Gecenin Sonuna Yolculuk / Celine

Doktor Yazıyor


Yolculuk'u yazmak, bir biçem yaratmak ve Fransız edebiyatını alt üst etmek için üç yıl Çok mu, az mı? Bu herkese göre değişir. Celine, içinde yalan olmayan aşırılığa gösterdiği düşkünlükle on yıllık bir çalışma tasarlıyordu kafasında. [...] Bu konuda Picasso’nun o ünlü sözünün doğruluğuna inanabiliriz: Picasso çok kısa bir sürede yapılmış bir tablodan o kadar para kazanmasına şaşıran bir gazeteciye, resmi belki beş dakikada yaptığını, ama onu yirmi yıldır tasarladığını söylemiştir yanıt olarak.

Celine ayrıca yayıncısı Robert Denoel’e on kadar farklı Yolculuk metni ve yaklaşık yirmi bin sayfa elyazması bulunduğundan söz etmişti. Gerçekte Celine kudurmuş gibi, coşkuyla yazmaktaydı. Her satıra birkaç sözcük, her sayfaya birkaç satır, bakış açılarının, dizeminin ve coşkunluğunun titrek çizgisi. Az sayıda düzeltme yapıyor, en baştan başlamayı yeğliyordu. O yüzden Celine’in yapıtı için sayfa sayısı pek de belirleyici bir özellik taşımaz. Gelgelelim romanın ilk elyazması kaybolmuştur. Elde bulunan tek elyazması daktiloya çekilmiş, yazar tarafından düzeltilmiş metindir — yazar onu Nazi işgali sırasında Bignou adında bir kuyumcuya satmıştır.

İşte Yolculuk’u yazmak için üç yıl... Bir yazarın gerçek yaşam öyküsü kesinlikle şöyle olacaktı: yaşamını kavramak, kitabını oluştururken onu betimlemek, sonra bir başkasını, bir başkasını daha, tüm yapıtını ortaya çıkarmak. Gerisi küçük olgular, ayrıntılar ve pek önem taşımayan şeylerdi. “Bir yazarın işi yazmayı öğrenmektir”, diyordu Jules Renard. Celine yaşamı boyunca bu işi öğrenmeye, onun izini sürmeye, ona bir derinlik kazandırmaya, yazma işini biçem arayışının en uç noktalarına kadar zorlamaya çabaladı. Yolculuk'un görece biçimsel bilgeliğiyle son kitaplarında görülen düzyazının yakışıklı parçalanması arasında ne büyük bir evrim gerçekleşmiştir!  1929’dan ölümüne dek yazmaktan, ya da daha doğrusu yazmayı öğrenmeye çabalamaktan vazgeçmemiştir Bir yaşam anlatmak, bir işi anlatmaktır. Ama bu iş üzerine ne anlatılabilir?

Kitaplar yalnızlığın ürünleri, sessizliğin çocuklarıdır, diye yazmıştı Marcel Proust. Peki o yalnızlık nasıl kırılacaktı? O yalnızlığı anlatmak için sözler, ses ve sözcükler nasıl sıralanacaktı? Temelde bizi ilgilendiren Celine, gözler önündeki, şaşırtıcı öyküler anlatan, tüm dikkatleri topluma çekmeye çalışan alaycı tanık Celine değil; ılımsız ve daha zafer anında yorgun düşmüş ayartıcı Celine de değil; asık suratlı, düş kırıklığına uğramış doktor da, yarı araştırmacı da, yaralı, kulakları uğuldayan adam da, dengesiz çığırtkan da, kendi benliğinin ve dünyanın sonuna yolculuk eden yorulmak bilmez kişi de değil; bizi ilgilendiren yazan Celine, yeniden ele alan Celine, yoğuran, öğüten, kendi deneyimlerini, heyecanlarını, umutlarını, isyanlarını değişime uğratan, aynı zamanda düş kuran, anımsayan, demiurgos’a dönüşen Celine... İşte bir tek bu yalnızlığın çevresinde dönüp durabiliriz, burada işaretler yakalayabiliriz, asla paylaşmayacağımız bir sırrın kırıntılarını toplayabiliriz.

Sinemacı Henri-Georges Clouzot, 1956’da Le mystere Picasso’yu çekerken sanatçıyı anlamak ve onu tam yaratım sırasında filme almak istemiştir. Heyecan verici bir girişim. Aldatıcı bir girişim. Gerçekten de bir yapıt gözümüzün önünde yaratılıyordu. Ama hangi yapıt? Picasso kameraya çekildiğinin farkındaydı. Sonuçta ressamı oynuyordu. Sinemacının önünde olağan ve kendisinin bulduğu çalışma biçemini yansılıyordu. Bir yaratı gösterisine tanık oluyoruz, yaratının kendisine değil. Kısaca, bir yaşamın yapay görüntüsüne... Hele romanını yazarken bir yazarın filme çekildiğini, böylece edebi bir yapıtın saatler, günler, yıllar boyu süren hazırlanma sürecine tanık olacağımızı nasıl düşünebiliriz?



Yolculuk'u yazmak için üç yıl...


Gecenin Sonuna Yolculuk / Celine




Pek az kitap Gecenin Sonuna Yolculuk'unki gibi bir kavrayış gücüne sahiptir. Sıkı bir kavrayış gücü: yoksulluğun, savaşın, umarsız hastalığın, ölümün açımlanması. Cümle odaklanıyor, her yeri didikliyor, hiçbir şeyi bağışlamıyor. Gezen ve de olağanüstü ölçülerde değişken bir kavrayış gücü: Okur Clichy meydanından yola çıkıyor, kendini ata binmiş, türlü katliamın ortasında buluyor, ardından bunaltıcı Afrika'ya gidiyor, Afrika’dan sonra New York’ta, Detroit’te kayboluyor, sonra bir kez daha Paris yörekentine geri dönüyor (Celine’in yörekenti, Cehennemin o daracık çemberi!), daha sonralarıysa Toulouse dolaylarında, ve sonunda da başkalarına pek benzemeyen bir psikiyatri kliniğinde. Başlangıç noktasında da varış noktasında da ölüm var. Boşluğa uzanan sonsuz gecenin senfonisi.


Celine’in soyut kahramanı her zaman yollarda olan, Chaplin ile Kafka arasında, ama onlardan daha sert bir adam, onu burada yeniden keşfedeceksiniz; şaşkın, kurnaz, yitik, sersemlemiş, her yerden saldırıya uğrayan, ama öte yandan aklı başında, saçmalığı, aptallığı, korkunç ve gülünç bir kâbusa tanık olan bir dünyada evrensel kötülüğü hiç durmadan sorgulayan bir adam. [...]





Celine yüzyılın gerçeğini dile getiriyor: gerçek olan neyse onu, çürütülemez, cılız, canavarsı, ara sıra da danseden ya da katlanılabilen gerçeği.


Yolculuk yeniden başlıyor. Gecenin içindeki ışıltılar da.


Philippe Sollers

Bacon & Valezquez



Francis Bacon'ın Sığır  Böğürleriyle Çevrelenen Baş adlı resmi İspanyol sanatçı Diego Velazquez'in 1650 yılında yaptığı Papa X. Innocent portresinin fotoğrafik röprodüksiyonlarına dayanılarak yapılmıştır; Bacon'ın saplantılı bir şekilde defalarca işlediği bir konuydu bu. İşte Bacon bu örnekte de yine Rembrandt ve Soutine'in kesilmiş sığır resimlerini kullanıyor. Tıpkı Soutine gibi Bacon da hayatı boyunca kesimhanelere ve ete ilgi duyduğunu kabul ediyordu: "Çengeldeki hayvanı içgüdüsel olarak Çarmıhtaki İsa'yla ilintilendiriyor, bunu ise inançsız birisi olarak, sonraları insanlık dışı bir vahşet sayıyordu. " Valezquez'in portresinin "ilham"ı ne olursa olsun -papanın biyografisi olmadığı kesin- Bacon 'ın yorumu iktidarı teslim ediyor; "papanın" yüzünde, özellikle de gözlerinde ve (Velazquez'deki) sıkıca kapatılmış çenede dramatik biçimde görünüyor iktidar. İktidarı teslim ediyor etmesine ama Bacon aynı zamanda güçsüzlüğün portresini yapıyor: pasif hatta neredeyse felçli gibi oturan beden ise güçsüzlüğü kazıyor gözlere. Bacon kaynağını yeniden işliyor. Velazquez'in hem becerikli bir kilise lideri hem de erken modern dönemin usta politikacılarından olan birisini resmettiği portresi, Bacon'ın tuvalinde kan akıtmayı kafasına koymuş ruh hastası -acımasız, uğursuz. erişilmez ve kudurmuş- bir canavarın resmine dönüşüyor." Bacon için resim şeylerin örtüsünü kaldırmanın, yüzeylerindeki katı görünümleri yıkmanın ve içlerini oluşturan duygu unsurlarını ifşa etmenin bir yoludur... Bir biçime kilitlenmiş duyguyu buradan çıkarmak, Bacon'ın dediği gibi. imgeye şiddet uygular. "

Valezquez - Papa X. İnnocent 1650

Bizzat temsil gözlerimizin önünde açılıyor. Bacon'ın resminin etkisi: uzamsal-geometrik "mantığın" resimdeki kararsız biçimsel karışımı (hem hacim hem de düzen etkisi yaratan kaba hatları gösterilen
kutu) ile bu mantığın içe patlamasına -yani kesilmiş sığırın biri siyah bir okun deldiği iki kanlı parçası ile yarı-çığlık gibi görünen ve fakat nereden bakarsanız bakın afallamayı ve ironik bir kendinden geçişi gösterecek şekilde açılmış olan ağzın kara deliğiyle dikkat çeken bir portre kafası olarak içe patlamasına- dayanıyor. Kutuvari iç çerçeve aynı zamanda psişik bir kafesin -demir bir kafesten daha az etkili değildir- hapsedici "düzen"'ini canlandırıyor. Resimdeki figür hücre hapsinde bulunuyor. Toplumsal olan ne varsa hepsi silinmiş. Modernitenin görsel tarihindeki birçok yiyecek temsilinde olduğu gibi bu imge de yemeye ve dolayısıyla da hayata dair değil, her şey üzerindeki ve özellikle de bizzat insan hayatı üzerindeki insan iktidarının belirleyici gücü olan öldürmeye -ve benliğin yıkımına- dairdir.

JAMES NACHTWEY

Fotoğraf / James Nachtwey




Fotoğraf aracılığıyla, bütün tarih boyunca var olmuş bir insan davranışını ortadan kaldırmak mümkün müdür? Bu düşünce kendi çapında gülünç karşılanabilir. Fakat beni motive eden tam da budur. Benim için fotoğrafın gücü onun insani yetenekleri altında yatmaktadır. Şayet savaş insanlığı ortadan kaldırmaya yeltenirse, fotoğrafı savaşın yadsınması olarak telakki edebiliriz. Yani, savaşın panzehiri içindeki etkin bir madde olarak. 






Bir kişi orada olup bitenler hakkında dünyaya haber vermek amacıyla savaşın kalbine gitme riskini alıyorsa, barış pazarlığına girişmiş demektir. 

Bosnia / James Nachtwey



Savaşta, normal uygar davranış şekli, askıya alınmıştır. Normal hayatta sevdikleri bir insanı kaybetmiş olan kederli bir ailenin evine gidip uzun süreler boyunca onların fotoğrafını çekmek pek düşünülemez. Bu, gerçekten yapılamaz. İnsanlar beni kabul etmeseydi, bu anların fotoğrafları çekilemezdi. Söz konusu insanların işbirliği ve izni olmadan böyle fotoğrafların çekilmesi imkânsızdı. Onların içtenlikle karşılamaları, beni kabul etmeleri ve benim orada olmamı istemeleri olmaksızın bu imkânsızdı. Onlar, kamerasıyla birlikte gelen yabancının dünyanın geri kalanına onlara ne olduğunu göstereceğini ve dış dünyaya onların seslerini duyurabileceğini anladılar. Başka türlü nasıl izin verirdiler? Kendilerinin bir tür adaletsizliğin ve gereksiz şiddetin kurbanı olduklarının farkına vardılar. Bana izin vererek, fotoğraflar ile dış dünyaya kendi çağrılarını yapıyorlar ve herkese doğru-yanlış kavramlarını sorgulamasını sağlıyorlar. İnsanlara saygı ile yaklaşıyorum, onlara ve içinde bulundukları duruma saygı gösterdiğimi görmelerini istiyorum. Hızlı hareket etmemeye ve yüksek sesle konuşmamaya çalışıyorum. Yaklaşımımda çok açık ve kalbimde onlara karşı içten olmayı tercih ediyorum. Onların da bunun farkında olmasını istiyorum. İnsanlar bunu fark ediyor.

En kötü tarafı, bir fotoğrafçı olarak başkalarının mutsuzluğundan yararlanmam. Bu düşünce hiç aklımdan çıkmıyor. Her gün. Zira biliyorum ki, ihtirasım ve kariyerim bir gün merhamet duygularımı ele geçirirse ruhumu satmış olacağım. Mesleğimi ancak acı çekenlere saygı duyarak aklayabilirim. Diğerleri tarafından kabullenilmemin ve kendi kendimi kabullenmemin sebebi de, bu saygıdır.

James Nachtwey

Savaş Fotoğrafçısı / James Nachtwey


Fotoğrafçı olma kararım, savaş fotoğrafçısı olma düşüncesiyle başladı. Bu kararı, 70'li yılların başında Vietnam Savaşı sırasında aldım. Vietnam'dan gelen fotoğraflar, bize gerçekte perdenin arkasında neler olduğunu gösterdi. Bu fotoğraflar, siyasi ve askeri liderlerin söylediklerinin tam tersini gözler önüne sermekteydi. Bunlar, güçlü ve ölümcül savaşın ne kadar insafsız ve ne kadar soğuk olduğunu gösteren doğrudan belgesel fotoğraflardı. Bu fotoğraflardan çok etkilendim ve sonunda hayatımı bu geleneği devam ettirmeye adamaya karar verdim. Bu işi yapabilmek için kendimden emin olmayı hissetmem, uzun zaman aldı. Çevremdeki diğer insanları buna inandırmadan önce, kendimi inandırmam gerekiyordu. 1980 yılında bir gece çok açık bir fikirle uyandım: "Öğrenebileceğim her şeyi öğrendim şimdi, savaş fotoğrafçısı olmak için New York'a gidip şansımı deneme zamanıdır." dedim. Savaşın olduğu ülkelerde bu işi yapmaya hazır olduğumu hissediyordum. Gerçekten hemen sözleşmeler yaptım. Bu, duyguların yoğun olduğu heyecanlı bir andı. Tarihe tanıklık edeceğimi hissediyordum. Bu tarihe tanıklık, akademik bakış açısından veya uzaktan değil; tarihin gidişatı içerisinde sıradan insanlara ne olduğu ile ilgiliydi. Bu, benim için en heyecan verici ve emek harcamaya değen deneyimdir. Bu, neden fotoğrafçı olduğumu gösteren deneyimdir. Bu nedenle bunları anlatmak istedim. Daha sonra bunun tehlikeyle karşı karşıya gelmeyi, bir anlamıyla macerayı ve insanların doğrudan duygularını hissetmeyi içerdiği gördüm. Bu, bir tiyatro sahnesi gibiydi; fakat seyirci olmak yerine sahnedeyim ve senaryo, dakika dakika gelişmelerle yazılmaktaydı. Ne olduğunu anlayabilmen için olayları anlaman, önceden ne olacağını sezmen ve ayrıca bu olaylarla duygusal ve zihinsel olarak bağlantı kurman gerekliydi. Fotoğraf çekerken kişisel vizyonumu nasıl geliştireceğimi ve kendi duygularımı nasıl ifade edeceğimi öğrenmeliydim. Bunun için kendi duygularımı bilmem gerekir. Fotoğraf sayesinde dünyayı ve kendimi keşfettim.

James Nachtwey

Africa / James Nachtwey



Kariyerimin yarısını Afrika'da geçirdim. Bir durumda veya diğerinde... Bu durumlardan kesinlikle en trajik ve yıkıcı olanı açlık ve kıtlıktır. Aslında bu açlık, doğanın değil; savaşın bir sonucudur. Bu, aslında en eski kitle imha silahlarından birisidir. Oldukça ilkel ...ama bir o kadar da etkili. Yiyecek verilen merkezlerde çekilen açlık mağdurlarının fotoğrafları herkes için önemlidir Bizler insanların değil, onlara yardım etmeden açlıktan ölenlerin fotoğraflarını çekiyoruz. Arkamıza bakmadan uzaklaşıyoruz. Daha kritik konuları yayınlamak en zorudur. hiçbir zaman kolay olmadı, ama son yıllarda daha da zorlaştı. Çünkü toplumumuz, eğlence dünyası, yıldızlar ve moda tarafından işgal edildi. Reklâmcılar, kendi ürünlerini insanlık trajedisine ilişkin fotoğrafların yanına koyulduğunu görmek istemiyorlar. bu, onların toplam satışları ile ilgili bir şey. Ben, fotoğrafları medyada görünmesi için çekiyorum. Niyetim, fotoğraflarımın sanat objeleri olarak görünmesi değil. Onlar, bir çeşit iletişim aracı. Ne zaman işimden bir sonuç alsam, hoşnut oluyorum. Fakat yapacak çok şeyim var. Hiçbir zaman işimin tamamlandığını ve gerçekten memnun olduğumu hissetmedim. Gerçekten mutlu olduğumu söyleyemem, çünkü fotoğraflar, içinde her zaman diğer insanların trajedisini ve mutsuzluğunu barındırıyor. Bu, olsa olsa insanların dikkatini bu sorunlara odaklanmasını sağlayan acı bir mutluluktur. Belki de bir şeyleri başlatır umuduyla hareket eden bir kum tanesi gibi.

fotoğraflar ve yazı:
 James Nachtwey

PALESTİNE (FİLİSTİN)



James Nachtwey

Rwanda / James Nachtwey


"Benim şahit olduğum en akıl almaz durum, Ruanda'daydı. Kaç kişinin öldüğü bilinmiyordu; fakat yarım milyon ile iki milyon arası kişinin öldüğü tahmin ediliyordu. Bu insanlar, ilkel silahlarla öldürüldüler: Sopalar, taşlar, palalarla yüz yüze mücadelede... Katliamın yapıldığını kendi gözlerimle gördüm ve insanların bunu birbirine nasıl yapabildiğini anlayamadım. Böyle bir korku ve nefret nereden gelmekte? Bu, benim anlayışımın yerine geçmekte. Bunun üstesinden gelmek gerçekten çok zor. "


"Sonunda Hutu ordusu yenildiğinde; Yüzlerce, binlerce Hutu, yakın ülkelere Tanzanya veya Zaire'ye kaçtılar. Goma'daki mülteci kampında yaşayanlar arasında kolera salgını ortaya çıktı. Yüzlerce insan bu yüzden ölüme terk edildi. Fotoğrafını çektiğim birçok insanın sonunun da, birkaç hafta önce katledildiğini gördüğüm insanlar gibi olacağını anladım. Bu, öbür dünyaya ekspres bir asansörün kalması gibiydi."

9/11 James Nachtwey


Indonesia / James Nachtwey



Endonezya'da çok yaygın olan yoksulluğun belgesel fotoğraflarını çekmeye başladım. Çok korkunç bir yoksulluk bulunmaktaydı. İşleri ve aileleri olan bu yoksul insanlar, işçi mahallelerinde yaşıyorlardı. Bu, onların kendilerini buldukları yer: Demiryolu rayları kenarları. Onlar ne uyuşturucu bağımlısı ne de anti-sosyaller. Onlar çalışıyor ve çocuklarını büyütüyor. Kırsal daha iyi yaşam için göç eden bu insanlar, normal barınma ihtiyaçlarını bile karşılayacak parasal güçleri yok. Bundan dolayı bu insanlar, tahtadan ve plastikten kendi kulübelerini inşa ediyorlar.

Bulduğum tek kollu ve tek bacaklı bu adamla yaptığım bu röportaj sırasında, bu adama yedi yıl önce bir trenin çarpıp üstünden geçtiğini öğrendim. Adam, karısı ve dört çocuğu ile birlikte trenlerin arasında çakıl taşları üzerinde yaşıyordu. Çocuklarına sevgiyle bağlıydı ve çocukları aynı şekilde onu seviyordu. Ailesini bir arada tutmak için elinden geleni yapıyordu. Onların yaşamının belgeselini yapmak için onlarla birlikte belirli bir süre geçirdim.


Geçtiğimiz yıllarda ekonomik canlanma gösterdiği iddia edilen ülkelerdeki yoksulluğu incelemeye başladım. Gerçekte bu ekonomik canlanmanın, nüfusun yalnızca çok küçük bir kısmına yarar sağladığını gördüm. Olağanüstü yoksulluk koşullarında yaşamaya devam eden değişmeyen bir insan kitlesi bulunmakta.

Andre Kertesz in Paris

ÇEŞİTLEMELİ KORKU / BİLGE KARASU


BİR ÇIĞ GİBİ GELDİN ÜSTÜME



ÜSTÜME BİR ÇIĞ GİBİ GELDİN
KENDİNE KATTIN BENİ



SENİ            SENİ               SENİ
             SENİ         :      SENİ       :
gördüm - : - duydum - : -  - :
      yaşadım - - -   öldüm  -            :



SENİN YANIMDASIZLIĞIN BİR SİLİK
SUSKUYDU,GÜNSÜZ KARANLIĞIMIN
KESER   AÇARDI   KAPISINI,   SESİN,
YÜZÜN,   YÜRÜMEN





BİR ÇIĞ GİBİ GELDİN ÜSTÜME
KENDİNE KATTIN BENİ
YUVARLANDIK BİR SÜRE




SONRA   SONRA  SONRA
YIKTIK KENDİMİZİ  DE





BEN ÇIĞ OLDUM ŞİMDİ. SEN,
                  kar'ımdaki taş, karnım-
ETİMDEKİ
             daki, dokumdaki
KAMA



SENİ            SENİ               SENİ
             SENİ         :      SENİ       :
yaşadım - : - duydum - : -  - :
       öldüm  ---------------            .



ANLARIM SENİN GELECEĞİN OLUYOR
GERÇEKLİK DUYUSUNU YİTİRİP,
UZAKTAN UZAĞA HEP SENİN SİV-
RİLDİĞİN BİR PUS İÇİNDE YAŞAMAĞA
BAŞLADIĞIM ŞU ANDA.
SEN AĞAÇTAN SEN AĞACA KOŞU-
YORUM, ARADAKİ PUSARIK BATAK-
LIKTA AYRIŞIP YIVIŞAN GÜNLERİN
HİÇLİĞİNDE.


                                                             1972-1973-1974


(Şiir) Mart 1975, C: XXXI, S: 282, s. 205-211

Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi





Melankolik Aylak: Nerval



Nerval'in eserlerinde bol bol yürür insanlar. 
Dolaşır, hatırlar, hayal kurar, türkü tuttururlar:

Cesaret, dostum! Cesaret!
Köye yaklaştık işte!
Karşımıza çıkan ilk evde,
Bir güzel dinleneceğiz elbet!

Kütüphanede -nadir elyazmalarını arayarak, soyağaçlarının izini sürerek, tarihin boşluklarını doldurarak- geçen uzun çalışma saatleri ile yazı yazmakla (Dumas’nın tabiriyle “şu olanaksız kitapları” yazmak) veya sadece yazılarını çoğaltmakla geçen uzun saatler; az sayıdaki arkadaşına yaptığı ziyaretler ile tiyatroda Biricik'i (uzaktan, tutkuyla sevdiği aktris Jenny C.) arzulayarak geçirdiği akşamlar arasında kalan zamanda yürüyüşe çıkardı Nerval.

Almanya, İngiltere, İtalya, Hollanda ve Doğu’ya (İskenderiye, Kahire, Beyrut, İstanbul) yaptığı seyahatlerden değil, daha ziyade Paris sokaklarında Montmartre’tan inip Les Halles’nin sokaklarında kaybolduğu yürüyüşlerden; Ermemonville ya da Mortefontaine ormanlarında, Pont-Arme, Siant-Laurent korularında ve Aisne veya Theve kıyılarında (her zaman Jean-Jaques’ın Peupliers adacığındaki “eski ve sade” mezarına uğrardı) yaptığı uzun gezintilerden bahsetmek istiyorum. Nerval’in manzaraları şatolar, siperli kuleler, yeşil vadilerde salınan kırmızı çalılıklar, günbatımlarının turuncu yaldızlarından mürekkeptir. Sıra sıra ağaçlar vardır. Uykuya yatmış gibi sakin manzaralar. Her yerde hayaleti andıran maviye çalan sabah sisi. Sönük sarı ekim akşamları. Bir rüyada gibi, yavaşça, az engebeli olduğu için çaba harcamadan yürünür oralarda. Solmuş yaprakların hışırtıları çalınır kulaklara.

Nerval’in yürüyüşlerinde melankoli duygusu vardır; isimlerin, anıların melankolisi (tıpkı Ateşin Kızları ve Promenades'ındaki gibi). Yürüyüşün sonunda küçük bir köye ulaşırsınız. Sisin örttüğü koruluklardan geçerek sonbahar ışıklarıyla yıkanan köye varırsınız. Yıllardır buranın ismini düşlemişsinizdir: Cuffy, Châalis, Loisy, Othis... Melankolinin hafifliği: Hep muğlak ve düzensiz bir ışıkta Nerval’le yapılan yürüyüş, zihni itinayla kucağına alır ve canlanan anılar onu sallar. Böylece bu hafif, insanı zorlamayan yürüyüşlerde çocukluğun kederleri geri gelir. Yürürken sadece rüyaları anımsarsınız.

İnsanı canlandıran ya da etkileyen hiçbir şeyin olmadığı o ürpertici ormanlarda sabahın mavisinden akşamın turuncusuna kadar süren bu yürüyüş, hüznü dindirmez. O iyileştiren gücünden, enerjisinden eser yoktur. Hüznü yok etmez, dönüştürür. Çocukların bildiği ve kullandığı bir simyadır o; kederi sulandırıp onunla yıkanmak için kendinizi suya bırakır gibi yürürsünüz. Hüznünüzün açık havada uzaklara yelken açmasına izin verirsiniz; kendinizi bırakırsınız. Nerval’in yalnız gezgininin yeniden bulduğu hülyalı bir yürüyüştür bu, tıpkı sizi tırmanmaya zorlayan Nietzsche gibi, ancak onun zirvesinde kader değil, çocukluk düşleri vardır.

Eski şarkıları mırıldanırsınız: “Flandre’den evine giden bir atlıydı o.” Sonbaharda utangaç güneşin altında uzun süre yürümek zamanı bulandırır. O hafif engebeler arasında yıllar dağılır, yığılır, birbirine karışır. Ancak hışırtılar, fısıldayan rüzgar, soluk gün ışığı hep aynıdır. Çocukluk dünden önceki gündür; dün derhal şimdi, karanlık ve serin orman patikaları boyunca seyrelen kederi sürdürür. Nerval’in melankolisi hülyalıdır; mazide kalmış müşfik kadınların yüzlerini ve hayaletlerini uyandıran aheste yürüyüşler. Bir de yürürken hissedilen, sadece bu ışık altında geçmiş bir çocukluğun kesinliği vardır. Ne kayıp yıllara, ne de çocukluğa dair bir nostaljidir bu; bizzat çocukluk nostaljidir zaten (bu geçmişi olmayan nostaljinin mucizesini bir tek çocuklar bilir). Valois’nın manzarası içinde aheste aheste yürürken belirir.

Bir de sabit fikirlere, zamanın sona ermesine düşkün, faal, karanlık bir melankoli vardır Nerval’de (tıpkı Aurelia'sındaki gibi). Duygulu, ağırbaşlı, halsiz sonbahar yürüyüşleri yoktur artık. Bir arayışın, kaderin, zamanın sonunun ötelenemezliğinin peşindeki ateşli bir yürüyüştür bu. Nerval 1854 yazında, her ne kadar doktoru iyileştiğini düşünmese de, klinikten ayrıldıktan sonra yürümeyi hiç bırakmaz. Yol üstündeki bir otelde, sadece bitkin düşen bedenini dinlendirmek için kullandığı bir odası vardır. Yürür, yürür, bir kafede durup bir şeyler içer, sonra tekrar yürür. Bir okuma salonunda ya da kütüphanede durur, bir arkadaşını ziyaret eder, sonra yeniden yürümeye koyulur. Kaçıştan ziyade, öngörülen şeyi doğrulamaya yönelik sabit bir ısrardır bu.

Yürümek bu defa faal bir melankolinin parçası hâline gelir. Aurelia'nın her yerinde işaretleri gösteren bir yürüme imgesi vardır. Kentleri adımlayan kaçığın sıkıntılı coşkusu... Sokaklar deliliği sürdürmek, beslemek, derinleştirmek için mükemmel bir ortamdır. Dört bir yandan gelen kaçak bakışlar, kopuk kopuk hareketler, birbirleriyle çelişen gürültüler: motorların, zillerin, konuşmaların, kaldırımları döven binlerce adımın gürültüsü. Ve sanki olacağına varırmış gibi, her şey bir mücadeleye dönüşür ve zırdeliliğe ulaşılır.

Son gününü, 25 Ocak 1855’i düşünüyorum; Nerval’in, kendini asacak bir pencere demiri bulduğu Vicille-Lanterne Sokağı’nda biten son aylaklığı. Fakat düşünüp taşınınca bu tam olarak “aylaklık” sayılmaz çünkü Nerval sabit, ötelenemez bir düşünceyi takip ediyordu. Bacaklarında Aurelia vardı. Ve her neyi vardıysa işte o, bir insana bir yıldızı takip ettiriyordu.


Gezgin Nerval


İnilir, çıkılır, koruluklar, ovalar geçilir ve Alplerin karlı dorukları parlar her zaman, Güzel bir kaldırımda ilerliyoruz tan sökerken, birçok kapılardan geçiyoruz... derken, Bern'deyiz. Kuşkusuz İsviçre’nin en güzel kentinde.

İşte gezgin Nerval, gazeteci Nerval bu. İsviçre’yi dolaşıyor ve şehirden şehire, tepeden vadiye, posta arabasından ırmak kayığına bizim için izlenimlerinin günlüğünü tutuyor. Yer ve zaman olarak doğru bir günlük. Bu izlenimlerde düzeltilmiş, tepkisel hiçbir şey yoktur; izlenimler birbirini izler sadece. Dağ bayır, inilir çıkılır, duraklanır, bir komşuyla tartışılır, yenilir içilir, yatıp uyunur ve hareket edilir sonra. Tek bir hareket yasası vardır burada, o da yasanın yokluğudur, talihe ve zamana boyun eğilir. ‘Talihe bağlı olmayı seviyorum biraz' diye yazar Nerval, başka bir yerde de şöyle der: “Ülkenin yollarını göstermek istiyorum sadece, arabaların yalnızlığını, şu anda şurda burda konuşulan, yapılan, yenilen şeyi anlatmak istiyorum.” Şu an, işte yolculuğun zamansal birliği. Fıkralar, turistik bilgiler, betimlemeler, eğlenceli düşünceler, anlatı bütün bunları kopuk kopuk ve geçici bir gerçekliğin özünü açıklamak isteyen bir şimdi’de toplar. Hiçbir izlenim filizlenmesi, duygu ya da metaforun işin içine karıştığı iradeli hiçbir duyum yoktur orda. Nerval imge toplamak için gezer, bunu kendisi söyler bize. Şurda burda, incelikle ve ustalıkla konuşmalara ve görünümlere dalıp gider. Hep yeniden başlanmış bir alanı kat eder, bıkmadan.

Dalıp gitme durur bazan, şurda burda bir burada olur, duyumlar düzenlenir, bir panorama oluştururlar. Bir anın aydınlığında, onları söylenir söylenmez anlamak yerine, gezgin olayları kendi karşısında belirler ve onlara bütünüyle sahip olur. Devinimsiz, yayılmış manzara planları birbiri üzerine çözülürler o zaman. “Scutari (onun resmi), mavi dağların ayırdığı ufukta, uzakta,” İstanbul “ufukta, uzaktan parlıyor”, “çocukların, ışıkların karşısında gezdirdiği iğne pikeleri resmini anımsatıyor, profili iyice belirirken...” Yolculuk hikâyeleri benzer sembollerle doludur: Gerçek orada derinliği olmayan bir çizgi sanatı (grafizm) olarak saptanır, çizgi ve noktalar her madde ya da form kaymasını önler, açık bir ufuk uzaklığın sınır işaretlerini belirler. Bu kesip ayırma o kadar kusursuz başarılmıştır ki manzaranın bütün gerçekliği manzarada yitip gider sonunda. Bir yüzeyle Önceden sınırlanmış olan görünüm bir profile indirgenir. Bir kaleydoskop (çiçek dürbünü) estetiğinden sonra, Nerval bir kartpostal sanatı önerir bize.

Bu sanat özü bakımından olumsuz nedenlerle çözümlenmeyi hak ediyordu: O, bize Nerval olmayan, dahası bir tür Nerval-karşıtı bir kişiliği betimler. Aurelia'nın girişini yeniden okursak, onun yolculuğunun gerçek nedenini bulabiliriz: Nerval iyileşmeye çalıştığı için yolculuklara çıkar. Akıl hastanesinden çıkar çıkmaz karadüşlerini unutmaya çabalar, bunun için de yeni bir insan olmaya yönelir. Herkes gibi, sıradan, zararsız bir izlenim vermeye çalışır. Çılgınlığının bir rastlantı, artık aşılmış bir durum olduğuna hem kendini, hem dostlarını inandırmak ister. Olmadığı şey olmaya çabalar çılgınca:

Kendimi bir sevinç kaynağı, tasasız biriymiş gibi gösteriyordum, dünyayı dolaştım, değişik ve geçici heveslere kapıldım delice; özellikle uzak toplulukların giysilerini ve garip adetlerini seviyordum: böylece iyiliğin ve kötülüğün koşullarını, deyim yerindeyse bizim için duygu olan şeyin sınırlarını biz öteki Fransızlar için değiştirebileceğimi sanıyordum.


Louis Marcoussis / Ten Etchings for Aurelia


SEBASTIAO SALGADO'NUN FOTOĞRAFLARI

SEBASTIAO SALGADO'NUN FOTOĞRAFLARI

Işık Çöplüğün Sırrıdır

Edouardo Galeano




1

Bu fotoğraflar, trajik bir ihtişamla dolu bu figürler, umutsuz bir heykeltıraş tarafından taşa ya da ahşaba mı işlendiler? Bu heykeltıraş fotoğrafçı mı? Yoksa tanrı mı, ya da şeytan, ya da yeryüzü gerçekliği mi?

Kesin olan tek bir şey var; bu figürlere etkilenmeden bakmak çok zor. Kimsenin omuz silktiğini, kör ve uzak, başını çevirip hiçbir şey yokmuş gibi ıslık çalarak uzaklaşabildiğini sanmıyorum.





2

Açlık açlığın öldürdüğü insana benziyor. İnsan insanın öldürdüğü ağaca benziyor. Ağaçların kolları var, insanların da dalları. Sıska, kuru bedenler: Ağaçlar kemiklerden yapılmış; insanlar, güneşte büzülmüş köklerden ve budaklardan. Ne ağaçların ne insanların yaşı belli. Hepsi binlerce yıl önce, kim bilir kaç yıl önce, doğdular ve ayaktalar, onları bir başına bırakan göğün altında açıklanamaz bir biçimde ayaktalar.





3

Dünya o kadar hüzünlü ki, gökkuşağı bile siyah beyaz çıkıyor ve o kadar çirkin ki, can çekişenlerin peşindeki akbabalar hemen üstlerinde uçuyor. Birisi Meksika'da şarkı söylüyor:

Hayat lavabodaki pislik gibi, giderden akıp gidiyor.

Ve biri Kolombiya'da konuşuyor:

"Hayatın bedeli arttıkça artıyor, hayatın değeri düştükçe düşüyor"

Ama ışık çöplüğün sırrıdır ve Salgado'nun fotoğrafları bize bu sırrı anlatıyor.

Görüntü çözeltinin sularını emip ışık sonsuza dek gölgede sabitlenince, zamandan ayrılan ve sonsuza dönüşen tek bir an oluyor. Bu fotoğraflar, çıplak dünya gerçeğine ve o gerçeğin gizli pırıltısına tanıklık etmek için yaratıcısından ve gösterdiği kahramanlardan sonra da yaşamayı sürdürecekler. Salgado'nun kamerası vahşi karanlıkta hareket ediyor; ışık arayarak, ışık avlayarak. Işık gökyüzünden mi düşüyor, yoksa bizden mi çıkıyor? Bu ışığın yakalandığı an, bu ışıltı, fotoğraflarda bize görülmeyeni ya da görülen ama fark edilmeyeni açıklıyor: Fark edilmeyen bir varlığı, güçlü bir yokluğu. Bize, yaşama acısının ve ölüm trajedisinin kendi içinde insanın dünyadaki macerasını ipotekten kurtaran kudretli bir büyüyü, ışıltılı bir gizemi sakladığını haber veriyor.




SEBASTIAO SALGADO



Salgado:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/06/jb.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/06/songs-of-humpback-whale.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/11/derin-zamanlar.html

DEĞİŞEN SARTRE


"Bende eksik olan gerçeklik duygusuydu. Değiştim o günden bu yana. Yavaş yavaş gerçekliğin yaşantısına varmayı öğrendim. Açlıktan ölen çocuklar gördüm. Ölü bir çocuğun karşısında «Bulantı» ağır basamaz."

Sartre



Jean-Paul Sartre’in «Le Monde» da yayımlanan bir konuşması «Sanatta bağlanma» konusunu yeniden öne çıkardı, geniş yankılar uyandırdı. Bu arada iki solcu yazar, Claude Simon ile Yves Berger, «L’Express» de Sartre’a cevap verdiler. Ispanya Savaşı’na katılmış, Nazilerin işkencesine uğramış olan Claude Simon’un yazısı özellikle ilginç görüldü. Aşağıdaki çeviri konuşmanın İngilizcesinden yapılmıştır (Encounter, Haziran sayısı). Çevirmen Anthony Hartley, Sartre’ın «Le Monde»a gönderdiği bir mektupta yaptığı düzeltmeleri de göz önünde tutmuş. Claude Simon’un yazısı doğrudan doğruya Fransızcadan, «L’Express»den çevrilmiştir.


SARTRE «Sözcüklerdeki (Les Mots) tarih sıralamasında çelişmeler var, eleştirmenler onlara parmak basmakta haklıydılar. Kitabın büyük bir parçası 1954’de yazılmıştı da, on yıl sonra, yayımlanışından birkaç ay önce yeniden ele alıp bazı değiştirmeler yaptım. Tarih sıralamasına girişmedim.

«On yıldır bir uzun, acı, tatlı çılgınlıktan uyanmaktaydım,» dediğinizde, bu değişikliğin gerçekten 1954’de mi başladığını anlamalıyız?

SARTRE Evet. O sırada, olayların itişiyle, büsbütün politikaya vermiştim kendimi. Eylem havasına girince, birdenbire, önceki eserlerimi avucuna almış olan nevrozu anlayıverdim. Hiç farkında değildim bunun daha önce içindeydim çünkü. Simone de Beauvoir benden önce sezdi bu nedenleri. Her nevrozun özelliği kendini doğalmış gibi göstermesidir. Yazmak için yaratıldığıma büyük bir rahatlıkla inanıyordum. Varlığımı doğrulamam gerekliydi ve bütünüyle edebiyata yaslanıyordum. Bu düşünüşten kurtulabilmem otuz yıl sürdü. Politikayla kurduğum ilgiler gerekli açıyı sağlamama yol açınca, hayatımı yazmıya karar verdim. Bir insanın kutsal bilinen edebiyattan entelektüelliğini yitirmeden nasıl eyleme geçebileceğini göstermiye çalıştım.

«Sözcükler»de (Les Mots) çılgınlığımın, nevrozumun kaynağını açıklıyorum. Yaptığım çözümleme yazı yazmayı düşliyen gençlere yardımcı olabilir. Bu özlem hayli tuhaf gene de, bir «çatlaklık» niteliği yok değil. Bir boks şampiyonu ya da bir amiral olmayı düşliyen genç gerçeği seçiyor. Eğer yazar hayalîyi seçerse, ikisini karıştırıyor birbirine.

— Yazdıklarınızı okuduktan sonra, edebiyatı seçmek zorunda kaldığınıza pişman olmuş göründüğünüzü söyliyebilir insan.

SARTRE Doğrusunu isterseniz, 1954’de pişman olmak üzereydim. Başka bir dünyaya ayak basıyordum. Hayatımı elli yıl hesaplamıştım (şimdi elli dokuz olmak üzereyim). Ama, görüyorsunuz, «Sözcükler»de (Les Mots) iki ayrı ses var : biri yazarlığımı mahkûm edişimin yankısı, biri de bu sert yargının yumuşatılması. Hayat hikâyemi daha önce, o en atak biçimiyle yayımlamayışımın nedeni çok abartılmış olduğunu görmemdi. Yazı yazıyor diye bir mutsuz kişiyi çamura batırmak gerekmez. Ayrıca, bu arada, eyleme geçmenin de zorlukları olduğunu, insanın ona da bir nevroz yüzünden girebileceğini anladım. Politika da kurtarmıyor insanı, edebiyattan fazla.

Ne kurtarır insanı?

SARTRE Hiçbir şey. Hiçbir yerde kurtuluş yoktur. Kurtuluş düşüncesi bir mutlak düşüncesini gerektirir. Kırk yıl mutlakla yaşadım, bir nevroz. Mutlak yok artık. Geriye sayısız çaba kalıyor ve edebiyat onların en imtiyazlısı değil. «Artık hayatımı ne yapacağımı bilmiyorum» sözümün böyle anlaşılması gerekir. Oysa eleştirmenler, Simone de Beauvoir’in «Aldatıldım» sözünü olduğu gibi, bunu da yanlış anladılar, bir umutsuzluk çığlığı sandılar. Beauvoir o sözü söylemekle hayattan beklediği ama bulamadığı bir mutlak’ı işaret ediyordu. Görüşümüz aynı. Benim umutsuzluğum da onunkinden fazla değil. Ayrıca, ben oldum olası iyimser bir insanım, belki de gereğinden çok...

İlk Sartre evreni, «Bulantı»daki (La Nausee), hiç de gül-pembe değildi. Dünyayı o ışıkla görmüyor musunuz artık?

SARTRE Hayır, evren gene karanlık. Bizler bir belâya uğramış hayvanlarız... Ama, birden anladım ki, yabancılaşma, insanın insanı sömürmesi, gıdasızlık gibi kötülükler, bir lüks olan metafizik kötülüğü arkaya itti. Açlıktır kötülük bugün. Bir Sovyet vatandaşı, görevli bir yazar, bir gün bana şöyle dedi «Yeryüzünde herkes rahata ulaştığı zaman, insanin tragedyası başlıyacak sınırlılığı.» Şimdiden bunu düşünmek gereksiz. Ben toplumsal ve ekonomik dertlerin giderilebileceğine inanıyorum, özlüyorum bunu. Biraz talihle o mutlu çağ gelebilir. Dünya değişince işlerin daha iyi gideceğine inananlardan yanayım ben.

Öyleyse bir Beckett’in kötülüğe mahkûm evrenini kabul etmiyorsunuz?

SARTRE Beckett’e hayranım, ama bütün varlığımla ona karşıyım. O hiç gelişme yolu aramıyor. Benim kötümserliğim hiçbir zaman gevşekliğe düşmemiştir. «Bulantı»yı yazdığım günden beri hep bir ahlâk yaratmak istedim. Bendeki gelişme artık böyle şeyler düşlememem. Bugün «Dünya Nimetleri»ni (Les Nourritures Terrestres) korkunç bir kitap olarak görüyorum «Tannyı her yerden başka bir yerde arama.» Gidip bir işçiye, ya da bir mühendise söyleyin! Gide bunu bana söyliyebilir birkaç seçkin kişiye iletilebilecek bir yazar ahlâkı. Onun için de beni ilgilendirmiyor artık. Her şeyden önce insanlar hayat şartlarını düzelterek insan olmalıdırlar ki evrensel bir ahlâk yaratılabilsin. Ben onlara, «Yalan söylemiyeceksin,» diyerek işe başlarsam, politik eyleme yer kalmaz ondan sonra. İlk iş insanın bağımsızlığını sağlamaktır.

Bütün bunlar daha önce yazdıklarınızdan vazgeçmiye mi götürüyor sizi?

SARTRE Hiç de değil. «Sözcükler» de (Les Mots) bunun üzerine yazdıklarım yanlış anlaşıldı. Vazgeçtiğim bir kitabım yok. Ama bu onları iyi bulduğum anlamına gelmez. «Bulantı» da sonradan pişman olduğum şey kendimi işin içine bütünüyle sokmamış olmamdır. Kahramanımdaki hastalığın dışında kaldım, nevrozumdu koruyan, yazmak yoluyla, bana mutluluk veriyordu... Her zaman mutluydum. O sıra kendime karşı daha dürüst de olsam gene yazardım «Bulantı»yı. Bende eksik olan gerçeklik duygusuydu. Değiştim o günden bu yana. Yavaş yavaş gerçekliğin yaşantısına varmayı öğrendim. Açlıktan ölen çocuklar gördüm. Ölü bir çocuğun karşısında «Bulantı» ağır basamaz.

Hangi eser ağır basabilir?

SARTRE işte yazarın sorunu tam bu. Aç bir dünyada edebiyatın görevi, yeri nedir? Ahlâk gibi, edebiyatın da evrensel olması gerekir. Onun için de yazar çoğunluğun yanında yer almalıdır, iki milyar açın yanında, eğer herkese seslenmek, herkesçe okunmak istiyorsa. Bunu yapmadıkça, seçkinler sınıfının hizmetindedir ve onlar gibi sömürücüdür. Büyük okur yığınına ulaşmanın iki yolu var yazar için birincisi kimi memleketlerde sosyalist yazarların yaptığı gibi, halkı eğitmek amacıyla bir süre edebiyattan vazgeçmek. Yönetici sıkıntısı çeken bir memlekette, Afrika'da örnekse, nasıl olur da Avrupa’da öğrenim görmüş bir yerli, öğretmenlik etmeyi kabul etmez, edebiyat uğraşını birlikte sürdüremiyeceğini anlasa bile? Avrupa’da oturup roman yazmayı yeğlerse, bu davranışı bana ihanete doğru bir kayma gibi görünür. Görünüşteki karşıtlık bir yana, bütün bir topluma hizmetle edebiyatın gerekleri arasında ayrım yoktur.

İkinci yol, ancak bizim devrimci-olmıyan toplumlarımıza uygulanabilir, herkesin okuyacağı günlere hazırlanmak, sorunları en atak, en kaçamaksız biçimiyle ortaya koymaktır. Alain Badiou’nun «Almagestes»de yaptığı budur, bir temizleme, bir arıtma amacıyla dili yargılıyor.

Bir «Almagestes» herkesçe okunabilir mi?

SARTRE Dikkatli olun. Ben en aşağı şeylere yönelen orta malı edebiyatı salık vermiyorum. Halk da bir yazarı anlamak için çaba göstermek zorundadır; çünkü bir yazar kapalılığı özlemese bile, yeni edinilmiş düşüncelerini her zaman açıkça, bilinen örneklere uyarak dile getiremez. Mallarme’yi alalım. Onu Fransız şairlerinin en büyüğü sayarım, ve şiirlerini anlamak için hayli zaman harcadım. Savunduğu kapalılık teorisi yanlıştır, ama söylediği şeyler güç olduğu zaman okunması da güçleşebilir. Hem halkın yalnız kolay anlaşılır şeyler istediğini de sanmamalıdır. Son cep kitapları denemesi bunu açıkça gösterdi. Kitaplarım daha küçük basılmıya başladığından beri benim de okurlarım değişti. Şimdi işçilerden, daktilolardan mektup alıyorum... Çok ilgi çekici mektuplar.

Kısacası, edebiyatı sonunda sağlığa erdirecek genişlikte olmasını istediğiniz yazarla halkın buluşması her iki yan için de bir zafer olacak...

SARTRE Bu savaşın yapılması gerek. Yazar iki milyar aç insan için yazamadıkça hep bir tedirginlik duygusu altında ezilecektir.

Kalemini ezilenlerin hizmetine vermesini mi istiyorsunuz?

SARTRE Evet, ama yazarın görevidir bu, yapması gerekeni yaptığı zaman bundan bir karşılık beklemez. Kahramanlık kalemin ucuyla kazanılmaz. Benim yazardan istediğim, gerçekleri ve ana sorunları önemsemesidir. Dünyadaki açlık, atom tehlikesi, insanın yabancılaşması, nasıl oluyor da bunlar bütün edebiyatımıza renklerini vermiyor, şaşıyorum. Az gelişmiş bir memlekette Robbe-Grillet’yi okuyabilir miyim sanıyorsunuz? O kendinde hiçbir sakatlık görmüyor. Bence iyi bir yazar, ama rahata ermiş burjuvazi için yazıyor. Yeryüzünde Guinea’nin de bulunduğunu anlamasını isterdim. Guinea’de Kafka’yı okuyabilirim. Onda kendi rahatsızlığımı yeniden buluyorum. «Almagestes»i de, çünkü dil yoluyla gene bizim dünyamız yargılanan. Görüyorsunuz, çağdaş yazar kendi huzursuzluk bildirilerini yazmalı ve onları açmıya çalışmalıdır. Kendisini bütünüyle umutsuzluğa kaptırmıyan bir çeşit Beekett. Biçim o kadar önemli değil bence, isterse klâsik olsun, isterse de olmasın. «Harp ve Sulh»un ya da «Almagestes»in biçimi. Hepsi doyurucu. Bir eserin tek değer ölçüsü sağlamlığıdır: Hem kavrayacak, hem de kalıcı olacak.

Hayatınızı yazmıya devam edecek misiniz?

SARTRE Elbette, ama hemen değil. Şu anda Flaubert’in biyografisini bitirmiye uğraşıyorum.

Niye Flaubert?

SARTRE Çünkü o benim tam karşıtım. Karşı düşünceler gerekli aydınlanmaya. «Sözcükler» de (Les Mots) yazdım «sık sık kendime karşı düşündüğümü.» Bu cümle de anlaşılamadı. Eleştirmenler onda bir mazoşizm itirafı gördüler. Ama insan böyle düşünmeli kafasına yerleştirilmiş ne varsa, hepsine isyan ederek.

Tedirginlik, yargılama, tartışma, isyan, sağlık, bağımsızlık... Fazla değişmiş değilsiniz.

SARTRE Herkesin değiştiği gibi değiştim bir değişmezlik içinde.





SARTRE'A CEVAPLAR:



Bağlanan & Bağıran Yazarlar


Portrait de Jean-Paul Sartre. Thierry Ehrmann



Yazı: Francois Bondy
Bağlanan ve Bağıran Yazarlar

Bağlanan yazarların kendilerini adayışıyla bağıran yazarların çığlıkları arasındaki ayrım, yalnızca sözde kalan bir ayrım değildir. Bağlanmış edebiyat: Bu terim, savaştan sonraki yıllarda Fransız aydınları arasında geçen, şimdi artık gerilerde kalmış sayısız tartışmayı, en çok da Jean-Paul Sartre’ın, yazarları, hiçbir siyasal tutum önermeksizin bağlanmaya çağırdığı Edebiyat Nedir adlı denemesini getiriyor akla. Bağırmaya gelince, bu tutum da, bundan on yıl sonra, en zararsız biçimde, örneğin oyun yazarı John Osborne gibi «öfkeli genç adamlar» arasında çıktı ortaya. Bugün artık hiçbirisi genç değil bu adamların, öfkelisi de pek kalmadı.

Yazarların adlarını sayarsak bu ayrımı daha iyi belirtebiliriz belki. Bağlanan yazar: Breoht, bağıran yazar : Celine; bağlanan : Sartre, bağıran : Genet; bağlanan : Malrauc, bağıran : Mailer. Saydığımız yazarlardan dördünün Fransız olması bir raslantı değildir. Fransız aydınlarının günlük olaylara katılma geleneği, Aydınlanma’yı, Voltaire’le Rousseau gibi zıt kişileri, Dreyfus Dâvası konusunda «aydınların yayımladığı ünlü manifestoyu», Cezayir Savaşı’na karşı yayımlanan bildirileri kapsar. Bazılarına göre kendini gerçeği bulmaya adamak— Romain Rolland’ın Birinci Dünya Savaşı sırasında kendisini sürgün etmesi gibi —- aydınların başlıca kıvancıdır. Julien Benda gibi bazı yazarlarsa bunu «okumuşların alçaklığı», bir aydının sahip olması' gereken özellikleri siyasal eylemler ve günlük olaylar uğruna, boşu boşuna harcamak olarak nitelerler; bu yollardan hiçbiri felsefe ya da edebiyatın temel işlevine hizmet edemez.

Bağlanan yazar .- bu terim bazı güçlükler yaratıyor çünkü bağlanmak aynı zamanda satılmak demektir; böyle olunca da kendi içinden gelen sese uyan yazarla, kendini hak ve ilerlemeden yana olan bir parti ya da hükümete adayan yazar arasındaki ayrımı belirtmeye yetmiyor.

«Bağlanma» terimini ben, yukardan gelen herhangi bir baskı söz konusu olmaksızın yazarın kendini bir şeye özgürce adaması anlamında kullanacağım. Bu, son nefesine dek haksızlık altında ezilenler için çalışan Voltaire’e, Zola’yla Heinrich Mann’a dek uzanan soylu bir gelenektir. Aydmlanma’nın, Ansiklopediciler’in oğullarıdır bunlar. O zamandan bü yana bağlanma, içtenliğinden, saflığından bir şeyler yitirmiştir. Orwell ve Camus gibi önemli «bağlanmış yazarların yapıtlarında, çağdaş sorunlarla uğraşan, bu yüzden de kendi kendini eleştirme durumuna düşen yazarın belirsiz durumu işlenir. Modern yaşamın karmaşıklığının bilincinde olan bağlanmış yazar, bireyci olma eğilimindedir; kendisini herhangi bir siyasal eğilime kaptırmaz, uzak durur; oysa «baglanma»ya da devam ettiğinden bu uzak durmayla, olaylara katılmayı birbirine bağdaştırmaya çalışır. Bunu başardığı zaman kendisini sessizliğin sesi saymaz artık ve bağlanarak yazdıklarının konusu bağlanmanın «sorunları» olur çıkar.

Fransız aydınları, on yıl süreyle çağlarının en büyük sorunlarını kendi kendilerine tartışıp durdular; aradıkları nesnel bilgi değil, «en uygun tutumu» geleneksel bakımdan en uygun tutumu bulmaktı. Görünüşü kurtarmakla uğraşmaktan kendi düşüncelerini toparlamaya, hele hele düşüncelerini düzene sokmaya zaman bulamayan bu edebiyat adamlarının en çok başvurdukları biçimler «tutanak» ve «kişisel belge»lerdi; bunlar, biçimleri edebiyat havası taşımayan, yazana günlük gazeteleri, her gün bir parçası yayımlanan günlükleri, toutcourt haber yazılarını okurken düşünüp duyduklarını anlatan yazılardı. Savaş sonrasının bütün o katışık olayları içinde amaçları İspanya ve Çekoslovakya’daki şiddete, Amerika’daki ırk ayrımına, Rusya’daki zorunlu çatışmalara, İran ve Budapeşte’deki idamlara karşı, çok ölçülü bir biçimde başkaldırarak vicdanlarını rahat ve zihinsel dengelerini yerinde tutabilmekti. Sonunda dünyanın herhangi bir yerinde olan bir şey, tek derdi kendi tutarlılığı olan ve bundan başka bir şeyle uğraşmayan Salt Akıl açısından görülür oldu. «Litterature engage»nin tek konusu sonunda kendisi oldu; «bağlanmak da bir tekbencilik (solipsizm) olup çıktı. Böylece Sartre’ın uyandırmasına dek, baştan sona aydınların aydınlar üzerine yazdıklarından oluşmuş bir edebiyat doğdu... (George B. de Huszar)


Bağıran yazar: Dünyadaki kötülüklerden acı duyar, bu kötülüklere kızar. Çektiği acıları, öfkesini açıkça ortaya döker; içinde yaşadığı düzen ya da düzensizlikten öylesine nefret eder ki bu düzenin kurbanlarına şevgi duyacak zaman bulamaz (bununla, birlikte bu, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir genellemedir). Soğukkanlı akılcılığın yerine, duaların büyüsüne kaptırmıştır kendisini, Kendisiyle yazılarının arasına herhangi bir uzaklaşmanın, kişisel sorunlarının ya da hicvin girmesine izin vermez. Bu yakınlık, eşi bulunmaz bir şiir gücü kazandırabilir kişiye, ama bir aydını ya da bir edebiyatçıyı başarısızlığa da sürükleyebilir. Bağlanan yazar, karşısındakileri akıl yoluyla inandırmaya çalışır; bağıran yazarsa çığlığının uyandıracağı ve duyanların hemen etkileneceği birtakım duygular yaratmaya çalışır, çoğu zaman başarır da bunu. Salt akılcı olup çıkmış bir toplumda, edebiyat düzenli bir örgütü gösteren dile karşı sözcüklerin büyüsüne sığınma yolu olarak da görülebileceğinden «bağıran» şair, faydacı, maddeci bir dünyaya başkaldırmakta, büyü yüklü ama gene de gerçek olan güçlerle donatılmış birisi demektir. Sonra, her şeyin nesneleşmesine karşı başkaldırmaya katılmayacak kimse var mıdır? Bağıran yazar duygularını çok daha rahat başı boş barakabilir. Yapıtları da bağlanan yazarın yapıtlarına göre her zaman daha otobiyografik olacaktır; çünkü bağlanan yazar, dışardaki güçlere karşı başkaldırsa da aslında bir iç disiplinin ardından gitmektedir; yapıtları da düzenli bir iç dünyanın — bugünün dünyasına karşı çıkardığı yarınki dünyanın bir parçasıdır.

«Eylemci edebiyat» yaftası hem bağıran hem de bağlanan yazarların yapıtlarına yapıştırılabilecek bir yaftadır. Çünkü bu yazarların hiçbirisi yalnız yazmakla, yalnız yapıtlarını ortaya koymakla- yetinmezler. Çünkü «öfke»nin o genç dehası Rimbaud’nun «hayatı değiştirme».ve Marx’ın «dünyayı değiştirme» yolundaki öğütlerine uymaktadırlar. Andre Breton ve Gerçeküstücüler, bu iki şeyi birleştirmenin, aynı anda hem hayatı, hem de dünyayı değiştirmenin düşünü kurmuşlardır. Bu ikiz amaca ulaşabilmek için, bir yandan insanın düşçü, kendiliğinden ve başıboş olan yanlarına seslenmeye çalışırken bir yandan da toplumsal koşulları eleştirmiş ve Rus Devrimi gibi siyasal ayaklanmaları desteklemişlerdir.

Nedense insan hep bağıran yazarları, kendini tutkulara, içgüdülere kaptıran faşist yazarlar, bağlananları da Marx’çı, çözümleyici, sistematik kişiler olarak düşünüyor. Kabaca söylersek : öfke - aşırı Sağ; bağlanma da - Sol-dur. Bin dokuz yüz otuzların o birbirine taban tabana zıt çifti Celine’le Malraux, çarpuk çurpuk, inanılmaz şeylerle dolu otobiyografik romanlarında dünyaya karşı duydukları nefreti yoğun, açık seçik saplantılarla ortaya dökerler. Yeni Fransız düzyazısının öncüsü olmuştur Celine. Onunla hiç ilgisi olmayan Sartre gibi yazarlar bile kendisine çok şey borçlu olduklarını kabul etmişlerdir.

Barışa Bağlanmak / Sartre

JEAN-PAUL SARTRE'IN BARIŞA BAĞLANIŞI

Vincent von Wroblewsky




İkinci Dünya Savaşı, tutukluluk (Fransa ile Almanya arasındaki savaşın resmen sona erdiği 22 Haziran 1940 Ateşkes Antlaşmasından bir gün önce, 35. yaş gününde tutuklanmıştı) ve direniş (onun daha sonraki yaşamını belirleyen deneyimler) Sartre'ı siyasal bağlanıma götürdü.

Altmış yaşındaki Sartre, o günleri şöye anımsıyor: 

"Savaş yaşamımı tamamen iki parçaya bölmüştü. Savaş ben 32 yaşındayken başladı ve 40 yaşıma geldiğimde bitti. Bu, yaşamımda bir dönüm noktası oluşturdu: Savaştan öncesi ve savaştan sonrası. Bu gelişmeler beni, ilkin, içeriklerinde toplumla ilişkinin daha çok metafizik olduğu Bulantı gibi eserlere, daha sonra da yavaş yavaş diyalektik akılcılığın eleştirisine yöneltti."

Savaşın da etkisiyle, sosyal konulara karşı artan eğilim, Sartre'ı savaş ve barış sorununu sosyal-politik bağlamından ayırmadan ve birincil olarak ahlaki temellerden hareket etmeksizin izlemeye yönlendirdi. Böylece Sartre'ın Bulantı'da usta bir biçimde edebi olarak işlediği korku'da olduğu gibi, tipik varoluşçu kavramlar tamamen değişik, somut bir görünüm kazandılar. Atom bombasının Hiroşima'ya atılmasından sonra Sartre, insanlığın belki de en son savaşının olanaklarını yaratacak bir korkudan söz ediyor. Çünkü böyle bir şey, insanlığın kendi kendini yok etmesiyle sonuçlanabilir.

Öte yandan Sartre'ın görüşüne göre, Traugott Königin de önemle belirttiği gibi, "bu öldürücü tehlike, belki de insanlığın besleyebileceği en büyük umudu da kendi içinde taşiyor." 

Sartre şöyle yazıyor: 

"...Bir vuruşta bugün yüz bin insanı öldüren ve yarın milyonları öldürecek olan bu küçük bomba, bizleri birden bire sorumluluklarımızla karşı karşıya getiriyor. Ve eğer insanlık yaşamını sürdürecekse, bu onun sadece doğmuş olmasından değil, aksine onun yaşamını sürdürmeye kararlı olmasındandır. Artık insan soyunun ayrıcalıklığı diye bir şey yoktur. Atom bombasının koruyuculuğunu üstlenmiş olan topluluğun, doğa zenginliğinin üzerinde bir yeri vardır. Çünkü kendi yaşamı için olduğu gibi, kendi ölümü için de sorumlu olan odur. O, her gün, her dakika yaşamaya hazır olmalıdır. îşte bugün korkudan bunu anlıyoruz."

 Korku, yaşam —ölüm ve sorumluluk, böylece, artık birincil olarak tek tek kişilere ve onların duyarlılığına bağlı olmayan— bambaşka bir boyut kazanıyor. Sartre, korkudan kolektif sorumluluğa geçişin, yalnızca insanlığın fizyolojik varlığının devamı için değil, aynı zamanda ve özellikle insan olmanın niteliği için ne denli önemli olduğunu vurguluyordu:

"Dünyanın sonuna inanmıyorum ve böylesi bir savaşa inanıp inanmadığımı dahi bilmiyorum. Savaş başlamadan önce belki daha yirmi yıl elli yıl geçecek. Eğer biz tüm bu zamanı beklemekle geçirirsek, eğer elli yıl boyunca korkunun alaca karanlığında yaşamaya devam edersek, yaşam konusunda harekete geçmek için gelecek anlaşmazlığın sonucunu beklemek gerektiğine kendimizi inandırırsak, o zaman atom bombasını üçte iki oranında gereksiz duruma getirmiş oluruz, çünkü artık öldürecek insan kalmaz, bu iş çoktan bitmiş olur."

1946 sonlarında yazılmış bu sözcüklerde, temel varoluşçu düşüncelerin bireysellikten toplumsallığa kayışının bir devamı sezilmektedir. Kendi kendini aldatmanın temelsiz, inandırıcılıktan uzak ve dürüst olmayan varlık biçimi, burada Sartre tarafından »biz« biçimine dönüştürülür ve bununla da doğrudan çağdaşlar ya da insanlık kastedilir. Çünkü Sartre'a göre, öldürücü olan yalnızca bomba değil, ama aynı biçimde, sonuçta anlamsız ve içeriksiz bir varoluş da öldürücüdür. Başka bir deyişle, yaşamın korunması savaşımı ile insan onuruna yaraşır bir yaşam savaşımı birbirinden ayrılmaz.
Bu iki gerekçe Sartre'ın İkinci Dünya Savaşı sonrası düşünce ve davranışlarında belirleyicidir. Onun kendi çelişkileri uğraşlarına da yansır: Egzistansiyalizm ve Marksizm. Yani, Sartre'ın anlayışına 
göre bireysel-insansal özgürlükler ve zorunlu toplumsal değişiklikler sorunlarını birbirleriyle uyumlaştırmak gerekir.  Sartre, zor kullanım, kurtuluş, politika ve ahlâk ilişkileri ile bireyin, özellikle de yazarın sorumluluğu sorunlarına çözüm arıyor.

Sartre, 1 Kasım 1946'da Paris Sorbonne Üniversitesi'nde UNESCO'nun kuruluş yıldönümü nedeniyle "Yazarın Sorumluluğu" konusunda bir konuşma yapar. O konuşmasında, daha sonraları Edebiyat Nedir de etraflıca ortaya koyacağı (burada yazarın bağlanımını ve böylece bağlanma edebiyatının zorunluluğunu gerekçelendirir) çeşitli düşüncelerini dile getirir. Ona göre, yazarın sorumluluğu içine, diğer şeylerin yanında, zorbalığı; mahkûm etmek için, baskı altındaki sınıfların ve insanlığın
konumundan mutlaka tavır almak da girer. Burada Sartre'ın bakışı, ekonomik olarak sömürüye dayalı« bağlamlardan çok, politik ilişkilere ve onların ahlâkça değerlendirilmesine yöneliktir. 

Sartre, konuşmasını, gelecek yılların ana motifini oluşturacak şu tümceyle bitirir: 

"Biz yazarların engellemesi gereken şey, elli yıl sonra, onlar dünyanın en büyük felâketinin gelişini gördüler fakat sustular sorumluluğunun suçluluğa dönüşmesidir."

ikinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından başlayan soğuk savaş yılları ile Kore Savaşı'nı Fransa'nın Hindicin ve Cezayir'deki sömürge savaşlarını, daha sonra da ABD'nin Vietnam'a karşı yürüttüğü, sürekli bir atomsal dünya savaşı tehlikesi taşıyan savaşı takip eden yıllar, Sartre'a sesini çıkarması için yeterinden fazla olanak tanıdı, o da gür, anlaşılır, cesur ve etkili biçimde sesini yükseltti. Doğal ki, Sartre için bu bağlamın, bir öğrenme ve yeni araçlar deneme süreci olduğu gibi, aynı zamanda yeni deneyimlerin, yanılgı ve yanılsamalardan kurtuluşun da bir kaynağı oluyordu. Sartre'ın barış konusundaki bağlanımı, onun Kasım 1945'te yayınladığı "Les Temps Modernes" dergisinin ilk sayısından itibaren izlenebilmektedir. Ancak kısa süre sonra o, bu biçim politik etkinlikle yetinmedi, politik eylemin daha dolaysız olanaklarını araştırdı ve bunu ilkin, yönetim komitesine Şubat 1948'de katıldığı "Rassemblement Démocratique Lévolutiornaire'de (R.D.R.) buldu. Bu "Devrimci Demokratik Kitle Hareketi"nin Şubat 1948'deki kuruluş çağrısından önce yayınlanan "Uluslararası Kamuoyuna îlk Çağrı"da şöyle deniyordu: "Aramızdaki görüş ayrılıklarına rağmen, acil tehlike nedeniyle biraraya gelen ve sizlere bu çağrıyı yönelten bizler pasifist değiliz. Aksine biz pasifizmi savaştan genel olarak kaçındığı için, soyut ve etkisiz olduğu için, ve savaştan her ne pahasına olursa olsun kaçındığı için suçlu buluyoruz. Biz barışı her şeyin üstünde de tutmuyoruz. Ancak biz, tarihi insanın yapacağına ve bu saçma, hiçbir şekilde haklı gösterilemez savaşın engellenmesi zorunluluğuna inanıyoruz."

Sartre'ın da imzaladığı R.D.R.'nin kuruluş çağrısında, dünya düzeyinde toplumsal değişikliklerin zorunluluğu bilinci dile gelir: "Kapitalist demokrasinin yetersizlikleri nedeniyle savunma ve anti-faşist birlik kaçınılmaz olur. Salt liberal araçların başarısızlığı sosyalist çözümü her tarafta gündeme getirmiştir. Sömürge ülkeler halklarının uyanması ve baskıya son verilmesiyle özgürlükler, tüm özgürlükler ilan edilmeli ve yaşama geçirilmelidir..." Sömürge halkların özgürlüklerinin sağlanması isteminde ifadesini bulan sömürgeler sorunu, Sartre'ın kişisel gelişiminde kuruluş çağrısı dönemi dışında da oldukça önemli bir rol oynamıştır. Bir başka nedenle 1948 yılında biraz daha
kalmakta yarar var. 80'li yılların başları ile benzer yanları olan bir durumdan hareket eden bazı Avrupa'lı aydınlar, Avrupa'nın dünyadaki yeri ve rolü konusunda düşünceler geliştirdiler, ki bunlar birçok yönleriyle günümüzdeki düşüncelere benziyorlar.


Exıstentialısme

1946 

TERCÜME DERGİSİ SAYFALARINDAN: 



Albert Camus


Yazı: 
Maurice Cranston


Albert Camus kırk altı yaşında öldüğü zaman acı haberin sarsıntısı içinde herkes, Camus’nün çalışmalarının yarıda kaldığını, vereceklerinin hepsini veremeden gittiğini düşündü. Ama kitaplarını yeniden okurken, artık yenilerinin gelmeyeceğini düşününce insan, adamakıllı bütünlenmiş, derlenip toplanmış, eksiksiz, bambaşka bir oeuvre izlenimi ediniyor. Defterlerinde- Camus, ölümün, “alınyazısına” dönüştürerek, yaşama da sevgiye de “bir biçim verdiği”nden söz eder; bir bakıma ölüm, Camus’nün yapıtlarına da daha önce görülemeyen bir biçim kazandırmıştır. Daha yaşadığı sıralarda, Camus'nün bilinen anlamda yalnızca bir ecrivain engage ya da bir “varoluşçu düşünür-romancı” olmadığı açıkça belliydi. (Camus, her zaman, bir varoluşçu olmadığını söylemiştir.) Onun istediği sanatçı olmaktı. Aynı zamanda bir aktöreciydi Camus — aktöreye uyan bir düşünür değil. Montaigne, Pascal, Rousseau geleneğinde bir aktöreci. Şimdi ister istemez yapıtlarını bir tüm olarak gördüğümüze göre, Camus’nün bu gelenekteki yerini de belirleyebiliriz artık.

Camus’nün defterlerinde kısa, önemli bir not daha var : “Klasik Fransız aktörecilerinin töresi (bir tek Corneille dışında) kötüleyici ve olumsuzdur. Oysa XX. Yüzyıl aktörecilerininki olumludur: yaşama biçimlerini gösterir.” Kuşkusuz bugün, bu yüzden aktörecinin yalnız bir yazar değil, aynı zamanda bir insan olduğunu, atalarımızdan daha iyi biliyoruz. Şiir şairden, felsefe düşünüründen ayrılabilir; oysa aktörecinin sesi kendini verir; onu en iyi tanıtan bir bakıma gene kendisidir. “Bir yaşama biçimi gösteren” kişi hakkında bilmek isteyeceğimiz ilk şey, o kişinin kendisinin nasıl yaşadığıdır.

Albert Camus için söylenecek ilk şey, başka hiçbir şeyinin değilse bile, yaşamının kötülüklere karşı şaşırtıcı bir utku gibi yükselmesidir. Hiçbir zaman güçlükler içinde yetişmiş, çok yoksul doğmuş, yaşamı süresince durmadan hastalanmış bir insan gibi görünmemiştir Camus. Tersine, iyi şeylere alışmış bir kimsenin güveni ve rahatlığıyla davranmıştır. Camus, yalnız mutluluğa inanmakla, kendi kuşağından Fransız aydınlarının artık ağızlarına almadıkları bir sözcüğü — le bonheur'ü — kullanma gözüpekliğini göstermekle kalmamış, gerçekten mutlu görünmüştür. 1964’de yayımlanan bir anılar kitabında, Paris-Soir'da çalışmakta olan bir yazar, 1940'da gazetenin Clermont-Ferrand’da saklandığı sıkıntılı aylarda, o sıralarda yazı işlerinde çalışan Camus’nün yayınevine her gelişinde "birden güneş ışığı parlar”' diye yazıyordu.


İşte bir anahtar sözcük daha : “le soleil”.(Güneş) Camus’ye göre güneşle mutluluk birbirinden ayrılamayan şeylerdi. Bir kez Camus bir konuşmacıya, “Kendime dönüp en köklü yanımı aradığımda bir mutluluk duygusuyla karşılaşıyorum,” demişti. “Yapıtlarımın özünde hiç sönmeyen bir güneş var.” 1957’de Nobel Armağanını aldığı zaman yaptığı konuşmada da, “içinde yetiştiğim güneşi, yaşama sevincini, özgürlüğü hiçbir zaman unutamam,” diyordu. Yaşamının en güç yılları Cezayir'de geçmişti; Camus’ye göre orada her şey ılık bir iklimde yumuşayarak biçim değiştirmiş gibiydi. Soğuk, karanlık Kuzey’de kötülüğe dayanamazdı insan; oysa Akdeniz güneşinde yalnız kötülüğe dayanmakla kalmaz, ondan Camus’nünki gibi stoacı bir bilgelik okulu bile yaratabilirdi.