Sils-Maria (Yükseklerden)






Ecce Homo: 
Yazdıklarımın havasını solumayı bilen kişi, bunun yüksek dağların havası, sert bir hava olduğunu anlar. İnsan böyle bir hava solumak için yaratılmış olmalıdır, aksi halde soğuk algınlığına yakalanma tehlikesi büyüktür. Yükseklerde buzullar yanıbaşınızdadır, yalnızlık ise korkunç -yine de her şey bu aydınlıkta nasıl da sükunetle uzanır! İnsan ne kadar da rahat soluk alır! Kendini nasıl bedeninin içinde hisseder! Felsefe gönüllü olarak buzlarla kaplı dağlarda yaşamaktır. Benim felsefeden anladığım ve şimdiye kadar yaşadığım budur.

Ahlakın Soykütüğü: 
[Benim felsefemi anlamak için] insan, bu çağda sıklıkla rastlayabileceğimiz türden bir ruha değil, bambaşka bir ruha sahip olmalıdır. ...onların yükseklerdeki o keskin havaya, zorlu tırmanışlara, kısacası buzulların ve dağların bütün özelliklerine alışmaları gerekir.

İnsanca, Pek İnsanca: 
Hakikatin dağlarına tırmanırken çabalar asla boşa gitmez: Ya bu gün daha yükseğe çıkarsın ya da yarın daha yükseğe çıkabilmek için güç toplarsın.

Çağa Aykırı Düşünceler: 
Şimdiye kadar bir filozofun tırmanamadığı kadar yükseğe, sisin erişemediği, bulanıklığın hüküm sürmediği, nesnelerin en yalın hallerinden çıkan uğultulu ve sert ama yine de anlaşılmaz olmaktan uzak sesin kaçınılmaz biçimde duyulduğu doruklara tırmanıp o saf, buz gibi Alp havasını solumak.

ALAİN DE BOTTON 
 Otuz beş yaşında Basel Üniversitesi'ndeki işinden ayrılan filozof kışlarını Akdeniz kıyısında, daha çok Cenova ve Nice'de, yazlarını ise Alplerde, İsviçre'nin güneydoğusundaki Engadine bölgesinde yer alan, deniz seviyesinden 1800 metre yüksekte kurulmuş Sils-Maria adlı küçük bir köyde geçiriyordu. St. Moritz'e birkaç kilometre uzakta olan bu köyde, İtalya'dan gelen rüzgarlar, serin kuzey rüzgarlarıyla buluşup gökyüzünü laciverte boyuyordu.

Nietzsche Engadine bölgesini ilk kez 1879 yılında ziyaret etmiş ve burayı görür görmez iklimine ve coğrafi özelliklerine hayran olmuştu. 'İşte artık Avrupa'nın en iyi, en kudretli havasını soluyabilirim; buranın doğası benim doğama çok uygun.' diye söz etmişti bu hayranlığından Paul Ree'ye. Peter Gast'a da şöyle yazmıştı: 'Burası İsviçre değil,.... bambaşka bir yer, en azından daha bir güney havası var. Ancak Meksika'nın en yüksek platosuna (örneğin, Oaxaca'ya) çıkıp Pasifik'e tepeden bakarsam belki buradakine benzer bir şeyler bulabilirim, ama tabii oradaki bitki örtüsü tropikal. Neyse, ben bu Sils-Maria'yı kendime saklamaya niyetliyim.' Filozof eski okul arkadaşı Carl von Gersdorf'a ise şunları söylemişti: 'Burası benim gerçek evimmiş, büyüdüğüm yermiş gibi geliyor bana.'




Nietzsche Sils-Maria'da, çam ormanlarına ve dağlara bakan kiralık bir odada tam yedi yaz geçirdi. Şen Bilim, Böyle Buyurdu Zerdüşt, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Ahlakın Soykütüğü ve Putların Alacakaranlığı adlı yapıtlarından bazılarını burada tamamladı, bazılarının da büyük bir bölümünü burada kaleme aldı. Filozof her gün saat beşte kalkar, öğleye kadar çalışır, sonra köyü bir gerdanlık gibi saran yüksek tepelere, yer altında oluşan basınçtan ötürü yer kabuğunu büyük bir kükremeyle delip daha biraz önce gökyüzüne yükselmiş gibi görünen sipsivri, ıssız dağlara, Corvatsch, de la Margna ve Lagrev zirvelerine doğru uzun yürüyüşler yapardı. Akşamları odasına çekilir, bir iki dilim jambon, bir yumurta ve bir somun ekmek yiyip erkenden yatardı. 

("İnsan, günün en az üçte birini tutkulardan, insanlardan ve kitaplardan uzak geçirmezse nasıl düşünür olabilir?")




Günümüzde doğal olarak köyde bir müze bulunuyor. Birkaç frank karşılığında, kitapçıkta da belirtildiği gibi, "Nietzsche'nin burada yaşadığı zamanki odayı bire bir yansıtacak biçimde, bütün sadeliğiyle yeniden döşenen' odayı ziyaret edebilirsiniz.

TORİNO'DA ÜÇ ÖKSÜZ


Melancholy and Mystery of a Street, G.Chirico

Bir kent ve orada sığınacak bir yer bulan üç öksüz. Yalnız, dalgın ve avunmasız bu insanlar Torino'ya ayak basarlar. Torino aristokratik barokun şaheseridir; geniş, dümdüz ve ağırbaşlı bir sadelik içindeki ağaçlı caddeleriyle, araba sellerine rağmen, Chirico'nun tablolarındaki gibi sonsuz bir ıssızlık gibidir. Chirico, bu yalnız yaşayan Yunanlı, İtalyan birliğinin başbakanı Cavour'un sultasındaki Savoie hanedanlığının başkentinde görece bir huzur bulmuştur.



Nietzsche, güneyin değişik kentlerinde, Nice'te, Menton'da, Cenova'da, güneşin acılarını ve iç sıkıntılarını dindirmeye yetmediği bu kentlerde aylak aylak dolaştıktan sonra limanına ulaşır. Torino, onun için umut vahasıdır, ona en büyük sağlığı sunacak olan bir mucizedir. Kendini çok iyi hissettiğinden; saf, kuru ve hoş kokulu havayı soluduğundan, hiç uyumamış gibi uyuduğundan ve yaşama gücünden dolayı vazgeçmez buradan; kirası oldukça azdır, sarayında bir derebeyi gibidir, kaldığı bölüm herkese açık bir derebeyi konutunun bir bölümüdür sanki. Nietzsche, tam bir manastır ya da kütüphane sessizliğindeki bir başkentin bütün rahatlığını ve büyüsünü yaşatan bu kente hayrandır. Her gün kemerlerin altında kahvesini içmeye gider, ırmak boyunda bir gezinti yapar, uygarlaşmış kırlarda serüvenlere atılır ve aynı tratoryada yemek yer, burada dikkatli ve kibar hizmetçiler ona, Almanların hayvan yalı gibi yemeklerinin tam tersine, hafif ve rafine yemekler tattırırlar. Bu koşullarda Nietzsche tam bir coşku mutluluk içinde yazar yazılarını. Kendini dünyaya yaymak zorunda gördüğü en yüksek fikirlerin bir temsilcisi gibi hisseder. 1889'un başında, birden bire yıkılıp gitmesi Torino'da olur yine de. Uzun süren sessizlik dönemi başlar o zaman; Torino'dan uzakta, 25 Ağustos 1900 yılında ölümüne kadar...

THOMAS MANN VE ALBERT CAMUS’NÜN NİETZSCHE ÜZERİNE GÖRÜŞLERİ


Nietzsche’nin öğretisi ve yirminci yüzyılın dehşet verici olayları arasındaki bağlantı, ne kıvırtarak ne de yüzeysel bir şekilde ele alınabilecek, oldukça karmaşık bir bağlantıdır. Bu konuyu en iyi ele alan girişimlerden ikisi, Thomas Mann ve Albert Camus’nündür.

Thomas Mann için Nietzsche “esasen Avrupa’ya ait olan her şeyi özetleyen, olağandışı bir kültürel bolluk ve karmaşıklığı barındıran bir kişilik”tir. Nietzsche, birçok yazar için olduğu gibi Mann’a göre de, her ne kadar görüşleri emperyalizm çağının ve hatta faşizm üzerindeki askeri zafere rağmen içinde “yaşamakta olduğumuz ve önümüzdeki uzun bir süre için yaşamayı sürdüreceğimiz” Batının Faşist döneminin habercisi olsa da, temelde politik-olmayan bir düşünürdür (Mann, “politikadan uzak ve saflık derecesinde tinsel” diye yazar Nietzsche için). Mann’a göre, Nietzsche Faşist değildir, ama yaklaşmakta olan tehdidi gören ve bu tehdidin içerdiği tehlikelerin farkında olan biridir. Ama yine de, Nietzsche’nin düşünme biçiminin temel eksikliğinin, (1930’lar ve 1940’larda Hitler ve Nazilerin yaptığı) Yahudi katliamı gibi bir kötülüğü önleyecek bir şeyler yapma gücünden yoksun bir “kahramanlık estetizmi” kurması olduğunu öne sürer. Mann, aynı zamanda, Nietzsche’yi “insan aklı tarihinin gördüğü en büyük ahlâk eleştirmeni ve psikologu” yapanın da kesinlikle bu “Dionysosca estetizm” olduğuna dikkat çeker. Nietzsche’nin önümüze koyduğu vaka ise, Mann’ın iddiasına göre, estetik dünya görüşü ile ahlâki dünya görüşü arasındaki çözülemez çatışmadır (Mann, bu ikincisini sosyalizmle bir tutar). Mann, uğruna Nietzsche gibi on dokuzuncu yüzyılın özgür ruhlarının burjuva ahlâkına karşı çıktığı estetizmin, son tahlilde, bizzat burjuvazi çağına ait olduğunu öne sürerek, düşüncelerini acı bir ahlâki notla sonuçlandırır. Savaşın dehşet verici sonuçlarının ardından artık kesin olan, der Mann, estetik yaşam görüşünü aşma ve ahlâki ve toplumsal bir yaşam görüşüne adım atma ihtiyacı duymakta oluşumuzdur; çünkü “estetik bir yaşam felsefesi temelde, çözmek zorunda olduğumuz sorunların üstesinden gelememektedir”.

Klasik çalışması The Rebel'de Albert Camus de buna benzer bir perspektif benimser. “Mutlak Onaylayım” başlıklı bölümde Camus, Nietzsche'nin çalışmasını kendine özgü bir yaşam mantığı, bir onaylama mantığı olarak yorumlar. Tıpkı de Sade’ın çalışması gibi, Nietzsche’nin çalışmasının meydan okuması da ahlâkın temelini yıkmaya dayanır. Bu düşünürler, düşünceyi, kelimenin tam anlamıyla, tüm cehennemlerin yok olduğu ve Tanrısız bir evrenin kapılarının açıldığı noktaya doğru iteklerler:

İnsan Tanrı'yı ahlâki yargıya boyun eğdirdiğinde, O'nu yüreğinde öldürmüş olur. Peki öyleyse, ahlâkın temeli nedir? Tanrı adalet uğruna yadsınır, tamam ama adalet düşüncesi. Tanrı düşüncesi olmadan anlaşılabilir mi? Böylece bir saçmalığa varmış olmuyor muyuz?

NİETZSCHE OKUMALARI

Coen Brothers / Big Lebowski


SANATIN DEĞERİ HAKİKATTEN YÜKSEKTİR

Mathieu Kessler
Çeviren: Kenan Sarıalioğlu

Metafizikten vazgeçen Nietzsche kültür ve uygarlık sorununu felsefesinin merkezine alıyordu. Üstinsan önce bir filozof ve bir sanatçıdır yani bir yıkıcı ve bir yaratıcı.

Nietzsche'yi tümüyle bir filozof olarak ve sözcüğün tam anlamıyla bir sanatçı olarak görmek olacak şey gibi görünmüyor. Gerçekte, bu tür insanların kendi tanımlamalarında farklı oldukları söylenir genellikle. Filozofta gerçek (reel) olan ve sanatçıda imgesel olan ağır basar. Filozof, hakikat (wahr heit) içinde dünyayı betimlemekle yetinirken, sanatçı doğaya öykünmeyen özgün bir gerçeklik yaratmak zorundadır. Sanatçı doğayı olduğundan başka türlü tasarlamalı. Filozof ise sağduyusunun sınırları içinde düşünmekle yetinmeli. Sadece sanatçıdır, imgelemine özgürce bir yön vermek için çılgınlığına bel bağlayan... O halde, şiirsel imgelem ile ussal düşünmeyi karıştıran bir filozof da ne oluyor? Disiplinine ihanet etmekle mi suçlanacaktır o? Nietzsche düşüncesinin başına gelen tam da budur işte. Bu düşünce önce basit bir edebiyat olarak, yetenekli ama tümüyle mantıktan yoksun bir şiirsel oyun olarak karşılandı.

Çoğu zaman Nietzsche, söyleminin kaotik karakterinden ve savlarının çelişik olmasından dolayı kınandı. Yorumlar onun yapıtlarına küçümseyici bir felsefi bakış açısıyla yaklaşarak, ona bir dil sanatçısı olarak hayran olmaktan ibaret kaldı her zaman, öyle ya Nietzsche ile korkunç ve çelişkili düşünce ifadesi dışında neye tutunacağımızı bilemiyorduk... Jacques Le Rider'in gösterdiği gibi, Fransa'da Nietzsche ile ilk karşılaşmanın belirleyici havası (1890-1930 yılları) onun düşüncesini yazınsal bir anlama kaydırdı; otuzlu yılların sonuna doğru Sosyoloji Koleji'nin Nietzsche'yi, hem de önceki akımla, çok açık bir kopma göstermeyen, usdışı bir filozof olarak görene kadar. Ama sonunda Acaphale dergisinin birkaç sayısıyla, Nietzsche bir filozof-sanatçı olarak tahtına oturmuştu.

Ama yine de bu yanlı sunum, antifaşist bir Nietzsche kavramına katkıda bulunma onuruna sahipse de (hem de bu sorunun güncel ve oldukça netameli olduğu bir dönemde) Nietzsche felsefesinin ussal, bilinçli, pozitif, hatta pozitivist görünümünü karartmak gibi bir zaafı da vardı. Nietzsche'nin istediği bütünsel insan örneği sakat bir varlık değildir, bedeninde ve içgüdülerindeki özgür akışla tanımlanan bir varlık değildir sadece, öyle olsaydı onun bir hayvandan ne farkı kalırdı? Üstinsan başsız bir varlık değil de belli bir anlamda, "insanlığın kendine dönüşüne" dayanan bir nöbet değişimini gerçekleştiren bir varlıktır; insan bu dönüşle o zamana kadar insanın değersizliğini kavrayıp yeryüzü üstündeki egemenliğinin tam bilincine varır.

"Burada ortaya koyduğum sorun, varlıklar sıralamasında insanlığın yerini neyin alması gerektiğini bilmek değildir (zira insan bir sondur), sorun hangi tür insanın üstün değerlerce daha zengin, yaşamaya daha layık, geleceği daha sağlam diye yetiştirilmesi gerektiği, istenmesi gerektiği sorunudur.

Bu tür yüksek değerli insan önceden de çok görülmüştür; ancak mutlu bir rastlantı olarak, istisna olarak ve hiçbir zaman da istendiği için değil."

Metafiziğe karşı hiçbir tutkusu olmayan Nietzsche'nin felsefesinin merkezine kültür ve uygarlık sorununu koymak uygun olur ve o halde, hiç değilse çökmekte olan bir insanlığın göstergesi olarak Bundan dolayı üstinsan önce bir filozof ve bir sanatçıdır yani bir yıkıcı ve bir yaratıcıdır. O insanlığın tinsel evriminin tamamlanmasını temsil eder. Bu ilerleme süresince, özellikle yetenekli, güçlü, kendilerinden emin kimi insanlar ve yaratıcılar kendilerini Tanrı ve her tür öte dünya ile birleştiren mistik bir bağın kopuşunu da göze alırlar.

Bitimliliğini tamamen göze almak ve varoluşun trajik karakterine koşulsuz boyun eğmek üstinsanın iki temel özelliğidir. Bu anlamda, üstinsan Tanrıdan nöbeti devralır. Yaratıcısı ölmüş olan, yani Tanrı inancı geçerliğini yitiren çağdaş birey ya saçmalık ve ölümle anlamdaş olan bir nihilizm uçurumuna dalmalı ya da sanatsal olarak insanın özünü yeniden tanımlayarak Yaratıcının yerini almalı. Böyle bir öz ancak bir yaratma olabilir, kendi varlığında bulunan bir gerçeklik değil. "İnsan, kendine özgü karakteri henüz belli olmayan hayvandır", onun tanımı ebediyen karanlık, anlaşılmaz kalmalı. İnsanın özü, Nietzsche ile tarihsel karakterinin keşfine kavuşur. İnsan hiçbir öncesiz-sonra-sız doğa'ya uymaz demektir bu. O sürekli oluş içinde bir varlık olarak tasarlanmıştır. Bundan dolayı sadece tarih ve soybilimsel araştırma, bir dizi ayırt edici özellikler kazandırma olanağını sağlar ona. Bunların her biri evriminin bir aşamasını yansıtır. Özne'nin sürekliliği üzerine kurulu belli bir hümanizma kavramı artık sizlere ömür...

Kutsallık düşüncesi bugüne kadar Hıristiyanlık tarafından kirletildi. Hıristiyanlığın soykütüğü Tanrı inancının, zamana ve onun geridöndürülemezliğine karşı bir intikam anlayışının ifadesi olduğunu gösterir. Bizzat bir dünya yaşamı fikri, bu dünya karşısında duyulan bir hoşnutsuzluktan başka nedir ki. Bu fikir, insanların çoğunun, bizzat kendilerinden hareketle dünyaya bir anlam verecekleri yerde, kurtuluşlarını dışarıdan beklediklerini gösterir. Bu açıdan bakılırsa, bizim Tanrının yaratıcıları olduğumuzu ileri sürmede belli bir kabalık vardır. İnanç kavramı hakikat ile kanı arasında bir ara duruma dayanır ama onun soykütüğü kimilerinde inancı, kimilerinde inansızlığı ortaya çıkaran ilişkileri gün ışığına çıkarır. Oysa ruhun inançsızlığı onun gücünün yansısıdır:

"istenç gücünün derecesi, olaylarda kendimizi anlamdan ne kadar bağışık tutabileceğimiz, anlamdan yoksun bir dünyaya ne kadar katlanabileceğimiz ile ilgilidir: Çünkü bizzat kendimiz bunun küçük bir parçasını oluştururuz"

İnançlılığa gelince, o yaratıcılık zayıflığının ve yoksunluğunun yansısıdır. Nietzsche metafizik soru(n)lardan temelde ayrıldığını hiçbir zaman ileri sürmediği halde -özgürlüğün, ruhun ya da bir dünya yaratıcısının varoluşu gibi- sadece insanın sanatsal gücüne, onun tanımını bir tanrıyla eşleştirecek kadar yüceleştiren şeye dayanan bir değer ölçütü uygular. Üstinsan "süper güçler"le donanmış bir insan olarak anlaşılmamalı. Bununla birlikte, o, yetkilerinin tarihinde tanrı ve tanrılara göre görülmemiş bir otorite ve egemenlik sahibidir.
Üstinsan insan varlığına düşen yeni bir sorumluluk atar ortaya. Dünyanın kutsal karakteri üzerine yöntemsel bir kökten kuşku ölçütünü oluşturduktan sonra, o artık kendi varoluşunun anlamını yaratmalıdır.

"Bir filozof nihilist olabilseydi, insanın bütün ideallerinin ardında hiçliği bulduğu için olurdu - ya da hiçliği de bir işe yaramayanı, saçma olanı, hastalığı, korkaklığı, bitkinliği, yaşamının boş kadehinde kalan bütün tortuyu..."

Gerçekten, insanın Nietzsche ile bir sanatçı olarak tanımlanması onun düşünüşünde birbirini izleyen iki aşamayı var sayar. Birincisi filozofu ve hakikat ya da doğruluk kavramını işin içine koyar. İkincisi ise geniş anlamda sanatçı ve yaşamsal yanılgı kavramı ya da daha yalın olarak doğru diye düşünülen değer kavramı söz konusudur. Bu iki aşama Nietzsche felsefesinin can damarıdır. Bu art arda geliş deyimin en kesin anlamıyla onu bir filozof-sanatçı olarak ortaya koyar.

Bundan dolayı filozof-sanatçı ikiliği (dualite) ölümcül hakikat ve yaşamsal yanılgı işlevlerinin zorunlu bütünleyiciliğine gönderme yapar. Bunu anlamamak, Nietzsche felsefesini meta-fiziksel bir bakışla değerlendirerek, Platonculuk'un yerini almaya yetersiz, ters yüz edilmiş bir Platonculuk olarak yorumlamaktır. Heidegger de kesin bir şekilde Nietzsche'nin söylemini böyle yorumlar:

"Tragedyanın doğuşu inancı sanatta, bir başka inanç temeli üzerinde ifade eder: Hakikat ile yaşamanın mümkün olmadığını; "hakikat istenci"nin daha şimdiden bir yozlaşmazlık belirtisi olduğunu bilerek..." (XTV, 368). [...]

Hakikat istencinin anlamı, Nietzsche için her zamanki gibi şudur: Platon'un ve Hıristiyanlığın düşüncesinde gerçek dünya istenci [...] yargısının anlamı şudur: Duyulur olan daha önemli bulunur, özellikle duyumlarüstü olan'dan daha gerçektir. Bu nedenle Nietzsche şunu da söyler: 

"Hakikatten korkmamak için sanatımız var bizim." Bir kez daha söylersek, şudur hakikatin anlamı: Duyumlarüstü olanın "gerçek dünya"sı [...]

Heidegger'in temel yanlışlığı budur. Birçok kez açıklayıcı ilke olarak yinelenen ve tercih edilen bu yorum onun Nietzsche üzerine metafiziksel ve nihilist yaklaşımını bütünüyle geçersiz kılar. Metafiziğin Nietzschece aşılması şimdi Platonculukun çok basit bir ters yüz edilişine indirgenmiştir, girişiminin başarısızlığını gösterir bu. Bu yanlış yorum aşağıdaki açıklamaya dayanır: Sanat Nietzsche'ye göre, kaotik bir dünyada, belirli normları olmayan bu gerçeğe daha uygun olduğu için felsefeden daha hakiki olacaktır.
Nietzsche duyulur (sensible) olarak tanımlayacağı gerçeklikle (realite) metafiziksel bir ilişki biçimini böyle kuracaktır, oysa Platon bu gerçekliği kavranabilir (intelligible) yani düşüncenin alanına ait bir şey olarak görüyordu. Ve aynı metafiziksel idea, onunla bütünlüğü içinde bir gerçek (reel) tasarımına ulaşılabilecekti, böyle korunmuştur. Ancak bu, onun felsefesinin birçok temel ilkelerini bilmemektir:

1. Nietzsche genel olarak sanatsal işlevi, onun Apollonca boyutuyla, yani görünüşü yalanla süsleme olgusuyla özdeşleştirir her zaman. Bundan dolayı Dionysos müziği felsefenin erekliliği ile, diyelim hakikat ile özdeşleştirilmiştir, 1876 yılına kadar - onun romantizmden ve Wagnercilikten koptuğu yıldır bu. Bundan sonra, Nietzsche psikolojik modeli klasiklik olan plastik sanatlar kadar incelikle yalan söyleyebilen bir müziği kendisi yaratır.

2. VVagner'in müziğine olan tutkunluk döneminden sonra, bu dönemin varoluşun trajik anlamıyla ilgili hakikati (1876'ya kadar), sonra dinsel olarak yalan oluşu (1876'dan sonra) yüzünden dayanılmaz olduğunu söyleyen Nietzsche her sanatı her şeyin orada, gerçekten, sadece bir kaos, bir çelişki ve acımasız bir talih olduğu basit, dinsel ve klasik bir yapı yaratma olgusu ile özdeşleştirir.

Oysa, metinler kronolojik bir incelemeye tabi olmadığından, bunların mantıksal gelişimini dile getirmek için, Nietzsche'nin Heideggerce yorumunun tümünü şartlandıran "sanat olarak güç istenci" üzerine o görkemli bölüm terimlerin tanımı konusunda sürekli bir başıboşluğa yargılı kılınmıştır. Daha önce zikredilen parça, Heidegger'in şu konuların anlamını sistematik olarak ters anladığını gösteriyor:

1. Nietzsche hakikate haklı olarak iyimser yalan işlevini yüklerken, o, sanatın duyulur dünyanın açıklaması olarak hakikati dile getirdiğini söylüyor.

2. O, "hakikat"in, Platon'a göre modeli İdealar dünyası olan duyumlarüstü bir dünyanın nihilist kuruntusunu ifade ettiği için, tehlikeli olduğunu ileri sürer. Buna karşın, Nietzsche hakikat terimiyle birçok kavramı belirtir, oysa Heidegger bu terimin "her zamanki gibi" Platon'un kullandığı anlamda gerçek dünyayı belirttiğini düşünür. Gerçekte, bu terim, bu bağlamda, "Silen'in bilgeliği"nin hakikatini, yani varoluşun trajik, karamsar ve kaotik anlamını, kısacası Platonca iyimserliğe göre hakikatin karşıtını ifade eder. Her varoluşun trajik ve nihilist karakterinin keşfi anlamında hakikat özkıyım (intihar) arzusu uyandırmalı; burada tehlikeli olan budur, düşsel bir dünyaya inanma olgusu değil.

"Hakikat" burada Schopenhauer'den Nietzsche'ye intikal ettiği biçimiyle, karamsar ve umutsuz bir varoluş kavramını ifade eder. Oysa Heidegger, haksız yere Platon tarafından idealleştirilen anlamda bir hakikatin söz konusu olduğunu ileri sürer. Ama bu hakikat iyimser olduğuna göre, "korkutma"yı başaramaz. Nietzsche'ye göre, hakikat varoluşu, hem de "pasif nihilizm" in formlarından biri olan şeyi küçültür sadece. Ama iyimser yanılgıların ortadan kaybolması anlamında, sadece hakikat "korkutabilir" filozofu, o aslında bir sanatçı değilse.

Sonuç olarak, Nietzsche'nin sanat felsefesi Platonculukun çok basit bir ters yüz edilmesine dayanmaz: Platon sadece kavranabilir dünyanın bilinebilir ve mülahazaya değer olduğunu ileri sürerken gerçek (hakiki) dünyanın duyulur dünya olduğunu ileri sürmek söz konusu değildir. Nietzsche'nin felsefesi, "nesneler"e uygunluk anlamındaki o hakikat kavramını olduğu gibi koruyarak, Platon'un o ünlü duyulur dünya - kavranılır dünya ikiliğini ters çevirmekten ibaret değildir. Nietzsche, kökünden dağıttığı bu karşıtlığı yeniden üzerine almadan, gerçek (hakiki) bir dünya ile görünür bir dünya arasında en küçük bir ayrım olamayacağını ileri sürer. Ama yine de: İlk olarak, meta-fiziksel yanılsamalardan (pasif nihilizm biçimi) kurtulmak için, varoluşumuzun tehlikeli ve dayanılmaz hakikati olan yıkıcı, "aktif" nihilizm üzerinde düşünmek; İkincisi, yaratıcı ve kurtarıcı (sağaltıcı) bir etkinlik içinde, nihayet duyulur ve tamamen yalanlardan ve yapaylıklardan oluşan bir varoluşun olumlanmasıyla bu felsefi nihilist meditasyonu aşmak uygun olur.

Filozof-sanatçının anlamı budur: Nietzsche, Stendhal'in şu tanımlamasına imzasını atar: "İyi filozof olmak için kuru, açık, yanılgısız olmak gerekir. Servet yapan bir bankacıda felsefede keşifler yapabilmek için, yani olanı açıkça görebilmek için gereken karakterden bir parça vardır," ancak bunun sonu özkıyıma varacağı için, varoluşu onaylamak uygundur: "Dürüstlük'ün sonu tiksinti ve özkıyım olur, oysa dürüstlüğümüzün böyle bir sonuçla karşılaşmaması için önemli bir olanağa sahip olduğu da ortadadır: Sanat, görünüşe rıza olarak." Bu anlamda, her sanatsal yaratım ölüme karşı bir meydan okumadır. "Sanatçılar hiçbir şeyi olduğu gibi görmek zorunda değiller; olanı daha dolu, daha yalın, daha sağlam görür onlar: Dahası bedende bir tür ebedi gençliğe, ebedi ilkbahara, bir tür doğal sarhoşluğa sahip olmaları gerekir." İyi filozof olmak, metafiziksel kuruntulara ("öte-dünyalar"a inanç) güven duymamaktır. Sanatçı olmak, "nesnelerde anlam aramamak: Ancak onlara anlamlar yüklemektir!" Sanatçı-filozof olmak da, korkusuzca canlılar dünyasına ait olduğumuzun bilincinde olmaktır!



KENDİSİYLE AŞILAN NİHİLİZM

Jean-Paul Ferrand



Nietzsche'ye göre, nihilizme karşı gösterilen direnişler boşuna. Nihilizmin dönüşebilmesi ve sonunda "kutsal bir düşünce tarzı" olabilmesi onun egemenliğini devirmekle olur ancak.

NİETZSCHE TAM BİR MADDECİDİR


Bugün niçin Nietzsche okumalı? Hâlâ okumak gerekir onu da ondan! Nietzsche okumak henüz olanaksız bir şey... Herkes bilir bunun güçlüklerini, özellikle ölümünden sonra yayımlanan yapıtları yüzünden... Yayımlanan kısmın ancak buzdağının görünen kısmı olduğu, en azından bana göre, belli oldu. Gerçekte, bütün dayanaklar ölümünden sonra yayımlanan parçalardadır ve bunları derinleştirmeden toplu bir görüş sahibi olamayız. Kendi payıma benim yapmaya çalıştığım ve bana hala yeni gibi gelen şey apaçık sorular ortaya atmaktır: Nerede başlar bunlar? Nasıl sürdürülür? Nerede biter, biterse eğer? Temel sorular; Hegel ya da Kant gibi filozoflar için bayağı görünebilirler ama Nietzsche, o böyle bir şey demedi hiçbir zaman. Benim için bu büyük bir çalışma oldu: Bu sorulara cevap vermekle işe başlamalı. Vaktiyle oldu bu, bugün niçin Nietzsche okumalı diye düşünebiliriz. Bana kalırsa, ilkin Nietzsche tam bir maddeci olduğu için; bildiğim kadarıyla, onu yorumlayanlar pek önemsemediler onun bu özelliğini inanılmaz şey! Nietzsche'nin, kozmolojik ya da biyolojik olsun, ilkin madde olduğu, tepeden tırnağa madde olduğu söylendi. Karşımızda zeki, işlenmiş ve derin, pek az bulunur bir maddecilik var. Nietzsche'nin bir Grek filozofu, daha açıkçası Herakleitosçu bir filozof olması (ama modern bir acun görüşüyle yani çağdaş fiziğin acun görüşüne yakın bir görüşle donatılmış) bir filozof: olması bundan ileri gelir. Onun modern bir sağlık görüşü vardır çünkü çağının bütün biyolojik evrimine karşı son derece dikkatlidir. Hücre keşfedilir, Darwin'in dönemidir bu, gerçekten biyolojinin doğuş çağıdır. Nietzsche tamamen biyolojinin içindedir, içine işlemiştir bu. Özellikle bana daha önemli gibi gelen şey, onun canlılar etiğini (bioethique) önceden sezmesi, yani biyolojik bir ahlak kurmasıdır - bizim bugün durumumuz bu olduğuna göre olağanüstü öngörücü bir fenomen! Biyolojik bir ahlakı önceden sezen Nietzsche biyolojiyle ve antidemokratik varsayımlarla kurulan yeni bir politika da kurar. Bizi tahrik ettiği yer de burasıdır.

Bernard Edelman - David Roubain'la söyleşi
Say Yayınları Fikir Mimarları Dizisi
NİETZSCHE

NIETZSCHE VE NASYONAL SOSYALİZM


NIETZSCHE VE NASYONAL SOSYALİZM
Georges Bataille



Nietzsche idealist ahlaka saldırmıştır, iyilik ve acımayla alay etmiş ve insancıl duyarlılık altına gizlenen ikiyüzlülüğün ve erkeklik eksikliğinin maskesini çıkarmıştır. Proudhon ve Marx gibi, savaşın yararlı yönünü onaylamıştır. Döneminin siyasi partilerinin çok uzağında, “dünyanın efendileri” aristokrasisinin ilkelerini dile getirmiştir. Fırtınalı ve tehlikeli yaşam için tercihini kullanarak bedensel güzelliği ve gücü övmüştür. Liberal idealizmin tersine, bu kesin değer yargıları, faşistleri ona başvurmaya ve anti-faşistleri de onu Hitler’in habercisi olarak görmeye yöneltmiştir.

Nietzsche, şiddete karşı uzlaşımsal sınırların aşılacağı, gerçek güçlerin ölçüsüz yoğunluktaki uyuşmazlıklar içinde çarpışacağı, varolan her değerin maddi açıdan ve kabaca yadsınacağı zamanın yakın olduğunu sezmişti. Sertliği sınırları aşacak bir savaşlar döneminin yazgısını düşündüğünde, ne bu savaşlardan ne pahasına olursa olsun kaçınılması gerektiği, ne de deneyimin insani güçleri aşması gerektiği fikrinde değildi. Ona göre, bu felaketler bile, durgunluğa, burjuva yaşamın yalancılığına, ahlak hocaları sürüsünün mutluluk yalancılığına tercih edilebilirdi, ilke olarak şunu koyuyordu: Eğer insanlar için gerçek bir değer varsa ve basmakalıp ahlakın ve geleneksel idealizmin hükümleri bu gerçek değerin gelişini engelliyorsa, yaşam basmakalıp ahlakı altüst eder. Aynı şekilde Marksistler, bir devrimin şiddetini reddeden ahlaksal önyargıların yüksek bir değer (proleterlerin özgürleşmesi) karşısında boyun eğdiğini biliyorlar. Nietzsche’nin olumladığı değerin, Marksizmin değerinden farklı olarak, evrensel değeri az değildir: İstediği özgürlük bir sınıfın diğerleri karşısındaki özgürlüğü olmayıp, en iyi temsilcilerinin oluşturduğu tür içinde insan yaşamının geçmişin ahlaksal köleliklerine karşı özgürlüğüdür. Nietzsche, artık trajik yazgıdan kaçmayacak, bu yazgıyı sevecek ve bunu tamamen isteğine uygun biçimde temsil edecek, artık kendisine yalan söylemeyecek ve toplumsal köleliğin üstüne çıkacak bir insanı düşlemiştir. Bu tür insan, genelde bir işlevle yani insansal olabilirliğin yalnızca bir bölümüyle aynılaşan güncel insandan farklı olacaktı: Bu kısaca, bizi sınırlayan köleliklerden kurtulmuş bütün insan olacaktı. Modern insanla üstün insan arasında olan bu özgür ve egemen insanı Nietzsche tanımlamak istemedi. Çok haklı olarak özgür olan şeyin tanımlanamayacağını düşünüyordu. Hiçbir şey, henüz olmamış bir şeye yer vermekten ve onu sınırlamaktan daha boşuna olamaz: Bunu istemek gerekir ve geleceği istemek, her şeyden önce, geleceğin, geçmişle sınırlanmama ve bilinenin aşılması olma hakkını tamamıyla tanımaktır. Üzerinde ısrarla durduğu geleceğin geçmişe üstünlüğü ilkesiyle, Nietzsche, ölüm sözcüğü altında yaşamın ve tepki sözcüğü altında düşün lanet okuduğu şeye en yabancı olan insandır. Gerici bir faşistin veya başka bir gericinin fikirleriyle Nietzsche’ninkiler arasında bir farktan daha fazla bir şey vardır: Kökten bir uyuşmazlık. Nietzsche, her hakka sahip gördüğü geleceği sınırlamayı reddetmekle birlikte, bu geleceği belirsiz ve çelişkili önermelerle çağrıştırmış, bu da aşırı karışıklıklara neden olmuştur: “Dünyanın efendileri”nden söz ettiğini ileri sürerek, ona, seçimle ilgili politik terimlerle, ölçülebilir bazı eğilimler atfetmek boşunadır. Onun açısından burada söz konusu olan, olabilirliğin rastlantısal bir canlandırılışıdır. Görkemli olmasını arzuladığı bu egemen insanı, çelişkili olarak, kimi kez zengin ve kimi kez bir işçiden daha yoksul, kimi kez güçlü, kimi kez köşeye sıkıştırılmış biri olarak kafasında canlandırmıştır. Ona, kurallara karşı gelme hakkı tanıdığı gibi, ondan, her şeye katlanma erdemini istemiştir. Zaten onu genel olarak, iktidardaki insandan ayrı tutuyordu. Hiçbir şeyi sınırlandırmıyordu, bir olabilirlikler alanını yapabildiği kadar özgürce betimlemekle yetiniyordu.

Nietzscheciliği tanımlamak gerekirse, yaşama, idealizme karşı çıkma hakkı veren doktrinin bu bölümüne takılıp kalmanın çok az ağırlığı olduğunu zannediyorum. Klasik ahlakın reddi, Marksizmin, Nietzscheciliğin ve Nasyonal Sosyalizmin ortak fikridir. Temel olan tek şey, yaşamın büyük haklarını olumlamasını sağlayan değerdir. Bu yargı ilkesi oluştuktan sonra, ırkçı değerlere mal edilen Nietzscheci değerler bütün olarak tam zıt konuma yerleşmektedir.

- Nietzsche’nin ilk girişimi, entelektüel olarak tüm zamanların en üstün insanları olan Greklere duyduğu bir hayranlıkla başlamaktadır. Üçüncü Reich’da küçültülen kültürün amacı askeri güçken, Nietzsche’ye göre her şey kültüre bağımlıydı.

- Nietzsche’nin yapıtının pek anlamlı özelliklerinden biri, diyonizyak değerlerin, yani sınırsız sarhoşluğun ve heyecanın yüceltilmesidir. Rosenberg’in XX. Yüzyılın Miti adlı yapıtında Diyonizos dininin Ari ırkla ilgisi olmadığını söylemesi rastlantı değildir!... Hızla bastırılan eğilimlere rağmen, ırkçılık yalnızca askeri değerleri kabul ediyor: “Gençliğin kutsal tahtalar yerine stadyumlara gereksinimi vardır”, diyordu Hitler.

- Geçmişin gelecekle olan zıtlığından daha önce söz etmiştim. Nietzsche tuhaf bir şekilde kendini geleceğin çocuğu olarak gösteriyor. Kendisi bu adı vatansız varlığına bağlıyordu. Aslında vatan geçmişin içimizdeki payıdır ve Hitlercilik değer sistemini bunun üzerine, dar olarak yalnızca bunun üzerine inşa etmiştir. Hitlercilik yeni bir değer getirmemiştir. Dünyaya Almanların Basitliğini ilan eden Nietzsche'ye hiçbir şey bunun kadar yabancı değildir.


- Nasyonal Sosyalizmin Chamberlain’den önceki iki resmi habercisi de Ntetzsche'nin çağdaşlarıydılar: Wagner ve Paul de Lagarde. Nietzsche takdir edildi ve propaganda tarafından öne çıkarıldı, ama Üçüncü Reıch onu, diğer ikisine gerektiğinde yaptığının aksine, kendi bilginlerinden biri olarak değerlendirmedi. Nietzsche Wagner’in dostuydu, ama onun Fransız sevmez, Yahudi düşmanı şovenizminden tiksinerek ondan uzaklaştı. Pangermanist Paul de Lagarde’e gelince, bir metin bu konudaki kuşkuları yok ediyor. Nietzsche, Theodore Fritsch’e şöyle yazar: “Geçen ilkbaharda Paul de Lagarde adındaki bu duygusal ve kendini beğenmiş dikkafalının yapıtlarını okurken ne kadar güldüğümü bir bilseydiniz... ”

- Bugün, Yahudi karşıtı aptallığın Hitlerci ırkçılık için sahip olduğu anlama dayanıyoruz. Hitlercilikte Yahudi nefretinden daha temel hiçbir şey yoktur. Nietzsche’nin şu davranış kuralı buna karşı çıkıyor: “Irkların bu küstah üçkâğıtçılığı içinde olan kimseyle görüşmeyin." Nietzsche, hiçbir şeyi Yahudi karşıtlarına olan nefreti kadar açık dile getirmemiştir.

Bu son nokta üzerinde durmalıyız. Nietzsche’nin Nazi pisliğinden temizlenmesi gerekir. Bunun için bazı komedileri ortaya koymalıyız.

Bunlardan biri, filozofun bu son yıllara kadar yaşayan (1935’de öldü) kız kardeşinin işidir. Nietzsche soyadıyla doğan Elisabeth, 2 Kasım 1933’te, Yahudi düşmanı Bernard Foester ile 1885 yılındaki evliliği nedeniyle erkek kardeşiyle arasında doğan sorunları unutmamıştı.

Nietzsche'nin kız kardeşine, eşinin partisine olan ve mümkün olduğunca vurguladığı tiksintisini ilettiği bir mektup yayınlanmıştı. Oysa 2 Kasım 1933’te Bayan Elisabeth Judas Foerster, Weımar’da, Nietzsche’nin öldüğü evde, Üçüncü Reich'in Führer’i Adolf Hitler’ı kabul ediyordu. Bu görkemli ortamda, bu kadın Bernard Foerster’in bir metnini okuyarak ailenin Yahudi düşmanlığını kanıtlıyordu!

4 Kasım 1933 tarihli Temps gazetesi şöyle yazıyordu:


“Şansölye Hitler, Essen’e gitmek için Weimar’ı terk etmeden önce ünlü filozofun kız kardeşi Bayan Elisabeth Foerster Nietzsche’yi ziyaret etti. Yaşlı kadın ona, kardeşine ait olan bir kılıçlı bastonu hediye etti. Ona Nietzsche’nin arşivini gösterdi.

“Bay Hitler, Almanya’da Yahudi zihniyetinin yayılmasına karşı çıkan, Yahudi karşıtı eylemci doktor Foerster’in 1879’da Bismarck’a hitaben yazdığı makalenin okunmasını dinledi. Bay Hitler, elinde Nietzsche’nin bastonu ile alkışlar arasında kalabalığın içinden geçti.” 

Nietzsche, 1887’de Yahudi-karşıtı Theodore Fritsch’e yazdığı küçümseyici mektubu şöyle bitiriyordu:

“Ama son olarak, Zerdüşt adı Yahudi-karşıtı insanların ağzından çıktığı zaman ne hissetmemi isterdiniz?”

Elizabeth Nietzsche



Friedrich iki yaşındayken kız kardeşi Elisabeth doğar; arkadaşı, yoldaşı, sırdaşı, zindancısı, celladı, hemşiresi ve muhtemelen sevgilisi olan kız kardeşi. Elisabeth’in, ağabeyinin hayatında oynadığı rol, bir anlamda beceriksiz bir sahte imzacıya ve ölümünden sonrasına ait belgelerin meraklısına indirgenebilir. İlk dönemde ağabeyinin belgelerini aşırı sahiplenici ve vicdansız bir tarzda kullandığı ve son derece dar bir ölçek haricinde fikirlerini anlamadığı doğru olsa da, Nietzsche’nin eserinde gerek hacim gerek önem açısından belirleyici bir yere sahip belgelerin onun sayesinde düzenlenip kurtarıldığı ve saklandığı da bir o kadar doğrudur. Daha tartışmalı belli durumlarda, tıpkı ölümünden sonraki eseri Güç İstenci'nde olduğu gibi, ortaya koyduğu çalışma tartışmaya açık ve oldukça noksan olsa da mantıklı ve hatırı sayılır düzeyde makuldür. Son yazılarına kız kardeşinin uyguladığı “tarafsız olmayan" tasniflemeye nazaran Nietzsche, kronolojik nesnel bir düzenlemeyi yeğlerdi sanırım. Öte yandan, Elisabeth’in müdahalesinin korkunçluğu ve önemi kardeşinin ölümünün sonrasında değil, hayatında aranmalıdır. Kız kardeşin ağabeyine beslediği ve içine gurur, şefkat, arzu, kıskançlık ve merhamet bulaşmış, beklentisi çok olan hararetli tutkuya kim derinlemesine nüfuz edebilir ki... Kim Nietzsche’nin Elisabeth’e karşı hissettiği hayranlığı bütünüyle idrak edebilir; onun için ölümsüz kadını, dişi olanın alt edilmez gerçekliğini temsil eden ve umarsız bir tatlılıkla nefret ettiği o Antigone için sahip olduğu dehşet dolu çekimi... Elisabeth’in -sakar ve Hitlervari Elisabeth’in- Nietzsche’nin hayatında açıkça bir talihsizlik olduğuna hükmetmek bütünüyle safdillik olurdu; o olmasaydı Nietzsche evlenir ve normal bir cinsel hayata (bunun ne anlamı olabilir ki?) sahip olurdu. Deliliğe düşmez, kendi eserini kişisel olarak düzenleyip layıkıyla sarılırdı. Oysa Nietzsche’yi Nietzsche yapan büyük ölçüde kız kardeşiydi; beriki onun görmesine yardım etti, onu düşünmeye sevk etti. Cioran’a göre, entelektüelin uyarıcısı olarak tüm talihsizliklerin metafizik düzlemde bir yararı vardır; Elisabeth’le Nietzsche açısından bu durum öyle barizdir ki onu lüzumsuz olarak addetmeye hakkımız yoktur.

Fernando Savater
Nietzsche'nin İdeası

Nietzsche ve Nazizm




Nietzsche öldükten sonra "Güç İstenci"ni yayıma hazırlayan kız kardeşi Elisabeth, onun düşüncelerini kendi görüşüne uydurup bozarak nasyonal sosyalizme yol verdi. İşte bu çarpıtmanın öyküsü...

Nietzsche, Nuremberg Mahkemesi'nin suçlu sandalyesinde mi? Fransa Cumhuriyetinin geçici hükümet delegesi Fraçois Menthon'a göre, onu gerçekten burada düşünmek çok doğal. 17 Ocak 1946'da oturuma başlangıç konuşmasında Menthon, nasyonal sosyalizmin "uzak ve derin" kökenlerini araştırır. Fichte'nin savaşı savunmasından, Hegel'in "kaba Darwincilik"i ve Devleti kutsamasından, "ırk birliği"ni ve yeni bir "yaşam alanı"nın fethini yücelten bir propagandadan söz eder, sonra "güç istenci" üzerine kurulu "son Nietzsche felsefesinin "baskın" etkisinden dem vurur. Ona göre "insanüstülük"ü öğütleyen Nietzsche, sonunda bir "güçler seçimi"ne ve böylece "zekâ ve iradi enerji bakımından üstün, uzlaşımsal ahlakların hepsinden sıyrılmış modern bir barbar" a varır.

Menthon, her ne kadar Nietzsche felsefesinin Hitler'in ırkçı kuramlarından ve onların kötü taklitlerinden daha ince, daha karmaşık olduğunu kabul etse de onun felsefesinde gördüğü kötülüğü bağışlamaz: "Kuşkusuz bu felsefe ile nasyonal sosyalizmin hoyrat darkafalılığını birbirine karıştıramayız. Ancak Nietzsche nasyonal sosyalizmin sahip çıktığı atalar içinde sayılabilir pekala, çünkü o, bir yandan hümanizmanın geleneksel değerlerinin eleştirisini haklı olarak tutarlı bir şekilde ilk ifade eden biri oldu ama öte yandan da onun yığınların yönetimiyle ilgili görüşleri Nazi rejiminin daha önce hiçbir engel olmadan egemenlerce ilan edilmesinde etkili oldu. Nietzsche zaten üstün bir ırka inanıyor ve genç bir ruh, bitmez tükenmez olanaklar gördüğü Almanya'ya üstünlük tanıyordu"

Parlak bir denemeci olan Bertrand d'Astorg, Terör Dünyasına Giriş adlı yapıtında, 1945 yılında, Nietzsche'den hesap sormanın olanaksız olduğuna dikkati çeker. Onun yapıtlarından biri Almanların beklediği "çağrı"dır, "olayların içinde Nazi Almanyası'nın bütün düzeni olabilecek bir yeni düzen"i esinleyen bir çağrıdır ona göre. Bu yapıt "Terör Dünyasının esas ocağı"nı temsil eder. Nietzsche'nin nazizmi tanımış olsaydı, ondan tiksinmiş olacağı ve SS'lerde somutlaşan üstinsanı reddetmiş olacağı -çömezleri emindir bundan- görüşüne ne yanıt verebilir? Tek yanıtı vardır bunun: ''Bir yazar sadece söylediği şeyden değil bütün okuyucularının onun söylemek istediğini bıkıp usanmadan araştırıp incelediği şeyden de sorumludur."

Savaş sonrası ansızın başlayan bütün bu suçlamalarda, bıkıp usanmadan başvurulan kaynağın Güç İstenci olmasıdır esas sorun. Oysa, 1959'dan itibaren Weimar'da Nietzsche'nin elyazmaları üzerinde çalışan Giorgio Colli ve Mazzino Montmari'nin gösterdikleri gibi, bu kitap ona atfedilen yazarı tarafından asla tasarlanmadı. 1887 güzünden 1889 ocak ayına kadar olan parçalar notlar halinde kaldılar. Belirsiz tasarı aşamasından öteye geçmediler. Bu parçaların arasında, 1888 ilkbaharına kadar olan ilk bölüm için, Nietzsche bir sıralamaya girişir ancak bu sıralama hazır bir yapıya tümüyle uymaz. Bu malzemeler, 1901'de keyfi ve korkunç bir geleceği çağrıştıran bu başlık altında yayımlanması için düzenlendiler, bölümlere ayrılıp tanınmaz hale getirildiler: Güç istenci böyle çıktı ortaya. Bu ihtilâsların başında filozofun kız kardeşi, Nietzsche arşivlerinin kurucusu Elisabeth Förster-Nietzsche gelmektedir.

Tarihin cilvesi herhalde; bu düzmece kitap en çok yorumlanan kitaplardan biri oldu. Hemen hemen bütün yorumcuların dörtte üçü süresince, ona "Nietzscheci felsefenin esas izleği" gözüyle baktılar. Bu süreçte Fransa'da ne oldu? 1904'te Henri Albert tarafından yayımlandı, 1936'da Gallimard yayınlarında yeniden çevrildi, bu son yıllara kadar sayısız elkitaplarında ondan alınan parçaları saymazsak, aşağı yukarı otuz civarında yeni baskıya ulaştı. Kitabın ikinci çevirisine değinen ünlü Cermen dilleri uzmanı Genevieve Bianquis, onun girişinde şunu yazmakta hiç duraksamaz: "Nietzsche, yapıtlarının en önemlisi olarak Güç İstenci'ni, kendisi belirtmektedir" Ancak şurası gerçek ki felsefi olarak çok daha nitelikli bir uzman olan Gilles Deleuze 1968'de hâlâ bu küstahça derlemenin sonucunu ''çarpıtma" olarak adlandırmayı reddediyordu.


1904 yılında ağabeyine adadığı yaşamöyküsünde, Elisabeth Förster-Nietzsche, Güç İstenci'ni ağabeyinin gerçek felsefesinin bir hazinesi olarak gördüğünü yazar. Kardeşinin bu yapıtı, 1870 savaşı sırasında bozguna uğrayan ama yine de saldırıya geçmek için hiç tereddüt etmeyen Prusya alayının tepkisi karşısında geliştirdiğini açıklar. Onun temel dünya görüşü Darwin'in dünya görüşü yani hayatta kalmak için zorunlu bir savaş düşüncesi değil "güç istenci"dir. Bu anlamda, o bir Prusyalı tipinin ta kendisiydi, diye belirtir. Bir vatansever, bir savaşçıydı o.

Doğal olarak, olayların devamının da bunu gösterdiği gibi, Nietzsche kız kardeşine güvenmiyordu. Budala ırkçı Bernhard Förster ile evlenebilmiş olması onun körlüğünü yeterince gösteren bir işaretti. Onun darkafalı yobaz karakteri tedirgin ediyordu Nietzsche'yi. 21 Nisan 1883'te Heinrich Köselitz'e, kız kardeşinin ona, eğer Katolik olsaymış, "onun düşünme tarzından doğacak olan kötülüğü bağışlatmak için hemen bir manastıra kapanırdım." dediğini yazar. Kız kardeşinin ona, "tamamen değişene kadar ve gerçekten iyi bir kişi olmaya gayret edene kadar açık bir düşmanlık" ilan ettiğini söyler Nietzsche. Annesine yazdığı bir mektubun başında "böyle acımasız bir yaratıkla akraba olmaktan" tiksinti duyduğunu açıklar.

Kısa zamanda, ne yazık ki kız kardeşine karşı kendini savunamayacak bir duruma düşer Nietzsche! Dul Elisabeth ilkin ona göz kulak olmak için ortaya çıkar. Sonra, ağabeyi öldüğünde onun bütün belgelerine el koyar. İmgesini ve entelektüel mirasını kendine mal eder. Guillaume II'nin hayranı, nasyonalist ve coşkulu bir savaş yanlısı olan kız kardeş, imparator tarafından da horlanmış olan ve onu küçümseyen ölmüş ağabeyini aynı yolu izlemeye sürükler. 1914 yılında, onun Kahramanlar Kütüphanesinde tutulan ilk yazarlardan biri olması için kendine bir çekidüzen verir. Savaşı haklı gösterenlerin yanına onun metinlerini de koyar. 1915'te, tüm enerjisini hazırlanmasına katkıda bulunduğu yirmi binden fazla nüshası olan örnek bir alıntılar dergisini yayımlamak için kullanır. Sertlik, irade, vatanseverlik, kahramanlık - bütün bu erdemler, "bu yüce çağın yol arkadaşında keşfedilecektir, okuyucuları bu keşfe çağırır Elisabeth.

1918'den sonra, aynı sahteci çalışmasını sürdürür. Aşırı sağın yandaşı, Frank Müfrezelerinden yana, milliyetçi-halkçı partinin üyesi ve aşırı sağın yandaşı olan Förster "arkadan hançerleme" efsanesine, Almanya'nın "içerden" ihanete uğradığı için yenilmiş olduğuna inanır kesinlikle. Weimar Cumhuriyeti onun için bir korkunçluktur, demokrasi korkuluğudur. 1922'de Almanya'nın dirilmesi için verdiği savaşa bir kez daha katar kardeşini: Demokratik sisteme karşı metinlerden bir seçki oluşturur (Devletler ve Halklar Üzerine).

Mussolini'nin, İtalya'yı ele geçirirken, Nietzsche'yi üstadı olarak tanımasını da böyle bildirir! Elinden gelen şey, ona olan hayranlığı konusunda Mussolini'ye güven vermek için Nietzsche'nin kalemine dört elle sarılmaktır. Arşivlerden fotoğraflar gönderir ona. Gazetelerde kendini faşizmin yandaşı olarak ilan eder. Berlin'de, ona para yardımı yapan İtalya Büyükelçiliği ile temasa geçer. Bizzat Dük, onun bunca coşkuyla yönettiği kuruma toplam yirmi bin liret bağışlar. Karşılık olarak Elisabeth'in sıcak teşekkürleriyle karşılaşır. Teşekkürler, kardeşinin her zaman "tercih ettiği ülke", böyle diyor Elisabeth, İtalya için olduğu gibi, bizzat Dük içindir de.

Otel Odası, 1931

"Kötü bir ressamın elinde, bir hikâyenin resimle anlatımı, konu ne kadar yüce olursa olsun, büyük boy bir karikatürden başka birşey olmaz, Ama iyi bir ressam aynı hikâyeyi anlattığında, durum tümüyle farklıdır. Tasvirin getirdiği zorunluluklar -şu insanları, şöyle bir ortamda, şunları yaparken göstermek zorunda olması- imgelemini her düzeyde, saf resimsel düzey de dahil olmak üzere kırbaçlar ve sonuçta, yazınsal olmasına karşın, formel kompozisyon olarak en üst niteliklere sahip bir eser üretir."

Hotel Room, 1931 Edward Hopper


Işığın kaynağı belirsiz: Arkada çok sevdiği pencerelerden biri, dışarıda pek çok resminden etkisini tanıdığımız çiğ, nemli ışığıyla yaz güneşi mi var, yoksa çiğ, kuru ışığıyla tepeden sarkan bir lambayla mı aydınlatılmış oda, söylemek olanaksız. Sağda önde açılmamış koyu renkli valizin yanında açılmamış, derisi zamanla yıpranmış, solmuş bir dönemin tipik yolculuk çantası, odaya girince soyunup dökünmüş de yerleşmeye kalkışmamış. Adı ve tarihi olmasa olurmuş pekala: Bir otel odasına çağrıldığımız belli mobilyalardan, atmosferden ve durumu belirgin belirsizlik içinde veren renk ve dağılım geometrisinden. Dönem de, bana kalırsa: saçı şapkası değil bir tek bu izlenimini doğuran, her yerde kriz sonrası işaretleri okunuyor: Çırılçıplak duvarlardan başlayarak.

Gene de resmin asıl büyüsü okunaksızla okunuru anlaşılmaz bir dengenin anlaşılır kurallarına bağlayışından geliyor: Otele ait anonim broşür mü kadının elinde tuttuğu, kendisine yeni ulaşan ama ezberleyesiye defalarca baştan uca katettiği, her kelimesinin noktalama işaretinin yarattığı anlam pususundan akla gelebilecek bütün olasılıkları kurcaladığı bir mektup mu, bilemiyoruz. Ben diyorum ki mektubu almış sabit hareketlerle çoktan küçük parçalara ayırıp atmış, yatak odasına gidip sabit hareketlerle valizi ve çantayı hazırladıktan sonra çıkmış, şehirlerarası bir bilet alarak daha önce hiç uğramadığı bu kente gelerek öylesine seçtiği bu otelin resepsiyon memuruna "kaç gece mi kalacağım?" diye sorusunu yineledikten sonra "henüz kara vermedim" demiş. Resimde bu varsayımlara ilişkin hiçbir kesinlik olmadığını söylemek güç değil, hayatta da herhangi bir kesinlikle yüzyüze gelmeyiz kolay kolay, bizi, bırakın ötekilerin yaptıkları konusunda yürüttüğümüz fikirlerde bağlayan o yakıcı şüpheleri, asıl yoran kendi seçimlerimizin bulanıklığını gidermede işe koştuğumuz yorumlar değil midir sanmak ile bilmek arası durmadan sallanmaya götüren, yoksa resimde gördüklerimi varsayım olmaktan şüphesiz çıkarabilir bazı ışıklarla bazı gölgeler: Şu yorgun, yarıyarıya çökük omuzlu duruşunda kadının, kendini terketmek isteyen oturuşunda yazmıyor mu herşey örneğin, varsın yüzü net bir gölgenin içinde loş bir gizin alfabesiyle örtülmüş olsun. "Resimler bir hikâye anlatmalı mıdır?" sorusuna Huxley'in verdiği yanıtı paylaşıyorum: "Kötü bir ressamın elinde, bir hikâyenin resimle anlatımı, konu ne kadar yüce olursa olsun, büyük boy bir karikatürden başka birşey olmaz" dedikten sonra ekliyordu: "Ama iyi bir ressam aynı hikâyeyi anlattığında, durum tümüyle farklıdır. Tasvirin getirdiği zorunluluklar -şu insanları, şöyle bir ortamda, şunları yaparken göstermek zorunda olması- imgelemini her düzeyde, saf resimsel düzey de dahil olmak üzere kırbaçlar ve sonuçta, yazınsal olmasına karşın, formel kompozisyon olarak en üst niteliklere sahip bir eser üretir." Ben resmin önünden çekildiğimde yerimi arkada bekleyen, farklı bir dil konuşan, başka bir ülkeden olduğunu hemen kestirebildiğim yaşça benden hayli küçük şu genç kadın alacak. Sonra, bir yenisi geçecek yerine. Sonra, peşpeşe, gün be gün bu noktada duran, durakalanlar okuyacak resmi. Kimsenin aynı hikâyeyi bulmayacağı, aynı duygu ve düşünce toplamıyla o noktaya bu noktadan bakmayacağı o kadar açık ki. Aynı otel odasından nasıl durmadan farklı hikâyelerle geçip gidiyorsa insanlar, resmin önünden de öyle geçip gideceğiz. Tek hikâye bu belki de: Müzenin duvarında yapayalnız, hüzünlü, sürgün bir resim, resimde bir otel odası, odada bir kadın, kadının kafasında ağır ağır boşlukta dönme hızı düşen bir burgu, burgunun merkezinde elinde fırça ve palet, bomboş, bembeyaz, 150,4 x 165,7 cm'lik tuvale bakan ressam: Bembeyaz bakış.

ilgili bağlantılar: 
kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/12/ Hopper'ın Yalnızları - Enis Batur

je suis charlie


Tanrıtanımaz gazete Charlie bir haftadır, bütün peygamber ve azizlerin tümünden daha fazla mucize gerçekleştirdi. Bu mucizeler arasında en fazla gurur duyduğumuz şey, şu anda elinizde, bizim her zaman yaptığımız, eskiden beri bu gazeteyi yapanların eşiliğinde, gazeteyi tutuyor olmanız. Mucizeler arasında bizi en fazla güldüren ise Notre Dame Kilisesi'nin çanlarının bizim şerefimize çalması... Charlie, bir haftadır bütün dünyada dağlardan daha büyük şeyleri yerinden oynattı.

Willem'in de şahane bir şekilde çizdiği üzere, Charlie'nin bir haftadır sayısız yeni arkadaşı oldu. Adı sanı bilinmeyenler ya da dünya çapında ünlüler, mütevazi insanlar ya da zenginler, dinsizler imansızlar ya da Cizvitler, hayatımız boyunca birlikte olacağımız insanlar ya da bizim buradan geçerken uğrayanlar... Bugün onların hepsi değerli bizim için, oturup ayıklama yapacak ne zamanımız var ne de yüreğimiz elverir. Her şeye rağmen kendimizi de aldatmıyoruz. Kalbimizin en derin köşesinden milyonlarca insana teşekkür etmek istiyoruz. Sıradan yurttaş olsun, kurum temsilcileri olsun, gerçekten bizim safımızda olanlar, içten bir şekilde ve derin bir şekilde "Charlie olanlar" kendilerini tanırlar. Ötekilerin de canını sıkıyoruz ki, onlar da zaten pek iplemiyorlar...

Yine de deşmek istediğimiz bir soru var: Artık nihayet, siyasi ve entelektüel sözlükten "kökten laikçi" pis sözcüğünü kaldıracak mıyız? Katilleri ve kurbanlarını aynı şekilde nitelemek için bilgiççe semantik kıvırtmalar icat etmeye artık son verecek miyiz?

Bu geçen yıllar içinde, bizim ve kararlı bir şekilde laikliği savunan dostlarımızın suratlarına fırlatılan ciddi pislikleri, sahte entelektüel incelikleri kalemlerimizle savuşturmaya çalışırken kendimizi biraz da yalnız hissediyorduk: Bize İslam düşmanı, Hıristiyan düşmanı, provokatör, sorumsuz, ateşin üzerine benzinle gidiyorsunuz, ırkçı ve hak ettiniz... diyorlardı...

Evet, terörizmi kınıyoruz, ama. Evet, karikatüristleri ölümle tehdit etmek iyi bir şey değil, ama. Evet, bir gazeteyi kundaklamak kötü, ama. Bu tür şeyleri biz de dostlarımız da çok duyduk. Çoğu zaman gülüp geçtik bu sözlere. Çünkü bizim en iyi yaptığımız iş, gülüp geçmektir. Ama bugün artık başka bir şeye gülmek istiyoruz. Çünkü bunlar yeniden başladı. Cabu'nün, Charb'ın, Honore'nin, Tignous'nun, Wolinski'nin, Elsa Cayat'nın, Bernard Maris'nin, Mustapha Ourrad'ın, Micheal Renoaud'nun, Franck Brinsolaro'nun, Frederic Boisseau'nun, Ahmed Merab'ın, Clarissa Jean-Philippe'in, Philippe Braham'ın, Yohan Cohen'İn, Yoav Hattab'ın, François-Michel Saada'nın kanları henüz kurumamıştı ki, Thierry Meyssan, Facebook'taki takipçilerine, saldırının tabii ki Musevi-Amerikan-Batı komplosu olduğunu anlatıyordu. Zaten, orada burada duyuyorduk, geçen pazar gerçekleşen toplantı aleyhinde sözümona ince laflar doğruyorlardı, dudak ucuyla da açık bir şekilde ya da alçak sesle terörizmi ve dini faşizmi haklı çıkartmaya çalışan bahaneler uyduruyorlardı, onlara göre aslında Nazi olan polislerin tebrik edilmesi karşısında da gücenmişlerdi. Hayır bu katliamda, bir diğerinden daha haksız bir şekilde öldürülen kimse yok. Franck, Charlie binasında öldü. Ve bu vahşet haftasında Franck'ın başka meslektaşları da öldürüldü. Onlar fikirleri savunmak için öldüler, hatta belki de kendilerinin olmayan fikirler uğruna öldüler.

Her şeye rağmen iyimser olmaya çalışacağız. Gerçi bu aralar mevsim iyimserliğe pek izin vermese de... 7 Ocak 2015'ten bu yana, laikliğin kararlı bir şekilde savunulmasının herkes için artık doğal bir edim olmasını diliyoruz. Artık, durum gereği, seçim hesabı ya da yüreksizlik nedeniyle, cemaatçiliğe ve kültürel rölativizmi meşrulaştırmaya hatta bunlara hoşgörü göstermeye son vermeyi istiyoruz. Çünkü bu olumsuz durum bir tek sonuca yol açıyor: Dini totaliterizm.

Evet, İsrail-Filistin ithilafı bir gerçektir, evet uluslararası jeopolitika bir dizi manevra ve arkadan vurma harekatına dayanır, evet Fransa'da söyleniş şekliyle, "Müslüman kökenli nüfus"un toplumsal konumu hiç de adil değildir, evet, ırkçılığa ve ayrımcılıklara karşı, durmaksızın mücadele edilmelidir. Bu vahim sorunları çözmeye çalışmak için neyse ki çok sayıda araç var ancak bu araçların hiçbirisi, en önemli raç olan laiklik olmaz ise çalışmıyor. Laiklik derken de, pozitif laiklik, kucaklayıcı laiklik, bilmem ne laiklik değil, sadece laiklik, o kadar. Laiklik, halkların evrenselliğini, eşitliğin uygulanmasını, özgürlüğü, kardeşliği ve kadın dayanışmasını öngördüğü için sorunları çözebilir. Ancak laiklik sayesinde vicdan hürriyeti sağlanabilir. Bütün dinler, sadece özel hayat alanını terk edip siyasal alana indiklerinde, vicdan hürriyetini, marketing konumlarına göre az çok açık bir şekilde inkar ederler. Ancak laiklik sayesinde, ironik bir şekilde, inanç sahipleri ve diğerleri barış içinde yaşayabilir. Totaliter dinci söylemi kabul ederek Müslümanları savunduğunu iddia edenler aslında kendi cellatlarını savunuyor. İslami faşizmin ilk kurbanları Müslümanlar olmuştur.

Bu hafta boyunca "Ben Charlie'yim" diyen milyonlarca sıradan yurttaş, bütün kurumlar, bütün devlet ve hükümet başkanları, bütün siyasi entelektüel ve medyatik şahsiyetler, dinlerin ulu kişileri, şunu da bilmelidirler ki bu slogan aynı zamanda "Ben laikliğim" anlamına gelir. Bizi destekleyen çoğunluğun böyle düşündüğünden eminiz, bu da doğal bir tutum zaten. Geri kalanları ise bırakalım bu bela ile uğraşadursunlar.

Son bir nokta, ki önemli. Bu hafta "Charlie" olan Papa François'ya da bir mesaj göndermek istiyoruz. Notre Dame Kilisesi'nin çanları bizim şerefimize çalacaksa bunu tek bir koşulla kabul edebiliriz: O da zangoçluğu FEMEN grubu yapacaksa...

Gerard Biard

Sade'dan Sodomi Tarihi

Sodomi ve sevicilik doğayı ihlal etmez, buna iyice ikna olalım, tersine, doğaya can sıkıcı evlatlar getirecek bir birleşmeyi inatla reddederek doğaya hizmet ederler. Şu konuda asla yanılmayalım, bu üreme asla doğanın yasalarından biri olmadı, olsa olsa bir hoşgörüdür, söylüyorum size. İnsan soyunun yeryüzünden silinmesi ya da yok olması doğayı ne ilgilendirir! Bu felaket başımıza gelirse her şeyin yok olacağına kendimizi inandırışımızdaki kibirle alay eder! Bu yok oluşu fark etmez bile. Çoktan yok olup gitmiş türler olduğunu bilmiyor muyuz? Buffon böyle çok sayıda tür saymaktadır ve doğa, bu kadar değerli bir kayba sessiz kalarak, bu durumun farkına bile varmamaktadır. Tür tümüyle yok oldu diye hava daha az temiz olmayacaktır, yıldızlar daha az parlak, evrenin işleyişi daha az kesin olmayacaktır. Bununla birlikte, türümüzün dünyaya çok yararlı olduğuna ve onu yaymak için çalışmayanın ya da bu üremeyi yolundan saptıranın kaçınılmaz olarak suçlu olacağına inanmak için salak olmak gerekir! Gözümüzü açalım artık ve bizden daha mantıklı halkların örneği hatalarımız konusunda bizi ikna edebilsin. Bu sözüm ona sodomi suçunun tapınak ve müritlerinin olmadığı tek bir yer yoktur yeryüzünde. Sodomiyi, deyim yerindeyse bir erdem haline getirmiş olan Yunanlar, Venüs adı altında onun için bir anıt dikmişlerdir; Roma, Atina’ya yasaları öğrenmek için gitmiş ve oradan bu ilahi zevki alıp gelmiştir.

İmparatorluklarda sodominin nasıl geliştiğini görmemek mümkün mü? Roma kartallarının koruması altında sodomi yeryüzünün bir ucundan ötekine uzanır; imparatorluğun çöküşüyle birlikte papalık tacının yakınlarına sığınır, İtalya’da sanatları izler, biz uygarlaşırken de bize ulaşır. Ne zaman bir toprak parçası keşfetsek orada sodomiyle karşılaşırız. Cook yeni bir dünyaya her demir attı­ğında orada sodominin hüküm sürdüğünü görür. Balonlarımız Ay’a varmış olsaydı, orada da bulunurdu sodomi. Tatlı zevk, doğanın ve hazzın evladı, nerede insan varsa orada sodomi de vardır, görüldüğü her yerde sunaklar dikilir sodomiye! Ey dostlarım, kıç deliğinden haz almayı am deliğine tercih etti diye, hem âşık hem metres olarak iki zevki birden bulduğu bir genç adamı, tek bir haz vaat eden genç bir kıza tercih etti diye bir erkeğin ölümü hak etmiş bir canavar olduğunu düşünmek kadar zırvalık olabilir mi? Kendininkinden farklı bir cinsel rolü oynamak istemek canavarlık, hergelelik olur, öyle mi! Peki niçin doğa bu zevke duyarlı yarattı insanı?

Sodomi yapanın yapısını inceleyin; bu ortak zevki tatmamış erkeklerden tamamen farklı olduğunu göreceksiniz onun; kalçaları daha beyaz, daha tombul olur; zevk sunağını gölgeleyen tek bir tüy bile yoktur, daha zarif, daha şehvetli, daha duyarlı bir zarla kaplı olan bu sunağın içi, bir kadın vajinasının tüm olumlu özelliklerine de sahiptir; öteki erkeklerden farklı olan bu adamın karakterinde daha fazla yumuşaklık, daha fazla esneklik vardır; kadınlardaki erdemlerin ve ahlâksızlıkların hemen hemen tümünü onda bulursunuz; kadınların zayıflıkları bile vardır onda; onların tuhaf alışkanlıklarından ve güzelliklerinden bazıları bile vardır onda. Onları bu şekilde kadınlarla özdeşleştirmiş doğanın onların zevklerine sinirlenmesi mümkün müdür? Bunun ötekinden farklı bir erkek sınıfı olduğu ve bunları yaratan doğanın, aşırı yayılması kaçınılmaz olarak doğaya zarar verecek olan üremeyi azaltmak istediği açık değil mi?... Ah! Sevgili Eugenie, koca bir yarak arkanızı doldurduğunda nasıl tatlı bir zevk alırsınız bir bilseniz; taşaklara kadar sokulduğunda, kıçınızda ateşli bir şekilde kımıldayıp durduğunda; başın kapçığına kadar çekilip kıllara kadar sokulduğunda alacağınız zevki bilemezsiniz! Hayır, hayır, tüm dünyada buna bedel bir zevk yoktur: Filozoflara, kahramanlara özgü bir zevktir bu, tanrıların zevkidir, tabii ki bu ilahi zevkin taraflarıdır yeryüzünde tapmamız gereken tanrılar!

Evreni baştan başa dolaştığımızda, kadınlardan hoşlanmayan ne çok halk görürüz! Öyleleri vardır ki, kadınları yalnızca kendi yerlerine geçecek çocuklara sahip olmak için kullanırlar. Cumhuriyetlerde erkeklerin birlikte yaşama alışkanlıkları bu ahlâk bozukluğunu her zaman daha yaygın kılar, ama bu durum kesinlikle tehlikeli değil­dir. Yunan yasa koyucuları sodominin tehlikesine inansalardı bunu kendi cumhuriyetlerine dahil ederler miydi? Tam tersine, savaşçı bir halk için sodominin gereğine inanıyorlardı. Plutarkhos, erkek âşıklar ile erkek sevgililerin muharebesinden heyecanla söz eder; Yunan’ın özgürlüğünü uzun süre yalnızca onlar savundu. Bu ahlâk bozukluğu, silah kardeşleri birliğinde hüküm sürdü; bu birliği sağlamlaştırdı; en önemli insanlar buna eğilim gösterdi. Tüm Amerika, keşfedildiğinde, bu zevke sahip insanlarla doluydu. Louisiana’da, Illinois’liler arasında, kadın gibi giyinmiş yerliler, kadın fahişeler gibi orospuluk yapıyordu. Benguelo’deki zenciler erkekleri herke­sin gözü önünde metres tutar; başkent Cezayir’deki hemen hemen tüm saraylar bugün yalnızca genç oğlanlarla doludur. Tebai'de oğlan çocuklarıyla sevişmeye hoşgörü göstermekle kalınmaz emredilir de; Khaironeia filozofu [Sokrates; ç.n.] genç insanlara ahlâkını yumuşatmak için sodomiyi öğütlüyordu.

Sodominin Roma’da büyük ölçüde hüküm sürdüğünü biliyoruz: Genç oğlan çocuklarının kız giysisi içinde ve genç kızların da oğlan giysisiyle fahişelik yaptığı halka açık yerler vardı. Manialis, Catullus, Tibullus, Horatius ve Vergilius sanki metreslerine yazar gibi dizeler yazmışlardı erkeklere ve nihayet, Plutarkhos’ erkek­lerin aşkında kadınlara yer olmadığını yazar. Girit adasındaki Amasiyenler eskiden genç oğlanları eşi benzeri hiç görülmemiş törenlerle kaçırıyorlardı. Bunlardan birini sevdiklerinde, seven kişi kaçıracağı günü aileye haber veriyordu; genç erkek eğer âşığı hoşuna gitmezse biraz direniyordu; tersi durumda, onunla gidiyor­du ve ayartıcı, genç oğlandan yararlanır yararlanmaz ailesine geri yolluyordu; çünkü, kadınlardan yararlanıldığında olduğu gibi bu durumda da tutkunun tatmini her zaman yeterli oluyordu. Strabon, yine bu adadaki sarayların yalnızca oğlan çocuklarıyla dolu olduğu­nu söylemektedir: Bu çocuklar herkese fahişelik yapıyorlardı.

Bu ahlâksızlığın bir cumhuriyette ne kadar yararlı olduğunu kanıtlamak için son bir otoritenin daha sözünü dinlemek ister misi­niz? Aristotelesçi Jerome’u dinliyelim. Oğlan çocuklarıyla aşk, der bize, tüm Yunan’da yaygındı, çünkü cesaret ve güç veriyor, tiranları kovmaya yarıyordu; âşıklar arasında gizli ittifaklar kuruluyordu ve bunlar suç ortaklıklarını ele vermektense işkence görmeyi tercih ediyordu; böylece yurtseverlik her şeyi devletin refahına feda edi­yordu; bu bağların cumhuriyeti güçlendirdiği kesindi, kadınların aleyhinde atılıp tutuluyordu, bu tür yaratıklara bağlanmak, despo­tizme özgü bir zayıflıktı.

Oğlancılık savaşçı halkların ahlâk bozukluğu oldu her zaman. Galyalıların buna son derece bağlı olduklarını Sezar belirtir. Cumhuriyetlerin desteklediği savaşlar, iki cinsi birbirinden ayıra­rak bu ahlâk bozukluğunu yaydılar ve devlete pek yararlı sonuçları görüldüğünde din de bir süre sonra oğlancılığı kutsadı. Romalıların Jüpiter ve Ganimed aşklarını kutladıkları bilinmektedir. Sextus Empiricus, Perslerin bu fanteziye izin verdiğini belirtir. Nihayet, bu durumu kıskanan ve aşağılanan kadınlar kocalarına, onların genç oğlanlardan aldıkları hizmetin aynısını sundular; kimi kocalar bunu denediyse de aradıkları hayali bulamayarak eski alışkanlıklarına geri döndüler.

Muhammed’in Kuran’da kutsadığı bu sapıklığa pek eğilimli olan Türkler, çok genç bir bakirenin bir oğlan çocuğunun yerini yeterince tutabileceğini ileri sürerlerse de oğlanları sınamadan kadı­na yöneldikleri enderdir. Sixtus Quint ve Sanchez bu sefahate izin verir: Sanchez bunun üremeye yararlı olduğunu kanıtlamaya bile girişmişti, bu ön hazırlıkların ardından yapılan çocuk son derece sağlıklı oluyordu. Kadınlar da uğradıkları zararı kendi aralarında telafi ediyorlardı. Bu fantezi, hiç kuşkusuz, diğerinden daha sakın­calı değildi, çünkü tek sonuç yaratmanın reddidir ve çoğalmaktan zevk alanların imkânları, rakiplerinin asla zarar veremeyeceği kadar güçlüdür. Yunanlar, kadınların bu sapkınlığını devlet çıkarı adına destekliyorlardı. Bundan çıkan sonuç, kadınlar kendi aralarında birbirlerine yettiğinde, erkeklerle daha az sıklıkta ilişkiye girdik­lerinden cumhuriyetin işlerine hiç zarar verememiş olmalarıydı. Lukianos bu başıbozuklukların yol açtığı ilerlemeleri bize öğretir, Sappho'da da bunları görmemiz tesadüf değildir.

...

Sade

Üstinsan

İnsan aşılamaz, olsa olsa inkâr edilebilir, inkâr edilmelidir. Bu üstinsan fikri bence tam bir saçmalıktır. Hayvanlara özgü zaafları bile düşünsek titrememize yeter. Hele insanınkiler çok daha beterdir. Bir Üstinsanın elbette meziyetleri olacaktır, ama aynı zamanda bu meziyetlerin kusurları da olacaktır onda. Ve bu kusurlar korkunç olacaklardır, insanın kendisinden de korkunç. Nietzsche bana fazla safdil geliyor. Bir yalnızdı, hemcinsleriyle çok fazla birlikte yaşamamıştı; aslında acınacak bir adamdı; ötekiyle doğrudan tecrübesi olmayan tecrit olmuş bir adamdı. Bütün trajedisi, dostlarıyla münakaşaları, bu aynı dostların onda sebep olduğu hayal kırıklıkları, Nietzsche'nin insanları hakikaten tanımamış olduğunu ispatlar sadece. Üstelik küçük yerlere düşkündü, bu yüzden de büyük şehrin onca öğretici tecrübesinden mahrumdu. Bir cehennemde yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyordu, değil mi? Cehennemin kendisi belki beterdir ama çok daha beter olamaz. Nietzsche bana hakikaten fazla safdil görünür.

Bu hususta kendimi Chamfort veya La Rochefoucauld gibi Fransız ahlakçılarına çok daha yakın hissediyorum. Nietzsche’nin onların etkisi altında kaldığı da doğrudur. Ama başlangıçta, nasıl söyleyeyim, masum bir ruhu vardı... Sonunda da. Aslında onun bütün şeylere bakışı, ayrıca hayatı, bana fazla keyifli geliyor. Nietzsche ilginç ve baştan çıkarıcı, ama vardığı sonuçlar bana ne anlamlı ne de doğru görünüyor.


Ezeli Mağlup / Cioran

NİETZSCHE'NİN DELİLİĞİ


Kubin - Madness

Nietzsche'nin deliliğinin farazi bir frengi hastalığıyla ilgili olduğu düşünülmüştür çoğu zaman. Bu delilik, kendini "maskelemek" isteyen bir düşüncenin uç bir belirtisi olmasın sakın?

Yıl 1889, Nietzsche delirmiştir, kimse bunu yadsımaz. Birkaç günde, hemen hemen birkaç saatte, kâğıt üzerine bıraktığı dağınık notlar onun kendinden geçişinin işaretleridir. Kırbaçlanan bir at için ağlamaktadır: Aklı başından gitmiştir...

Nietzsche, yaşamının bir anında, her şeyle ve herkesle ilişiğini tümüyle kesmiştir hemen hemen. Davranışları skandal yaratır: Darmadağınık, Almanya'yı, onun imparatorunu ve düşünme biçimini, kilise yanlısı Yahudi anlayışını ve onun daha da kötü olan değişik biçimini, yani katolikliği mahkûm eder. Ne sosyalizmden ne romantizmden, ne Renan'dan ne de George Sand'dan söz edilmesine dayanamaz. Yeni bir dünya için yeni bir insan ister: "Resmen" deli olmasının zamanı değil midir? Ona daha uzun süre kim katlanabilecektir?

Şu bir gerçektir ki 1889'un sonunda Nietzsche delirir gerçekten. Neden gelmiştir bu onun başına?

Kendi yetersizliğinden dolayı Nietzsche'yi ezmek gereksinmesini duymuş olan çok genç bir hekimin yazdığı acınası bir tez okunabilir yine de. Ona göre, kuşku yoktur. Nietzsche, yaşamının erken yıllarında yakalandığı ve ömrünün son yıllarında genel bir felç görüntüsü altında ortaya çıkan bir frengiden dolayı, ölmüştür. Klinik açıdan birçok dışavurum biçimini, ki onlardan biri de yoğun bir sözde-deha idi, tanıyan frengiden ileri gelen yarı-gecikmiş bir belirti. Tezin sahibi, son dönemini yaşayan Nietzsche'nin son ürünlerini, onun gençlik dönemi aşağısamaları altında ezmek ve bu ürünlerde çok daha önce tımarhaneye tıkılması gereken rahatsız ve hasta bir ruhun kanıtından başka hiçbir şey görmemek için seçiyordu.

Nietzsche'nin frengisi konusunda kanıtlanabilmiş hiçbir şey yoktur. Ne bunu ayrıntılarıyla ortaya koyan, ne de onun bu hastalığa yakalandığını gösteren hiçbir şey!

Ancak frengi, 19. yüzyılın sonunda, pek çok şekilde kullanıldı: Lehinde değil de daha çok aleyhinde konuşulması tercih edilen belli sayıdaki bireylerde çok hızlı bir şekilde ortaya çıkan bir deliliğin yorumunda mastürbasyonun yerini alıyordu bu hastalık. Wagner kesin olarak bununla suçluyordu Nietzsche'yi. Nietzsche ve müzik ilişkileri üzerine yapıtında Fiescher-Diesku'nun anlattığı şey en azından budur. Eğer frengi mastürbasyonun yerini almak için bir yücelik ortaya çıkmasaydı, bugün Nietzsche'yi hor görenlerin hala bu eski gülünç açıklamayı benimsediklerini pekâlâ düşünebilirdik.

Ancak 1889 yılında, hasmını ezmek için frengi üzerine çok yeni bilgilerden yararlanmak daha uygundur. Nietzsche'nin frengiye yakalanması hasımlarının işine geldiğine göre, demek ki frengisi vardı onun...

Oldukça tuhaftır, yetmişli yılların çok güzel bir filmi İyinin ve Kötünün Ötesinde, filozofun aşağı yukarı frengiden öldüğü fikri üzerine kurulmuştur tamamen. Ancak frengi bu filmde Friedrich Nietzsche'nin iyinin ve kötünün ötesine gitmek kaygısı içinde olduğunu, hatta geleneksel ahlakı altüst etme kaygısı içinde olduğunu göstermek için kullanılmıştır, kahramanımız genelevde bir gün, genç bir fahişenin yanında isteyerek frengiye yakalanmaktadır. Liliana Cavoni'nin filmi tam bir güzellik filmidir. Onun niyeti gerçeklikte olan cinsel devrimi yüceltmektedir. SIDA'nın resmi oluşunda birkaç yıl önce cinsel özgürlük adına böyle bir savunma yapabilmek şaşırtıcıdır. SIDA'nın çevresinde ele alındığını gördüğümüz temalar: iki cinsliliğin ve tüm cinsel özgürlüklerin övgüsü, ölmek pahasına sevmeyi tercih etme cesareti, bütün bunlar var bu filmde. Bu felsefi filmin son derece yenilikçi fikirleri nasıl desteklemek istediği açıkça ortadadır.

Bunların hiçbiri, ne Nietzsche'nin iki cinsliliği, ne de onun aşktan ölme istenci hakkında hiçbir şeyi kesinleme olanağı sağlarlar...

Nietzsche'ye Yolculuk




Nietzsche, 1888 yazında, Sils-Maria'da aklın ucuna en yakın durduğu sayfaları yazdı. Güz geldiğinde Torino'ya inmeye, kışı orada geçirmeye karar verdi. Kasım ayında Ecce Homo'yu tamamladı. 27 Aralık günü Carl Fuchs'a yazdığı bir mektupta, Nietzsche Wagner'e Karşı'nın bir sayfasında "belki de en şaşırtıcı yazısı"nın ("Müzik") yeraldığını vurguladı. 28 Aralık günü kesintisiz on iki saat uyudu. 3 Ocak günü, bir arabacı atına vurduğu an çivi yuvasından düşecekti.


5 ocak 1889 tarihli/damgalı pusula kendisine ulaştığı gün Jacob Burckhardt, Basel'deki evinden apar topar çıkmış, gidip Overbeck'i bularak Nietzsche'nin sağlık durumu hakkındaki koyu endişesini iletmiş. Overbeck 7'sinde ayrılmış Basel'den, ertesi gün Torino'da Nietzsche'ye ulaşmış ve uçurtmanın ipinin onarılmaz biçimde koptuğunu görerek eşyaları toplamış, 9'unda, yanında külçe haline gelmiş dostu, Basel'e dönmüş.


Başkaları çoktan karşılaşmış, tanışmış olmalı, ben ilk görüyordum Hans Olde'nin 1899'da, Weimar'daki Villa Silberblick'de çektiği fotoğrafları: Sils-Maria'daki evin giriş katındaki alçakgönüllü 'müze' odalarındaki vitrinlerden birinde, üstüste, yanyana duruyorlardı, karşılarında kalakaldım. Bembeyaz giysiler içinde Nietzsche, bütünüyle kendisinden boşalmış bir melek, mürekkebini akıtmış Filozof, ondan artan dingin, masum, yitik ifade yüzünden, yukarıdan aşağıya akıyor, akmış. İki adım ötedeki bir başka vitrinde iki ölüm maskesinin asılları: On bir yıl sonrasında tam bir sarkıt halini almış yüz, gözler iyiden iyiye çukurlarına çekilmiş, bıyıklarının çenesine dek, ağzını bütünüyle kaplayacak biçimde örtmesi garip, çağrışımlara açık bir perdeleme durumu yaratmış: Söz, onların arkasında, girişi kapanmış bir mağaranın arkasında durayazmış.



İki vitrinin ortasında bir üçüncüsü, yörüngesinden hepten çıkmış elyazısıyla kağıda dokunaklı, akıldışı bir 'vasiyet' yazmış - sayfayı öncekilere, sonrakilere bağlayıp üst kata çıkıyorum. Sils-Maria'daki evde odası korunuyor: 1881'den 1888'e yazları geçirdiği, tek kişilik yataklı, iskemleli masalı, penceresi 'yol'una dönük odayı öncekilere, sonrakilere bağlayıp evden çıkıyorum.

Evin arkasından tepeye tırmanan ahşap bir merdivenle başlayan wanderweg'de ilerlerken, Klossowski'nin otuz yıldır zihnimde gücünü, tazeliğini koruyan okuma denemesini düşünüyorum. 3 Ocak 1889'da gerçekleşen kopuşun ilk belirtileri ne kadar geriye gidiyordu? Klossowski, Nietzsche'nin tanıklarına güven duymadığını dile getirir, deliliğin işaretlerini 1881'den beri vermeye başlamış olduğuna ilişkin savlarını elinin tersiyle iter, en çok da Overbeck'in, Basel'e, 1884'de, hasta yatağında "merkezini yitirmiş olma" koşuluna değinişine ve ürpertici bir fısıltıyla Bengi Dönüş felsefesini anlatışına değğin yorumlarına diklenir.



Muammayı bir cebir denklemini çözme uğraşı verircesine, hastane kayıtlarının ve son yılların yayınlanmamış binlerce sayfasının tek tek üzerinde kalarak ışığa tutmayı denemiştir Klossowski - gene de, 'çözülme'nin bir evrimi olup olmadığı, sifilisin gerçek payını, 'kopuş'un aniden sökün edişini serimleyen son mektuplara dağılan sisini sökmemize yetmez o çaba: Tıpkı, Silvaplana gölünün kıyısındaki piramidi andıran taşı gördüğü an Bengi Dönüş düşüncesinin aklında nasıl ete kemiğe büründüğünü kavrama olanağını bulamayışım, geçişim, Alpleri delip geçen tünellerden birinin iç gerçeğinin anlamı da sıvışır gider avucumun içinden.

Oysa, dağ yolu, bir noktada, sık ağaçların gölgesinden giderken, öbür yönde delinivermişti o gün, Sils-Maria'da: Karşıma bir düzlük çıktı, oradan gölün arkasındaki heybetli dağa diktim gözlerimi, kimse yoktu çevrede, insanelinden çıkma tek bir iz olsun çarpmıyordu göze: Milyonlarca yıldır buraya ayak basmış her yürüyüşçü ne görmüşse onu görüyor olmak, beni o ıssız mahşerin içinde sarhoş olmaya yetti: Burada, gerçekten de, Tanrı'lardan biri dansa kaldırılabilirdi.

Kıpırdamaktan, sallanmaktan, etrafında sema kurmaktan kaçınan sensin. Merkezine ulaşma saplantın öylesine döndürmüş ki gözünü, arkasında, merkez-kaç kuvvetin seni beklediğinin yörüngenden çıkaracağı tasasının, kaygısının beklediğini göremez olmuşsun. Körlüğün bu kadarının, buncasının körükörünelikten çıktığını anlayamıyor olamazsın. Kurtul yarıçapını ölçme tutkundan, çeperlere başını çarpmaktan çekinme, alıştığın ağrılara sığınmaktan vazgeç: Kendini salıverme yürekliliğini gösteremeyecek olduktan sonra, ürkek bir yayın oku olmanın, kalmanın ne yararı olacak sana? Sorularımı boğacaksın gene. Duvarlarında açtığım delikleri geceleri uyumamayı göze alarak bir bir tıkayacaksın. Seni gülünç bir Sisyphos tekrarına dönüştüren ben değilim ama: Bu gece uyu, düşlerini boşalt, belleğine yüklediklerinden uzak dur, pencereni ardına kadar açık bırak.

Yattım uyudum, uyuyorum şimdi; hangi gece hangi yatakta, uykularımdan hangisinin, külçe, dibinde, bir uyanış hali anımsıyorum. Sankt-Moritz'deki ikinci gecemiz olmalıydı, gün doğmadan uyandım. Yaz havası hüküm sürüyordu bir gün önce, geldiğimizde, oysa pencereyi açtığımda karın her yeri kapladığını, damlara çatılara kalın tabakalar halinde çöktüğünü gördüm, ürpertici bir şaşkınlığın pençesine düştüm. Yataktan kalkmış, ama uykumdan tamıtamına sıyrılamamıştım besbelli; bir tür uyurgezerlik hali, etrafımı bir cibinliğin içinden ya da buzlu camlı gözlüklerin arkasından seçebiliyormuşçasına tuhaf bir süzülüş biçimi kaplamıştı zihnimi. Sabah satın aldığım kartpostallardan birinin içinde miydim, Richter'in fotoğraf dizisinden bir parçaya mı iltihak etmiştim, aklıma 1887 yılının Ağustos ayında, Aktörenin Soykütüğü'nün son sayfalarını yazarken aniden bastıran kar ve bugün (dün) öğlen yemeğini yediğim oteli hızla terkeden müşteriler geliyor, herkes çekip gittiğinde inen derin, tehlikeli sessizlik.




Tam üç çeyrek yüzyıl sonra, Cocteau'nun peşpeşe birkaç yıl, Nietzsche'nin "kulübelerimizi oraya dikmeliyiz" dediği Nice'den, Sils-Maria'ya gelip evin önünde diz çöktüğünü, bir parça kar yediğini unutmuyorum, bir şiirinde (Requiem) geçer o diz izleri.