Nietzsche’nin öğretisi ve yirminci yüzyılın dehşet verici olayları arasındaki bağlantı, ne kıvırtarak ne de yüzeysel bir şekilde ele alınabilecek, oldukça karmaşık bir bağlantıdır. Bu konuyu en iyi ele alan girişimlerden ikisi, Thomas Mann ve Albert Camus’nündür.
Thomas Mann için Nietzsche “esasen Avrupa’ya ait olan her şeyi özetleyen, olağandışı bir kültürel bolluk ve karmaşıklığı barındıran bir kişilik”tir. Nietzsche, birçok yazar için olduğu gibi Mann’a göre de, her ne kadar görüşleri emperyalizm çağının ve hatta faşizm üzerindeki askeri zafere rağmen içinde “yaşamakta olduğumuz ve önümüzdeki uzun bir süre için yaşamayı sürdüreceğimiz” Batının Faşist döneminin habercisi olsa da, temelde politik-olmayan bir düşünürdür (Mann, “politikadan uzak ve saflık derecesinde tinsel” diye yazar Nietzsche için). Mann’a göre, Nietzsche Faşist değildir, ama yaklaşmakta olan tehdidi gören ve bu tehdidin içerdiği tehlikelerin farkında olan biridir. Ama yine de, Nietzsche’nin düşünme biçiminin temel eksikliğinin, (1930’lar ve 1940’larda Hitler ve Nazilerin yaptığı) Yahudi katliamı gibi bir kötülüğü önleyecek bir şeyler yapma gücünden yoksun bir “kahramanlık estetizmi” kurması olduğunu öne sürer. Mann, aynı zamanda, Nietzsche’yi “insan aklı tarihinin gördüğü en büyük ahlâk eleştirmeni ve psikologu” yapanın da kesinlikle bu “Dionysosca estetizm” olduğuna dikkat çeker. Nietzsche’nin önümüze koyduğu vaka ise, Mann’ın iddiasına göre, estetik dünya görüşü ile ahlâki dünya görüşü arasındaki çözülemez çatışmadır (Mann, bu ikincisini sosyalizmle bir tutar). Mann, uğruna Nietzsche gibi on dokuzuncu yüzyılın özgür ruhlarının burjuva ahlâkına karşı çıktığı estetizmin, son tahlilde, bizzat burjuvazi çağına ait olduğunu öne sürerek, düşüncelerini acı bir ahlâki notla sonuçlandırır. Savaşın dehşet verici sonuçlarının ardından artık kesin olan, der Mann, estetik yaşam görüşünü aşma ve ahlâki ve toplumsal bir yaşam görüşüne adım atma ihtiyacı duymakta oluşumuzdur; çünkü “estetik bir yaşam felsefesi temelde, çözmek zorunda olduğumuz sorunların üstesinden gelememektedir”.
Klasik çalışması The Rebel'de Albert Camus de buna benzer bir perspektif benimser. “Mutlak Onaylayım” başlıklı bölümde Camus, Nietzsche'nin çalışmasını kendine özgü bir yaşam mantığı, bir onaylama mantığı olarak yorumlar. Tıpkı de Sade’ın çalışması gibi, Nietzsche’nin çalışmasının meydan okuması da ahlâkın temelini yıkmaya dayanır. Bu düşünürler, düşünceyi, kelimenin tam anlamıyla, tüm cehennemlerin yok olduğu ve Tanrısız bir evrenin kapılarının açıldığı noktaya doğru iteklerler:
İnsan Tanrı'yı ahlâki yargıya boyun eğdirdiğinde, O'nu yüreğinde öldürmüş olur. Peki öyleyse, ahlâkın temeli nedir? Tanrı adalet uğruna yadsınır, tamam ama adalet düşüncesi. Tanrı düşüncesi olmadan anlaşılabilir mi? Böylece bir saçmalığa varmış olmuyor muyuz?
Camus’ye göre Nietzsche’nin sorduğu en önemli soru, kişinin hiçbir şeye inanmadan yaşayıp yaşayamayacağıdır. Nietzsche'nin bu soruya verdiği yanıt, evettir; evet, ama ancak nihilizmin kati sonuçları -yani, “hiçbir şeyin doğru olmadığı, her şeyin mübah olduğumu açığa vuran, dünyaya ve varoluşa dair içgörünün kesin sonuçları- kabul edildiğinde (OGM III, 24) -ve ancak çöle dönüşen kişi acı ve zevki birlikte hissettiğinde. Artık “iyi” ve “kötü", mutlak, koşulsuz ve evrensel biçimlerinde var olmayacaklardır. Bundan böyle insana düşen görev ötede yaşamaktır: İyinin ve kötünün ötesinde, iyinin ve kötünün yaratıcı birliğinin yaratıcı iyinin onaylanmasıyla sonuçlandığı, iyinin ve kötünün ötesinde. Bu, kişinin kendini dünya hakkında yargıda bulunma zorunluluğundan, insanların insanbiçimci kibrinden kurtarması demektir. Yaşam hakkında yargıda bulunmak, yaşamın olumsuzlanması ve yaşama kara çalınmasıdır. Bu, Nietzsche’nin sözünü ettiği çatışkıdır: Ahlâka inandığımız ölçüde yaşamı cezalandırırız (\VP 6). Ahlâk yüzyıllardır Hıristiyanlığın dinsel temelleri ve inançlarıyla beslenerek ayakta durmaktadır. Ama şimdi Hıristiyanlık bir çöküş sürecine girmiştir ve son günlerini yaşamaktadır; ahlâk da, kendisini bir dekadans ve batan bir yaşamın arazı olarak açığa vurmaktadır. “Biz” daha yüksek yaşam biçimlerine yükselmek isteriz. Bu nedenle, Nietzsche için ateizm, Camus’nün dikkat çektiği gibi, hem radikal hem de yapıcıdır. “Tanrısal istemden mahrum olunduğunda,” der Camus, “aynı şekilde, dünya da birlik, bütünlük ve ereksellikten mahrum kalır.” Bu, yaşanması kolay veya huzurlu bir dünya değildir. Yasanın üstünde (über) pes etmemeyi, kendi ayakları üzerinde durmayı başaramayanlar başka bir yasa bulmak ya da deliliğe sığınmak zorundadırlar (D 14).
Özgür olmak, erekleri, amaçları, gayeleri ve hedefleri terk etmek demektir. Kişi, bu sayede, oluşun masumiyetini yaşama yeniden kazandırır. Bütünsel zorunluluğun bütünsel kabulü -kişinin farklı olmak için hiçbir şey istememesi- özgürlükle aynı anlama gelir. Yaşamın bu şekilde, amaçsız veya hedefsiz olarak onaylanmasında barınan mantık, Camus’yü şunları söylemeye iter:
Tinin zenginliği ve bütünlüğünden kaynaklanan bu muhteşem rıza, insanın eksikliğinin ve ıstırabının, kötülük ve cinayetin, varoluşumuzda barınan sorunlu ve yabancı her şeyin kararsız onaylanmasıdır.
Camus, önemli bir noktayı vurgular: “Nietzsche kurtuluş istemez asla.” Kendini-yaratmanın zevki, yok etmekten duyulan zevktir, çünkü birey “türün yazgısında ve dünyaların ezeli, ebedi hareketinde kaybolmuştur”.
Camus'ye göre, Nietzsche’nin tam olarak neden sorumlu tutulduğunun açıklanması gerekir. Yanıtlaması güç bir soru bu. Camus’nün Nietzsche eleştirisi, aynen Mann’ın eleştirisi gibi, ahlâki bir bakış açısından hareket eder. “Nietzscheci düşüncenin yöntemsel boyutunun ihmal edildiği andan itibaren.” diye yazar Camus, “Nictzsche’nin isyankâr mantığı hiçbir sınır tanımaz” ve katiller ve katliamların failleri, bu düşüncenin lafzını alıp ruhunu yadsıyarak, Nictzsche’de kendi mazaretlerini bulabilirler. Camus’ye göre Nietzsche, “nihilizmin vicdanının keskin tezahürünü” temsil eder:
İnsan olma deneyiminin bütünlüğü onaylandığı andan itibaren, yalanlar ve cinayetlerden, zayıf düşmek şöyle dursun, güç kazanacak olanlara yol açılmış olur. Nietzsche’nin sorumluluğu, yönteme ilişkin değerli nedenlerden ötürü ... onursuzluk hakkını. Dostoyevski’nin de zaten daha önce belirtmiş olduğu gibi, eğer biri bunu insanlara sunacak olursa, insanların üstüne çullanacaklarını göreceğinden daima emin olabileceği onursuzluk hakkını, meşrulaştırmasında yatar.
Nietzsche, Übermensch’in gelecekte hüküm süreceği günü özlemle beklerken, modern dönemin tüm radikal ütopyacı düşüncelerinde bulunan köklü ayartıya kapılmıştı: İdealin sekülerleşmesi. Bu, Camus’ye göre, Nictzsche'nin büyük yanılgısının kaynağıdır. Ama Camus, Nietzsche’nin felsefesinin temelde dinsel tutkular Üzerinde temellendiğini öne sürerken (Nietzsche, upuzun çileci rahipler listesinde yeni bir mesih olarak görülür), Nietzsche’nin kendi otoritesini etkisiz kılan, kendisiyle dalga geçen ve temel düşüncelerinin ve öğretilerinin kişisel doğasına dikkat çeken (yani, güç istemi, varoluşa dair kendi yorumudur; ebedi dönüş, yaşamın mümkün olabildiğince en yüksek onaylanmasına dair kendi formülünü temsil eder, vb.) felsefesinin öz-göndergeci yönlerini gözden kaçırır. Daha sonra göreceğimiz gibi. Nietzsche kendisini yeni bir çileci rahip olarak değil, çileci idealin bir komedyeni olarak görür.
Savaş sonrası dönemde yazan ve Yahudi katliamının tüm boyutlarını ve doğasını ele almaya çalışan Mann ve Camus, Nietzsche’nin bizi yapmaya davet ettiğinin tersine, "bu olayların altındaki ahlâki yargı yanılgısını” terk etmenin imkânsız olduğuna inanır (77 “İnsanlığın Islahçıları”, I). Keza, yapıtlarının Alman politik kültürü üzerinde bıraktığı derin etkiler göz önüne alındığında Nietzsche’nin bir komedyen olarak okunması da Mann ve Camus’ye zor gelir. Özgül bir tarihsel dönemde kaleme alınmış bir meydan okuma olarak gördükleri Nietzsche’nin düşüncesine verdikleri yanıt, Nietzsche’nin çalışmasına ilişkin herhangi bir okumaya merkez teşkil etmesi gereken sorular ortaya atar. Yaşamın yaratıcı güçleri geliştirilsin ve fayda güce dönüştürülsün diye savaş ve “kötülüğü” savunmak ne ölçüde gereklidir? Kişi ahlâki yargı olmadan yaşayabilir mi? Eğer üstinsan olmak, ahlâki yargının aşılması anlamına geliyorsa, insan (ya da insanca, pek insanca) olmak için yapabileceğimiz her şeyi yapmamamız mı gerekir? İnsanı aşmak mümkün müdür? Kişi, bırakın tanımlamayı, yaşamın “yükseltici” ve “alçaltıcı” güçleri arasında nasıl bir ayırım yapabilir? Mann ve Camus’nün yorumlarıyla ortaya çıkan kritik sorulara yedinci bölümde döneceğim.
Öncelikle hem Mann hem Camus’nün Nietzsche’ye yüklediği “estetizm” suçlamasının tartışılması gerekiyor. Nietzsche’nin sorunu, “bütünün genel ekonomisi”nin nasıl kavranacağı sorunudur. Zengin ve ürkütücü bütünlüğünde yaşamın “ekonomisi”dir bu: Haz, aşk, zevk ve mutluluğun yanı sıra, şiddet, zulüm, acı, cinayet, ıstırap vb. “fenomenler”in de insan davranışına -olduğu biçimiyle insana- merkez teşkil ettiğini fark ederiz. Nietzsche için Eski Yunanlıların önemi, trajik sanatlarında “iyi ve kötü” (basitçe siyah ve beyaz) arasında kesin hiçbir çizgi çekilemeyeceğini fark etmiş olmalarından kaynaklanır. Tıpkı Eski Yunanlıların yaptığı gibi, “kötülük” duygularının ve tutkularının bile üretken olabileceğinin ve türün korunmasında üstlerine düşeni yaptıklarının farkına varılması gerekir (GS I). Sanat ve ahlâk arasında basit ve düz bir karşıtlık kurduğu yakıştırmasının Nietzsche’ye mal edilmesi çok kolaydır. Nietzsche için sanat, bireylere çektikleri ıstırabın, acının, zaaflarının ve hatalarının hayret verici doğasını açıklamasından ötürü, bir “hakikat” biçimini (belki de, insanların bulabileceği en yüksek hakikat biçimini) temsil eder. Bu anlamda, insanın yaşam deneyiminin çok büyük bir kısmını karakterize eden ıstırap ve trajedinin karşısında ahlâki varlıklar olarak var olmayı sürdürmelerini sağlar. Nietzsche, sanatın hakikatinin yokluğunda, ıstırap, zulüm vb. anlaşılamaz olacağından insanların ahlâki nihilizme yakalanıp kalacaklarını savunur.
Ne hakiki Hıristiyanlık inancının sunduğu avuntulara ne de trajik sanatın engin hakikatine sahip olan modern insanların durumu işte budur. Modern insanlık, insanın antik, ezeli sorusuna yanıt bulamaz: Niçin ıstırap çekiyorum? (OGM III, 27). Modern insanlık ancak sanat ihtiyacını hissettiğinde, tinsel bir insanlık haline gelecektir. Nietzsche’nin sevgili halkına söylediği şey, gerçek ve hakiki ihtiyaçları üstüne geçmişi düşünerek, kendi içlerinde “tin'i (Geist) geliştirmedikçe yaşamlarının Alman Reich'ının yozlaştırıcı, bayağılaştırıcı güç-iktidar politikası yüzünden mahvolacağıdır.
Kusursuz Nihilist
"Nietzsche"
sf 81 - 86
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder