiz şeylerin standardı ile ölçülmemektedir. Ve acı baskın çıksa da karşısında güçlü bir istenç, yaşama bir Evet, bu üstünlüğe duyulan bir ihtiyaç olacaktır.

"Yaşam, harcanan emeğe değmez"; "boyun eğme"; "Bu gözyaşları neden?" -Düşünmenin güçsüz ve duygusal bir yoludur.

Neşeli bir canavar, duygusal bir can sıkıcıdan daha değerlidir.


"Keyifsizliğin toplamı, keyfin toplamından ağır basmaktadır; dolayısıyla dünyanın var olmaması daha iyi olurdu" - "Dünya, mantıksal açıdan var olmaması gereken bir şeydir çünkü öznenin keyiften çok keyifsizlik hissetmesine neden olur."- bu tür gevezelikler kendilerini bugün pesimizm diye adlandırıyorlar!

Keyif ve keyifsizlik tesadüfidir, neden değildir; hükmeden bir değerden türetilmiş ikincil derecede öneme sahip değer yargılarıdır- duygular açısından söylemek gerekirse "yararlı", "zararlı", dolayısıyla tamamen yarım yamalak ve bağımlı. Çünkü her "yararlı" veya "zararlı" ile birlikte hala yüzlerce farklı şekilde sormak zorundayız: "Ne için?" diye.

Bu duyarlık pesimizmini hor görüyorum: 
bizzat derinden yoksullaştırılmış bir yaşamın işaretidir.




***



Felsefede alışılmış tasarım, felsefe yapan kişinin en becerikli olduğu yerin, kendi kişi, -yaşayan insan- olarak başarılı olduğu bir alan olacağı... - Ya, tersini düşünsek: ya, kişinin felsefede en çok becerebileceği, kendi yaşamında hiç beceremediği ise? ...

Örneğin, Platon bir despot olabilir miydi? - Hegel özgür olabildi mi? - Marx 1917'ye katılır mıydı? - Nietzsche kendi yaşamına bir "Bengi Evet!" çakabildi mi; çakabilir miydi?

Felsefe, kişinin özel yaşamında en az becerebildiği; dolayısıyla da acısını en çok çektiği konuyla enlemesine boylamasına uğraşmasının ürünüdür.

Felsefe, kişinin başedemediğiyle boğuşmasıdır.

Philosopy is to grapple with that which one cannot cope with-

Felsefe, zaten, başlangıçtan, olanaksızdır.

Oruç Aruoba

Sisyphos'un Kayası

Babamın eski, tozlu kitaplığındaki hiçbir kitap yasak değildi. Ama gene de çocukluğumda hiç kimsenin oradan bir kitap aldığını görmedim. Çoğu - kapsamlı bir uygarlık tarihi, batı edebiyatına ait cilt cilt büyük eserler ve şimdi hatırlayamadığım diğerleri- zamanla aşağıya doğru bel veren raflara kaynamış gibi görünen kalın ciltli, kocaman kitaplardı. Ama en üst rafta ara sıra gözümün takıldığı ince bir kitap vardı. Sanki devler ülkesindeki Gulliver gibi yerine yabancı dururdu. Şimdi düşününce o kitaba göz atmak için neden o kadar bekledim, bilmiyorum. Belki de yıllar içinde, kitaplar okunmak için yapılmış nesneler değil de, uzaktan bakılan aile yadigarı eşyalar gibi görünmeye başlamıştı. Sonunda o saygı yerini bir yeniyetme düşüncesizliğine bıraktı. Kitaba uzandım, tozlarını silkeledim ve birinci sayfayı açtım. İlk satırlar, en hafifinden ürkütücüydü:

  "Gerçekten felsefi olan yalnızca bir sorun vardır, o da intihardır." diye başlıyordu metin, irkildim. "Dünyanın üç boyutu olup olmadığı veya zihinde dokuz kategori mi yoksa on iki kategorimi olduğu daha sonra gelir." diye sürüyordu. 

Metne göre böylesi sorular insanlığın oynadığı oyunun bir parçasıydı, ama ancak o tek gerçek konu yerli yerine oturtulduktan sonra üzerlerinde düşünülmeyi hak ediyorlardı. Kitap Sisyphos Söyleni idi. Cezayir doğumlu, Nobel Edebiyat Ödülü nü kazanmış bir düşünür olan Albert Camus tarafından yazılmıştı. Bir an sonra bu buz gibi sözler kavrayışın sıcaklığı altında eridi. Tabii, öyle ya, diye düşündüm, isterseniz çıkmaz ayın son çarşambasına kadar şu konu üzerinde düşünüp bu konuyu analiz edebilirsiniz, ama asıl soru, düşüncelerinizin veya analizlerinizin sizi hayatın yaşanmaya değer olduğuna ikna edip edememesidir. Her şeyin gelip dayandığı nokta budur. Geri kalan her şey ayrıntıdır.

Camus'nün kitabıyla şans eseri karşılaşmam, kolayca etki altında kaldığım bir döneme rastlamış olmalı, çünkü onun bu sözleri okuduğum her şeyden daha çok aklımda kaldı. Zaman zaman, karşılaştığım, adlarını duyduğum, televizyonda gördüğüm çeşitli insanlar bu en temel soruyu nasıl cevaplardı diye düşünürdüm. Geriye baktığımda, aslında, kitaptaki bilimsel ilerlemeye ilişkin ikinci iddianın benim için özellikle önemli olduğunu fark ediyorum. Camus, evrenin yapısının anlaşılmasının değerli olduğunu kabul ediyordu, ama anlayabildiğim kadarıyla, bu kavrayışın, hayatın yaşamaya değer olup olmadığı konusundaki değerlendirmemizi değiştirebileceği olasılığını reddediyordu. Tabii benim ilk gençliğimde varoluşçu felsefe okumam, Bart Simpson'ın romantik dönem şiirleri okuması gibiydi, ama yine de Camus'nün vardığı sonuç bana pek doğru gelmemişti. Tutkulu bir fizikçi adayı olarak bana göre, hayatı bilgiye dayanarak değerlendirebilmek için önce hayatın yaşandığı alanı, yani evreni tam olarak anlamak gerekirdi. Türümüz eğer yer altındaki kayalara oyulmuş mağaralarda yaşasaydı ve daha yerkürenin yüzeyini, parlak güneş ışığını, okyanus rüzgarlarını ve uzaklardaki yıldızları keşfetmemiş olsaydı veya evrim farklı bir yol izlemiş olsaydı da dokunma duyumuz dışında hiçbir duyumuz gelişmemiş olsaydı, bildiğimiz her şey sadece çevremizdeki şeylere dokunarak öğrendiklerimizle sınırlı olsaydı veya zihinsel gelişimimiz çocukluğun ilk evrelerinde durmuş olsaydı da duygusal ve analitik yeteneklerimiz beş yaşındaki bir çocuğunki kadar olsaydı, kısaca deneyimlerimiz bize gerçekliğin çok eksik bir portresini sunsaydı hayatı değerlendirme biçimimiz tamamen farklı olurdu, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Sonunda yeryüzüne çıktığımızda veya görmeye, işitmeye, tat ve koku almaya başladığımızda veya zihnimiz normaldeki gibi geliştiğinde hayata ve evrene topluluk olarak bakışımız mecburen kökten değişirdi. Çünkü gerçekliğe ilişkin önceki sınırlı kavrayışımız, bütün felsefi soruların en temeline çok farklı bir ışık tutmuş olurdu. 

Ama, ne var yani, diye sorabilirsiniz. Tabii ki aklı başında her değerlendirme, evren hakkında her şeyi -maddenin nasıl davrandığını veya hayatın nasıl işlediğini- anlamasak bile, doğanın tuvalini süsleyen betimleyici, geniş fırça darbelerinin sırrına ortak olduğumuz sonucuna varacaktır. Tabii ki Camus'nün ima ettiği gibi, fizikteki gelişmeler, örneğin uzay boyutlarının sayısının anlaşılması veya nörofizyolojideki gelişmeler, örneğin beynin düzeninin ve yapısının anlaşılması hatta diğer bütün bilimsel alanlardaki gelişmeler önemli ayrıntıları ortaya çıkarabilir, ama bütün bunların hayatı ve gerçekliği değerlendirişimiz üzerindeki etkisi en alt düzeyde olacaktır. Tabii ki gerçeklik, biz neyin gerçeklik olduğunu düşünüyorsak odur; gerçeklik bize kendini deneyimlerimiz yoluyla gösterir.

Gerçekliğe bu bakış, bir çoğumuz tarafından sorgulanmadan da olsa şu ya da bu ölçüde benimsenir. Benim kendimi günlük hayatta bu şekilde düşünürken bulduğum kesin; doğanın doğrudan duyularımıza gösterdiği yüzünün insanı kandırması kolaydır. Ama Camus'nün metniyle ilk karşılaşmamdan bu yana geçen yıllar içinde modern bilimin çok farklı bir öykü anlattığını öğrendim. Geçtiğimiz yüzyılda yapılan bilimsel araştırmalardan çıkan ana ders, insan deneyimlerinin, gerçekliğin gerçek doğasına ulaşma yolunda genelde yanıltıcı bir rehber olduğudur. Günlük hayatın yüzeyinin hemen altında hiç bilmediğimiz bir dünya var. Gizemli olaylara ve büyüye inananlar, astroloji düşkünleri, deneyimlerin ötesinde bir gerçeklikten bahseden dinsel ilkeleri benimseyenler, çok farklı perspektiflerden de olsa çoktan benzer bir sonuca ulaşmıştır. Ama benim aklımdaki bu değil. Ben, kozmik soğanı katman katman soyarak, her katmanda bir gizemi açığa çıkaran ve hem şaşırtıcı, tanıdık olmayan, heyecan verici, zarif ve hem de kimsenin beklediği gibi olmayan bir evreni ortaya çıkaran yaratıcı yenilikçilerin ve yorulmak bilmez araştırmacıların çalışmalarından söz ediyorum.

Bu ilerlemeler sadece birer ayrıntıdır. Fizikteki yeni buluşlar evreni kavrayışımızda köklü değişiklikler yapmamıza neden olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Yıllar önce olduğu gibi şimdi de Camus'nün, nihai soru olarak hayatın değerini seçmekte haklı olduğunu düşünüyorum; ama modern fiziğin kazandırdıkları, beni, hayatı günlük deneyimlerin merceğinden bakarak değerlendirmenin, bir Van Gogh tablosuna boş bir gazoz şişesinin dibinden bakmaktan farkı olmadığına ikna etti. Modernbilim, en temel algılarımız yoluyla elde ettiğimiz kanıtlara saldırı ardından saldırı gerçekleştirerek, bunların çoğunlukla yaşadığımız dünyaya ilişkin bulanık bir tahayyüle yol açtığını gösterdi. Bu nedenle Camus fizikle ilgili soruları ikincil olarak nitelediyse de, ben o soruların birincil olduğuna ikna oldum. Bana göre, fiziksel gerçeklik hem sahneyi belirliyor hem de Camus'nün sorusuyla baş etmek için gerekli ışıklandırmayı sağlıyor. Varoluşu modern fiziğin bize kazandırdıklarını benimsemeden değerlendirmeye çalışmak, karanlıkta bilinmeyen bir rakiple güreşmek gibi olurdu. Fiziksel gerçekliğin gerçek doğasını kavrayışımızı derinleştirerek, kendimize ilişkin algımızı ve evren hakkındaki deneyimlerimizi baştan düzenleyebiliriz.

Brian Greene
"Evrenin Dokusu"
sf. 3- 6

***

Songs of the Humpback Whale

fotoğraf: Sebastiao Salgado
müzik: Paul Winter

Sisyphos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir


Sisifos Söyleni'ni her zaman çekici bulmuşumdur, bilimsel çabayı zaman zaman Sisifos'un ebedi vazifesine, bir kayayı bir dağın tepesine doğru iteleyip zirveye gelmeden onun düşüp gitmesini görmeye, sonra aynı işe yeniden başlamaya benzettiğim olur. Albert Camus'nün hayal ettiği gibi Sisifos gülümsüyordu, bizim de gülümsememiz gerekir. Bizim maceramız, sonuç ne olursa olsun kendi ödülünü sunuyor.

Lawrence M. Krauss
"Hiç Yoktan Bir Evren"



ORYANTASYON



Bu sonsuz uzayların ezeli sessizliği ürpertiyor beni.
Blaise Pascal



Buradasınız, yazıyor parktaki, tren istasyonundaki, alışveriş merkezindeki haritada; genellikle kırmızı bir ok, insanın içini rahatlatan kesinlikle bir yeri işaret ediyor. Ancak burası, tam olarak neresi? Bunu bir tek çocuklar biliyor ya da bildiklerini sanıyor. Okuduğum ilk kitaplardan birinin başındaki boş sayfaya, hepimizin kendi tarzında yaptığı gibi açık adresimi yazmıştım ben de epey kozmik olmuştu: Christopher Potter, 225 Rushgreen Yolu, Lymn, Cheshire, İngiltere, Birleşik Krallık, Dünya, Güneş Sistemi, Galaksi. Çocuksu el yazım, adresin her kısmının bir öncekinden daha büyük ve daha önemli olduğunu vurgulamak ister gibi gittikçe büyüyor, son bir gösterişli kıvrımla da bütün istikametlerin doruğuna varıyordu: evrenin ta kendisine, yani varolan her şeyin konumlanması gereken yere. 

Çocukken evrenin tuhaf bir yer olduğunu hemen anlayıveriyoruz. Ben de bazı geceler gözümü kırpmadan, evrenin sınırlarının ötesinde ne olduğunu hayal etmeye çalışırdım. Eğer evren varolan her şeyi içeriyorsa, o neyin içindeydi? Artık, bilim insanlarının söylediği gibi, görünür evrenin evrilen ve hiçbir şeyin içinde olmayan bir radyasyon bölgesi olduğunu biliyoruz. Ancak bu tanım, cevabını aldığımızı umduğumuz sorudan daha rahatsız edici ve çok daha fazla sayıda soru işareti doğuruyor; bu yüzden biz de evreni çabucak kutusuna koyup başka şeyler düşünmeye başlıyoruz.

Evren üzerine düşünmekten hoşlanmayız; çünkü her şeyi kapsayan enginlikten korkarız. Evren bizi bir zerreye indirger, boyutun önemli olduğu fikrinden kaçmamızı zorlaştırır. "Ruhani emeller bu şuursuz cüsse tarafından yutulup bir tür anlamsızlık kabusuna dönüşme tehdidi altında" diye yazmıştı Anglo-German bilgin Edward Conze (1904 - 1979). "Etrafımızda algıladığımız maddenin inanılmaz niceliği, içimizde algıladığımız ruhani kavrayışın o titrek, minik aleviyle karşılaştırıldığında; hayata dair materyalist bir bakış açısını epey kuvvetle destekliyor gibi." 

Eğer evrenle aşık atacaksak kaybedeceğimizi baştan bilmeliyiz.

Şu "hiç" fikri de bir o kadar dehşet verici. Bundan kısa bir süre önce hiçbirimiz hiç bir şey değildik, sonra bir şey olduk. Çocukların kabus görmesine şaşmamalı. Varlığımızın "bir şeyliği", hayattan önceki hiçliği imkansız kılmalı; çünkü kral Lear'ın da değindiği gibi, "Hiçten ancak hiç çıkar". Yine de her gün, uyuyan ve uyanan benliğin yok oluşu ve mucizevi dirilişiyle, her birimizin içinden çıktığı o hiçliği bir kez daha hatırlıyoruz.

Eğer bir şey varsa, ki öyle görünüyor, bu bir şey nereden geldi? Bu tip düşünceler kendi faniliğimize dair edindiğimiz ilk ipuçlarına denk geliyor. Ölüm ve hiçlik el ele yürüyor: ikiz dehşetler, yanlarında bir de sonsuzluğun dehşeti; hayatlarımızın geri kalanı boyunca bastırıp yetişkin benliklerimizin kalıbına uydurmaya çalıştığımız dehşetler.

İnsanlar çıkmazda buluyor kendini: Bir yandan bir şey olduğunu biliyoruz çünkü her birimiz kendi varlığımızdan eminiz; ama öte yandan hiçbir şey olmadığını da biliyoruz çünkü bu hiçliğin geldiğimiz yer ve gideceğimiz yer olduğundan korkuyoruz. Ölümün hiçliğinden kaçış olmadığını düşünsel olarak biliyoruz ama buna sahiden inanmıyoruz. "Hepimiz ölümsüzüz" der Amerikalı John Updike, "yaşadığımız sürece".

"Öldüğüm zaman ne olacak?" diye sorar çocuklar, biz büyüklerin bir kenara kaldırdığımız sorulardan biridir bu da. Bu maddi dünyada yaşayan maddeci bir kız bile fiziksel çürüme tasviriyle sınırlı bir cevapla tatmin olmaz; zaten böyle bir soruya, hatta bütün sorulara verilen maddeci cevaplar aynı yere çıkar. Dünya'nın maddesi nedir ve nereden gelir? Evren üzerine düşünmek, artık sormadığımız çocukluk sorularımıza geri dönmektir: Her şey nedir? Peki ya hiçlik nedir?

Görünen o ki bütün çocuklar küçük bilim insanları olarak başlıyor hayata, yorgunluktan tükenene dek soruların peşinden gitmeye korkmuyorlar ( gerçi yorgunluktan tükenen genellikle anne babaları oluyor). Merak duygusu çocukları sürekli neden diye sormaya itiyor. Neden? Peki o neden? Kozmik adresimizin sonundaki evren gibi, nihai bir hedefe varmayı umuyor, artık neden diye soramayacakları nihai bir cevap arıyorlar.

"Neden yokluk var değil de varolan şeyler vardır? diye sormuştu Alman filozof Gottfried Leibniz (1646 - 1716), evrene dair her açıklamanın eninde sonunda ele alabilmesi gereken bir sorudur bu. Bilim "neden" sorularını "nasıl" sorularıyla cevaplamaya yeltenir, dünyadaki şeylerin dinamiğini işe koşar. Ancak bu "nasıl" cevapları da aynı nihai soru da birleşir: Bilim insanları da "neden yokluk var değil de varolan şeyler vardır?" yerine, "nasıl hiçbir şeyden bir şey çıktı?" diye sorar. Evrenin "her şeyliğini" açıklamak için, bu "her şeyliği" doğurmuş gibi görünen "hiçliği" de açıklamamız gerekir. Dünya'nın meydana geldiği türden bir materyal hiçbir şey değilken nasıl gözüküyordu? Hangi olası eylemler hiçbir şeyi bir şeye, o bir şeyi de evren dediğimiz her şeye dönüştürmüş olabilir?

Yüzlerce yıldır, bilim kelimesi bir şey ifade etmeye başlayalı beri; bilim kendisinin Orada Bir Yerde (hareket halindeki şeylerin yerinde, yani evren derken kastettiğimiz yerde) olanlar her neyse onları araştırmaya yönelik, evrilen bir süreç olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla şu soruyu en iyi bilim insanlarının cevaplayacağını düşünmemiz gayet doğal: -boşluk ve her şeyin arasında- neredeyiz biz?

Cevaplar her zaman insanı yüreklendiren cinsten değil:

  • "İnsan en sonunda, evrende düpedüz tesadüfen peyda olduğunu ve evrenin hissiz enginliğinde yalnız olduğunu biliyor artık" diye yazdı bir seferinde Fransız biyolog Jaques Monod (1910 - 1976), kelimelerinde bunun eninde sonunda anlamamız gereken bir şey olduğunu düşünüyormuş gibi keyifli bir tını var sanki.
  • "Bilim, dünyaya ve bizim dünya içindeki konumumuza dair pek çok şey açığa çıkardı ve bulgular çoğunlukla insanı aşağılayan türden" diye yazmıştı Oxford Üniversitesi İnsanlığın Geleceği Enstitüsü Başkanı Nick Bostrom da. "Dünya evrenin merkezi değil. İnsan türü hayvandan geliyor. Çamurla aynı maddelerden yapılmışız. Nörofizyolojik sinyallerle hareket ediyoruz ve üzerinde sınırlı kontrol sahibi olduğumuz ve pek az anladığımız çeşitli biyolojik, psikolojik ve sosyolojik etkilere tabiyiz."
  • "Gerçek konumumuz" der Amerikalı fizikçi Armand Delsemme, "bir tecrit, uçsuz bucaksız ve gizemli bir evrende yalnızlıktır."

The Fall of Icarus (1558, Brueghel)


Bilimin ve hatta felsefenin doğuşundan çok çok önce dinler vardı. Dinler birçok amaca hizmet etmiş olabilir. Yaşamımıza ciddi anlamda katkı sağlamış olan birçok insana ilham vermiş, yaşam koşulları göz önünde bulundurulduğunda birçok insanın da daha acısız, daha anlamlı yaşamlar sürmesini sağlamıştır. Brueghel'in The Fall of Icarus (İkarus'un Düşüşü) adlı tablosunda, ön planda yamaçta duran bir çiftçiyle atını; arka plandaysa güzel bir yelkenli geminin yanı sıra, hemen farkedilmesi zor olan ve suda ufacık bir çırpıntı yaratarak suyun içinde kayboluyormuş gibi duran iki beyaz bacak görürüz.

Landscape with the Fall of Icarus by Brueghel 1558

Bu resim W.H.Auden'in, benim en sevdiğim şiirlerden biri olan aşağıdaki şiiri yazmasına neden olmuştur:

MUSEE DES BEAUX ARTS (GÜZEL SANATLAR MÜZESİ)

Acıyı ele alsın da kabil mi hiç yanılsın
Eski zaman ustaları! Öyle hakkiyle anladılar onun
İnsan hayatındaki yerini, nasıl olageldiğini
Ha babam atıştırırken bir başkası, camı açarken yahut,
Bilemedin yolunda tın tın giderken!
Nasıl, yaşlılar elpençe divan, alı al moru mor beklerken
Doğaüstü doğumu, hiç çocuklar olmadan olur mu
Kızaklarından dudak bükermiş gibi olup bitene,
Gölün üstünde al takke ver külah!
Kabil mi unutsunlar
O korkunç şehadet bile uymadan edemez işin akıntısına!
Taş çatlasa bir aralık olmalı, bir teklifsiz köşe
Ki köpeklere kuçu kuçu densin gine ve cellâdın atı kaşınınca
Bir ağaca sürtebilsin günahsız kıçını.
Brueghel'in ikarı'nda meselâ, bana mısın bile demeden nasıl
Her şey sırtını çeviriyor felâkete? İşitmiş olmalı pekâlâ
Suyun şapırtısını rençber, ümitsiz haykırışı,
"Kulak asma" deyip geçti herhalde; güneşse şöyle bir rasgele
Vurdu ak pembe ayaklar gömülürken yemyeşil suya;
Kibarişi çıtkırıldım yelkenli merak etmesine etmiştir ya
Gökten paldır küldür düşen çocuğu görünce;
Acele işi vardı zahir, uzaklaştı bozmadan istifini bile.

çev. Can Yücel


İşte bizim dünyamız böyledir ve barındırdığı acılar önemlidir. Dinler bu hayatı yalnız başına, herhangi bir zafer veya macera yaşamadan geçirmek zorunda olan birçok insana huzur ve aidiyet duygusu sağlamıştır. En iyi ihtimalle sevginin ne olduğuna dikkat çekmiş, onu aksi halde göremeyecek insanlar için var etmiş ve davranışlara asalet katarak sıkıntı içindeki gönülleri ferahlatmıştır. Raison d'etre'leri olmamasına rağmen dinlerin başardığı bir başka şey de Homo sapiens'leri uzun bir süre boyunca; evrendeki konumları hakkında daha sistematik ve doğru düşünme yöntemlerini öğreninceye kadar, olabildiğince uygar kılmış olmasıdır. Daha öğrenmemiz gereken çok şey vardır. Elimizde, modern dünya koşullarında nesilleri tükenmekte olan kültürlerin içine gömülü kalmış, hatalı değerlendirmelere tabi tutulmuş gerçeklerden ve ayrıntıların kendine has bir tarih sürecinde içinde biriktiği tasarımlardan meydana gelen bir hazine vardır. Bu hazineyi yok olup gitmeden önce kayıt altına almamız ve incelememiz gerekmektedir; çünkü tıpkı dinozor genomları gibi onları da bir kez yok olduktan sonra geri kazanmak imkansızdır.

Daniel Dennett
"Darwin'in Tehlikeli Fikri"
kitabından

Darwin'in Tehlikeli Fikri

Doğal seçilim yoluyla evrim fikri, tek bir darbeyle yaşamın anlam ve amacını uzay ve zaman, neden ve sonuç, düzenek ve fizik yasası alanlarıyla birleştirmiştir. Bu yalnızca harikulade bir bilimsel düşünce değildir, tehlikeli de bir düşüncedir.

Darwin eski geleneğin tersine, türlerin ebedi ve değişmez olmadığını; evrimleştiğini gösterdi. Yeni türlerin kökenlerinin "değişerek türeme" sonucunda ortaya çıktığını kesin bir biçimde kanıtladı. Daha az bir kesinlikle de, bu evrimsel sürecin nasıl gerçekleşebileceğine ilişkin bir fikir ileri sürdü: "Doğal seçilim" diye adlandırdığı akılsız, mekanik -algoritmik- bir işlemle. Evrimin bütün meyvelerinin, algoritmik bir sürecin ürünleri olarak açıklanabileceğini vurgulayan düşünce, Darwin'in tehlikeli fikridir. 

Daniel Dennett
Darwin'in Tehlikeli Fikri
Alfa yy 

Burgess Shale



Burası Kanada'nın Kayalık Dağları'ndaki Yoho Ulusal Parkı. Kuzey Amerika'daki en görkemli dağ silsilelerinden biri. 100 yıl önce, ışığın yeryüzündeki hayata nasıl şekil verdiğini gün yüzeyine çıkaran Burgess Shale'de bir fosil yatağı bulundu. Burası dünyadaki en önemli fosil yataklarından biri ama aslında her türden bilimsel mekanların en önemlilerinden biri. Bunun sebebi bu fosilleşmiş kayalarda bulacağınız hayvan sayısı ve çeşitliliği değil, onların yaşlarıdır. Bu fosiller 500 milyon yaşında. Bu zamandan önce yeryüzündeki kompleks yaşama dair neredeyse hiç delil yok. Kambriyen Dönemi olarak adlandırdığımız o anda sanki çok hücreli kompleks yaşam gezegende neredeyse el değmemiş bir şekilde aniden ortaya çıktı. Buna Evrimsel Big Bang denir. 




Burada, fosil yataklarında bulabileceğiniz en güzel hayvanlardan biri budur:

 Trilobit


Son derece kompleks bir organizma. Harici bir iskeleti ve eklemli uzuvları var. Ama çok daha şaşırtıcı olan bileşik gözler. Gözler son derece gelişmişti ve bu, şekilleri algılayabilen ve hareketi görebilen ilk yırtıcılardandı ve avını başarılı bir şekilde kovalayabiliyordu. Bu canlılar kainatı dolduran ışıktan istifade eden ilk canlılar arasına girdiler. Onlar ortaya çıkmadan önce, güneşin doğuşu ve batışı ve gece gökyüzündeki yıldızlar hiç mi hiç dikkat çekmedi. Gözün ortaya çıkmasının aslında Kambriyen patlamasını, bu Evrimsel Big Bang'i tetiklediğine dair kuramsal bir teori vardır. Çünkü, bir türün gözü olduğunda, onları ya avcı olarak kovalamak ya da onlardan av olarak sakınmak için diğer türlerin de gözü olmak zorundaydı ve bu durum evrimsel silahlanma yarışına yol açtı. Çok, çok daha fazla yaşam formları gelişti. Bu yüzden gözün evrimi, yeryüzündeki kompleks yaşamın ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamış olabilir ve bizim türümüzün evrimine yol açmış olabilir.

Bu küçük şey, önemsiz görünmesine rağmen insanlık tarihinde keşfedilen
 en önemli hayvan olabilir:



Adına pikaia demişiz ve solucan şeklinde küçük bir canlıdır ve çok zaman önce yaşadığı düşünülüyor ve bizim de içinde olduğumuz yaşam dalı bu. Bu yüzden bu bilinen ilk atamız olabilir. Aynı zamanda büyüleyici olan başka bir şey de bunun ışığı algılayabildiğinin düşünülmesidir. Işığa hassas ilkel hücreleri olmuş olabilir ve bu da ona görmek için çok geniş bir algı gücü sağlamış olabilir. Ama bu doğruysa bu küçük adam doğrudan atamız olabilir ve şu küçük hücreler milyonlarca yıllık bir sürede evrimleşerek gözlerimizi oluşturmuş olabilir. Pikaia olmasaydı belki hiç evrimleşemeyecek, bu hikayenin sonraki bölümlerinin nasıl olduğunu görebilecek seviyeye erişemeyecektik.


***


Kainatı anlamak bir dedektif hikayesine benzer ve kanıtlar bize uzayın sonsuz boşluğu boyunca ışık tarafından taşınıyor. Işığı zamanın başlangıcındaki haliyle bile yakalamayı başardık ve içinde kendi kökenimizin tohumlarına şahit olduk. Atalarımızın inanamayacağı şeyler gördük. Uzak alemlerde doğan yıldızlar. Yer çekiminin yarattığı yabancı dünyalar. Ve zamanda donmuş görkemli galaksiler. Ancak bu olaylara sırf seyirci olarak kalmadık. Çünkü evrenin hikayesi bizim hikayemizdir. Yıldız tozlarının her birimizi ve basit bir evrensel kimya setinin gördüğümüz her şeyi nasıl oluşturduğunu öğrendik. Çok eski zaman sırlarının kainatın kaderine nasıl şekil verdiğini keşfettik ve yaşamın var olduğunu o çok kısa ana hayret edemeden duramadık ve yıldız tozunun evrendeki en büyük yapıları oluşturmak için nasıl döküldüğüne şahit olduk. Tüm bunları ışık hüzmelerinde taşınan mesajlardan biliyoruz. İlk olarak yarım milyar yıl önce Kambriyen patlamasıyla ortaya çıkan bu biyolojik ışık detektörlerinin insani özellikle evrimleşmesi; yeşil, mavi ve ela rengi gözlerimizin gece gökyüzüne bakabilmesi, uzak yıldızlardan gelen ışığı yakalayıp evrenin hikayesini okuyabilmesi sizce de muhteşem değil mi?

*
Brian Cox
Wonders of the Universe
Ep04

İlerleme

Stephan Jay Gould renkli bir kişiliktir. Kitaplarını okumak daima iç açıcı ve hoştur. Biyoloji, Gould'un kalemiyle yeni bir ruh ve canlılık kazandı. İnanmış fakat bilinçli bir evrimci olan Gould, bazı meslektaşlarının dogmatizmine karşı çıkar ve Darwin Kuramına, her ikna edici bilimsel yöntemin olmazsa olmaz özelliği açık fikirliliği yeniden kazandırmaya uğraşır.

Gould evrimde "ilerleme" kavramını dışlar. Afrika savanlarındaki aslanın, bulunduğu ortama, mikrop üremesine elverişli sıvımızdaki bakteriden daha iyi "uyum sağlamış" olmadığını söyler. Bu noktada onunla sadece aynı fikirde olabiliriz.

Ancak Gould daha ileri gider ve amipten insanoğluna giden, "okla belirtilmiş" evrim düşüncesini yeniden tartışmaya açar. La vie est belle (Hayat Güzeldir) adlı kitabında, biyoloji kitaplarımızda yer alan geleneksel "evrim ağacı" imgesine kuşkuculuktan da öte bir bakış açısıyla yaklaşır. Bu şemada, çok çeşitli dalların ortak bir gövdeden çıktığını ve bir sürü türe ayrıldığını hatırlatalım. En üst dalda, kuzenleri maymunların biraz üstüne insanımsılar yuva yapmıştır. Çoğu kez, dört ayaklılıktan ve maymunsu kafatasından iki ayaklılığa ve - genellikle beyaz erkeğe ait!- güzel,  zeki alına geçişi anlatan resimli bir bölüm de bu diyagrama eşlik eder.

Kanada'daki Rocheuss Dağları'nda, Burgess Shale'de 520 milyon yıllık balık fosilleri gün ışığına çıkarıldı. Gould'a göre, Burgess'te bulunan hayvan türleri çok ender olarak günümüzdeki organizmaların evrimsel atalarına karşılık gelir. Bu antik soyların neredeyse tamamı, hiçbir iz bırakmadan yok olmuştur. Yalnızca "Pikaia" adındaki küçük bir organizma o dönemdeki atamız olabilir. Gould, bundan şu sonucu çıkarır: Pikaia, hayatta kalmış olmasaydı, yeryüzünde insanımsılar ortaya çıkmayacaktı.

http://burgess-shale.rom.on.ca /en/ fossil-gallery

Gould aynı esinle, büyük ihtimalle dev bir göktaşı düşüşü sonucu gerçekleşen dinozorların yok oluşu olayını da kafasında kurar. Bu kıyımın memelilerin evrimini olanaklı kıldığı varsayımını kendi hesabına yeniden ele alır. Gould şöyle der: "Evrim filmini 65 milyon yıl öncesine kadar "yeniden geriye sardığımızı" düşünelim. Önceden bilinmeyen bir kütle çekimi etkisi sonucu katil göktaşının Yer'i ıskaladığını varsayalım. Sonra filmi yeniden seyredelim. Dinozorlar hala Dünya'dadır; memeliler evrimleşmemiş, türlere ayrılmamış ve ... insanımsıları dünyaya getirmemiştir.'
 Gould'un çıkardığı sonuç, hiçbir şeyin bir insan bilincinin alnına biyosferde ortaya çıkacağını yazmadığıdır. Gezegenimize çarpacak kadar zevk sahibi olan göktaşına minnettar kalalım! Doğu Afrika'nın on milyon yıl önce yükselişini yeniden kafamızda canlandıralım. Bazı arkeologlara göre, bu olay maymunsuların insanlaşmasında önemli rol oynayacaktır. Afrika kabuğunun bu mutlu hareketi, insanımsıları ayakta kalmaya zorlayacaktır.

Gould'un savını şöyle özetleyelim: Biyolojik evrim, belirlenmiş olmaktan uzaktır, bütünüyle rastlantısal olaylara bağlı olacaktır, tam olarak önemsiz ya da olumsal olacak ve hiçbir yere gitmeyecektir. "Ok" yoktur.

Bu radikal tutum, duygularımızı kabartır. Varoluşumuz sapkın bir taşla matrak bir yer katmanına bağlı olacaktır! Her şey bir göktaşının kaotik yörüngesine ya da yer magmasının konveksiyon hareketinin olasılığına göre oynanıyorsa, metafizik sorgulayışlarımızdan geriye ne kalır? Varolmamızın "dayanılmaz hafifliği" yüreğimizi daraltır.

*
Kuşlar... Harika Kuşlar
Yapı Kredi Yayınları
sf. 175 - 177
Hubert Reeves

Gould'un blogda yer alan yazıları:
kaotikbenlik.blogspot.com. Stephen Jay Gould

Nietzsche'nin Tehlikeli Fikri

Bilim metafizik yanıtları yerle bir etme konusunda harikadır; ama bu yok ettiği yanıtların yerine yenilerini koyma işinde beceriksizdir. Bilim yerine yenilerini koymaksızın temelleri ortadan kaldırır. Bilim biz istesek de istemesek de, bizi temelsiz yaşamaya mahkum etmiştir. Nietzsche bunları söylediği zaman herkes şok olmuştu; ama bugün artık sıradan hale gelmiş ve kanıksanmıştır; bulunduğumuz tarihsel konumda -ki bunun görünen bir sonu yoktur- "temeller" olmadan felsefe yapmak zorunda kalıyoruz. 

 Hılary Putnam

Darwin'i insanlığın karşısına çıkan bir hayırsever gibi kucaklayanların düştüğü hata, evrenin anlamının uçup gittiğini fark edememiş olmalarıdır.. Nietzsche evrimin dünyaya dair doğru bir tablo çizdiğini; ama bu tablonun felaketi simgelediğini düşünmüştü. Onun felsefesi, Darwinizmi hesaba katan; ama onun tarafından etkisiz hale de getirilerek yeni bir dünya tablosu çizmeyi amaçlıyordu.

  R.J. Hollıngdale



Darwin'in Türlerin Kökeni isimli kitabının yayımlanmasının ardından Friedrich Nietzsche, Hume'un ondan önce kurcaladığı şu düşünceyi yeniden keşfetti: Kör ve anlamsız değişimlerin -maddenin ve yasaların karmaşık ve amaçsız devşiriminin- sonsuza kadar tekrarlanması yoluyla birtakım dünyaların ortaya çıktığı ve bu dünyalarda zaman içinde gerçekleşen evrimin de bizim yaşam öykülerimiz gibi anlamlı görünen ürünler verdiği düşüncesi. Bu ebedi tekrarlanma fikri Nietzsche'nin nihilizminin ve dolayısıyla da onun ardından çıkan varoluşçuluğun temel taşı olmuştur.

Şimdi olanlar geçmişte de olmuştur düşüncesi, sık sık batıl inançlara yol açmış olan deja vu olayı kadar eski olmalıdır. Çevrimsel kozmogoniler(evrendoğumlar) insan kültürleri açısından alışılmamış türden şeyler değildir. Fakat Hume ve John Archibald Wheeler'in görüşleriyle çakışan bir görüşe denk gelen Nietzsche, onu sadece eğlenceli bir düşünce deneyi ya da eski batıl inançları ayrıntılandırma çabası olarak görmedi. En azından bir süre için çok çok önemli bir bilimsel kanıtı rastlantı eseri keşfetmiş olduğunu düşündü. Benim kişisel kanıma göre, onun bu konuyu Hume'dan daha fazla ciddiye almasının sebebi, Darwinci düşüncenin muhteşem gücünü sönük bir biçimde de olsa takdir etmesinden kaynaklanıyordu.

Nietzsche'nin Darwin'den bahsettiği söylemlerinin neredeyse hepsinde düşmanca bir tutum sezersiniz, fakat çok az da olsa birkaç tanesinde bunun tersine rastlarsınız. Bunun en güzel teşhisi Walter Kaufmann'ın (1950) argümanında bulunur. Kaufmann, "Nietzsche'nin bir Darwinci olmadığını; ama tıpkı bir asır önce Kant'ın Hume'dan etkilendiği gibi Nietzsche'nin de Darwin'in fikirleri sayesinde kendi dogmatik uykusundan uyandığını" söyler. Nietzsche'nin Darwin'e yaklaşım biçimi, Darwin'le tanışıklığının malum yanlış anlama ve yanlış yorumlamalardan etkilenmiş olduğunu da göstermektedir. Belki de onu sadece Almanya ve elbette tüm Avrupa'da bulunan ateşli karşıtlarının söylemleri aracılığıyla "tanımıştı." Örneğin ortaya koyduğu az sayıdaki eleştirilerinden birinde Darwin'in "bilinçsiz seçilim" ihtimalini tamamen görmezden geldiğinden şikayet ederek, Darwin'in fikirlerini yanlış anladığını açıkça kanıtlamıştı; çünkü "bilinçsiz seçilim" konusu Türlerin Kökeni'nde Darwin'in en önem verdiği bağlantı konularından birisidir. Ayrıca "Darwin ve Wallace gibi İngilizlerin tamamen yanılgı içinde olduklarını" söyler ve eleştirilerine şöyle devam eder: "Sonunda kafa karışıklığı o kadar ilerler ki, Darwinizmin bir felsefe olduğunu zannederler; şimdi de akademisyenler ve bilim insanları ağır basıyor." Fakat başkaları onu bir Darwinci olarak görüyordu ve o da bu etiketle dalga geçiyordu: " Başka muttali öküzler benim bu bağlamda bir Darwinci olduğumdan şüphelendi." Ahlakın Soykütüğü isimli kitabı, ahlakın evriminde Darwinci araştırmaların önemini anlatır. Bu eser konuyla ilgili yazılan ilk kitaplardan biri olduğu gibi,  aynı zamanda konunun en ustaca ele alındığı kitaplardan da biridir.

Nietzsche ebedi tekrarlanma hakkındaki görüşünü yaşamın saçmalığının ve anlamsızlığının göstergesi; evrene yukarıdan hiçbir anlam verilmediğinin kanıtı olarak görüyordu. Hiç kuşku yok ki bu durum, Darwin'in görüşleriyle tanışan kişilerin yaşadığı korkunun en temel sebeplerinden birisidir. O halde gelin onu, bulabileceğimiz en abartılı biçimi olan Nietzsche'nin bakış açısıyla ele alalım. Ebedi tekrarlanma, yaşamı tam olarak neden anlamsız kılacaktı? Yanıt çok açık değil mi?

Bir gün veya bir gece yalnızlığınızı derinden hissettiğiniz bir anda, bir iblis size sürünerek yaklaşsa ve şöyle dese: "Bu yaşadığın yaşamı daha önce de sayısız kez ve tekrar tekrar yaşamak zorundasın. Bu tekrarlanan yaşamlarda hiçbir yenilik olmayacak, yaşadığın büyük küçük her şey; bütün üzüntü ve sevinçlerin, bütün pişmanlıkların, bütün düşüncelerin ve bütün iç çekişlerin aynı kronolojik sıralama içinde gerçekleşecek."  Böyle bir durumda iblisin üstüne atlayıp ona lanetler mi yağdırırsınız,  yoksa yaşadığınız bu muazzam olay karşısında ona şöyle bir yanıt mı verirsiniz? "Sen Tanrısın ve ben yaşamımda bundan daha ilahi bir şey duymadım.
(Nietzsche - Gay Science)

Bu sözler insanı rahatlatır mı yoksa korkutur mu? Nietzsche bu konuda kararsız kalmış gibidir. Bunun sebebi belki de "en bilimsel hipotezinden" yaptığı çıkarımları, bu tür gizemli tuzaklarla süslemeyi seçmiş olmasıdır.

Daniel Dennett
Darwin'in Tehlikeli Fikri
sf. 215 - 218  

Richard Dawkins vs. Yaratılışçılar


we are all made of stardust

Nereden geliyoruz? Neyiz? Nereye gidiyoruz?.. İşte sorulmaya değer gerçek sorular... Herkes kendince yanıt aradı bunlara: Kimi bir yıldızın göz kırpışlarında, kimi okyanusun gelgitlerinde, kimi bir kadının bakışlarında ya da yeni doğmuş bir bebeğin gülücüklerinde... Niçin yaşıyoruz? Neden bir Dünya var? Neden buradayız?..

Şimdiye dek yalnız din, iman, inanç çözüm önerebiliyordu bu soruna. Günümüzde artık bilim de bir görüş oluşturmuş bulunuyor. Bu belki de yüzyılımızın en büyük kazanımı: Bilimin elinde artık kökenlerimizin eksiksiz bir öyküsü var. Bilim Dünya'nın tarihini yeniden kurmayı başardı.

Peki bulduğu olağanüstü şey ne? Şu: 15 milyar yıldan beri sürüp gelen ve Evren'i, Yaşam'ı ve İnsan'ı uzun bir destanın bölümleri gibi birbirine bağlayan, hep aynı ve biricik serüven.. Büyük Patlama'dan (Big Bang) Zeka'nın ortaya çıkışına kadar gittikçe artan karmaşıklık yönünde ilerleyen hep aynı evrim: ilk madde parçacıkları, atomlar, moleküller, yıldızlar, canlı hücreler, organizmalar, canlı varlıklar ve son olarak şu ilginç ve garip yaratıklar, yani biz insanlar... Bunları hepsi aynı zincirin içinde birbirini izliyor, aynı büyük devinime kapılıp sürükleniyor. Maymunlardan ve bakterilerden türemişiz, doğru, ama aynı zamanda yıldızlardan ve gökadalardan (galaksilerden) da. Bedenlerimizi oluşturan öğeler vaktiyle tüm evreni kuran yapıtaşlarından başkaları değil... Gerçekten yıldızların çocuklarıyız.

Dominique Simonnet
 "Dünyanın En Güzel Tarihi"



***


Hubble Uzay Teleskopu'ndan alınan en sevdiğim fotoğraflardan biri şudur:


Çok çok uzun zaman önce (çünkü galaksinin ışığının bize ulaşması 50 milyon yılı aşkın bir zaman almıştır) çok çok uzaklardaki güzel bir sarmal galaksiyi gösteriyor. Bizimkine benzeyen böyle bir sarmal galakside yaklaşık 100 milyar yıldız vardır. Galaksinin merkezindeki parlak çekirdekte muhtemelen 10 milyar yıldız bulunmaktadır. Sol alt köşede, bu 10 milyar yıldızınkine eşit bir parlaklıkta ışıldayan yıldıza bakın. İlk bakışta, makul bir varsayımda bulunarak bunun bizim galaksimizde yer alan, bir şekilde fotoğrafa girmiş yakın bir yıldız olduğunu sanabilirsiniz. Ama aslında bu da muhtemelen bir milyar ışık yılı uzaktaki aynı uzak galakside bulunan bir yıldızdır.

Açıktır ki sıradan bir yıldız değildir. Yenice patlamış bir yıldızdır, bir süpernovadır, evrendeki en parlak havai fişek gösterilerinden biridir. Bir yıldız patladığında kısa bir süre boyunca (yaklaşık bir ay kadar) on milyar yıldızın parlaklığıyla görünebilir bir ışık saçar.

Ne mutlu ki yıldızlar o kadar sık patlamazlar, her galakside yüzyılda bir ancak bir patlama olur. Ama şanslıyız ki patlarlar, çünkü patlamasalardı burada olamazdık. Evren hakkında bildiğim en şiirsel gerçeklerden biri, bedenimizdeki her atomun bir zamanlar patlayan bir yıldızın içinde olduğudur. Dahası da var: Sol elinizin atomları başka, sağ elinizin atomları başka bir yıldızdandır. Kelimenin tam anlamıyla yıldızların çocuklarıyız, bedenlerimiz yıldız tozundan.

Lawrence M. Krauss
"Hiç Yoktan Bir Evren"
sf. 36 - 37

Kaos'tan Kozmos'a


Bu kitabı kuşlara ithaf ediyorum.

Nar bülbülünün hüzünlü şarkısına,
 uzun bahar akşamlarında söylediği

Kırlangıçların gürültülü dansına,
gündoğumunda, gölcüğün üstünde
içiçe geçen, gölyüzeyini sıyırıp
tekrar mavi göğe yükselen sürülere.

Bu kitabı çitkuşlarına ve çalıbülbüllerine ithaf ediyorum,
sabahın erken saatlerinde kırda gezinirken
bana eşlik eden.

Ayrıca parlak yaprakları penceremin önüne düşen 
büyük kiraz ağacında yaşayanlara ithaf ediyorum.
Tüyleri siyah ve kavuniçi şakrak kuşuna,
olgun meyvelerle beslenen.
Ve onun donuk renkli, narin dostuna.
Gök baştankaralara,
kırmızı kirazları tek hamlede koparan.

Kitabımı son olarak ağaçlardaki ispinozlara ithaf ediyorum.

tiz ezgileri usanmadan yineleyen.
Ve ıslıklı ezgisi sonsuz çeşitlilikteki
karatavuklara ithaf ediyorum.

Bu kitabı onlarla birlikte yazdım.
Bana verdikleri mutluluk için onlara minnettarım.


Teleskoplardan elde edilen bilgilerle hızlandırıcılardan elde edilen bilgiler birleştirildiğinde, dünyanın geçmişinin şimdiki durumundan oldukça farklı olduğu sonucu çıkar. İlk zamanlarda Evren, olağanüstü sıcak, olağanüstü yoğun fakat hepsinden öte, tamamen düzensizdir. Bu, Yunan şairi Hesiodos'un zihninde kurduğu gibi, bir "kaostur".

Burada "kaos" derken, düzenlenmiş yapıların yokluğunu kastediyorum. Hayvansız, tabii ki, bitkisiz fakat aynı zamanda galaksisiz, yıldızsız hatta molekülsüz ve atomsuz bir evren. Modern fizik en uzak geçmiş için daha da kaotik bir görüntü çizer. O dönemde, bildiğimiz kuvvetlerin ve parçacıkların da varlığı söz konusu değildir. Bu ilk kuvvetler ve parçacıklar saniyenin milyarda birlik ilk dilimlerinde ortaya çıkacaklardır.

Birkaç saniyenin sonunda, parçacıklar ve kuvvetler bugün bildiğimiz özelliklerine kavuştular. Evren, tamamen ayrışmış "temel parçacıklardan" oluşan homojen ve sıcak devasa bir püreye benziyordu. Bildiğimiz elektronların ve fotonların yanında "kuvarklar", "nötrinolar" gibi daha farklı parçacıkları da barındırıyordu.

Meyvelerle kaplı büyük kiraz ağacının üzerindeki obur şakrak kuşları bu temelde aynı, fakat tamamen farklı bir konfigürasyona göre düzenlenmiş temel parçacıklardan oluşmuştur. Hareketlerindeki zarafet, evrenin kaos zamanlarından bu yana geçirmiş olduğu derin evrimi gözlerimizin önüne serer. Milyar kere milyar kere milyar tane parçacık, olağanüstü karmaşıklıktaki yapılarda biraraya gelmiş, düzenlenmiş, birleşmişlerdir. İşte tüm fark buradadır! Evren'in öyküsü, eski zamanların akıl almaz kaosunun başkalaşarak günümüzdeki yapıların mükemmel birlikteliğine ve düzenine kavuşmasının hikayesi olarak okunabilir.

Hubert Reeves


Teleskop: Zamanda Geri Gitme Makinesi

Araçlarımız, fiziğin ve astronominin kullandığı yeni olanaklar sayesinde Evren'in geçmişinin izlerini bulabiliyoruz. Ön-tarih uzmanlarının, mağaralarda kalmış fosillerden yola çıkarak insanın geçmişini yeniden kurdukları gibi, biz de Evren'in geçmişini aynı şekilde kurabiliyoruz. Ama tarihçilere göre büyük avantajımız var: Biz geçmişi gözümüzle, doğrudan doğruya görebiliyoruz.

Işık saniyede 300 000 kilometre, yani bizim ölçülerimize göre son derece yüksek bir hızla yolculuk eder. Evren'in ölçülerine göre ise bu çok önemsiz bir hızdır. Işık bize Ay'dan bir saniyede, Güneş'ten sekiz dakikada gelir; oysa en yakın yıldızdan bize ulaşması için dört yıl, Vega'dan sekiz yıl, kimi gökadalardan gelmek için ise milyarlarca yıl yol almak zorundadır. Şimdi teleskoplarımız çok uzak gökcisimlerini gözlememizi sağlamaktadır. Bunların bazıları 12 milyar ışık yılı uzaklıktadır. Demek ki onları 12 milyar yıl önce bulundukları durumda görüyoruz. Başka deyişle teleskoplarınızı Evren'in bir bölgesine çevirdiğinizde , aslında onun tarihinin bir anını gözlemlemiş oluyorsunuz... 

Teleskop bir zamanda geriye gitme makinesidir. Tarihçilere eski Roma'yı görmek hiçbir zaman kısmet olmayacaktır, ama astrofizikçiler geçmişi gerçekten görebilir, gökcisimlerini eski durumları içinde gözlemleyebilirler. Orion bulutsusunu (nebula) Roma İmparatorluğu'nun sonlarındaki durumda görüyoruz. Çıplak gözle de görülebilen Andromeda gökadası ise 2 milyon yıllık bir görüntü... Andromeda'daki yaratıklar da şimdi bizim gezegenimizi aynı gecikmeyle görüyorlardır: Yani insan türlerinin ilk ortaya çıktığı dünyaya bakıyorlardır.

Demek oluyor ki geceleyin gözlediğimiz gökyüzü, gördüğümüz gökcisimleri, bu sayısız yıldızlar ve gökadalar hep birer yanılsamadan, geçmişin üst üste yığılmış görüntülerinden ibaret.Sözün tam ve kesin anlamıyla Dünya'nın şimdiki hali hiçbir zaman görülemez. Size baktığım zaman, bir mikro-saniyenin yüzde biri- ışık sizden bana gelinceye dek geçen zaman- kadar önceki halinizi görüyorum.Bu zaman aralığı bizim bilincimizce algılanamayacak kadar küçükse de, atomsal ölçülere göre hayli uzun bir süredir. Ama insanlar bu kadarcık bir süre içinde şıp diye yok olmayacaklarından, gördüğüm sırada sizin gerçekten orada bulunduğunuz varsayımını rahatlıkla yapabilirim. Güneş için de durum aynıdır: Işığın sekiz dakikalık yolculuğu süresince o da değişikliğe uğramaz. Geceleyin çıplak gözle görebildiğimiz, bizim gökadamızı oluşturan yıldızlar da göreli olarak oldukça yakın cisimlerdir. Fakat ancak güçlü teleskoplarla ortaya çıkarılabilen uzak yıldızlara gelince iş değişir. 12 milyar ışık yılı uzakta gördüğüm quasar olasılıkla bugün artık yoktur bile.

Dünyanın En Güzel Tarihi
sf. 36 -37
Hubert Reeves