Walter Sobchak (Big Lebowski, 1998)


01:10:39,226 --> 01:10:41,812

Is this your homework, Larry?







Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar - Schopenhauer

Gençliğin başlıca eğitim konularından birisi Yalnızlığa katlanmayı öğrenmek olmalıdır.

Kendi kendine yetmek, kendi kendisi için her şey olmak ve tüm varlığımı kendimde taşıyorum diyebilmek, elbette mutluluğumuz için en yararlı özelliktir.


İnsanoğlunun sürü hayvanı doğası. Her bir insana katlanılmaz gelen şey, kendi özünün monotonluğudur: Her aptallık, kendi sıkıntısından mustariptir.




Zorlama, her toplumun ayrılmaz arkadaşıdır ve her toplum, insanın kendi bireyselliği ne denli önemliyse o denli ağır gelen fedakarlıklar ister. Buna göre, herkes kendi benliğinin değeriyle orantılı olarak yalnızlığa lanet edecek, ona katlanacak ya da onu sevecektir. Çünkü yalnızlık içinde zavallı kişi tüm zavallılığını, büyük zihin tüm büyüklüğünü duyumsar. Ayrıca, bir kimse doğanın sıralamasında ne denli yukarda yer alıyorsa, esas olarak ve kaçınılmaz bir biçimde o denli daha yalnız kalır.

Arkadaş canlılığı bizi büyük çoğunluğu ahlaki açıdan kötü ve entelektüel açıdan bön ya da yanlış olan varlıklarla ilişki içine soktuğu için, en tehlikeli hatta yıkıcı eğilimlerden biridir. Arkadaş canlısı olmayan biri, böyle varlıklara gereksinmeyen biridir. Kendi başına, topluma gereksinmeyecek denli çok şeye sahip olmak bile yeterince büyük bir mutluluktur, çünkü hemen hemen tüm acılarımız toplumdan kaynaklanırlar, ve mutluluğumuzun sağlıktan sonraki en önemli unsurunu oluşturan zihinsel huzur her toplum tarafından tehlikeye sokulur ve bu yüzden önemli ölçüde bir yalnızlık olmadan var olamaz.

...

İnsanların çoğunun düpedüz düşük zekalı ve düşük yetenekli, yani kesinlikle seviyesiz olduğunu düşündüğünde; insan, zaman içinde kendisi de (elektriğin dağıtımına benzer bir biçimde) seviyeyi düşürmeden onlarla konuşmasının olanaksız olacağını görecektir ve o zaman "seviyesini düşürmek" deyiminin asıl anlamı ve isabetliliği iyice anlaşılacak, ama yine de, doğasının en düşük bölümüyle iletişim kurabildiği her topluluktan kaçınacaktır. Salaklara ve delilere karşı, aklını kullanmaktan başka yolun olmadığı, bunun da onlarla konuşmamak olduğu görülecektir. İşte o zaman, kimi insanlar toplum içinde, bir baloya gelip de sırf kötürümlerle karşılaşan dansçının durumuna düşeceklerdir?

Kiminle dans edebilir ki?    

Akılı ve zekayı belli etmek, tüm ötekileri yeteneksizlikle ve budalalıkla suçlamanın yalnızca dolaylı bir yoludur. Üstelik, sıradan bir doğa kendi karşıtını gördüğünde isyan eder ve bu isyanın gizli kışkırtıcısı kıskançlıktır. Çünkü her gün görülebileceği gibi, insanlar kibirlerini doyurmayı her şeyin önüne koyarlar, bu da ancak kendi benliklerinin başkalarınınkiyle karşılaştırılmasıyla olanaklıdır.

Sadi, Gülistan'da şöyle der:

"Akılsız bir kişi, akıllı bir kişiye karşı, akıllının akılsıza duyduğu soğukluğun yüz katı daha fazla bir nefret duyar."  

New York - Bernard Buffet



Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar - Schopenhauer

Tüm zamanların bilgeleri hep aynı şeyi söylemişlerdir ve tüm zamanların budalaları, yani ezici çoğunluğu da hep aynı şeyi yapmışlardır: Ve bu durum bundan sonra da sürecektir.

Bu yüzden Voltaire diyor ki:

Bu dünyayı, tıpkı dünyaya geldiğimizde onu bulduğumuz gibi, aptal ve kötü bir biçimde terk edeceğiz.



Dünyanın hiçbir yerinde alınacak çok şey yoktur: Acı ve yoksunluk dünyayı doldururlar ve onlar geçip gittiğinde de dört bir yanda can sıkıntısı beklemektedir. Üstelik esas olarak, kötülüktür dünyada egemen olan ve budalalık da büyük söz sahibidir. Yazgı acımasızdır ve insanlar zavallıdır. Bu yapıdaki bir dünyada, kendinde çok şeye sahip olan birisi, aralık ayının karlı buzlu bir gecesindeki aydınlık, sıcak, neşeli bir Noel sofrasına benzer. Buna göre, seçkin, zengin, bir bireyselliğe sahip olmak ve özellikle zihinselliği yüksek olmak, hiç kuşkusuz ki dünyada ki en büyük yazgıdır; bu yazgı dünyadaki en parlak yazgılardan çok değişik olsa bile, durum aynıdır. Bu yüzden İsveç'in henüz on dokuz yaşındaki kraliçesi Christine'in, hakkında sadece bir makale ve sözlü anlatımlar aracılığıyla bilgi sahibi olduğu, o sıralar, yirmi yıldan beri büyük bir yalnızlık içinde Hollanda'da yaşayan Descartes hakkında söylediği söz çok bilgeceydi: "Bay Descartes, tüm insanların içinde en mutlusu, ve içinde bulunduğu durum bence kıskanmaya değer görünüyor."


Seçkin ve soylu insanlar, yazgının dersini hemen kavrarlar ve bu derse, onu almaya açık bir biçimde ve şükranla boyun eğerler: Dünyada çok ders bulunduğunu ama mutluluğun olmadığını görürler; bundan sonra, umutların yerine kavrayışlarını koymaya alışırlar ve bundan hoşnut olurlar ve sonunda Petrarca gibi konuşurlar:

"Öğrenmekten başka bir mutluluk duyumsamıyorum."

Walter Sobchak (Big Lebowski, 1998)

00:53:49,008 --> 00:53:52,219

Enjoying my coffee






Romanın Yazım Süreci üzerine - Roland Barthes

Bir parçacık yazı insanı dünyadan ayırır, yazı çok olursa insanı dünyaya döndürür.

Yazmak gizlice gerçekleşir, gizlilik ister.
-Sisler içinde bellek, her türlü çağrışımdan ve coşkudan yoksun, yoğunluğu az

Şimdiki zaman !
Yazma arzusuyla iç içe ve yoğun, akışkan olan



Şimdi ve not etme


-nottan romana, kesintili olandan akışa nasıl geçilebilir?
parçalar halinde roman, parça roman tasarlamak

Haiku ! (şimdiyi not etmenin örnek biçimi)

haikunun kendi içindeki somutluğu ve kendi yarattığı arzu
bireyleşme, olumsallık ve duygulanım
-haikunun öykülenmesi,
öyküleme


***


Yazmayı istemek'ten Yazabilmek'e, Yazma arzusu'ndan Yazma olgusu'na...

Arzu demiştik, yazmanın kökenidir.
Yazmak bir umut olarak, umudun rengi olarak ortaya çıkar.

Öykünme... Okuma eyleminden yazma eylemine geçmek kuşkusuz bir öykünme(taklit) pratiğinin aracılığıyla gerçekleştirilebilir ancak.

hayır, okumadan yapıtı üretecek yazıya -diyalektik geçişe başka bir ad vermeli: Esinlenme



#Yazar (sevdiğim yazar), yazmak isteyen benim gibi için, kendi kendimin bir göstergesi olarak karşımda durmaktadır(...) Edebiyat, doğrudan bir öykünmeden değil de dünyanın çoğalmasından, dile getirilmesinden doğar.

Güzel bulduğun bir tümceyi not etme, yazma arzusundaki tuhaf alışkanlık
Yazar, arzusu kendini sıkıştıran kişidir.

*Rimbaud ! yazma eyleminden
kesin,tam kopuş



***


Girl with a Pearl Earring (2003, Peter Webber)

İnci Küpeli Kız filminde Scarlett Johansson

Huzursuzluk Kitabı (sf. 100)

Merak ediyorum, acaba hayattaki her şey, her şeyin yozlaşmış hali midir, diye. Varolmak bir yaklaşıklık hali, bir şeyin bir önceki günü ya da aşağı yukarı o şey, olmak mıdır.
Hristiyanlık nasıl değeri düşürülmüş Yeni Platonculuğun soysuzlaşarak yozlaşmasından, Roma dünyası tarafından yahudileştirilmiş haliyle Hellenizm'den başka bir şey değilse, bizim kocamış, insanı kanser eden çağımız da birbirini tamamlayan ya da dışlayan tüm büyük tasarıların pek çok farklı yöne sapmasından doğmuştur, bu tasarıların başarısızlıkla sonuçlanması, başarısızlığı yaratan çağın da yaratıcısı olmuştur.

Orkestra eşliğinde bir perde arası yaşıyoruz.

İyi ama, dördüncü kattaki şu yerimde, bu karmakarışık sosyoloji yığınıyla işim ne? Hepsi bir düştü, tıpkı Babil prensesleri gibi ve insanlık üzerine kafa yormak o kadar, ama o kadar yararsız ki - sadece şimdiki zamanın arkeolojisi.

The Little Street (1657, Vermeer)



 Details



Din - Karl Marx

Din yanılsamadır. İnsanı yeryüzünde gerçekleşmiş olarak görmek istediğini cennete yansıtır. Aslında yalnızca insani özelliklerin nesnelleştirilmesi olan tanrıya inandığı ölçüde, insan bir yanılsamaya kapılır.

Ama aynı zamanda din bir hakikat uğrağı barındırır: Din gerçek sefaletin ifadesidir. (Çünkü insaniliğin cennette salt düşünsel şekilde gerçekleştirilmesi, toplumda gerçek insaniliğin eksik olduğunu gösterir).

Ayrıca din, gerçek sefalete karşı bir isyandır. Çünkü dinsel idealler, o yabancılaşmış formları içinde bile gerçeklikte olması gerekenin ölçütüdür.

View of Delft (1660, Vermeer)


Vermeer'in kanalın öte yakasındaki Delft Manzarası.

"Resmedilmiş an neredeyse üç yüz yıldır hiç değişmeden kalmıştır. Suyun içindeki yansımalar kımıldamamıştır. Gene de bu resmedilmiş an, biz bakarken, hayatta ancak ender olarak yaşadığımız bir doluluk ve gerçeklik içerir. Resimde gördüğümüz her şeyi mutlak bir ansallık içinde duyumsarız. Aynı zamanda bu deneyim ertesi gün ya da on yıl sonra yinelenebilir. Bunun bir benzeyişle ilgili olduğunu varsaymak naiflik olur: Vermeer'in bakışının milimetre kareye düşen yoğunluğuyla, bir araya getirilmiş anların kareye düşen yoğunluğuyla ilgilidir."

Girl with a Pearl Earring (1665, Vermeer)



Uykusuzluğun İki Biçimi - Borges

Uykusuzluk nedir?

Karmaşık bir soru: yanıtını çok iyi bilirim.
Gecenin ilerlemiş bir saatinde korkmak ve sert, uğursuz çan seslerini saymaktır, yararsız bir büyücülükle düzenli bir solumayı denemektir, birdenbire bir yana dönen bir bedenin yüküdür, gözkapaklarını sıkmaktır, ateşi yükselmişe benzeyen, ama kuşkusuz uyanık olunmayan bir durumdur, yıllarca önce okunmuş paragraflardan parçalar telaffuz etmektir, başkaları uyurken uykusuz kalmaktan suçlu olduğunu bilmektir, düşlere dalmak istemektir ve düşlere dalamamaktır, var olmak ve de var olmayı sürdürmek korkusudur, kuşkulu gün ağarmasıdır.


Uzun ömürlülük nedir?


Yetileri gittikçe azalan bir insan bedeninde olmak korkusudur, saatin çelik ibreleriyle değil, on yıllarla ölçülen bir uykusuzluktur, denizlerin ve piramitlerin, eski kütüphanelerin ve hanedanlıkların, Adem'in gördüğü seherlerin ağırlığıdır, kendi etime, kendi iğrenç sesime, kendi adıma, tekdüze anılara, beceremediğim İspanyolcaya, bilmediğim Latinceye duyduğum özleme, ölüme dalmak istemeye, ama ölüme dalamamaya, var olmaya ve var olmayı sürdürmeye mahkum olduğumu bilmemektir. 

Mavili Kadın Tablosu - Vermeer



Vermeer'in tablolarındaki kadınları düşünüyorum, açık ya da kapalı bir pencereden gerçek dünyanın parlak ışığı vururken odalarında tek başına duran kadınları ve o yalnızlıklardaki mutlak sessizliği, günlük yaşamı ve onun getirdiği ev içi alışkanlıklarını neredeyse insanın kalbini sızlatarak zihnimde uyandırıyor. Özellikle Amsterdam'a yaptığım gezide görmüş olduğum Mavili Kadın tablosu. Rijks müzesinde beni düşüncelere boğup neredeyse kımıldayamaz hale sokan o tabloyu...

Bir eleştirmenin yazdığı gibi:

"Mektup, harita, kadının gebeliği, boş iskemle, açık kutu, görünmeyen pencere -bunların hepsi yokluğu, görünmeyeni, başka zihinleri, istençleri, zamanları ve yerleri, geçmişi ve geleceği, doğumu ve belki de ölümü- genelde çerçevenin kenarlarının dışına uzanan bir dünyayı ve gözlerimin önünde geçici olarak duran manzarayı kuşatıp onun içine giren daha büyük ve geniş ufukları anımsatan şeyler ya da doğal simgeleri. Bununla birlikte Vermeer'in üzerinde durduğu şey, şimdiki anın bütünlüğü ve kendine yeterliliği -öyle bir güvenle yapıyor ki bunu, şimdiki anın uyum sağlama ve kapsama gücü fizikötesi değer kazanıyor."

Kişinin dikkatini dışarıya, tablonun dışında kalan dünyaya çevirmeye tatlılıkla çağıran şey, bu listede sözü edilen nesnelerden daha çok, izleyicinin solunda kalan görünmeyen pencereden giren ışığın niteliği... Kadın o kadar gebe, yakınlaşan anneliği içinde kutudan çıkartıp kim bilir kaçıncı kez okuduğu o mektupla o kadar dingin ki ve orada, sağındaki duvarda asılı duran bir dünya haritası var, odanın dışında var olan her şeyin simgesi olan şey: Yumuşakça yüzüne vuran ve mavi giysisinin altındaki, yaşamla dolu şişmiş karnın üstünde parlayan o ışık, o karnın aydınlıkla yıkanan maviliği, beyaza yakın soluk bir ışık.

Aynı türden başka tabloları: Süt koyan kadın, Tartı taşıyan kadın, İnci takan kadın, Penceredeki ibrikli genç kadın, Açık pencerenin önünde mektup okuyan kız.

"Şimdiki anın doluluğu ve kendine yeterliliği."

Yalnızlığın Keşfi kitabından
sf. 166

ZEN - Oruç Aruoba

Zen, temel sayılabilecek bir noktasından başlarsak, tek-bir tanrısı olmayan bir dindir: tam anlamıyla, sosyolojik anlamda bir cemaat oluşturmaya yönelik bir din olup olmadığı bile tartışılabilir: Zen'de bir tek tanrının içinde bulunabileceği yer, boş tutulur: orada bir-şey yok-tur; orası hiç-dir, mu'dur:-

Zen, başka -özellikle tektanrılı-dinsel düşünüşler gibi, anlamı, yaşamın amacını, ölümün gerçekliğini, sağlam, tek bir şeye (bir yaradana, bütünsel bir amaç'a, kutsal bir öngörüye, ruhun ölümsüzlüğüne, ölümden sonraki bir öte dünyaya, vb) dayandırmağa çalışmaz. -daha doğrusu, bunları, hiçbir yere dayandır(ma)mağa çalışır. Tabiiki bunları -anlamı, yaşamı, ölümü, - ölçüp biçer, düşünür (sözcük anlamıyla (ing. meditation) 'durup düşünme' demektir zaten), tartışır; ama, ulaştığı - kişiyi ulaştırmağa çalıştığı-, son uç şudur: -

Anlam uçucudur; yaşam, geçicidir; ömür, sonludur; ölüm zorunludur.

Öyleyse, kişi, yalnızdır.

Kişi ölüm karşısında, yalnızdır - Zen, ona, bu yalnızlık için gerekli düşünsel araçları sağlar: onun bu yalnızlığı kavramasını sağlayacak Yol'u açar ona - daha doğrusu, o Yol'u kendi kendine açabilmesini sağlayacak bakışı vermeğe çalışır ona; kendi başına, ancak kendisinin, yalnızlığının içinde ve onu sürekli bilinçlendirerek, yürüye yürüye sonuna varabileceği; sonunda da, kavrayabileceği, biricik Yol'u...

Kişi, Yürüme'sinin 'son'a eren noktalarında, bütün dünya karşısında tam olarak yalnız kaldığında, kendi 'hiç'liği le dünyanın hiçliği çakıştığında, kendi yalnızlığı ile dünyanın yalnızlığının aynı, tek -bir hiç olduğunu gördüğünde, bütün dünya ile tam olarak birlikli hale gelir: çünkü anlamın bulunabileceği 'başka', 'öte', 'sonraki' bir yer olmadığına göre, kişi anlamı artık, ancak, kendinde, kendi içinde, 'kendi düşünme'sinde, 'kendi üzerine düşünme'sinde bulabilir.             


Oruç Aruoba'nın Başo haikuları derlemesi
Kelebek Düşleri kitabından

Pencereden Giren Işık: VERMEER




 Vermeer'in tabloları aslında içinde insan figürü bulunan ölüdoğalardır. "Süt Döken Kadın"ı, tüm zamanların en büyük başyapıtlarından biri yapan nedenleri anlamak güç. Ama tablonun aslını görme talihine ermiş olanlardan ancak pek azı, onun mucize gibi bir şey olduğu konusunda benimle aynı düşünceyi paylaşmaz. Bu mucizevi yönlerden biri açıklanamasa da, belki de tarif edilebilir. Bu da, Vermeer'in tablonun üstünde fazla çalışılmış hissi yaratmadan, dokuların, renklerin ve biçimlerin betimlenmesinde ulaştığı kılı kırk yaran bir kesinliktir. Biçimlerin netliğini kaybetmeden kontsratları yumuşatan bir fotoğrafçı gibi, Vermeer'de nesnelerin dış çizgilerini yumuşatmış ama onların kütlesel etkilerini korumayı bilmiştir. İşte bu yumuşaklığın ve kesinliğin garip birleşimi, onun en iyi tablolarını böylesine unutulmaz yapmaktadır. Bu tablolar, sıradan bir sahneyi taze bir bakış açısıyla görmemizi sağlıyor. Ressam, pencereden içeri süzülen ve bir kumaş parçasının rengini canlandıran ışığı gördüğünde neler hissetmişse, biz de aynı duyguları yaşıyoruz.


sf. 432
   E. gombrich  






Zen Kaçıkları - Jack Kerouac

"Şuraya baksana" diyor Japhy, "sarı kavaklar. Yapılmaz mı artık bir haiku şimdi Allahaşkına... Edebiyat edebiyat diyorsun sen sarı kavaklara bak." İnsan böyle dağlarda iken doğulu şairlerin yazdıkları harika birer pırlanta gibi haikuları anlıyor; içmeden, sarhoş olmadan dağlarda çocuklar gibi saf, temiz yürüyerek gördükleri şeyleri edebi süslemelere püslemelere hacet kalmadan, yalınca yazıveriyorlar.

Bir yandan dağa tırmanıyor, bir yandan da haiku yapıyoruz.

"Uçurumun kıyısında kayalar; " dedim, "ne diye düşünüyorlar?"

"Eh belki de haiku sayılır bu ama galiba biraz karışık." diyor Japhy. "Gerçek bir haiku su gibi duru olmalı, ne demek istediğini tam olarak vermeli. Bak bir örnek vereyim, en güzel haikulardan biri bu, şöyle:

"Taraçada serçe, ayakları ıslakça,"

Shiki yazmış. Kuşun ayak izlerini görür gibisindir zihninde, ama o bir iki sözcük sana o gün durmaksızın yağan yağmuru da ıslak çam yapraklarının kokusunu da düşündürtür."

...

Zen Kaçıkları (Dharma serserileri)
 Jack Kerouac  - sf 88




*



Matsuo Başo'nun Haikuları (1644 -1694)



Dağdaki patikalar
Alacakaranlık içinde pembe sedir ağaçları,
Uzaklardaki çanlar



***


Eski bir su birikintisi
Bir kurbağa atlıyor içine
Oh! Suyun sesi.



***


Tatlı serinlik,
Duvara yaslı çıplak tabanlarım,
Öğle uykusu.


The Sidelong Glance - (1948, Robert Doisneau)





                                                                                                          

Zen Budizm - Erich Fromm

“Köklerini Budist düşünceden alan Zen görüşüne göre kurtuluşun değişmez koşulu karakteri değiştirmektir.

 Mal mülk tutkusu ya da başka şeylerin tutkusu, kendisini beğenmişlik, kendini yücelmiş görmek, bütün bunlar geride bırakılmalıdır.


“Geçmişe bakış açısı şükran, şimdiye hizmet, geleceğe de sorumluluk olmalıdır.


“Zen’i yaşantı durumuna getirmek hem kendine, hem dünyaya en büyük sevgiyi duyan, en büyük değeri veren bir zihinsel tutum izlemekle olabilir. Zen'in bize kazandırmak istediği şey, yaşam yolunu izlemek için bize gösterdiği hedef, her türlü güvensizliği ve korkuyu yenmektir, bağımlılıktan özgürlüğe doğru yol almaktır.


Zen akıl işi değil, karakter işidir. Bunun anlamı şudur: Zen yaşamın birincil ilkesi olan istençten büyür, gelişir.



Psikanaliz ve Zen Budizm
Sf. 83

Budizm - Nietzsche

Budizm Hristiyanlıktan yüz kere daha gerçekçidir, -bir nesnel ve soğukkanlı soru sorma mirası taşır, yüzlerce yıl sürmüş bir felsefe geleneğinden gelmiştir, geldiğinde de tanrı kavramı giderilmiş haldedir. Budizm, tarihin bize gösterdiği biricik sahici pozitivist dindir... "Günaha karşı savaş" demez, gerçekliğin tam hakkını vererek "acıya karşı savaş" der. Onu hristiyanlıktan derin bir biçimde ayıran da, ahlak kavramlarının kendini aldatıcılığını geride bırakmış olmasıdır, - Budizm benim dilimle söylendikte, iyinin ve kötünün ötesinde durur.


Dayandığı ve göz önüne aldığı iki fizyolojik olgu vardır: İlkin, duyusallığın, incelmiş bir acı çekme yatkınlığı olarak dilegelen aşırı uyarılabilirliği, sonra, aşırı bir tinselleşme ,kavramlara ve mantık işlemlerine dalmış uzun bir yaşam boyunca, kişilik güdüsünün -kişisel olmayan- karşısında zarar görmesi. (Bu iki durumu da, okurlarımdan, en azından bazıları, benim gibi "nesnel" olanlar, kendi deneyimlerinden tanıyacaklardır) Bu fizyolojik temel üzerinde bir depresyon oluşmuştur. Buda, bu duruma hijyenik yaklaşır. Onun karşısına açık havada dolaşmayı, gezgin yaşamını, yiyeceklerde ölçülülüğü ve seçiciliği, bütün alkollü içkilerden kaçınmayı, aynı şekilde, safra yapan kanı kızıştıran bütün tutkulardan kaçınmayı getirir; tasa olmayacak, ne kendi ne de başkaları için. ya dinginlik veren ya da şenlendiren tasarımların oluşmalarını sağlar - başka türden tasarımlardan kurtulmak için de araçlar geliştirir. İyilikseverlik, iyilik yapmak, sağlığa yararlıdır. Dua etmek yasaktır, aynı şekilde münzevlik de; hiçbir kesin buyruk yok, hiçbir zorlama yok, manastır topluluğunun kendi içinde bile (-isteyen çıkıp gidebilir-)



Bütün bunlar,o aşırı uyarılabilirliği güçlendirmenin yollarıydı. Tam bu yüzden başka türlü düşünenlere karşı savaşmayı öğütlemez; öğretisi, kin, çekememezlik, ressentiment duygularından başka hiçbir şeye karşı değildir. (-"düşmanlığa çare düşmanlık değildir"-:bütün budizmin devindirici tekerlemesi...)

Buda'nın öğretisinde bencillik ödev yerine geçer: Gerekli tek şey, "sen acıdan nasıl kurtulacaksın" ilkesi, bütün dinsel diyeti düzenler ve sınırlandırır.

Budizm, bir daha söylersek yüz kere daha soğukkanlı, dürüst, nesneldir. Acısını,acı duyabilirliğini, kendi kendine, günah yorumu yoluyla saygıdeğer kılmak zorunda değildir artık. -Düşündüğünü açıkça söyler: "Acı çekiyorum."

...

İki decadance din arasındaki temel fark... Budizm vaat etmez hiç, yerine getirir. Hristiyanlıksa her şeyi vaat eder, yerine getirdiğiyse hiçtir.



(Antichrist - sf. 26 - 58)

Buda'nın Öğretisi - Thich Nhat Hanh



Nirvana, tüm sanıların kalkmasıdır. Doğum bir sanıdır, ölüm bir sanıdır, varolma bir sanıdır, varolmama bir sanıdır- Günlük yaşamın göreceli gerçekliğidir bu... Nirvana sona erme anlamına gelir, her şeyden önce düşüncelerin sona ermesidir. -doğum ve ölüm, varolma ve varolmama, tek ve çok düşüncelerin sona ermesidir. Tüm bunlar acı çekmeye neden olur. Nirvana hedefsizliktir. Nirvana kendimize dönmek ve doğamızla temas etmektir.



DÖrt yüce gerçek:

1. Dünya, maddi ve manevi acılarla doludur.

2. İnsan, arzularına fazla bağlanması yüzünden acı çeker.

3. Bu nedeni -yani bağlılığı- ortadan kaldırarak acılardan kurtulmak mümkündür.

4. Nedeni ortadan kaldırmak için Sekiz basamaklı yol adı verilen ve insanı doğru davranış ve düşüncelere yönelten bir kılavuz vardır.



Yaşam ıstıraplarla doludur; ıstıraplar arzulara bağlılıktan doğar; bu bağlılık sona erdiğinde ıstırap diner; hayattaki acıları yenmek için sekiz basamaklı yol'u izleyin. Bunun temel adımı ise meditasyondur.

Sekiz basamaklı yol kişiyi bilgelik (doğru görüşler, doğru amaçlar), erdem (doğru konuşmak, doğru davranmak, doğru yaşamak) ve zihinsel disipline (gayret, düşüncelilik, konsantrasyon) yönelten bir ahlak pusulasıdır.

Buda'nın öğrendiği ilk dersi, zihninizi dinginleştirmeyi öğrenin. Bundan sonra eylem kendiliğinden gelir zaten.



*


...meditasyon, kişinin kendi nefes alıp verişine odaklanmasıyla başlar. Her soluk alıp verişinizde bilinciniz daha da yoğunlaşır. Nefes aldığınızda... bedeninizdeki ve dikkati en çok dağıtan organ olan beyninizdeki duyumsamaları gittikçe daha çok fark edersiniz. Nefes verdiğinizde...bedeninizdeki gerginliğin gevşediğini hissedersiniz ve dağılan dikkatinizi yeniden nefesinize odaklamaya çalışırsınız. Nefes aldığınızda...soluduğunuz hava burnunuzun ucunu gıdıklar. Nefes verdiğinizde... dizinizdeki uyuşma hafifler, zihniniz hala sağa sola kaymaktadır. Nefes alınca...acaba ben bu zamanı daha faydalı bir şey yaparak mı harcamalıydım? Nefes verince...o son cümledeki "ben" kim acaba? Yavaş yavaş, gittikçe daha incelikli biçimde bazen acı çekerek, bazen neşeyle ama sonunda kesinlikle Buda'nın fark ettiği şeyin bilincine varırsınız.

O, "Ne düşünüyorsak oyuz" demişti. 

...


 Eski bir atasözünü değiştirirsek... 'Herhangi bir şey yapacağına öylece otur.'

Zen öğretisinde bir adamla atı hakkında bir hikaye vardır. At dört nala koşmaktadır ve ata binen adam önemli bir yere gidiyormuş gibi görünür.Yolun kenarında duran başka bir adam bağırır, "Nereye gidiyorsun?" ve at üstündeki adam yanıtlar, "Bilmiyorum, Ata sor!" Bu aynı zamanda bizim hikayemizdir. Bir ata biniyoruz ve nereye gittiğimizi bilmiyoruz ve duramıyoruz. At bizi çeken alışkanlık enerjisidir ve biz güçsüsüzdür. Her zaman koşarız ve bu bir alışkanlık haline gelmiştir. Sürekli mücadele ederiz, uykumuzda bile. Kendi içimizde savaştayızdır ve başkalarıyla da kolayca savaşa girebiliriz.

Durdurma sanatını -düşüncemizi, alışkanlık enerjilerimizi, unutkanlığımızı, bizi yöneten güçlü duyguları- durdurmayı öğrenmeliyiz...(...)



Buzdan Hayaller (2003, Dagur Kari)

Sanat her zaman yalan söylemez mi zaten - Kavafis


Hiç kırda yaşamadım, başkaları gibi kısa süreler için bile olsa kırlık bir yerde kalmadım. Buna karşılık kırları övdüğüm bir şiir yazdım; dizelerimi kırlara borçlu olduğumu söylüyorum bu şiirde. Pek övgüye değer bir şiir değil sanırım. Yazılabilecek en içten şeylerden biri: kusursuz bir yalan.


Oysa şimdi kendi kendime soruyorum: gerçekten bir içtenlik eksikliğimi bu? Sanat her zaman yalan söylemez mi zaten? En çok yalan söylediği zaman en yaratıcı olduğu zaman değil midir? O dizeler yazıldıysa sanatın bir etkinliği değil mi bu? (o dizelerin kusurları, kuşkusuz içtenlik eksikliğinden ileri gelmiyor: en içten heyecanlara kapıldığında çoğu kez başarısız oluyor insan.) Bu dizeleri kurduğumda sanatsal bir içtenliğim yok muydu? Düş gücüm sanki gerçekten kırda yaşamışım gibi çalışmıyor muydu?